menu
  • My Page

    Learn More

    Learn More


    PEK YAKINDA :)

  • My Page

    Learn More

    Ekim 2020

    Learn More
  • My Page

    Bisikletle Trans Türkiye

    En Doğudan En Batıya Unutulmaz Bir Macera

    Learn More

    Ağustos 2020

    Learn More
    Stacks Image 3306


    TRANS-TÜRKİYE

    BİSİKLETLE EN DOĞUDAN EN BATIYA ANADOLU/KÜÇÜK ASYA GEÇİŞİ

    Iğdır Dilucu’ndan Çanakkale Babakale’ye…
    9 gün 22 saat macera, 2.080 kilometre yol, 18.300 metre irtifa…



    Ve sonunda bu unutulmaz yolculuk; sandalye fobisi, hissetmediğim üç parmak ve bolca ikinci dereceden güneş yanığı ile tamamına erdi. Neyse ki Karayel sapasağlam, bir sürü patlak lastik dışında bir sorunu olmadı…

    Kaplumbağa misali her şeyimiz sırtımızda on gün boyunca, kah soğuktan donarak, kah kavuran güneşin altında, dünyanın en güzel insanlarının yaşadığı, dünyanın en güzel ülkesinin bir ucundan öbür ucuna, pastoral, epik ve unutulmaz bir yolculuk yaptık…

    Dağlarla denizler birbirine aşık olur derler ya; işte sanki ben de bu sevdaya hasbelkader ortak olup vakur delikanlı Ağrı Dağı’ndan aldığım selamı dünyanın en güzel kızı Ege Denizi’ne taşırken, bütün aşkları bir anda yaşadım bu muhteşem yolculuk sırasında….

    On yılda yaşayamayacağım kadar çok duygu on günde sel olup aktı geçti üzerimden; güldüm, ağladım, sevindim, üzüldüm, kah coştum, kah umutsuzluğa düştüm, pişman oldum, kendimle gurur duydum, neşelendim, canım sıkıldı, yalnız da hissettim, her şeyle bir de oldum, yeri geldi korktum, yeri geldi dellendim, bazen gözlerim doldu, bazen de ağzım açık kaldı vs, vs…

    Siz de ortak olmak isterseniz bu sevdaya, buyurun hikayesi burada…




    Evet, yine düşüyoruz yollara… Yılda iki kez yaptığım uzun bisiklet turları için en uygun zamanlar mevsim geçişleri. Tabi ki yazın kuzeyde, kışın ise güneyde turlar yapmak şartıyla. Yani yaz turları için en uygun zaman Mayıs-Haziran ve Ağustos-Eylül iken, güneyde yapılacak kış turları için ise Kasım-Aralık ve Şubat-Mart oluyor.

    İşte geçen yıl Mart başında güney yarımkürede yaptığım uzun Avustralya geçişimin üzerinden neredeyse altı ay geçmişken ve bu kadar uzun süre bisiklet turu yapmadığım için yerimde duramazken, Ağustos-Eylül dönemi için uzun bir Türkiye geçişi planlamıştım. Ama beklenmedik bir takım aksilikler beni bu turu Edirne-İzmir rotasında nispeten kısa bir Kuzey Ege yolculuğuna çevirmek zorunda bırakmıştı.

    Bu yılın kış seansında yaptığım Batı Sahra Çöl Geçişi’nin ardından artık bu yaz büyük Türkiye Geçişi’ni gerçekleştirmeye karar verdim.


    KARADENİZ’DE BİR İSKOÇ VE ENDONEZYALI

    Zaten uzun süredir bu yolculuğu yapmayı çok istiyordum. Yurt dışına yaptığım her gezinin ardından; aslında dünyanın en güzel ülkesinde yaşıyor olduğum düşüncesi zihnimde giderek daha da perçinleniyordu. Nereye gidersem gideyim orada gördüğüm ama Türkiye’de olmayan bir şey bulamıyordum. Ne bir yeryüzü şekli, ne bir iklim, ne bir bitki örtüsü ne de bir insan tipi.

    Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki; göl de var, deniz de. Nehir, dağ, orman ova, çayır, plato, çöl, hepsi, üstelik dünyanın çok az yerinde görülebilecek şekilde dip dibe uzanıyor bu muhteşem coğrafyada. Her iklim ve dolayısıyla her türlü bitki örtüsü de mevcut. Üstelik bir saat içerisinde hem denize girip hem de kayak yapabiliyorsun, o kadar yani…

    Gen havuzumuzu anlatmaya ise bu sayfalar yetmez. Daha önce gittiğim coğrafyalarda genellikle tek tip ve birbirine benzeyen insanlarla karşılaşırken, buralarda her cinsi bulmak, üstelik de aynı evde, olasılık ötesi hatta neredeyse normal. Karadeniz’de misafir olduğunuz bir evde; kızıl saçlı ve çilli bir iskoç kadını olduğuna yemin edebileceğiniz Fadime ile Adana’dan göç etmiş neredeyse zenci bir Endonezya’lı kocası Mahmut’u görünce hiç de garibinize gitmiyor. Ama bir anlığına uzaylı olduğunuzu düşünün, ABD vs gibi yapay göç hareketleri ile nüfusunu oluşturmuş ülkeler dışında böyle bir zenginlik bulmak aslında rüya gibi bir şey.

    Ve tabi ki bu zenginliğin oluşturduğu kültür, daha doğrusu kültürler ise pastanın üzerindeki krema… Dilleri, şiveleri, müzikleri, birbirinden nefis mutfakları… Örneğin Adana’dan başlayın ve sırasıyla Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbakır ve Mardin rotasında seyahat edin. Bu şehirlerin her biri arasındaki mesafe aşağı yukarı arabayla bir iki saat ama, hepsinin de kendine has ve muhteşem birer mutfağı var. Üstelik dip dibe olmalarına rağmen son derece orijinal ve ne dilleri, ne insanları ne de muhteşem yemekleri birbirine benziyor… Dünyanın hiç bir yerinde bırakın böyle altı noktayı, üç tanesini bile yan yana bulamazsınız.

    Dolayısıyla bu kadar renkli bir coğrafyanın, böylesine bir zenginlik ve çeşitliliğin sebebi mi yoksa sonucu mu olduğunu düşünmeden edemiyorum. Öyle ya bu topraklar, kültürlerin kendini bulduğu son on bin yıldır üzerinde en çok yaşanmış topraklar. Haliyle bu zenginlik kaçınılmazmış gibi geliyor… Her ne kadar coğrafya ve kültür birbirlerini besleyen şeyler olsalar da ben yine de emin olmak istiyor ve o yüzden bu yolculuğa çıkmak için sabırsızlanıyor, hatta can atıyorum…

    Stacks Image 3316


    VAR AMA… KIYMETİNİ BİLMİYORUZ!

    Bu zamana kadar bu düşüncelerimi paylaştığımda en çok aldığım tepki üç aşağı beş yukarı şöyle bir şey oluyordu; “Evet, çok güzel bir ülkemiz var ama kıymetini bilmiyoruz!”. Nezaketen bir cevap vermiyordum ama burada ortalığa konuştuğum için bir iki şey söyleyeceğim, yoksa içim şişecek…

    Birincisi; kıymetini bilip ne yapmamız gerekiyor? Zihinlerimiz tüketmeye öyle alışmış ki, bir şeyleri sadece yaşamak fikri neredeyse hiç bir şey ifade etmiyor. Yani bu ülkeden ve bu zenginliklerden maddi bir menfaat üretemiyorsak bunların hiç bir kıymeti yok aslında…

    İkincisi de bunu söyleyenlerin çoğunun, bırakın tanımak için ülkesini gezmeyi, tatillerini bile fabrika tarzı kitle-dinlendirme tesislerinde geçiriyor olmaları… Diyeceğim o ki; konfora ipotek edilmiş bir yaşam tarzı aslında çok şey kaçırıyor olmanın garantisi, benden söylemesi…


    UÇAĞA BİN, İKİ KERE YÜKSEL…

    Neyse biz yine turumuza dönelim. Tabi ki bu yolculuğu istememin tek sebebi kültür, gezi vs değil. Önceki yazılarımı okumuş olanlar bilirler ki bisikletle coğrafya geçişi yapmak benim için kendimi bulup hayatla bütünleştiğim ve dolayısıyla kendimi gerçekten yaşıyor hissettiğim çok özel ve büyülü bir deneyim…

    Rota seçiminde zun süre kararsız kaldıktan sonra Türkiye anakarasının, diğer adıyla Anadolu’nun ve hatta dünyada bilinen adıyla Küçük Asya’nın (zenginlik burada da mevcut, isimleri bile saymakla bitmiyor), en doğu noktası olan Iğdır Dilucu Sınır Kapısı’ndan en batı noktası olan Çanakkale Babakale Baba Burnu’na yolculuk fikri üzerinde karar kılıyorum. Rotamı ise; Dilucu-Iğdır-Ağrı-Erzurum-Erzincan-Sivas-Yozgat-Ankara-Eskişehir-Bursa-Balıkesir-Babakale olarak belirliyorum. Ülkeyi neredeyse tam ortasından doğu-batı doğrultusunda geçme düşüncesi beni oldukça heyecanlandırıyor. Bu hem epik hem pastoral hem de unutulmaz bir yolculuk olacak, bundan hiç şüphem yok…

    Zorlu bir yolculuk olacağı da kesin. 2.000 kilometreden fazla sürecek yolculuk sırasında 18.000 metrenin üzerinde de irtifa yapmam gerekecek. Neredeyse iki uçuş yüksekliği. Yani uçağa binip 30.000 feet yükseldiğinizi ve bunu iki kere yaptığınızı farz edin, işte onun gibi bir şey. Tek farkı benim bunu bisiklet ile yapacak olmam…

    Ama neyse ki lojistik sıkıntım olmayacak. Kendi ülkemde olduğum için anadilimi konuşuyor olmanın rahatlığını ve kendi mutfağımdan karnımı doyurmanın lüksünü yaşıyor olacağım. Önceki yıl Avustralya’da yaşadıklarımdan sonra bu, cennette olmak gibi bir şey aslında. Orada ne doğru dürüst yiyecek bir şeyler bulabiliyordum ne de derdimi anlatabileceğim bir insan. Günler boyu, kalacak beş para etmez bir oda için bile resepsiyon görevlisi yerine şiveli konuşmalarını anlamakta zorluk çektiğim, üstelik günün sadece iki üç saati çalışan
    çağrı merkezi görevlileriyle uğraşmak, binlerce kilometre bisiklet sürmekten bile çok daha zor gelmişti.


    VE HAZIRLIKLAR BAŞLIYOR

    O heyecanla yol planımı tamamlayıp, hazırlıklara başlıyorum. Tedbirli davranıp yolculuğu iki hafta olarak planladım. Ama gönlümden geçen bu geçişi 10 günün altında tamamlayabilmek. Gerçi donanımı azaltıp gece sürüşleri de ekleyerek bu süreyi bir haftanın altına çekmek de mümkün ama o zaman yolu yaşamak imkansızlaşacağı için bence hiç anlamlı değil.

    Yine de yeterince istihbaratım olmayan çok fazla konu olduğu için 10 günlük nispeten makul hedefimi gerçekleştirmenin mümkün olup olmayacağını da bilemiyorum. Asfaltın durumu, hakim rüzgarlar, ikmal noktaları, yedek parça bulabilme olasılığı, konaklama olanakları vs gibi pek çok değişken turun süresini dramatik ölçüde değiştirebilir. Ben yine de en iyisini umut ediyor ve strateji olarak kendime; “Her gün o gün gidebileceğim en uzun yolu yapma” hedefini koyuyorum.

    Sıra tabi ki harıl harıl meteoroloji çalışmaya geliyor. Kim ne derse desin, bence bu yolculuklardaki en belirleyici rol hava şartlarına düşüyor. Bir yerinize bir şey olsa eczaneye, hastaneye vs gider, bisikletinize bir şey olsa tamircide halledebilirsiniz. Ama hava şartlarına kesinlikle sözünüz geçmiyor. O yüzden başrol daima onların. Turdan aşağı yukarı bir ay önce düzenli olarak rota üzerindeki şehirlerin 15 günlük hava tahminlerini etüd etmeye başlıyorum. Amacım en azından ilk bir haftası için havanın bu 10 şehirde de uygun olacağı bir aralık bulabilmek. Biraz zor anlayacağınız. Yağış konusunda pek sıkıntı görünmüyor ama sıcaklık farklılıkları kayda değer ve bu beni epeyce huzursuz ediyor. Çünkü bu daha fazla giysi, ekipman vs taşımanız ve daha ağırlaşmanız anlamına geliyor…

    Sonunda hem heyecan ve sabırsızlıktan hem de çalışmaktan sıkılıp, “Aman ne olursa olsun” diyerek düğmeye basmak üzere THY bürosuna gidiyorum. Aslında biletimi internetten de alabilirim ama THY artık bisikleti ücretle taşımaya başladığı için işimi garantiye almak istiyorum. Ve turun başlamasına bir hafta kala, ertesi hafta Cumartesi günü için Kızıltoprak THY ofisinden biletimi kestiriyorum. Fakat hava şartlarına hala pek güvenemediğim için yine de esnek yani değiştirilebilen bilet alıyorum.

    Bu noktada seçim yapma ve karar verme aşamaları bittiği için çok rahatlıyorum. Bundan sonrası artık tamamen hazırlık ve icraat…

    Son iki haftadır, bir yandan meteoroloji çalışırken bir yandan da fiziksel antrenmanlarımı tamamladığım için önümdeki bu son haftayı bisiklete binmeden geçireceğim. Sürekli uyguladığım tur öncesi antrenman programıma göre bir hafta boyunca düz yolda günde 50 km bisiklete biniyorum. İkinci hafta ise bu 50 km sürüşlere 500-1.000mt irtifalar ekleniyor. Yine ikinci haftanın ortasında bir gün 100km sürüş artı 1.000mt irtifa ve haftanın sonunda 200km sürüş artı 2.000mt irtifa yapıp antrenmanlarımı sonlandırıyorum. Turdan önceki son hafta ise dinlenip güç toplamak ile geçiyor.

    Ve tabi ki son detayları ayarlamakla. Teknik malzemeden seyahat sigortasına uğraşmam gereken o kadar çok ufak tefek ayrıntı var ki… Daha önce de yazmıştım, bu iş Nasa’nın uzaya uydu göndermesine benziyor. Ağırlık sınırlaması yüzünden yanınıza alabileceğinizin en azını almanız gerekiyor. Üstelik yedekler konusunda da çok zorlu kararlar veriyorsunuz. Mesela; pompanız bozulursa kaç tane yedek lastiğinizin olduğu pek bir şey ifade etmiyor…


    YİNE O HAİN

    Her neyse, bunlar can sıkıcı şeyler ama bir yandan da geçmek bilmeyen son günlerin eğlencesi oluyorlar.

    Fiziksel ve teknik hazırlık nispeten kolay. Asıl zor olan ise zihinsel hazırlık süreci oluyor. Aslında bence karar verdiğim anda tur bitmiş oluyor. Çünkü bundan sonrası sadece icraat ve bu tamamen bana kalmış. 10 gün de sürse, 100 günde sürse ben vazgeçmedikçe bu turun bitmemesi diye bir şey söz konusu değil. Değil ama bu, o esnada çok zorluklar yaşamayacağım anamına gelmiyor. Hatta bence yaşadığım en büyük zorluklar zihinsel ve ana fikri “Vazgeçmek!”.

    Daha karar verdiğim an içimdeki hain ipleri ele alıp ters yönde propaganda yapmaya başlıyor;
    “Bunu neden yapıyorsun ki?!”
    “Yapınca eline ne geçecek ?!”
    “Ya şöyle olursa ?!”
    “Ya böyle olursa ?!”

    İçimdeki o hain bu şekilde bir sonuç alamazsa bu sefer psikosomatik güçlerini devreye sokmaya başlıyor; dizlerimde aniden oluşan ağrılar giderek şiddetlenirken durduk yerde bir sürü hastalık belirtileri göstermeye başlıyorum. Bu arada tam turu yapacağım zaman için alternatif pek çok güzel konser, tatil, etkinlik vs fırsatları gözüme çarpmaya başlıyor. Ardından evdekiler adına huzursuzlanıyorum; “Ya ben yokken başlarına bir şey gelirse?!”, vs vs… Aklınızın alamayacağı pek çok parlak ve yaratıcı caydırma projesinin biri bitip biri başlıyor işte anlayacağınız. Burada limit sadece sizin hayal gücünüz…

    Önemli olan bu süreci hasarsız atlatabilmek. Ve bunun için neredeyse yaptığım fiziksel antrenmanlardan daha çok zihinsel çaba harcıyor, o haine yenik düşmemek için sürekli uyanık olmaya ve kendi kendimi ikna etmeye çalışıyorum.


    TAMAM GİDİYORUZ DERKEN

    Öyle böyle son günler de geçiyor, teknik, sıhhi, şahsi vs bütün ekipmanları ve tıbbi muayene, sigorta vs diğer gerekli tüm süreçleri tamamlayıp hazır hale geliyorum. Geliyorum ama tam her şey hazır derken meteoroloji hafta sonu için Iğdır ve Ağrı’da fırtına ve sağanak yağış uyarısı verince sil baştan yeniden başlıyoruz.

    Neyse ki çok uzun sürmüyor, biletimde yaptığım iki günlük ertelemenin ardından Pazartesi sabahı erken saatlerde Karayel ile birlikte bizi bekleyen yeni maceraya başlamak üzere İstanbul Yeni Havalimanı’na doğru yola çıkıyoruz…

    Stacks Image 3321


    1. GÜN / Iğdır Dilucu Sınır Kapısı - Iğdır / 85km yol, 300mt irtifa

    Hafta sonu Iğdır’da Azer otelde yer ayırtmış, resepsiyondaki görevlinin yardımıyla beni ve Karayel’i Iğdır havalimanından 100km uzaklıktaki başlangıç noktamız olan Dilucu sınır kapısına taşıyacak bir de araç ayarlamıştım.

    İnince karşılaması için şöförü arıyorum. Ne dese beğenirsiniz; “Abey ben seni unutmuşum!!!”. Buyur buradan yak… “Bir şeyler ayarlayamaz mısın?” diye soruyorum; “Yok abey, mümkün değil.” diyor. Yapacak bir şey yok. İnince bir şeyler ayarlamaya çalışacağız artık…

    Havalimanı sakin. Bisiklet taşıma bedelini ödeyip biraz hamur işi yiyorum; öğleden sonrası için yakıt babından.

    Uçak tıka basa dolu. Covid-19 yüzünden aralarda boşluklar olur diyordum ama maşallah iğne atsan yere düşmüyor. Koltuğumu bulup güzelce yerleşiyorum. Biraz uyusam iyi olurdu ama tabi ki o heyecanla ne mümkün.

    Yine de arkama yaslanıp gözlerimi kapatıyorum. Derken kapılar kapanıyor ve pistte hızlanıp havalanmaya başlıyoruz. İşte tam o anda yaptığım şeyi daha bir idrak ediyorum. İçimde bir şeyler büyüyor büyüyor ve ister istemez gülümsemeye başlıyorum; “Şimdi ben uçakla gittiğim bu kadar yolu bisikletle geri döneceğim, öyle mi?! Vay anasına !!!”


    HEYBET Mİ DEMİŞTİNİZ

    Uçaktan inmemle birlikte Ağrı Dağı’nı karşımda bulmam bir oluyor. O kadar etkileyici bir görüntüsü var ki… Uçağın merdiveninde öylece bakakalınca ancak arkamda bekleyen yolcuların homurdanmaları ile kendime geliyorum.

    Gözümü alamadan merdivenden inmeye çalışırken bir kaç kez düşecek gibi oluyorum. Çok heybetli ve son derece güçlü görünüyor… Ama sanki asıl etkileyici olan o bir başınalığı. Etrafında hiç bir şey yokken göğe doğru öyle güzel bir açıyla yükseliyor ki her iki yandan, insan eteklerinden başlayıp gözlerini zirvesine doğru hareket ettirmeye doyamıyor.

    Merdivenden inince durup uçak iyice boşalıncaya kadar izliyorum. Mağrur, güçlü, dünya dünya olduğundan beri kim bilir ne badireler atlatmış ama yine de dimdik ayakta. Ve öyle bir başına ama sanki çevresine güven saçıyor.

    “Tam da olmak istediğim gibi” diye geçiriyorum içimden, çocukluktan kalma bir arzumu yeniden yaşarmışçasına…

    İstemeyerek de olsa küçük terminal binasına girip Karayel’i beklemeye başlıyorum. Ama bir yandan da Dilucu’na kadar nasıl gideceğimizi düşünmekle meşgulum. Uçaktaki kalabalık bagaj beklerken gözüme daha da korkutucu geliyor. Eğer hemen harekete geçmezsem taksi bulmam çok zor olacak diye düşünüp çıkışa yöneliyorum. Tekrar güvenlik taramasından geçip içeri geçmem gerekecek ama başka çarem yok.

    Çıkışta bekleyen taksici Hüseyin ile anlaşıp Karayel’i almak üzere tekrar terminale giriyorum. Bir kaç dakika sonra da taksimiz Dilucu’na doğru hareket ediyor.


    3 KARISI VARMIŞ, İKİSİ KARDEŞ

    Hüseyin benim yaşlarımda konuşkan bir Azeri Türk’ü. Hikayesi de o kadar çok ki yol nasıl geçiyor anlamıyorum…

    Şimdi çoluk çocuğa karışmış ama 40 yaşına kadar evlenmemiş. Iğdır’ın tanınmış zenginlerinden birisinin hem sürücülüğünü hem de korumalığını yapmış yıllarca. Çok çapkınmış. İçki, sigara, gece hayatı hak getire. “Patron sabahlara kadar dışarıda olunca biz de alıştık işte.” diye günah çıkarıyor. Çıkarıyor ama anlatmasına bakılırsa kendisi de epey eğlenmiş yıllarca.

    Yolda Iğdır’ın hafifçe dışında kalan Gazino/Pavyon kompleksini gösterip; “İşte bizim mekan. 10’a yakın gazino vardır burada. Bir zamanlar buradan çıkmazdık patronla. En çok da İstanbul’lu sanatçıları severdi. Bir tanesi geldi mi ne yapar eder, ayağına tonlarca para döker yine de onunla birlikte olurdu.” diye anlatıyor hafiften iç geçirerek…

    Ama beni asıl etkileyen hikayesi sonradan geliyor; babasının üç karısı olmuş, üstelik iki tanesi de kardeşmiş. “Çok acımasız, barbar bir adamdı babam. Analıklarımı ayaklarından bağlayıp kuyuya sarkıtırdı kızdırdıkları zaman.” diyor. “Kimse bir şey demez miydi?” diyorum; “O zamanlarda bu dağın başında, kim kime ne diyecekmiş ki?” diye cevaplıyor. Peki analıkların nasıl razı olmuş iki kardeş aynı adama varmaya?” diye soruyorum; “Kim demiş razı olduklarını, onlara soran olmuşmu ki!” diyor bu sefer de…

    Şaşkın bir halde etrafımı seyretmeye koyuluyorum. Coğrafya gerçekten muhteşem ama beni asıl etkileyen Hüseyin’in hayal gücümü tetikleyen hikayeleri. Kafamda düşler, sağ yanımda Ağrı Dağı, sol yanımda ise Aras nehri ve iki yanında sazlarla kaplı harika düzlükler içinden öylesine gidiyoruz. Hava da öyle yumuşak ki…


    YARISI KÜRT, YARISI TÜRK, NORMAL YANİ…

    “Buralar hep böyle güzel midir ?” diye sorunca Hüseyin yine başlıyor anlatmaya; “Ağrı ile aramız bir iki saat ama 15 derece sıcaklık farkı var. Iğdır ayrı bir dünyadır, Doğu’da bir Akdeniz şehridir gibidir.” diyor. Gerçekten de öyle…

    Türkiye’nin en güzel kayısısı burada yetişir, domateslerimizin tadına da doyum olmaz.” diyor. “Sınır kapısı şimdi kapalı, sen bir de o açıkken gör buraları. İran’dan Nahçıvan’dan gelen giden hiç eksik olmaz. LC Waikiki’nin en çok ciro yapan şubesi Iğdır mağazasıdır, biliyor muydun?” diye ekliyor.

    Gerçekten de hiç doğudaymışım izlenimi vermiyor buralar, daha çok güneyde bir yerlerdeymişim gibi hissediyorum.

    “Peki burada insanlar kime oy veriyor?” diye soruyorum. “Yarısı MHP’ye yarısı da HDP’ye” deyince bakışıp gülüşüyoruz. “İyi, kan çıkmıyor.” deyip gülünce; “Yok abey yok. Buradakilerin yarısı Azeri Türk’ü, kalan yarısı da Kürt’tür, normal yani. Savaş asker ile PKK arasında, biz geçinip gideriz hiç sıkıntımız olmaz.” diyor.

    Sohbet ede ede kalan yolu da bitiryoruz ve saat 14:00 gibi Hüseyin bizi Dilucu sınır kapısının önünde bırakıyor. Biraz beklemesini rica ediyorum. Öyle ya sınır kapısı kapalı olduğuna göre eğer bir aksilik çıkarsa Iğdır’a dönmek için bir araç bulmam çok zor. En azından Karayel’in kutusunu açıp bir eksiğimiz var mı yok mu emin olmak istiyorum. Her ne kadar Cumartesi günü paketlerken son derece titiz davranıp Bike&Outdoor’daki çocuklarla her şeyi iki kere kontrol etmiş olsak da insan böylesine iptidai bir yerde paranoyasına engel olamıyor. Ufak bir vida bile kayıp olsa takıldın kaldın, burada nereden bulup da takacaksın…

    Neyse ki her şey tamam görünüyor. Hüseyin ile helalleşip ayrılıyoruz. O kapıdan aldığı bir yolcu ile Iğdır’a dönerken ben de karayel’i kurmaya koyuluyorum. Yeni yapıldığını düşündüğüm modern sınır kapısı kompleksindeki geçiş noktalarından sadece birinde bir memur var ve etraf çok sessiz. Sadece Türkiye’den çıkış yönünde arada sırada bir araç geçiş yapıyor.


    “AMİRİM, BURADA Bİ ABİMİZ VAR…”

    Iğdır’a kadar yaklaşık 100km yolum var. Fazla vakit kaybetmeden bir an önce Karayel’i kurup yola düşmek istiyorum. Öyle harıl harıl çalışırken birden yanımda genç bir memur beliriveriyor. Selamlaşıyoruz. Beni öyle görünce merak edip gelmiş. Adı Resul. Gençten, pırıl pırıl bir gümrük memuru. İlk görev yeriymiş burası…

    “En doğudan başlayıp, en batıya gideceğim.” deyince gözleri parlıyor. Hemen telefonunu çıkarıp bir yeri arıyor. Ardından da; “Amirim, burada bir abimiz var, Bisiklet ile Türkiye’nin en batısına gidecekmiş, izniniz olursa onu içeriye alıp en doğu noktamıza götürmek isterim.” diyor. Kısa bir görüşmenin ardından bana dönüp gülümsüyor ve beni alıp sınır kapısından içeri sokarak Aras nehrinin üzerindeki köprüye doğru götürüyor. Yolda amiri de bize katılıyor. Onun adı da Suat. Resul’den biraz daha yaşlıca ama yine de genç sayılır.

    Yolda konuştukça konuşuyoruz. Onlar bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde böyle birisini gördükleri için, ben de daha başlangıçta böylesine bir destek bulduğum için son derece keyifliyiz.

    Sınırın son noktasına kadar gidip Azeri askerlerle sohbet ediyoruz. Bu arada Resul ve Suat Dilucu’nun öneminden bahsediyorlar bana. Burası üç ülke toprağının içine saplanmış bir kama gibi. Kuzeyinde Ermenistan, doğusunda Nahçıvan, güneyinde ise İran yer alıyor. Yani aynı anda üç ülkeye açılan bir sınır kapısı. Dünyanın herhangi bir yerinde böyle bir yer daha var mıdır bilemiyorum.

    Resul; “Atatürk bu toprağı cebinden para verip öyle almış İran’dan.” diyor. Suat da arkasından; “Türk dünyası ile bağlantı kopmasın diye. Nasıl bir ileri görüşlülüktür bu, düşünebiliyor musunuz?” diye ekliyor. Doğru söze ne denir…


    “TÜRKİYE’NİN EN DOĞU NOKTASI”

    Sonunda Aras nehrinin üzerindeki köprüde yer alan ve “Türkiye’nin En Doğu Noktası” yazan tabelanın altında fotoğraf çektirip tekrar kapıya dönüyoruz. Çocuklar; “Yemek yemeden bırakmayız.” diye ısrar ediyorlar. Dilim döndüğünce yemek yersem sürüşün zorlaşacağını anlatmaya çalışıyorum. Neyse ki anlayışla karşılayıp fazla ısraretmiyorlar. Karşılıklı telefon, sosyal medya vs değiş tokuşunun ardından artık yola çıkmaya hazırım.

    İlk pedalla birlikte istem dışı olarak yüzüm gülmeye ve sanki kanım damarlarımda daha hızlı akmaya başlıyor. Solumda inanılmaz Ağrı Dağı, sağımda Aras nehrinin iki yanındaki yemyeşil sazlıklar ve önümde dümdüz uzanan kaymak gibi bir asfalt. Daha ne isteyebilirim ki…

    O keyifle neredeyse hiç bir şey düşünmeden bir saatten fazla gidiyorum. Derken yol bir Jandarma Kontrol Noktası ile kesiliyor. Kocaman beton bloklar yüzünden ister istemez sağa çekiyorum ki uzun, iri yarı ve orta yaşlı bir asker yanıma geliyor. Subay desem değil, astsubay veya uzman hiç değil. Bu yaşta rütbesiz asker olması da biraz abzürt. İçimden “Herhalde korucudan devşirme vs” diye geçirirken benimle konuşmaya başlayınca emin oluyorum. Türkçe’yi bu kadar zor konuşan birisinin normal yollardan asker olması pek mümkün değil. Bir de korkutucu, aşırı kendine güvenden gelen karanlık bir hali var. Sorularını cevaplarken neyse ki yanımıza bir de astsubay geliyor. Onunla anlaşmamız çok daha kolay oluyor ve tekrar yola koyuluyorum.

    Ama aklım orada kalıyor. O karanlık asker ve onun diğer taraftaki fotokopisi olan PKK’lı teröristleri düşünüyorum. Onların dev iştahlar tarafından istikrarsızlaştırılmış bu güzelim coğrafyadaki hesapsız at koşturmaları yüzünden bu halk kim bilir on yıllardır neler çekti ve hala da çekmeye devam ediyor diye düşünmeden edemiyorum.

    Haliyle canım sıkılıyor ama neyse ki canımı daha da sıkacak bir şey olup teker patlıyor. Bu da sanki artık kader oldu. Ne zaman tura çıksam ilk gün mutlaka tekerim patlıyor. Aslında bir şeyden şüpheleniyordum ama emin olmak için dış lastiği kontrol etmem gerekiyor.

    Ve işte tam tahmin ettiğim gibi, dış lastikte hiç bir şey yok; ne bir iz, ne bir diken, ne bir taş vs. Muhtemelen uçak seyahati yüzünden oluyor. Her ne kadar yükseklerdeki düşük basınç patlatmasın diye yolculuktan önce iç lastiklerin havasını indirsem de, sanırım o yüksekliklerde -50 derecelere ulaşan soğuk yüzünden lastiğin malzemesi zayıflıyor ve en ufak bir zorlanmada patlıyor… Bundan sonra artık iç lastikleri yanıma alıp uçağın içerisinde taşımaya karar vererek, Ağrı dağı manzarasında lastik tamirine girişiyorum.

    Ama şanslı günümde olmalıyım ki; bu sefer de vidalı pompamın sökme esnasında kendisiyle birlikte lastiğin sibobunu da gevşetmesini ve bastığım bütün havayı kaçırışını izlemek zorunda kalıyorum. Bir bu eksikti… Neyse ki yanıma küçük bir kargaburun almıştım. Sibobu iyice sıkıp tekrar hava basmaya koyuluyorum. Lastiği değiştirmek bir şey değil de, asıl zor olanı bu küçücük el pompasıyla o kadar havayı basmak. Onun da kaçtığını görünce insan iyice sinirleniyor. Endişe ile pompayı tekrar sökerken en ufak sesi bile kaçırmamak için nefesimi bile tutunca kalp atışlarımı kafamda zonklamaya başlıyor. Neyse ki sibobu yeterince sıkılamışım, pompa hiç hava kaçırmadan sökülünce tuttuğum nefesimi bırakıp yeniden gülümsemeye başlıyorum.


    “MODERN IĞDIR’DA MATEM AYI…”

    Yeniden yola koyulmak çok iyi geliyor. Kısa bir süre sonra da Iğdır’ın en doğudaki ilçesi Aralık’ın merkezine geliyorum. Küçük bir yer değil ama ortalıkta çok fazla bir şey de yok. Gördüğüm ilk bakkalın önünde durup kendime buz gibi bir kola ve çikolata ısmarlıyorum. Turun en güzel yanlarından birisi de işte bu; limitsiz şeker !!!

    Yolun kalan 50 kilometrelik bölümünde çok da kayda değer bir şey yaşamadan akşama doğru Iğdır’a varıyoruz. Varır varmaz da Hüseyin’in neden bahsettiğini daha iyi anlıyorum. Burası insanlarıyla olsun yapılarıyla olsun gerçekten modern bir şehir. Bu arada modern ama simsiyah kıyafetleriyle gezinmekte olan onlarca geni görünce yine Hüseyin’in söylediği başka bir şeyi; “Matem ayındayız, Şii inancına göre bu ayda ne düğün olur, ne eğlence, ne de başka bir şey. Hatta sırtını zincirle dövenler bile olur.” deyişini hatırlıyorum. Burada ciddi bir İran etkisi var gibi. E bu kadar yakınındayken olmaması da garip olurdu zaten…

    Önceden ayarladığım Azer otel şehir merkezinde ve bulmam uzun sürmüyor. Resepsiyonda daha önce görüştüğüm genç Mikail işlemimi yaptıktan sonra odama götürmek üzere beni yaşlı bir amcaya teslim ediyor. Odaya giderken sohbete başlıyoruz. Adı Yaver; “Gençliğimde ben de çok binerdim bisiklete.” diyor beni gördüğüne sevinmiş bir şekilde. Şaşırmıyorum. Çünkü bu tepkiyi almaya o kadar alıştım ki. Sanki bisiklet insanları direk çocukluğun masum günlerine ait anılara bağlıyor. Hayat gailesinin her şeyi mahfetmediği, coşku ve hareket dolu günlere ait o güzel anılara…

    Çabucak yerleşip kendimi dışarı atıyorum. Karnımı doyurmam ve ertesi sabah için alışveriş yapmam gerek. Zira hedeflediğim mesafeleri yapmak istiyorsam günün ilk ışığıyla sürmeye başlamam gerekiyor ki burada gün sabah 05:15’te ağarıyor ve o saatte otelde bir şey bulmam mümkün değil.

    Mikail’den iyi bir lokanta ile Migros’un yerini öğrenip yola koyuluyorum. Kent merkezindeki Migros’un Caddebostan Migros’tan hiç farkı yok. Üstelik farklı olmayan sadece raflardaki ürünler değil, aynı zamanda giyim kuşamları olsun, tavırları olsun, içerideki insanların da Caddebostan Migros’takilerden hiç farkı yok…


    “ABEY DUR DESEYDİN!…”

    Muz, çikolata, kek, kuruyemiş bar, sporcu içeceği ve sudan oluşan azık-kumanya alışverişimi yapıp Mikail’in tavsiye ettiği lokantaya geçiyorum. Buranın en meşhur “Cağ kebap” lokantasıymış. Daha masaya oturur oturmaz masa garnitür, meze, vs donanıveriyor. Önce gözünüzü doyuruyorlar anlayacağınız. Derken şiş şiş Cağ kebaplar gelmeye başlıyor. Sofradaki tepeleme tandır lavaşına çekip çekip yutuveriyorum soğan ve garnütrler eşliğinde. Ama sanki garson aportta beklermiş gibi daha ben çekip bitirmeden hop yenisini getiriveriyor. Anlam veremeyip, kebap da nefis olduğundan bu yarışa katılıveriyorum. Ben yutuyorum o getiriyor, ben çekiyorum dolduruyor…

    Derken yemekten bitap düşüp garsona; “Anlaşıldı sen patlatacaksın beni” diyerek gülüyorum. O da bana gülüp; “İyi de abey, burada adettir; sen dur diyene kadar getirmezsek paralarlar bizi.” deyince mesele aydınlanıveriyor.

    Her ne kadar o mutlu halimle oturduğum yerden kalkmayı hiç istemesem de, ertesi sabah bütün turun en zorlu üç rampasından ilkini tırmanacağım için şişmiş göbeğimle zar zor otele gidip erkenden yatıyorum. Hiç fena bir başlangıç olmadı aslında, umarım gerisi de gelir…


    2.GÜN / Iğdır-Ağrı Eleşkirt / 200km yol, 2.100mt irtifa

    05:00’da uyanıp hazırlanmaya başlıyorum. Eşyam ne kadar az da olsa hazırlanmam yaklaşık bir saati buluyor. Öncelikle elektrolitli su hazırlayıp mataralarımı doldurmam gerekiyor. Aşırı terlemeden dolayı vücudum çok fazla mineral kaybettiğinden bunları yerine koymam çok önemli. Çünkü bu mineraller normal yiyecek ve içecek ile geri alınamıyor. Ayrıca yine terleme yüzünden çok fazla su içtiğim için su-mineral dengesi su lehine iyice bozuluyor ve giderek zehirlenmek kaçınılmaz hale geliyor. O yüzden her sabah kalkınca ilk işim yanıma aldığım elektrolit haplarını eriterek mataralarımdaki suya karıştırmak oluyor.

    Ardından meyve (genellikle muz), biraz karbonhidrat ve sporcu içeceğinden oluşan kahvaltımı ediyorum. Onun üzerine demir ve kıkırdak destek haplarımı da yuttuktan sonra sıra toplanıp Karayel’i hazırlamaya geliyor.

    Karayel’i hazırlayıp, son olarak tekerlere biraz hava basıyorum. Ardından sırayı yaklaşık 15 dakika süren esneme hareketlerim alıyor. Sakatlanmamak için kaslara iyi davranmak çok önemli. Çünkü sakatlık veya hastalığın tek anlamı var: “Game Over!”.

    Esneme seansı da tamamladıktan sonra öğlene kadar tüketeceğim yiyecek, içecek vs ıvır zıvırı bike-shirt’ümün arka ceplerine yerleştirip artık yola çıkmaya hazır hale geliyorum.

    Her sabah bu tekdüze rutini tekrarlamak bir süre sonra can sıkıcı hale gelmeye başlıyor ama her şeyin bir bedeli var; bedavaya köfte yok…


    “ANA STRATEJİ: ADIM ADIM…”

    Her gün için; “Şu saatte kahvaltı, şu saatte mola, şu saatte öğlen yemeği vs” gibi şablon bir stratejim yok. O gün alacağım yolun durumuna göre günlük stratejiler belirliyorum. Mesela bugün ilk başta büyük bir rampa çıkacağım için öğlen yemeğini onun bitiminde planladım. Kaç saat sürüp saat kaçta yemek yiyip dinleneceğime emin olamadığım için de durumu yanıma alacağım yiyecek içecek ile idare etmek zorunda kalacağım. En önemli stratejim ise her gün ne olursa olsun belirlediğim hedefe ulaşmak, hatta mümkünse daha da fazla yol almak. Çünkü her düşündüğümde beni korkutan o büyük hedef, her gün o günkü hedefime ulaştığım takdirde kaçınılmaz olarak gerçekleşmiş olacak.

    Bugünkü hedefimiz ise iyi bir tam gün performansı çıkarıp yolculuğa sakatlıksız ve arızasız sıkı bir başlangıç yapmak. İlk arzum akşam olduğunda en azından 150 kilometre yol alıp sıkıntısız ve hasarsız bir şekilde Ağrı’ya varabilmek. Daha fazlası olursa da ne ala…

    Cesaretimi toplayıp, büyük rampa için pedala basıyorum. Hava serin ama soğuk değil. Acele etmeden ve yavaşça tempomu arttırarak sürmeye koyuluyorum. Önceki tecrübelerimden biliyorum ki; her ne kadar zorlu olursa olsun, rampaları aşmanızı sağlayan en önemli silahınız “sabır”. Eğer yeterince sabırlı olursanız her rampa mutlaka biter. Ama sabrınızı yitirip acele ederseniz gücünüzün ve daha da önemlisi dayanma gücünüzün çoğunu daha rampanın yarısına gelmeden harcamış olursunuz ki bu da yarı yolda pes etmeye davetiye çıkartmaktan başka bir işe yaramaz.

    Önümde beni bekleyen ve yaklaşık 800 metre irtifa yapacağım rampaya tırmanmaya başlıyorum. Tempomu ayarlayıp gücümü tasarruflu kullandığım için yokuş çok fazla zorluk çıkarmıyor. Ama dediğim gibi asıl mücadeleyi sıkıntı ve yavaşlık ile veriyorum. O an her şeye anında ulaşmaya programlanmış beynime bu hızla bu rampa hiç de bitecekmiş gibi görünmüyor ama sandığım gibi olmadığını ve ritmimi bozmazsam galip geleceğimi bildiğimden konsantrasyonumu yaramaz aklımı oyalamaya veriyorum.

    Bir pedal, bir pedal daha, bir daha, bir daha derken asfalt altımda yavaş yavaş akmaya beynim de yavaş yavaş uyuşup bir nevi meditasyona girmeye başlıyor. Havanın ısınması ve zorlu mücadelem sonucu oluşan terler burnumun ucundan şıpır şıpır damlamaya başladığında sanki bir rüyada gibiyim.

    Hiç bozmadan devam edip 200 metre irtifaya ulaştığımda ilk molamı veriyorum. Biraz su, küçük bir atıştırmalık ve geriye doğru bir bakış keyfimi yerine getirmek için yeterli oluyor. Beş dakikalık bir dinlenmenin ardından tekrar yola koyuluyor, aynı şekilde 400 metre irtifaya gelince ikinci molamı veriyorum.


    “KUÇU STRATEJİLERİ…”

    Artık rampayı yarıladım ve kendimi gayet iyi hissediyorum. O yüzden keyfim iyice yerine geliyor. Yine kısa bir dinlenmenin ardından yola koyuluyorum ki ilk kuçu kuçu randevum gerçekleşiyor. Dev gibi bir çoban köpeği. Civarda bir yerlerde otlayan bir sürü var herhalde. Hani inişte olsam sorun yok, basar geçerim ama tırmanışta çok yavaş olduğum için münasebet kaçınılmaz…

    Hemen birinci kuçu stratejim devreye giriyor; “Görmezden gel”. Ama maalesef pek bir işe yaramıyor… Havlayarak “Seni yiyecem” dediğine yemin edebilirim, o derece yani… Madem öyle ikinci stratejiyi devreye sokuyorum; “Alttan al”. Burnumun ucundan şıpır şıpır terler damlarken “Ya abicim git işine, zaten yokuştan canım burnumda” tarzı bir şeyler geveliyorum ama yok bu da işe yaramıyor… O zaman sıra ister istemez üçüncüsüne geliyor; kalayı basıp bir iki okkalı küfürün ardından ben de bağırmaya başlayınca bu sefer biraz duruluyor; e boşuna dememişler; “Dinsizin hakkından imansız gelir!” diye…

    Bu belayı savuşturmanın verdiği keyifle güzel güzel pedallıyorum ki yavaşça yanımdan geçen bir araba az ilerimde sinyal verip sağa yanaşarak duruyor. Tam yanından geçerken açılan camdan birisinin; “Merhaba Kartal Abi” dediğini duyuyorum. Tam kafamı çeviriyorum ki ekliyor; “Benim abi; Suat, sınır kapısından.”.

    Suat ailesiyle birlikte Muş’a gidiyormuş ki beni görünce durup selamlaşmak istemişler. Kendisi, hanımı, kızı ve oğlu ile ayaküstü kısa bir sohbet ediyoruz. Ufaklıklar çok tatlı, çakmak çakmak gözlerle beni süzüyor adeta gözleriyle beni sorguya çekiyorlar; “Nedir senin olayın abicim?!” der gibilerinden. Kısa süren hoş bir sohbetin ardından karşılıklı iyi yolculuklar dileyip vedalaşıyoruz.

    Altıyüz metre irtifada üçüncü molamı da verince iyice rahatlıyorum. Artık çoğu bitti sayılır. Arkamı dönüp baktığımda manzara beni büyülüyor; aşağıda yemyeşil Iğdır ovası göz alabildiğine uzanıyor.


    “İLETİŞİMDE SON NOKTA: GÖNÜLDEN GÖNÜLE”

    Zirveye doğru yeniden yola çıkıyorum ki, yolun karşı tarafında bir köy yolu sapağında çömelmiş araç bekleyen gençten birisi bana el etmeye başlıyor. Hizasına gelince durup yolun karşısından merhabalaşıyorum. Çantasının yanındaki bidonu gösterip; “Abey gel suyun yoksa su iç!” diyor. Duygulanıyorum; “Sağolasın, Allah razı olsun, suyum var, eksik olma.” deyince; “Yolun açık olsun o zaman.” diyor. “Senin de.” deyip tekrar yola koyuluyorum.

    Bir kaç yüz metre gidip bir virajı alınca sağ yanımda bir düzlük beliriyor. Epey ileride ahır mı yoksa ev mi tam anlayamadığım bir iki yapı var. Bir de onun önünde kucağında bebeğiyle genç bir kadın. Genç bir kadın diyorum ama pek emin değilim aslında. Birincisi baya uzakta, ikincisi de çöl insanları gibi giyinip başını ve yüzünü sarmalamış. Hava şartlarından kalma bir alışkanlık olsa gerek sadece gözlerinin olduğu yer açıkta. Öylece merakla bakarken o da beni görüp el sallamaya, avazı çıktığı kadar bağırıp bir şeyler söylemeye başlıyor. Ama çok uzakta olduğu için ne dediğini anlayamayıp ben de ona el sallıyorum. Bunun üzerine barakalara dönüp tekrar bağırmaya başlıyor. Tam ne olduğunu anlamaya çalışıyorum ki barakalardan aynı şekilde giyinmiş bir başka genç kız çıkıp koşarak onun yanına geliyor. Derken birlikte bağırıp çağırarak coşkuyla bana doğru el sallamaya başlıyorlar. Ben de havaya girip bağıra bağıra onlara doğru el sallamaya başlıyorum. Bugüne kadar yaptığım en garip iletişimlerden birisi kesinlikle ama o kadar hoşuma gidiyor ki anlatamam. İletişimde son nokta. Bildiğin; “Gönülden Gönüle” işte…

    Kaplumbağa hızıyla biraz daha devam edip bir virajı daha alınca düzlük arkamda kalıyor ve artık ileride “Pamuk Geçidi, Rakım:1660” yazan tabelayı görüyorum. İşte oldu, ilk görev tamam… O anda kendimi o kadar iyi hissediyorum ki anlatamam.

    Tabelanın yanında durup iyice dinleniyorum. Çok iyi tırmandım ama henüz sadece 30 km yol alabildim. Daha akşama kadar gitmem gereken 120 km yol var.


    “GÖNLÜBOL VEDAT…”

    Zirveyi arkamda bırakmamla birlikte hem coğrafya hem de iklim aniden değişiveriyor. Önümde Doğubeyazıt düzlüğü ile etrafındaki heybetli dağlar sanki özenle hazırlanmış bir tiyatro sahnesiymiş gibi uzanıyor. Görüş o kadar açık ve gökyüzü o kadar mavi ki ister istemez; “Bu görüntü gerçek olamaz” diye düşünüyorum.

    Bu kadar güzelliğin bir bedeli olmalı tabi ki; yol aniden soğuk asfalta dönüyor ve rüzgar da tam karşımdan esmeye başlıyor. Tipik tur hayal kırıklığı. Hep böye olur zaten; tam rampayı bitirip rahat edeceğim diye düşünürsünüz, yokuştan sonraki düz yol hep daha zorlu çıkar. Benimki de o hesap, Doğubeyazıt’a doğru giden o 30 kilometrelik engebesiz yol tam bir kabusa dönüşüyor. Neyse ki manzara muhteşem…

    Rüzgardan dayak yiye yiye bir kaç kilometre gittikten sonra manzara beni iyice büyülüyor ve fotoğraf çekmek için duracak bir yer ararken yol kenarında bir yer görüyorum. Dağın duvarına yaslanmış bir brandanın altında bir iki masa ve bir kaç sandalye, üstlerinde de kartona el ile yazılmış “Çay” yazısı. İşte tam aradığım şey.

    Sandalyelerden birinde genç bir adam oturuyor, önünde de çocuğu olsa gerek 5-6 yaşlarında bir oğlan. Selam verip; “Çay var mı?” diye soruyorum. genç adam; “Var abi, buyur.” diyerek beni içer, davet ediyor.

    Adı Vedat, oğlununki de Miraç. “Niye konuşmuyor hiç Miraç diye soruyorum çocuğun gözlerine bakarak takılırcasına; “Utangaçtır abisi.” diyerek cevap veriyor babası, ben de çok üstelemiyorum…

    İçeriye gidip çay dolduruyor Vedat. İçeri deyince yanlış anlamayın, brandanın arkasında ne bir dükkan var ne de ona benzer bir şey; sadece küçük bir mağara. Ama öyle tatlı geliyor ki o çay ile Vedat’ın samimi sohbeti anlatamam.

    Bir de benden para almıyor ki Vedat, iyice duygulanıyorum. Bu kuytuda kim bilir topu topu kaç bardak çay satıyor da benden para almıyor acaba diye düşünürken aklımdaki zenginlikle ilgili tanımlar birer birer anlamlarını yitiriyorlar. O küçük mağaranın önünde elimde sıcak çay o muhteşem manzarayı seyrederken, Vedat’ın gönlübolluğu her şeyin güzelliğini daha da bir katlayıveriyor sanki…


    “YA BU DÖNER DEĞİL, YA DA ÖNCE YEDİKLERİM BAŞKA BİR ŞEYDİ…”

    İstemeye istemeye kalkıp yeniden yola düşüyorum. İkinci bir Jandarma Kontrol Noktasından daha geçiyorum ama burada hiç kimse beni durdurmuyor. Yol da kötü rüzgar da. Ama üzerine bulutların gölgesi düşen, kimi yeri pembe kimi yeri mor dağların arasına sıkışmış düzlüğün o yemyeşil sazları aklımı öyle başımdan alıyor ki farkına bile varmıyorum.

    Doğubeyazıt’a on kilometre kala yol yeniden sıcak asfalta dönüyor ama rüzgar durmuyor. Kendimi zorlayıp, gücümün son kırıntılarını da kullanarak saat 11:00 gibi kendimi zar zor şehir merkezine atıyorum. Artık bir şeyler yemem gerek, yoksa yüz metre bile gitmem imkansız.

    Şehir merkezi otantik ve oldukça kalabalık. Hani iğne atsan yere düşmeyecek. Bildiğin Kadıköy Çarşı. Dışarıda masası olan bir yer bulup otururum diye ummuştum ama Covid-19 yüzünden olsa gerek yol üstünde bir tane bile masa bulamıyorum. Bir iki tur attıktan sonra burnum bir kokuya takılıp beni üzerinde “Tad Restaurant” yazan tabelanın altına götürüyor. Koku lokantanın girişindeki dönerden geliyor ama öyle böyle bir şey değil. “Herhalde çok acıktım ondan olsa gerek” diye düşünürken içimden bir ses; “Yok yok, bu döner başka bir şey” diyerek beni fişekliyor.

    Karayel’i dükkanın önündeki kaldırıma dayayıp tam kapıdan sipariş vereceğim ki patron edalı birisi gelip; “Buyur abicim, sen meraklanma biz bisikletine bakarız hiç bir şey olmaz.” deyip beni masalardan birine oturtuyor ve daha ağzımı açmadan masamı donatıveriyor. Ardından kendisi de masaya oturuyor.

    Kendisi Mehmet Usta, dükkanın sahibiymiş. Epey bir sohbet ediyoruz. “Ondokuz yaşımda kurdum burayı, şimdi elli yaşımdayım” diyor. Bir oğlu varmış ta Bodrum’da. memleketin öbür ucunda yani. “Burayı bırakıp da gidemiyorum bir türlü” diyerek dert yanıyor. Tam o sıra döneri kesen çocuk sesleniyor bana; “Abey bunun lastiği patlıyor mu?”.

    “Patlıyor, patlıyor, sen bana bir döner daha kes bakiim.” diyorum keyifle. Bu nasıl bir döner anlatamam. Ben daha önce böylesini yemedim. Ya bu döner değil, ya da benim bugüne kadar yediklerim başka bir şeydi… “Bizim buranın yerli sığırlarından, küçük olanlardan yapıyoruz ondan böyle lezzetli.” diyor Mehmet Usta. “Bir zaman iri ithal hayvanları getirdiler, işimizi gücümüzü mahvettiler zor toparladık vallahi!” diye de ekliyor ardından.


    “PAMUK, İPEK, SIRADAKİ?”

    Göbeğim yine şişiyor. Çay üstüne çay içiyorum ama ne fayda. Kalkıp gitmem lazım yoksa oracıkta uyuyup kalacağım mazallah. Bir saat bile olmadı ama çok ısındık Mehmet Usta ile birbirimize, öyle ki sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi geliyor ikimize de. Hal böyle olunca kalkıp gitmek de zorlaşıyor haliyle ama yapacak bir şey yok, yolcu yolunda gerek.

    Zar zor Tad Restaurant’tan ayrılıp anayola doğru yol almaya başlıyorum. Nedense içimden bir ses buralara tekrar geleceğimi söylüyor. Anayola varınca bir benzinliğin marketinden bike-shirt’ümün boşalan ceplerini yeniden yiyecek ve içecek ile takviye edip, bir de dondurma götürdükten sonra saat 12:00 gibi yeniden yola düşüyorum.

    Yol bozuk ama Doğubeyazıt’a gelene kadar canıma okuyan rüzgar artık arka çaprazımda kaldığı için neredeyse uçar gibi gitmeye başlıyorum. Yolda 2.025 metre irtifadaki İpek Geçidi’ne tırmanıyorum. Önce Pamuk Geçidi, şimdi de İpek, sırada ne var merak ediyorum doğrusu. Tahminim; “Saten”…

    Bu rampa da zorluydu ama sabahki tırmanıştan sonra o kadar da kötü gelmiyor. 30 kilometrenin ardından Diyadin, bir diğer 35 kilometrenin ardından da Taşlıçay arkamda kalıyor.

    Taşlıçay’daki 3. Jandarma kontrol noktasından sonra yol da düzelince kalan 30 kilometrelik yolu da rahatça kat edip saat 16:00 gibi bugünkü hedefim olan Ağrı’ya ulaşıyorum. Henüz havanın kararmasına üç saat var. O yüzden 50 kilometre ötedeki Eleşkirt’e devam edip turun tamamı için zaman kazanmaya karar veriyorum.

    Yalnız gelmişken varsa bir bisikletçi bulup yedek iç lastik almak iyi olacak. Ağrı düşündüğümden çok daha küçük. Hani girişinde tabelası olmasa şehir değil de ilçe burası diye düşünmek işten bile değil.


    “COVID-19 MU OLDUK YOKSA?”

    Merkezde dolaşırken Hekimoğlu Bisiklet’i bulup genç sahibi Berat ile tanışıyorum. Sohbeti çok hoş ama maalesef elinde ince sibop 28 iç lastik yok. “Buralarda kimse kullanmıyor ki abi. Belki Erzurum’da bulursun” diyor. “Eleşkirt’te kalacak yer var mı?” diye soruyorum. “Var ama Covid-19 burada da Eleşkirt’te de çok kuvvetli. Her gün altı yedi kişi ölüyor.” diyerek beni sıkılıyor. Zaten hafiften boğazım da ağrıdığı için biraz tırsıyor; “Yol zaten zorlu ama bu Covid-19 daha da zorlaştıracak anlaşılan.” diye düşünerek tekrar yola çıkıyorum.

    Az önce beni uçuran rüzgar bu sefer yine karşıma geçmiş gibi. Üstelik yol da hafif rampa. Hani şu düz gibi görünen ve insana; “Niye bir türlü gidemiyorum.” dedirten yollardan. Git git bir türlü bitmiyor.

    Neyse ki saat 18:30 gibi hava tam kararmaya yüz tutmuşken Eleşkirt’e ulaşıyorum. Şaka maka 200 kilometre yol yaptık. Üstelik toplamda 2.000 metrenin üzerinde de irtifa yapmışız. İlk tam gün için hiç de fena değil. Kendimi tebrik edip kalacak bir yer aramaya başlıyorum.

    İlçenin girişinde “Şark Apart” diye bir otel gözüme çarpıyor. Görünüşü gayet iyi. Girip şansımı denemeye karar veriyorum. Şansıma boş oda var. Fiyatı da gayet uygun. Ama gel gör ki ateşölçerleri bir türlü ateşimi ölçemiyor. İster istemez ben de tırsmaya başlıyorum. Tam resepsiyondaki çocuk; “Bu şartlarda size oda veremem.” diyor ki otelin sahibi olduğu belli olan birisi gelip bu sefer o ateşimi ölçmeyi deniyor. Bir kaç denemeden sonra alet düzelip yeşil ışığını yakıverince derin bir nefes koyveriyorum. Hem ateşim olmadığı çin, hem de oda bulduğum için…

    Odaya yerleşip kapanmadan bir Eczane bulmak için dışarı fırlıyorum. Niyetim bir boğaz spreyi almak. Neyse ki açık bir tane buluyorum. Sabah alışverişimi de yapınca artık sıra yemek yemeye geliyor.

    Eleşkirt çok büyük bir yer değil ve dolayısıyla çok fazla seçenek de yok. Kaderime razı olup ilk gördüğüm yere giriyorum. Kocaman bir lokanta ama masalar bomboş. İşkillenip dışarı çıkmaya hazırlanırken aniden beliren bir garson çocuk beni alıp üst kata çıkarıyor. Yukarıya çıkmamla birlikte ağzım açık kalıyor. Burasının aşağısıyla uzaktan yakından alakası yok. Üstelik bu kadar güzel bir yere İstanbul’da bile gittiğimi hatırlamıyorum. Dekorasyon harika, insanlar pırıl pırıl giyinmiş… Bula bula Eleşkirt sosyetesinin geldiği yeri buldum anlaşılan.

    Bolca yemek söyleyip patlayana kadar yiyorum. Ve tabi ki üç otuz kuruşa. Ne diyeyim; harika…

    Sallana sallana otele dönüp yine erkenden yatıyorum. Zaten daha fazla ayakta duracak halim de yok…


    3.GÜN / Ağrı Eleşkirt- Erzurum Aşkale / 203km yol, 1.600mt irtifa

    Sabah yine erkenden uyanıyorum. Önceki gün kendimi epey zorladım ama yine de oldukça iyi hissettiğim için neşeleniyorum. Ağrı, tutulma vs yok çok şükür.

    Yine her sabahki rutinime girişip hazırlıklarımı tamamlıyorum. Hava saat 06:20’de aydınlanırken yola çıkmaya hazırım. Bugünkü hedefim yine 200 km yol yapıp bunu turun standardı haline getirmek üzere sıkı bir adım atmak. Zira 2.000 kilometreden fazla sürecek bu yolculuğu 10 günde tamamlamak istiyorsam, her gün en az 200 kilometre yol yapmam hatta iki üç gün de bu ortalamanın üzerine çıkmam gerekiyor.

    Eleşkirt çıkışı hafif bir rampa ile başlıyor ama bir kaç kilometre sonra yine önceki sabahki gibi ilk olarak sağlam bir yokuş var. Yaklaşık bir 500 metre irtifa yapmam gerekecek. Zihnimi rölantiye alıp kendimi etrafın tadını çıkarmaya vakfediyorum.

    Boz ama yumuşak tepelerle çevrelenmiş yemyeşil düzlüklere havadaki pamuk parçacığı bulutların gölgeleri düşerken ortalıkta çıt çıkmıyor. Etrafta ne bir ev var ne de insan yapısı başka bir şey. Safi huzur…


    “HADİ CANIM? VALLA BİLLA…”

    Biraz ilerledikten sonra sol tarafımda kışın kullanılan kayak tesisilerini ve teleferikleri görüyorum. Şu an in cin top oynuyor. Biraz daha ilerleyince de beklenen rampamız başlıyor. Eğim sert ama en azından asfalt iyi. Islık çala çala tırmanıyorum. Gerçekten de sabırla devam ettiğin sürece yapamayacağın hiç bir şey yok…

    2.000 metre irtifada bir zirveye ulaşıyorum. Yol ondan sonra yokuş aşağı hem de çok sert bir eğimle devam ediyor. Ama bir gariplik var çünkü zirve 2.200 metrelerde olmalıydı. Bir anlam veremeyip inişin de cazibesine kapılarak hiç durmadan topukluyorum.

    Eğim o kadar sert ki, fren yapmaktan omuzlarım ağrımaya başlıyor. Uzunca bir inişin ardından karanlık bir vadiye girip, iki yanı dik tepelerle çevrili daracık bir yoldan ilerlemeye başlıyorum. Yola çıktığımdan beri güneş altında tırmandığım için havanın soğukluğunu fark etmemiştim ama iniş boyunca sıkı bir rüzgar yiyip üzerine gölgede kalan vadide sürmeye başlayınca montumu da giymiş olmama rağmen soğuktan içim titriyor. Öyle ki; gölge boyunca hızlanıp bulabildiğim her güneş kırıntısında yavaşlıyorum. Ama yine de ısınmama yetmiyor. Anlaşılan bu vadiden çıkana kadar üşümeye devam.

    Az önceki inişte baya irtifa kaybedip neredeyse sabah başladığım yüksekliğe döndüm. Anlaşılan tırmanma bitti diye erken sevindim ve yeniden tırmanmam gerekecek. Zaten yol düzmüş gibi görünmesine rağmen Garmin’den kontrol edince aslında 2-3 derecelik bir yokuş tırmanmakta olduğumu fark ediyorum. Vadinin etrafı göstermeyen yapısı eğim algımı o kadar bozuyor ki; tırmanmama rağmen sanki inişteymiş hissi verip neden bir türlü gidemiyorum duygusuna kapılmama sebep oluyor.

    Sineye çekip sabırla pedallamaya başlıyorum. Yolun kenarından akmakta olan nehire odaklanınca bu soğuk ve zorlu yol daha bir çekilir hale geliyor. Ve yaklaşık yarım saat sonra Sarıcan köyünün hemen girişinde yine küçük bir çay evi bulup mola veriyorum.

    Benden başka sadece iki kamyon şöförü var, kahvaltı ediyorlar. Çayevinin sahibi genç çocuğun adı Okan. Temiz suratlı ve canayakın görünüyor. Çay söyleyip boşta kalan diğer iki masadan birisine oturuyorum.

    Çayımı getirince tabi laf lafı açıyor; “Nereden geliyorsun: Iğdır Dilucu… Nereye gidiyorsun: Çanakkale Baba Burnu… Hadi canım: Valla billa…” Derken kamyon şöförleri de dahil oluyorlar. Bir iki dakika sonra da sivil bir astsubay gelip katılınca artık sohbet iyice koyulaşıp kısa bir süre sonra da her zamanki rutinine giriyor. Önce endişe kaynaklı tipik sorular birbirini kovalıyor; “Yalnız korkmuyor musun? Teker patlayınca ne yapıyorsun? Akşamları nerede kalıyorsun?”, ardından da ertelenmiş gezme hayalleri teker teker dökülmeye başlıyor…


    “RAMPADAN AŞŞAAAA HORASAN”

    Buz gibi havadan sonra sıcacık çay harika geldi ve hiç kalkasım yok ama daha beni bekleyen çok uzun bir yol olduğu için kendimi zorlayıp yol ahbaplarımla vedalaştıktan sonra yeniden pedallamaya başlıyorum. Öğrendiğime göre hemen ilerimde 2.200 rakımdaki Saç Dağı Geçidi öncesi yine zorlu bir rampa var. Ama “Sonrası” dediler, “Horasan’a kadar yokuş aşağı, sal gitsin…”

    Rampadan önce Aydıntepe köyünden ve 4. Jandarma Kontrol Noktasından geçiyorum. Bu sefer beni durdurup kimlik bilgilerimle bilgisayardan sorgulama yapıyorlar. Tabi ki bir şey çıkmıyor, yola devam.

    Yine metanetle tırmanıp zirvede bir fotoğraf molası veriyorum. Aşağısı yine farklı görünüyor. Iğdır ovasından Doğubeyazıt-Ağrı platosuna çıkmamla birlikte hem coğrafya, hem bitki örtüsü değişmişti. Kısacası iki ayrı dünya gibiydi. Öyle ki 150-200 km mesafede sıcaklık farkı neredeyse 15 dereceydi. Ve sanırım bu zirveyi aşıp, Erzurum-Erzincan düzlüğüne inmemle birlikte yine farklı bir dünyaya geçiş yapacağım.

    Öğrenmek için sabırsızlandığımdan, hemen Karayel’e atlayıp, dedikleri gibi yokuş aşağı Horasan’a doğru salıveriyorum vefakar yol arkadaşımı…

    Bu gerçekten harika bir şey. Tırmanış boyunca çektiklerinin tam bir geri ödemesi. Hava da artık ısınmaya başladığı için daha da bir güzel oluyor. O keyifle Horasan’a doğru akarken etraftaki acayip ama çok güzel coğrafi şekilleri görünce az önceki öngörümde haklı olduğumu anlıyorum; evet geçidi aşmamızla birlikte yine yeni bir dünyaya düştük… Bu zirvelere neden “Geçit” dendiğini şimdi çok daha iyi anlamaya başlıyorum.

    Saat 11:00 gibi 60 kilometre yol ve 800 metre irtifanın ardından Horasan merkezde hem görünüşüyle hem de yaydığı kokularla açlıktan büzüşmüş midem için çok şey vaat eden “Edo Döner”in önüne park ediyorum.

    Ondan sonraki bir saati nasıl tarif edebilirim bilmiyorum. O açlığın üzerine o muhteşem dönerin geldiğini hayal edin. Bir de üstüne lokantadaki canayakın garson gençlerin meraklı ve heyecanlı sohbetini koyun… Üzerine ikram çay, tatlı, vs, vs…


    “BOŞ İŞLER”

    Tabi ki yeniden yola çıkmak hiç de kolay değil. O ağırlıkla ve isteksizce giderken arka lastiğin patlaması da tuz biber oluyor. Sabahki soğuğun aksine acayip bir de sıcak var. Garmin’in termometresi 38 dereceyi gösteriyor ve yolun kenarında gölgesine sığınacak bir ağaç bile yok..

    Oflaya puflaya lastiği değiştirirken bir yandan da akşam hedefe yetişemeyeceğim diye kaygılanıyorum. İlk plana göre bugünkü hedefim Erzurum’du ama, dün fazla yol kat ederek elde ettiğim avantajı korumak istiyorsam bu akşam Erzurum’un 50 km ilerisindeki Aşkale’ye varmam gerekiyor. Ve dolayısıyla şu anda kaybettiğim her dakika önemli…

    Yeniden yola düştüğümde tam anlamıyla öğlen sıcağı altındayım. Platoda yol engebesiz ama düzlüklerde genellikle olduğu gibi yine rüzgar yemeye başlıyorum ki bütün sürüş zevkimi kaçırıyor.

    Bu sıkıntıdan biraz olsun kurtulurum umuduyla Pasinler’de bir benzincide mola verip kendime buz gibi bir kola ısmarlıyorum. Marketin önünde bir yandan yoldan geçen arabaları seyredip bir yandan da kolamı içerken önce market sahibi ardından da bir kamyon şöförü gelip Karayel’i incelemeye başlıyorlar.

    Sonra tabi ki sohbet koyulaşıyor. Derken babacan görünüşlü market sahibi bana dönüp; “Yazıktır sana, yapacak başka işin gücün yok mu?” deyince muzurluğum tutuyor ve market sahibi ile aramızda şöyle bir diyalog geçiyor;
    “Peki sen burada ne yapıyorsun?”
    “Çalışıyorum.”
    “Neden?”
    “Ekmek Parası”
    “Market senin değil mi?”
    “Evet benim.”
    “O zaman ekmek parası değil, daha fazlası… Naapıyorsun buradan kazandığın parayla?”
    “Yatırım yapıyorum, ev alıyorum.”
    “İyi de sen bir gün ölmeyecek misin?”
    “…”
    “Ne olacak o zaman o evler? Yanında götürebilecek misin?”
    “…”
    Kamyoncu da, market sahibi de lafı nereye getireceğim diye merakla beklerken;
    “Bak gördün mü, ikimiz de boş işlerle uğraşıyor muşuz işte!” deyince
    “Haklısın valla.” deyip ikisi de kahkahayı patlatıyorlar…


    “YANMIŞSIN, SAĞA ÇEK”

    Bu çok iyi geldi… Bütün sıkıntım geçip tekrar yola dönüyorum ve Horasan’dan bu yana üç saatte kat ettiğim 80 kilometrelik yolun ardından saat 16:00’ya doğru Erzurum öncesi son engel olan Nenehatun rampasına varıyorum. Varıyorum ama hem sıcaktan hem de rüzgara karşı pedallamaktan aşırı bitkin vaziyetteyim.

    Nenehatun rampası 350 metre irtifalı bir rampa ama kısa olduğu için eğim oldukça yüksek. Üstelik yorgunum ve sıcak da hala geçmiş değil. Gerçekten zorlanıyorum. O kadar ki rampa sonrası iniş için bile gidecek halim kalmıyor.

    Erzurum’un girişinde bir trafik kontrol noktasında polis beni çevirip sağa yanaşmamı işaret ediyor. Sonra söyledikleri ise tam eğlencelik; “Bu ne kadar yanmışsın? Dosdoğru doktora!”. Daha önce çok çevrildim ama, güneş yanığı sebebiyle ilk kez oluyor… Gerçekten de polisin uyarmasıyla ne hale geldiğimin farkına varıyorum. Kollarım ve bacaklarım artık kırmızıyı geçmiş mora doğru yol almaya başlamışlar…

    Düşe kalka kalan on kilometreyi de alıp “Erzurum Bisiklet Dünyası”na vardığımda saat artık neredeyse 17:00. Bir an önce eksiklerimi tamamlayıp hareket etmezsem, hava kararmadan Aşkale’ye varamayacağım. O yüzden elimi çabuk tutmaya çalışıyorum ama bisikletçideki çocuklarla sohbet de o kadar tatlı ki. Hele delifişek bir Ömer var, Erzurum’a yolunuz düşerse mutlaka gidip onu bulun…

    Neyse ki burada iç lastik var. İki tane alıp Aşkale’ye doğru yola çıkıyorum. Dediklerine göre asfalt güzel. Ama eğim yukarı doğru. O yorgun argın vaziyette 50 km boyunca bir iki derece eğimle de olsa yukarı doğru gitmek gerçekten de hiç eğlenceli değil. Ama önceki gün kazandığım yol avantajını korumak için canımı dişime takıyor, hava karardıktan hemen sonra Aşkale’ye varıyorum.

    Bugün de 200 kilometrenin üzerinde yol yapabildiğimiz için çok sevinçliyim. Üstelik de tamamen piyangodan çıkan bu cehennem sıcağına rağmen. Hava durumu çalışırken hiç hesapta yoktu. Sanırım önümüzdeki günlerde beni baya bir zorlayacak…

    Yol kenarında “Aşkale Otel” yazısını görünce hemen giriyorum. O kadar yorgunum ki hiç otel arayacak halim yok. Hemen işlemleri halledip odama geçiyorum. Otel apartmandan bozma. Odam da geceliği 40
    için hiç fena değil. Temiz, üstelik sıcak su da var. Ortak alanda ise bir kaç kişi oturmuş televizyon izliyor. Sanki burada yoldan geçenler değil de, kalacak yeri olmayan mülteciler vs kalıyor gibi…

    Yine her akşamki rutinimi tekrarlamak üzere önce markete sonra lokantaya gidiyorum. Orada burada bir kaç kişiyle sohbet ettikten sonra da odaya dönüp doğru yatağa. Zira ertesi gün turun en zorlu günlerinden birisi olacak çünkü yolculuk boyunca geçeceğimiz en büyük rampayı aşmaya çalışacağız…


    4.GÜN / Erzurum Aşkale-Erzincan Refahiye / 205km yol, 2.000mt irtifa

    Sabah 05:00’te uyandığımda biraz gerginim. Bugün aşmamız gereken Sakaltutan rampası beni biraz korkutuyor. 1.100 metreye yakın irtifası bir yana beni geren diğer bir husus da öğleden sonraya kalıyor olması. O yüzden sabah mümkün olduğunca vakit kaybetmeden hızlı bir sürüş yapıp, rampanın hemen öncesindeki Erzincan’a elimden geldiğince çabuk varmak istiyorum.

    Üstelik Erzincan’a kadar olan 130 kilometre yolun Tercan’a kadar olan ilk 60 kilometresinde de yine ciddi bir rampa aşmamız gerekiyor. Eğer öğlen en geç 13:00-14:00 gibi Erzincan’a varabilirsem en azından öğlen sıcağının en yoğun olduğu bir iki saat boyunca dinlenip büyük rampa öncesi biraz güç toplamayı umut ediyorum.

    Sonraki hedefim ise 16:00 gibi yola çıkıp 40 kilometrelik namlı rampayı 3-4 saatte tırmanarak kalan yokuş aşağı 20 kilometreyi de gerekirse karanlıkta gitmek. Ancak bu şekilde olabilir, aksi takdirde akşam Erzincan’da kalmam ve 10 gün hedefime erkenden veda etmem gerekecek.

    Bu arada kollarım ve bacaklarım da fena halde yanıyor. Neyse ki yanıma güneş kremi almıştım. Biraz geç oldu ama yine de kollarımı ve bacaklarımı bolca kremliyorum. Şu anda hiç de risk alacak durumda değiliz.

    Hızlıca hazırlanıp 06:00’da henüz daha hava ağarmadan yola çıkıyorum. Yine buz gibi bir soğuk var. İlk rampamız beni pek bekletmeden önümüzde beliriveriyor. Eğim gerçekten yüksek ve daha hiç ısınamadan direk yokuşa vurduğumuz için biraz zorlanıyorum.

    Neyse ki çok büyük bir sıkıntı yaşamadan yaklaşık bir saat sonra 2.060 rakımlı Tepebaşı Geçidi’ne ulaşıyoruz… Bundan sonrası düz ve yokuş aşağı. Ama hava hala çok soğuk. Karayel’i zirveden aşağı doğru salmamla birlikte ayak parmaklarım da hafiften donmaya başlıyor.

    Bu da yetmezmiş gibi karşıdan esmeye başlayan rüzgar hem yavaşlamama hem de daha çok üşümeme neden oluyor. Sıkıntılı ve zorlu bir inişin ardından saat 08:15 gibi Aşkale’nin 40 kilometre ilerisindeki Tercan’da kahvaltı molası veriyorum. Öğlen yemeğini Erzincan’a bıraktığım için bugün değişiklik yapıp yakıtımı erkenden almam gerekiyor. önümdeki 3-4 saatte neredeyse hiç durmadan pedal basıp 100 kilometre yol almam gerek ve bunun için gerçekten yakıta ihtiyacım var.

    Şansıma yolun kenarında dumanı tüten bir çay ocağı buluyorum. Üstelik tezgahında da yeni çıkmış poaçalar, simitler, açmalar, vs… Hiç vakit kaybetmeden ciddi sayıda poaça ve simiti mideye indiriyorum. Ve saat 08:30 olduğunda tekrar yoldayım.

    Bundan sonrası ise başlangıçta tam bir kabusa dönüyor. Bu kadar yemekle yola çıkmaya alışık olmadığımdan önce midenin gasp ettiği kandan mahrum kalan kaslarım şişiyor, ardından da uykum geliyor. Ve hayatımda ilk defa neredeyse bisiklet üstünde uyuyorum…


    “DÖNERLERİN EFENDİSİ”

    Bir süre sonra her şey normale dönse de karşıdan esen rüzgar ve gittikçe artan sıcaklık yüzünden zorlu anlar yaşamaya başlıyorum. Vaktim olsa sorun değil ama öğlen sıcağına kalmadan Erzincan’da olma zorunluluğu her şeyi değiştiriyor.

    Bir kez daha canımı dişime takarak elimden geldiği kadar hızlı gitmeye çalışıyorum. manzara gerçekten çok güzel. Arazideki sapsarı ekinler ile gökyüzünün mavisi o kadar güzel bir kontrast oluşturuyor ki, insan bakmaya doyamıyor… Sonunda çabalarım meyvesini veriyor ve saat 13:00 gibi Erzincan’a ulaşıyorum… Her zaman söylüyorum; vazgeçmedikçe imkansız şeyler bile gerçekleşebiliyor…

    Biraz para çekerken yandaki atm’de işlem yapanlardan lokanta tavsiyesi istiyorum; sıradakiler “Konak Mazlum”u önerip tarif ediyorlar. Gayet lüks bir yer, o yüzden o kılık kıyafetimle biraz utanıyorum ama sağolsun çalışanlar ruh halimi anlayıp beni rahatlatmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Dışarıdaki cehennem sıcağının ardından içerideki klima serinliği harika geliyor. Üzerine bir de tuvalete gidip içimdeki pedli taytımı çıkarınca sanki cennete düşmüş gibi oluyorum.

    O halde o muhteşem döneri yerken yine mutluluktan uçmaya başlıyorum. Şaka maka böyle giderse “Dönerlerin Efendisi” olup çıkacağım. Ama hepsinin adı döner olmasına rağmen hepsi de ayrı ayrı güzel.

    Diğer yandan aklım da hep saatin tiktaklarında. Önümde beni bekleyen devasa bir rampa var… Sayılı saatler tabi ki çok çabuk geçiyor ve ben biraz tırstığımdan saat 16:00’yı beklemeyip 15:00’te tekrar yola koyuluyorum.


    “RAMPALARIN ŞAHI”

    400 metre irtifa yapacağımız ilk 30 kilometre nispeten düşük eğimli ama yine de çok uzun ve zorlu. Git git bitmiyor. Üstelik çok dua ettiğim rüzgar da arkamda olacağına yine karşımda. Oflaya puflaya saat 16:30 gibi peşrevi bitirip 10 kilometre sürecek ve 700 metre irtifa yapacağımız ana rampaya varıyorum. Artık havanın kararmasına çok az kaldı ve bir aksilik çıkmadan bu yokuşu da halletmem gerekiyor.

    Gerekiyor ama o kadar dik, korkunç ve uzun görünüyor ki anlatamam. Ama artık geri dönüş yok. Kendimi yukarıya varmış ve zafer hareketi yapıyorken hayal ederek motive edip pedallara asılıyorum.

    Kaplumbağa hızı ile hareket ettiğim ve burnumun ucundan şıpır terlerin damladığı o anlar boyunca her şey yavaşlıyor, saniyeler bile saatler gibi geçmeye başlıyor. Bir pedal, bir daha, bir daha derken yavaş yavaş da olsa ilerliyorum. Hayatımın en zorlu anlarından biri olsa gerek…

    Önce ilk 100 metre irtifayı geçiyorum ardından ikinci 100 metrenin sonunda artık dayanamayıp bir mola veriyorum. Daha şimdiden canım çıkmış durumda. Üstelik lanet sıcak da hala geçmiş değil. Mataramdaki elektrolitli suları alıp başıma dikiyorum ama bildiğin kaynar su, hiç bir işe yaramıyorlar…

    Üçüncü 100 metrenin sonunda, yani rampanın ortasındaki benzinciyi görünce dünyalar benim oluyor. Hemen buz gibi su alıp, kana kana içiyorum. Bu arada benzinci, rampa yüzünden su kaynatıp yolda kalmış araçlarla dolu.

    Saat artık 18:00’e doğru gittiği için yeniden gücümü toplayıp vakit kaybetmeden tekrar yola çıkıyorum. Şu an düşünüp hatırlamaya çalıştığımda kalan 300 metre irtifa boyunca neler yaşadığıma dair aklıma hiç bir şey gelmiyor. Tek hatırladığım yolun kenarında kalmış kaputu açık otomobiller…

    Ve 18:00’de ulaştığım 2.160 metre irtifadaki Sakaltutan zirvesine varışım tam anlamıyla muhteşem oluyor. Keşke her zaman kendimi böyle güçlü ve gururlu hissedebilsem. O anda her şeyi yapabilirmişim hissine kapılıyorum ki; bence bir insanın yaşayabileceği en güzel duygulardan birisi bu…


    “VE BİR HAYAL DAHA GERÇEK OLUYOR”

    Terden sırılsıklam olduğum için bir süre bekliyorum. Ortalığın kararmaya başlaması ile birlikte serinleyen havada bu şekilde inişe geçersem hasta olmam işten bile değil. Keyifle bir ardımda uzanan Erzincan’a bir de önümde beni bekleyen İç Anadolu topraklarına bakıyorum. Şaka maka bu geçit ve önümdeki Kızıldağ’ı aşmamla birlikte artık Doğu Anadolu Bölgesi’nden çıkıp İç Anadolu Bölgesi’nde pedal çeviriyor olmaya başlayacağız. Kısacası çocukluğumun ders kitaplarında harita üzerindeki çizgilerden ibaret olan coğrafi bölgeler artık hayatımda başka bir yer kazanmaya başlıyor…

    Bu düşüncelerle keyiflenmişken artık montumu giyip inişe geçiyorum. Başlarda fena değil ama bizim gıcık rüzgar yine sahne alıp canımı sıkmaya başlıyor. Gerçi ne kadar canımı sıkabilir ki; az önce Sakaltutan geçidini aşmışım, fırtına çıksa kaç yazar!!!

    Saat 19:15 gibi yani yaklaşık hava karardıktan yarım saat sonra Refahiye’ye varıyorum. Sanki bütün yorgunluğum uçup gitti. Çünkü şaka bir yana bilinçaltımda bu geçit büyük bir bariyer, hatta turu tamamlayabileceğime dair kendime koyduğum bir hedefti aslında. Şu anda onu geçtiğim için artık önümde psikolojik bir engel de kalmamış gibi hissediyorum.

    Bu arada süper bir şey oluyor, Refahiye’de otobüs firması Esadaş’ın son derece güzel dinlenme tesislerine rast geliyorum. Oteli harika, marketi nefis, lokantasını ise artık siz hayal edin. Bildiğin piyango. Yok, yok Sakaltutan’ı aşmanın ödülü olsa gerek…

    Çocukluğumdaki yolculuklarım sırasında hep böyle bir yerde bir gece geçirmenin hayalini kurardım. İşte şu an o hayalin gerçekleşme zamanı… Oda gerçekten de çok güzel. Son bir kaç gündür genelde mültecilerle paylaştığım o köhne yerlerden sonra baya büyük bir lüks. Hemen güzel bir duş alıp doğru tezgahında envai çeşit mis gibi sulu yemekler, pilavlar, makarnalar, tatlılar vs vs olan lokantaya geçiyorum. Garsonun şaşkın bakışları altında hepsi az porsiyon olmak üzere tam sekiz tabak yemek söylüyorum. Gözüm o kadar dönmüş ki, hiç birisini tadına bakmadan bırakamayacağım.

    Evet, daha bir kaç saat önce yaşadığım hayatımın en zorlu anlarının bir anda yine aynı hayatın en güzel anlarına dönüşmesi ne müthiş değil mi? Ne diyeyim; uğraşıp çabalayınca güzellikler de kendiliğinden geliveriyor. Büyülüsün hayat…

    Sekiz kap yemeğin üzerine tatlıyı da gömünce artık hareket edemez hale geliyorum. Ama aynı şey zihnim için geçerli değil. O fırıl fırıl çalışıp, önümüzdeki günler için planlar yapıyor. Üçüncü 200 kilometrenin ve bunca irtifanın ardından artık onun aklı da 10 günlük hedefimizi tutturabileceğimizi kesmeye başladı sanırım…

    Şişmiş göbeğimi kucaklıyorum; “Erzincan’dan gelip, istanbul istikametine seyretmekte olan sayın Esadaş Turizm yolcuları, mola süreniz sona ermiştir, otobüsteki yerleriniz almanız önemle rica olunur…” sesleri arasında odamıza geçiyor ve yine deliksiz bir uyku çekmek üzere yatağımıza zor düşüyoruz…


    5.GÜN / Erzincan Refahiye-Sivas / 201km yol, 1.700mt irtifa

    Günlerdir ilk defa oldukça keyifli uyanıyorum. Karnım tok, sırtım pek, kendime güvenim tavan yapmış. Bugün turun ikinci en büyük rampası Kızıldağ’a tırmanacak olmam bile keyfimi kaçırmaya yetmiyor. E ne de olsa Sakaltutan rampasını çıkmış adamım ben…

    Dinlenme tesislerinde kalıyor olmanın verdiği rahatlıkla sabaha bıraktığım günlük yol alışverişimi yapıp 06:30 gibi Kızıldağ’ı da “Fethedilmiş Rampalar Envanteri”me eklemek üzere yola koyuluyorum.

    Yalnız o kadar soğuk ki, montumu da giymiş olmama rağmen dişlerim takırdamaya başlıyor. Önceden Erzincan-Sivas-Yozgat soğukları ile ilgili çok şey işitmiş olmama rağmen birinci elden deneyimlemek bugünlere kısmetmiş demek ki.

    Kaymak asfaltta hafif aşağı eğimle güzel bir gidiş tutturuyorum ama hafif de olsa karşımdan esen buz gibi rüzgar sanki kulaklarımı kesiyor. Güneş olmasına rağmen havanın, üstelik de bu mevsimde bu kadar soğuk olmasına bir türlü anlam veremiyorum.

    Yol yine bir vadi içerisinden kıvrıla kıvrıla devam ediyor. Yaklaşık 15 kilometre bu yolu takip ettikten sonra artık İstanbul-Ankara sapağına geliyorum. Sağdan devam eden yol kuzey rotasını takip ederek Suşehri üzerinden İstanbul’a, soldan devam eden yol ise İmranlı üzerinden Ankara’ya devam ediyor.

    Kavşakta kısa bir mola verdikten sonra sola sapıp 40 kilometre ilerideki İmranlı’ya doğru sürmeye başlıyorum. Yaklaşık 20 kilometre sonra Kızıldağ’ın zirvesine varmış olacağım, oradan İmranlı’ya kadar da iniş zaten. “Öğlene kadar Kızıldağ’ı aşıp İmranlı’ya varırsam, öğleden sonra da Sivas’a kadar düz olan 120 kilometrelik yolu bir şekilde alırım nasıl olsa.” diye düşündüğümden biraz ağırdan alıyorum.

    Ve tabi ki hata yapıyorum…


    “AŞIRI GÜVENİN BEDELİ”

    Her neyse, yol ağır geçen kış şartlarından olsa gerek soğuk asfalt. Yalnız daha yeni yapılmış ve mıcırlar henüz yola yapışmamış. Üstelik özel bir sebepten olsa gerek bugüne kadar hiç görmediğim şekilde büyükler.

    Haliyle sürüşte çok zorlanıyoruz. Daha da önemlisi Karayel’e bir şey olmasından iyice endişelenmeye başlıyorum. Zorlaya zorlaya bir on kilometre daha gidip tam rampanın başına geliyoruz ki, yanımızdan hızla geçen iki ayrı aracın tekerlerinden seken iki kocaman mıcır ardı ardına kaskımda patlayınca durup bir düşünmeye karar veriyorum. Bu şartlar altında devam etmek gerçekten riskli olacak.

    Kenara çekip, hava da artık nispeten ısındığı için montumu çıkarıyorum. Tam katlayıp bagaj çantamın üstüne yerleştireceğim ki ne göreyim! Çanta yerinde yok…

    Bir anda başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Çömelip düşünmeye, hafızamı zorlamaya başlıyorum. Acaba yolda mı düştü? Ama hayır yolda düşecek bir çanta değil ki. “Olsa olsa sabah yerleştirmemiş olabilirim.” diye kendi kendime söylenirken jetonum düşüyor ve bu sabahki o keyfin ve aşırı kendine güvenin bana nasıl da pahalıya patladığını fark ediveriyorum. Hey güzel Allahım, sopan yok ki vurasın…

    Yapacak hiç bir şey yok. Gerisin geriye gidip çantamı bulmak zorundayım.

    Bir yandan “Bak gördün mü, her şey bir anda nasıl da değişiveriyor! Sabah gündüz düşleri kuruyordun, şimdi karanlık basmadan Sivas’a varabilirsen şanslısın!İnşallah 10 gün hedefin bu salaklığın yüzünden güme gitmez.” diyerek kendimi azarlarken, bir yandan da Karayel’i gerisin geri çevirip az önce gelebilmek için bir taraflarımızı yırttığımız o berbat yoldan dönmek için yola koyuluyorum. O kadar sinirliyim ki anlatamam…

    O on kilometrelik berbat yol bir türlü bitmek bilmiyor ama neyse ki sonunda kavşağa ve sonrasındaki düzgün asfalta ulaşıyorum. Yaklaşık yarım saat sonra da yeniden Esadaş tesislerindeyim.

    Kısa bir araştırmanın ardından çantamız ortaya çıkıyor. Sabah tesisin hemen dışında son hazırlıklarımı yaptığım yerde unutmuşum, orada bulan bir temizlik görevlisi de götürüp müdüriyete teslim etmiş. Gerçi içinde çok kıymetli bir şey yoktu ama benimle birlikte dünyanın dört bir yanında binlerce kilometre yapmış o çantanın kendisi bile benim için o kadar kıymetli ki, onu arkada bırakıp gitmek gibi bir şey söz konusu bile olamazdı zaten.


    “SEN BURALARI BİR DE KIŞIN GÖR! YOK YOK, GÖRME”

    Her neyse, krizi atlatmamızla birlikte kafam yeniden çalışmaya başlıyor. Üç kilometre ilerideki Refahiye’den bir araba tutup en azından geri döndüğümüz yere kadar onunla gitmeye karar veriyorum. Nasıl olsa o yolu yaptık, dolayısıyla herhangi bir kandırmaca vs söz konusu olmayacak. Biz sadece kaybettiğimiz iki üç saatle kalacak, hatta muhtemelen bunu telafi etmek için bütün öğlen boyunca o berbat cehennem sıcağında sürüş yapmak zorunda kalacağız.

    Yağma yok. Akılsız başın cezasını ayaklar çekermiş, bizimki de o hesap. Sızlanmayı kesip Refahiye’ye yollanıyorum. Taksici Murat’la tanışmam ve ahbap olmamız da bu vesile ile oluyor. Ne demişler; her işte bir hayır varmış!

    Murat benim yaşlarımda. Hem konuşkan hem de kafa. Feleğin sillesini bir kaç kere yemiş. Uzun yol şöförlüğü yapmış otobüslerde yıllarca. Bir ara İstanbul’a da gelmiş. “Ama sevemedim bir türlü sizin oraları.” diyor. “Sonunda yine kalktım, baba yurduna döndüm.” diye de ekliyor.

    Sohbet ede ede gidiyoruz Erzincan ile Sivas arasında yine değişmeye başlayan coğrafya ve ondan mukim bitki örtüsünün arasında. Etraf daha bir yeşillendi sanki. Ama yanlış anlamayın büyük orman ağaçları değil de bodur insan eli değmiş ağaçlar sanki bunlar…

    Bir vadiden geçerken Murat burada çığ altında kalan bir otobüs dolusu İran’lının nasıl öldüğünü anlatıyor ve ekliyor; “Sen buraları kışın göreceksin… Hoş, görmek istemezsin zaten…”

    Sonunda, kaldığım yerde beni bırakıyor Murat. Yolu yeni yaptılar, az ileride düzelir, meraklanma diye de ekliyor.

    Çantam yerinde mi diye iki kere kontrol edip rampaya vuruyorum. Daha zorlu bir tırmanış bekliyordum ama Sakaltutan’dan sonra standartlarım değişti sanırım, çok geçmeden Kızıldağ rampası da diğerleri gibi envanterimizdeki yerini alıyor.

    Zirveden aşağı sallanmam ile İmranlıya ulaşmamın arası çok sürmüyor. Ama saat 12:00 olmuş ve ben gele gele sadece 70 kilometre yol geldim. Nereden bakarsan bak geciktim.


    “CEHENNEM SICAKLARI SAHNE ALIYOR”

    Hızla bir lokanta bulup karnımı doyuruyorum. Bu arada yemek yerken dudaklarım acımaya başlayınca fark ediyorum ki onlar da ayazdan çatlayıp patlamaya başlamışlar. Yemeğin üstüne eczaneye uğrayıp bir dudak kremi alıyorum. Ardından da hiç vakit kaybetmeden marketten yol alışverişi…

    Normalde durup biraz sıcağın geçmesini bekleyecektim ama artık böyle bir şansım kalmadı, o yüzden hiç beklemeden tekrar yola çıkıyorum.

    İmranlı sonrası yol çok güzel küçük bir gölün kenarından hafif iniş ve çıkışlarla ilerliyor. Soğuk asfalt olsa da iyice oturmuş ve o kadar zorlayıcı değil. Rüzgardan da pek şikayetçi değilim ama korktuğum başıma geliyor ve sıcak canıma okumaya başlıyor. O anda soyunup o göle atlamamak için kendimi zor tutuyorum.

    Zara’ya kadar olan o 40 kilometreyi nasıl gittiğimi bir ben bir de Allah biliyor. Zara çıkışındaki benzincide mola verdiğimde ayakta zor duruyorum. Sanırım güneş çarptı. Şansıma benzincinin önüne bir tane parayla çalışan masaj koltuğu koymuşlar; dua etsem bu kadar olurdu yani.

    İçine yuvarlanıp cebimden zar zor çıkardığım bir lirayı yuvasına atınca beni bir güzel çitilemeye başlıyor. Allahım bu nasıl bir mutluluk… İyi de bitince beni oradan kim kaldıracak?!

    Tahmin ettiğim gibi, üç dakika sonra koltuk masaj yapmayı kestiğinde parmağımı bile oynatamıyorum. Neyse ki gelip geçen yok. Orada, o benzincinin önünde, o koltuğun içinde neredeyse nefes bile almadan kim bilir ne kadar zaman geçiriyorum. Sanırım bu halimi ömrümün sonuna kadar unutmayacağım.

    Derken bir minibüs benzincide durup içinden bir sürü insan inince utanıp koltuktan kalkıyorum. Gençten bir iki kişinin ilgisini çekmiş olmalıyım ki, gelip benimle konuşuyorlar. Ben de sorularına cevap veriyorum ama sanki rüyada gibiyim, ne söylediğimin farkında bile değilim…

    Şaka bir yana gerçekten güneş çarpmış olmalı ki ancak yarım saat sonra kendime gelebiliyorum. Tuvalette başımı suyun altına sokup iyice kendime geldikten sonra 30 kilometre ilerideki Hafik’e doğru tekrar yola koyuluyorum. Eğer oraya varabilirsem ondan sonra Sivas’a 40 kilometre bir yolum kalacak. Hava da artık serinlemeye yüz tutacağı için Hafik’i tutarsam herhalde bir şekilde Sivas’a da varırım diye düşünüyorum.


    “SANDALYE FOBİSİ”

    Düşünüyorum ama ne bir türlü Hafik’e ulaşabiliyorum ne de sıcak azalıyor. Yol da tekrar inişli çıkışlı olmaya başlayınca işler iyice sarpa sarıyor. Zor bela Hafik’e varıp bir mola da orada veriyorum. Bu sefer güneş çarpması yok ama daha da kötüsünün olmaya başladığını fark ediyorum. Apış aram pişik yapmış olmalı ki hem yanıyor hem de son derece acıyor. İşte bu gerçekten kötü bir haber…

    Tekrar yola çıkıyorum ve tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de yanağımdan arı sokuyor. Neyse ki ağzım açık değildi. Maazallah içeriden boğazımı sokup şişirse nefessiz kalma tehlikesi bile var. Yine de çok acı veriyor. Üstelik kaşınıyor da…

    Evet bugün gerçekten de şanslı günüm!!!

    Artık her 10 kilometrede bir mola vermeye başlıyorum. Yorgunluk vs neyse de, popodaki sancı dayanılacak gibi değil. İlerleyen günlerde “Sandalye Fobisi”ne yol açacak cinsten. Neredeyse ağlayacağım, o derece…

    Sızlana sızlana sonunda hava karardığında Sivas girişindeki rampaya ulaşıyorum. Bu da artık günün son hediyesi. Bu on kilometre nasıl bitecek hiç bir fikrim yok. Hem zihnen, hem de bedenen bitmiş durumdayım. Yani bir şeyler olup kendimi bir anda Sivas’ta bulmak için neler vermezdim. O anda o rampa gözümde o kadar büyüyor ki anlatamam.

    Ama yapacak bir şey yok. Gücümün kalmamasına ve mabadımdaki yangına rağmen yokuşa doğru pedallamaya başlıyorum. Bu kadar yaklaşmışken burada durmanın hiçbir alemi yok. Gerekirse Karayeli elimde ittire ittire bu rampayı çıkmaya karar veriyorum. Ve bu kararlılıkla birlikte sanki işler kolaylaşıyor. Daha nasıl olduğunu anlayamadan kendimi yokuşun tepesinde buluveriyorum.

    Popom sızlaya sızlaya şehir merkezinde gezinirken Ulu Cami civarındaki “Behrampaşa Oteli”nin görünüşü çok hoşuma gidiyor. Sonradan öğreniyorum ki eski bir çarşıdan bozmaymış. Ama gerçekten çok güzel restore etmişler. Kendimi tutamayıp girince görüyorum ki içerisi de muhteşem. Üstelik fiyatlar da uygun. Hemen bir oda tutup kapanmadan bir eczane bulurum umuduyla dışarı çıkıyorum. Bu yangına bir çare bulamazsam işim çok zor…


    Maalesef açık bir eczane bulamıyorum ama ertesi sabahın alışverişini yapmak için girdiğim marketin bebek bezleri bölümünde bulduğum pişik kremi beni umutlandırıyor.

    Akşam yemeğini de çabucak yediğim bir Sivas köftesi ile geçiştirip doğruca odama yollanıyor ve hayatımda ilk defa popoma sürdüğüm pişik kremi yüzünden kıçım açıkta yatıyorum… Ne rüyalar görüyorum, artık siz tahmin edin…


    6.GÜN / Sivas-Yozgat / 232km yol, 2.600mt irtifa

    Sabah 04:30’da kalkarken biraz zorlanıyorum. Saatimi erkene kurdum çünkü bugün Yozgat’a varabilmek için almamız gereken 230 kilometreden uzun bir yol var, üstelik engebeleri de oldukça meşhur.

    Çabucak hazırlanıp çıkmak istiyorum. Hatta “Acaba havanın aydınlanmasını beklemesem mi?” diye düşünüyorum ama muhtemelen havanın şu anda çok soğuk olduğu fikri beni durduruyor.

    Odamın pencereleri kapalı iç avluya baktığından buradan havanın aydınlandığını görmem mümkün değil. “Hem belki içecek bir bardak sıcak bir şey de bulurum.” diye düşünerek vakit kaybetmeden hazırlanıp resepsiyona iniyorum.


    “ELLERE ÇORAP”

    Hava hala karanlık ama resepsiyonda genç bir çocuk var; Erhan. Çene çalmaya başlıyoruz. Sohbet her zamanki doğrultusunda ilerlerken Erhan’ın heyecanlanması ve ona ilham verdiğimi hissetmek biraz da olsa keyfimi yerine getiriyor.

    05:30 gibi hava aydınlanınca Erhan’la vedalaşıp yola çıkıyorum. Çıkıyorum ama 5 dakika bile gitmeden durmam gerekiyor. O kadar soğuk ki. Garmin’e bakıyorum; 4 derece gösteriyor. Daha 15-16 saat önceki güneş çarpmış halimi düşününce bir garip oluyorum.

    Bu mevsimde bu kadar soğukla karşılaşacağım hiç aklıma gelmediğinden yanıma uzun ve kalın eldiven almamıştım. Mecburen çantadan çoraplarımı çıkarıp parmaksız eldivenlerimin üzerine geçiriyorum. Ellerim çizgi filmlerdeki bebeklerin ellerine benziyor ama olsun çok iyi geldi…

    Ayak parmaklarım da donuyor ama onlara yapabileceğim bir şey yok. Sineye çekip kendimi pedallamaya veriyorum. Canım sıkkın; hem uzun ve engebeli yol gözümde büyüyor hem de popom çok feci sancıyor. Daha yolun yarısına bile gelmeden böylesine önemli bir hasar almak hiç de iyi olmadı. Kalan onca yolu nasıl tamamlayacağım düşünmek bile istemiyorum…

    Az biraz gidiyorum ki engebeler başlıyor. Tam da bıktırıcı cinsten; biri bitiyor, azıcık bile dinlenemeden hop öbürü başlıyor. Öyle ine çıka neredeyse hiç durmadan iki saatten fazla yol alıyorum. Tek molayı çişim geldiği için veriyorum ama bankete inip otların arasında işimi görürken bu sefer önceki gün Taksici Murat’ın yaptığı uyarılar aklıma geliyor; “Abi, bu aralar kene işi yine azdı, aman diim dikkatli ol!”. Yarım yamalak işimi bitirip hemen yola geri dönüyorum ve saat 08:00 gibi elli kilometre ötedeki Yıldızeli’nde kahvaltı molası veriyorum.


    “TOKİ EVLERİ”

    Çarşıda bulduğum pastaneden gelen yeni pişmiş poaça ve simit kokuları biraz da olsa beni kendime getiriyor. Çayla birlikte poaçaları simitleri götürüyorum. Tabi yine Tercan’da yaptığım hatanın aynısını yapmayıp bayılacak kadar yemeden kalkıyorum.

    Şansıma pastanenin yanında açık bir de eczane var. Pişik için krem soruyorum. Bepanthene veriyor. Pastanenin tuvaletinde popoma güzel bir sıvama operasyonu çekiyorum; inşallah işe yarar…

    Eğer akşama Yozgat’da olacaksam öğlenden önce neredeyse yarı yol olan 80 kilometre ötedeki Akdağmadeni’ne ulaşmam gerekiyor. O yüzden yemeğin üzerine 5 dakikacık da olsa keyif dinlenmesi yapmak için can atan bedenimi zar zor kaldırıp yeniden yola düşüyorum.

    İlçenin çıkışındaki Toki evleri dikkatimi çekiyor. Daha doğrusu kafamda bir jeton düşüp yol boyunca neredeyse her ilçede Toki evleri gördüğüm fikri bilinç katına yükseliyor. Bu ilçelerdeki ortalama bina kalitesini düşününce, çok ahım şahım olmasa bile en azından belirli bir standartta yapılmış olan bu Toki Evleri’nin buralarda yaşayanlar için ne büyük bir nimet olduğunu fark etmemek mümkün değil. Büyükşehirlerde oldukça iyi standartlarda yaşayıp hakim iktidarlara verip veriştirirken; “Kim oy veriyor ki bunlara?!” diye düşünenlerin bence bunu bir dikkate alması gerek… Anarşist kişiliğim ve ondan kaynaklı apolitik siyasi tutumum sebebiyle hiç bir siyasi partiye herhangi bir yakınlık duymadığımı özellikle belirtmek isterim ama ne demişler; “Yiğidi öldür, hakkını yeme.”…


    “4 DERECEDEN 41 DERECEYE”

    Bu düşüncelerle yol alırken, sonunda günün ilk güzel şeyi gerçekleşip rüzgar arkama geçiyor. Buna gerçekten bayılıyorum, umarım uzun sürer…

    Rüzgar arkamdan çekilmiyor ama bu sefer yol soğuk asfalta dönüyor. Ve soğuk asfaltta sürmek başlı başına zor olsa da bu aslında daha büyük bir zorluğun habercisi çünkü aslında soğuk asfaltın yapılma sebebi yoğun şekilde kar alan yüksek eğimli yollarda araçların yola tutunabilmesi.

    Tahmin ettiğim gibi çok geçmeden zorlu Ekecik rampaları başlıyor. Bu seri rampaların bir diğer zorlu yanı daha var. Tam birisini tırmanıp moral depolayacağım ki, tepede manzara olarak ileride beni bekleyen diğer rampaların neredeyse sonsuza dek uzanan görüntüsü bekliyor.

    Bu da yetmezmiş gibi hava yine acayip bir şekilde ısınmaya başlıyor. Garmin’e bakıyorum; “41 derece” gösteriyor! Daha sadece üç dört saat önce bunun onda biriydi, gerçekten inanılmaz… “Hadi oğlum Kartal, en deli hallerini takınma vakti!”…


    “GARSON… HER ŞEYDEN AZ PORSİYON!!!”

    Yine kendimi bir tür hipnoza sokup ilerlemeye başlıyorum. Öyle ki sanki o anda bisikletin üzerinde oturan ben değilim de kendimi uzaktan film seyredermiş gibi izleyen başka birisiyim.

    Öyle böyle ne kadar yol aldığımı hiç bilmiyorum ama sonunda rampalar bitiyor ve hafif yukarı eğimli bir yoldan daracık bir vadinin içerisinde ilerlemeye başlıyorum. hesaplarıma göre Akdağmadeni’ne 10 kilometre civarında bir yolum kalmış olması lazım ama o yol bir türlü bitmiyor. Sanki Einstein’ın İzafiyet Teorisi’nde olduğu gibi zaman farklı bir hızda, beni delirtecek kadar yavaş bir hızda akmaya başlıyor.

    Durup üçüncü mataramdaki sade suyu kafamdan aşağıya döküyorum. Baya iyi geliyor. Bu duyguya gerçekten bayılıyorum. Böyle çözümsüz kaldığınız anlarda içgüdü ile öyle bir şey yapıyorsunuz ki bir anda her şey değişiveriyor. Hani tam; “Kul sıkışmayınca hızır yetişmezmiş!” hesabı…

    Sonunda 13:00 gibi ilçenin girişindeki dinlenme tesisinde duruyorum. Ve tabi ki şölen başlıyor; “Garson… Her şeyden az porsiyon!”

    Garson yemeği hazırlarken tuvalete gidip pedli içliğimi de çıkarınca sanki üzerimden 50 kilo gitti. Abartılı yemeğimin üzerine tesisin önündeki çimenlikte gölge bir köşe bulup yarım saat de olsa uyumaya çekiliyorum. Bu yorgunluğu ve tükenmişliği atlatmanın başka çaresi yok…

    Ve yarım saat bile sürmese bile hayatımın en güzel uykularından birisini uyuyorum. O kadar çok rüyayı o kadar kısa zamanda nasıl görebildiğim ise tam bir muamma…

    Uyku gerçekten de işe yarıyor. Hala yorgunum ama yine de bir tazelenmişlik hissediyorum. O enerjiyle çabucak toparlanıp 14:45’te tekrar yola çıkıyorum. Eğer sallanmaya gelmeyecek bir gün varsa bugün işte o gün…


    “GARİBAN DOMUZ AİLESİ”

    Yine rampalar, rampalar. Biri bitiyor, diğeri başlıyor… Tam birisinin tepesinden aşağıya sallanıyorum ki, aşağıda tam yokuşun bittiği yerde toplanmış bir grup çocuk dikkatimi çekiyor.

    Yaklaşınca anlıyorum ki yolun iki tarafına dağılmış şişmiş bir vaziyette yatan domuz cesetlerini inceliyorlar. Durup sohbet etmeye başlıyorum. Çok tatlılar. Çocukluğun o büyülü dünyasında sanki hazine bulmuş gibi ballandıra ballandıra bana domuzları anlatıyorlar: “Tam yedi tanelermiş!… Çoluklu çocuklu, herhalde ailelermiş!… Galiba yolun karşısına geçerken kamyon çarpmışmış!”… vs, vs…

    Onların enerjisiyle kendimi daha da bir yenilenmiş hissedip tekrar rampalara girişiyorum. Bu sırada yanımdan geçmekte olan motosikletli bir uzun yol sürücüsü el işaretleri ve kornasıyla bana daha da moral veriyor…

    Ve öyleydi, böyleydi derken yaklaşık Akdağmadeni’nden ayrıldıktan 40 kilometre sonra rampaları tamamlıyorum. Hatta bir süre sonra soğuk asfalt da sona eriyor ki işte asıl o zaman zorlu kısmı bitirdiğimi anlıyorum… Büyü gibi bir şey bu; imkansız bir işe girişip sadece “Ne olursa olsun devam ediyorsun”, sonra bir de bakıyorsun ki; “Hop, oluvermiş!”…

    Kaymak asfalt güzel ama arazi apaçık olduğu için bu sefer rüzgar kötü adam rolünü devralıyor. Kuzeybatı yönünde yaklaşık 25 kilometre ötedeki Sorgun’a doğru sürerken bizim şakacı rüzgar da tam Kuzeybatı yönünden üzerime doğru esiyor. Ve tabi ki o 25 kilometrelik yol bitmek bilmiyor. Yine sabır zamanı…

    18:30 gibi Sorgun’a vardığımda artık karanlığa kalışım tescillenmiş bir vaziyette. Trafik ve tehlikeleri yüzünden hava karardıktan sonra sürüş yapmaktan hoşlanmıyorum ama Sorgun’da kalırsam bu sefer de hedefimden uzaklaşmış olacağım. O yüzden bir kereliğine de olsa karanlıkta sürüş yapmama prensibimi gevşetip yola devam etmeye karar veriyorum.

    Önümde hala 35 kilometrelik bir yol var ve son on kilometresi de meşhur Yozgat rampası. Farlarımı yakıp yola düşüyorum. Neredeyse iki yüz kilometre yol yaptım ve bugünkü sürüşümü tamamladığımda yolculuğun en iyi günlük skoruna imza atacağım fikri bana yeniden güç veriyor.

    Karanlıkta geçen bir saatlik sürüşün ardından Yozgat girişindeki rampaya varıyorum. Şaşılacak bir şey ama sanki karanlıkta rampa çıkmanın verdiği değişiklik hissi ile ne olduğunu bile anlayamadan o dimdik rampayı da aşıp bir anda kendimi Yozgat’ta buluyorum.

    Vay canına, geldik işte. İnanamıyorum…


    “GARI GISMISI”

    Saat 20:30’da Yozgat merkezdeki Yılmaz Otel’e girişimi yapmış vaziyetteyim. Resepsiyonda kaydımı alan çocuğa otelin hemen yanındaki berberin kaçta kapattığını soruyorum. “Abi her an kapatabilir.” diye cevaplayınca eşyaları odaya bırakıp doğru berbere geçiyorum. Bugünkü yolun yorgunluğunu güzel bir sakal tıraşından daha iyi alacak hiç bir şey yoktur herhalde…

    Ve aynen düşündüğüm gibi oluyor. Allahım bu ne büyük bir nimet. Berber koltuğunda uyumamak için o kadar çaba harcıyorum ki… Allahtan berberin muhabbeti yardımıma yetişiyor. Tam bir İç Anadolu şivesiyle geleneklerden dert yanıyor bana; “Abi neymiş, garı gısmısı markete gitmezmiş… Niye gitmezmiş?! Bal gibi de gider… Her .oku biz yapıyoz, çalışıyoz didiniyoz, onu da mı biz yabacaaz… Gidiversin… Gendi başına bişeyler yapıversin, kötü mü olur yani?! Şimdi ben bu saatte açık marketi nerden bulecem de gidecem?!”

    Valla ne diim, Yozgat’lı kardeşim sen de haklısın…

    Berberden çıkarken başka biri olduğuma emin bir haldeyim. Hapisane kaçkını görünüşümden kutulmuş olmanın yanı sıra, sanki bana sihirli bir değnek değmiş, bütün yorgunluğumu vs alıp götürüvermiş gibi hissediyorum. Yolun karşısındaki lokantaya geçip sulu yemekleri de mideye indirdiğimde artık yatakla önümde engel olarak sadece ertesi sabah için yapacağım alışveriş kalıyor. “Berber ile karşılaşacak mıyım acaba?” diye merak ederek onu da halledip doğruca odama yollanıyorum.

    Çok şükür, bu zorlu günü de atlattık. Üstelik yarı yolu da geçtik valla… Artık yarın ola, hayrola…


    7.GÜN / Yozgat-Ankara / 205km yol, 1.600mt irtifa

    04:15’te kalkıyorum. Bugün hedefimiz doğduğum ve otuz yaşıma kadar yaşadığım Ankara. Yol yine uzun ve engebeli. Özellikle Elmadağ rampası dillere destan.

    Ama beni asıl endişelendiren arka tarafımda giderek büyüyen yangın. Yatmadan önce Bepanthen’e boğmama ve bu gece de açıkta uyumama rağmen hiç bir gelişme yok sanki. Üstelik sol elimin serçe ve yüzük parmakları da uyuşmaya başladı ve bunun sorumlusunun da oturma pozisyonumu kaybetmem yüzünden bileklerim üzerinde oluşan aşırı baskı olduğuna eminim. Ne yapıp edip bu sorunu en kısa sürede çözmem gerekiyor, yoksa mazallah bunun sonu turun iptaline kadar bile gidebilir. Ah be Cehennem Sıcakları, bula bula bu günleri mi buldunuz yani…


    “HEP O MU BENİ TAŞIYACAK”

    Batıya doğru gittiğim için artık hava daha geç aydınlanmaya başlıyor. O yüzden beklemeden 05:45’te çoraplarımı elime geçirip yola çıkıyorum. Neyse ki Yozgat çıkışından neredeyse 40 kilometre ötedeki Yerköy’e kadar yol yokuş aşağı.

    Yalnız rampa aşağı da olsa popoya bir faydası olmuyor. Zar zor o 40 kilometreyi gidip 07:30 gibi Yerköy’de mola veriyorum. Canım çok sıkkın…

    Fırından iki simit alıp karşısındaki çay ocağında yemeye koyuluyorum. Ocağın sahibi Haydar abi ile sohbet etmeye başlıyoruz. Çok enerjik birisi ve neşeli tavrı bana iyi geliyor.
    “Hakkat sen bunla taa Çanakkaleye mi gitcen?” diye soruyor…
    “Ya tekerin patlarsa?”
    “Tamir ediyorum…”
    “Yağmur yağarsa?”
    “Yağmurluğumu giyiyorum…”
    “E arıza yaparsa?”
    “Araba değil ki bu, tamir edemeyeceğin bir arıza yapmıyor işte… Hem yaparsa da sırtıma alıp taşıyorum, hep o beni taşıyacak değil ya…”

    Karşılıklı gülüşüyoruz ama suratından belli; hala aklı kesmiyor…


    “YARATICI ÇÖZÜM ARAYIŞLARI”

    08:00 gibi vedalaşıp tekrar yola düşüyorum ama daha anayola çıkamadan durmak zorunda kalıyorum. Bu iş böyle olacak gibi değil, bir şeyler yapmam lazım.

    Çantamdan sweatshirt’ümü çıkarıp bir güzel seleye sarıyorum. Baya konforlu görünüyor. Oturup deniyorum. Bu sefer de çok yüksek olmuş. Seleyi indiriyorum. Şimdi fena değil gibi. Binip biraz deniyorum ama az biraz gidince kayıp duruşu değişmeye başlıyor. Yok, böyle olmayacak…

    O anda aklıma başka parlak bir fikir geliyor; sweatshirt’ü katlayıp şortumun içine sokuyorum. Kim bilir ne komik görünüyor ama umurumda değil. Binip deniyorum. Sanki bu sefer oldu gibi. Uzun süredir ilk defa yüzüm güler gibi oluyor.

    Epey bir vakit kaybettim ama yine de umutlu bir şekilde tekrar sürmeye başlıyorum. Tam bir çözüm olmadı ama en azından tekrar yoldayım…

    Bu şekilde bir 60 kilometre daha yol yaptıktan sonra Çeriköy’de bir benzincide 100 kilometre molası veriyorum. Yine öğlen oldu ve hava yine aşırı sıcak. Popom ise belki bugün idare eder ama bu şekilde turu bitirmek sanırım mümkün olmayacak.

    Kafamı çalıştırıp, aklıma gelen en küçük ihtimali bile ciddiye alarak bir çözüm bulmaya çalışıyorum ama sanki çok da fazla seçeneğim yok. Derken hiç umudum olmamasına rağmen, bir kerede kas ağrıları için yanıma aldığım Naprosyn kremi denemeye karar veriyorum. Öyle ya belki içinde bir parça uyuşturucu falan vardır da işe yarar.

    Hemen bezincinin tuvaletine gidip popomu Naprosyn krem ile bir güzel sıvamaya başlıyorum. Gariptir, daha sürer sürmez bir serinleme ve ferahlama hissi yayılıyor bütün mabadıma. Bunu takip eden on dakika içerisinde ise müthiş bir mucize oluyor ve tekrar sahalara dönüyorum. Oleeeeeeey…


    “NELER PİŞMİŞ NELER”

    O sevinçle saat 13:00 ve sıcaklık 40 derecenin üzerinde olmasına rağmen hemen yola çıkıyorum. Öyle ya epey vakit kaybettim ama şu an çok iyi hissediyorum. Tekrar bir şey çıkmadan bunu değerlendirmem lazım.

    O gazla Çeriköy’ün hemen ilerisindeki Yağlıköy rampasını hem de öğlen sıcağında kafama su döke döke hop diye çıkıp tepede bir zafer molası veriyorum.

    Buranın 50 kilometre ilerisi Kırıkkale ve orada eski çalışanım Gülnur’un memleketteki ailesi öğlen yemeği için beni bekliyor. Bak yine oldu işte; işler son derece berbat giderken bir anda her şey yeniden yoluna giriverdi tıpkı tam tersinin de oluverdiği gibi. Böyle olmasa bu hayat çekilir miydi ki zaten?!

    O keyifle bir gazlıyorum ki, sıcakmış, yokuşmuş hepsi hak getire…

    Saat 15:00’de Gülnur’un baba evindeyim. Yani bu kadar sıkıntının hediyesi olsa olsa bu kadar olurdu. Gülnur’un annesi neler pişirmiş neler. Burada anlatmayayım okuyanlar için iyi olmaz. Ama siz anladınız onu…

    Yalan yok, battal boy yiyorum. Mabattaki yangın söndü ya, yok yolda uyumuşum, yok ağır kalmışım hiç umrumda değil artık… Üstüne meyvemiz, çayımız bir de süper sohbetimiz geliyor ki benden iyisi şamda kayısı…


    “İKİ KÖTÜ BİR İYİ SÜRPRİZ”

    16:45 gibi artık zar zor, hatta neredeyse yuvarlanarak çıkıyorum Gülnur’un baba evinden. Şimdi önümde bir tek meşhur Elmadağ rampası kaldı bugün için alt edilecek. Yavaş yavaş ama giderek tempomu arttırarak sürmeye başlıyorum.

    Tam havaya girip tempomu buluyorum ki; hop, yine arka teker patlıyor. Canımı sıkmadan inip makine gibi tamir etmeye başlıyorum. Artık alıştım, canını sıkmak enerji sızıntısından başka hiç bir işe yaramıyor. Hatta o kadar alışmışım ki, taktığım yepyeni lastik de patlak çıkınca ona bile canımı sıkmıyorum…

    18:00 gibi Elmadağ rampasının başına ulaştığımda beni iki sürpriz bekliyor. Birincisi; çok kar düştüğünden olsa gerek yolun kayganlığı azalsın diye taraklanarak neredeyse şoseleştirilmiş hali. ikincisi ise ileride olmuş bir kaza yüzünden kilit olmuş trafik.

    Burası Ankara’nın kuzey giriş yolu olduğu için ve Pazar akşam saatlerinde olduğumuz için gerçekten çok işlek ve trafik öyle bir kilit olmuş ki bisikletle bile gidemiyorum. Bugüne kadar ilk defa trafik yüzünden bisikletleyken durmak zorunda kalıyorum, varın gerisini siz hayal edin…

    Patlayan lastik ve kilit trafik. Sonuç; tabi ki yine karanlığa kaldık. Neyse ki karanlıkta rampa tırmanmak, serinlikten ve değişik ortamdan olsa gerek artık daha kolayıma gidiyor…

    Yarım saate yakın bekledikten sonra yol açılıyor.. Ama ortalık tam bir hengame. O kadar bekleyişten sonra ipini koparan nasıl gittiğini bilemiyor sanki. Ben de sabırla tırmanıp saat 19:30 gibi tepeye varıyorum.

    Ya da aslında vardığımı sanıyorum, çünkü tepenin ardındaki kısa inişten sonra bir rampa daha var. Ve eğimi çok fazla olmamasına rağmen o kadar uzun ki bence bitirmesi asıl yokuştan bile daha zor…

    Onu da aşıp Ankara’ya doğru inişe geçen yola girdiğimde artık saat 20:00’yi geçmiş durumda. Pedallara asılıp kalan 30-40 kilometreyi de bitirmeye çalışıyorum.

    Ankara merkezde dostum Egemen beni bekliyor olacaktı ama Pazar trafiği o kadar fena ki bir türlü Ankara’ya ulaşamıyorum. Bunun üzerine Egemen Ankara’nın girişine gelip beni alıyor. Evine geçmeden önce Decathlon’a uğrayıp bir iki eksiğimi gideriyorum. Evde ise Egemen’in müthiş sürprizi bizi bekliyor. Ankara’yı bilenler bilir; cacığıyla birlikte “Aspava Döner Dürüm” partisi…

    Yine göbeğim şişiyor ve yine erkenden yatıyorum. Çünkü yarınki hedefim Eskişehir ve bir yaşındaki güzel torunum Katya orada beni bekliyor olacak…


    8.GÜN / Ankara-Eskişehir / 227km yol, 1.700mt irtifa

    05:00’de uyanıyorum. Otel yerine evde uyanmak gerçekten harika. Oldum olası sevemedim zaten şu otelleri. En lüksü bile olsa yabancıdır, başkasının elinden çıkmadır ve asla evin yerini tutmaz. Ne ışığının şiddeti, ne yatağının yumuşaklığı ne de eşyaların yerleri alıştığın gibidir. Tam alışırsın bu sefer de gitmen gerekir zaten…

    Ne kadar ses çıkarmamaya çalışsam da Egemen de uyanıyor. “Zararı yok, ben de seninle çıkar koşarım biraz, iyi olur.” diyor.

    06:30 gibi ikimiz de çıkıyoruz, sonra ben yoluma o da koşmaya…

    Günler sonra büyükşehire gelince biraz yadırgıyorum. Saat erken olduğu için sokaklar bomboş. Her yer beton, Anadolu’da geçtiğim şehirlerdeki gibi arada boşluklar, ağaçlar vs yok. Bir de orada sokak arasında da olsam güneş gelip beni buluyordu sabahları ama buradaki yüksek yapılardan olsa gerek güneşin izi bile görünmüyor.


    “YİNE BU LANET SICAK”

    07:00 gibi anayola çıkıp Ankara çıkışında Yaşamkent rampasıyla sürüşe başlıyorum. Çok zorlu bir tırmanış değil ama rampa rampadır ne de olsa. Onu aştıktan sonra ise Temelli’ye kadar aşağı yukarı bir 40 kilometre düz yolda gidiyoruz tıngır mıngır.

    Akşam plan yaparken; “Temelli’de durup bir şeyler atıştırırım.” diye düşünmüştüm ama beklediğimden daha hızlı gelince durmayıp Polatlı’ya devam etmeye karar veriyorum. Bugünkü hedefim; öğlenden önce Ankara’dan 130 kilometre uzaklıktaki Sivrihisar’a varıp öğlen sıcağını orada savuşturduktan sonra kalan 100 kilometreyi de alıp akşam Eskişehir’e, kızıma, damadıma ve torunuma ulaşmak. Bugünün ödülü büyük anlayacağınız…

    Polatlı’ya kadar her şey yolunda gidiyor. İlçeden hemen önceki rampayı da çok zorlanmadan aşıp 09:45 gibi şehir merkezinde hemen yol kenarında bir pastane bulup oturuyorum.

    Çay, poğaça ve simitin yanına bu sefer bir de söğüş domates, biber ve salatalık ekleyince tadına doyum olmuyor. Ve yine kendimi tutamayıp fazla fazla yiyorum. Ve tabi göbek şişince oradan ayrılmam saat 10:30’u buluyor.

    Sivrihisar’a nereden baksan 60 kilometreden fazla yolum var ve daha önceki turlardan biliyorum ki Sivrihisar öncesinde ciddi bir yokuş beni bekliyor. Bu hesapla nereden baksan planım tutmayacak, Sivrihisar’a en iyi ihtimalle 13:00 gibi ancak varacağım. Yine sıcağa kaldık anlayacağınız. Üstelik bir de o sıcakta en son olarak tırmanılacak sert bir yokuş var.

    Biraz canım sıkılıyor haliyle ama yapacak bir şey yok. Elimden geldiğince hızlı yol almaya çalışarak pedallara basıyorum. Basıyorum ama sıcak yine nefesimi kesmeye başlıyor. Üstelik yolum tamamen açık arazi ve altına sığınacak bir tane ağaç bile yok.

    Her benzincide dura dura ilerliyorum ama bu da beni daha yavaşlatmaktan başka bir işe yaramıyor. Bir de böyle etrafında bir şey olmayan yollarda kendini oyalayacak bir şey bulamadığın için yol sanki daha da uzuyormuş gibi geliyor.

    Öyleydi böyleydi derken saat 13:00 gibi Sivrihisar’a 15 kilometre uzaktaki Oğlakçı’da bir benzincide mola veriyorum. Ne su, ne dondurma ne de başka bir şey içimdeki yangını söndürmeye yetmiyor. O 15 kilometre nasıl bitecek çok merak ediyorum.

    Ve merak ettiğim kadar da oluyor gerçekten. Saat 14:30’da Sivrihisar’daki Muhteşem Tesisleri’ne vardığımda tek kelimeyle perişan haldeyim. Hemen içliğimi çıkarıp karnımı doyuruyor ve vakit geçirmeden tesisin önündeki çimenlerde kestirmeye gidiyorum. Bu saatten sonra Eskişehir’e hava kararmadan varmam hayal ama karanlıkta uzun süre yol almak istemiyorsam en geç 16:00 gibi buradan ayrılmış olmam gerekiyor. Saat 14:55’i gösterirken telefonun alarmını 15:30’a kurup gözlerimi kapatıyorum, çünkü en azından bir 15 dakika da popoma yapacağım lokal anesteziye gidecek…

    Ve yine, yarım saat bile olsa uyku büyüleyici bir şekilde sanki beni yeniden yaratıyor. Gerçi gözlerimi açarken çok zorlanıyor, mümkünse bir sekiz on saat daha uyumak için can atıyorum ama uyandığım zamanki halimle uyumadan önceki halim arasında gerçekten dağlar kadar fark var.


    “ABİ ARABA ALSAYDIN YA”

    Saat 15:45’i gösterirken, yani planladığımdan 15 dakika önce yola çıkmayı başarınca kendimle gurur duyuyorum. Şu anda düşününce pek de o kadar etkileyici bir şey değilmiş gibi geliyor ama, o anda o haldeyken bunu başarmak gerçekten de çok büyük işti, bunu çok iyi biliyorum…

    Ve bence bütün yolculuğun yine en değişik etaplarından birisi başlıyor. Çünkü önümdeki 65 kilometre boyunca yol açık arazide yani bütün rüzgarlara açık bir halde ve dümdüz yani son derece tekdüze olarak uzanıyor. Üstelik bu 65 kilometre boyunca ne bir tane benzinci ne de bir yapı var.

    O yüzden ikmal yapmak üzere Sivrihisar çıkışındaki son benzincide duruyorum. Marketin önünde üç tane genç içinden arabesk nağmeler yayılan bir Tofaş’a dayanmış sigara içiyorlar. Canlarının sıkıldığı ve eğlence aradıkları her hallerinden belli. Dolayısıyla beni görünce altın bulmuş gibi seviniyorlar. Tipik geyik başlıyor ve gençler ve çocuklarlayken her zaman olduğu gibi klasik sorumuz geliyor;

    “Abi bu bisiklet kaç para?”
    Bunun geleceğini bildiğim için hazırlıklıyım; “Senin Tofaş’tan pahalı!”.
    “Yapma ya. araba alsaydın ya o zaman”
    “Bak sana ne diycem; 9 gündür yoldayım ve neredeyse 2.000 kilometreye yakın yol yaptım. Hem de patlak lastik dışında hiç sorun yaşamadan…”
    Bunun ardından ne geleceğini bilemediklerinden üçü de nefeslerini tutmuş merakla bana bakıyorlar. Ben de daha fazla bekletmeyip bombayı patlatıyorum;
    “Sence senin Tofaş teklemeden 2.000 kilometre gidebilir miydi?!”
    Üçü birden aynı anda; “Haklısın abi ya!” derken hep birlikte kahkahayı koyveriyoruz…

    Evet sıkıcı yolun öncesinde bu gerçekten de iyi geldi. Tekrar yola koyulurken bir önceki çöl turumu hatırlayıp oradaki ruh halimi yardıma çağırıyorum. Takip eden üç dört saat boyunca yarı hipnoz olmuş o ruh hali içerisinde ve kontrolümü kaybetmemeye çalışarak, bir yandan da rüzgarla boğuştuğum inişli çıkışlı o yolu bitirdiğim zaman ne kadar sevindiğimi tahmin bile edemezsiniz.

    Kalan 35 kilometre ise basit anlatımıyla Eskişehir’e kadar hafif hafif yükselen ama yükseldiğini belli etmeyen ve insana “Neden bir türlü gidemiyorum!” dedirten sinsi bir rampa. Zaten onun yarısını da karanlıkta aldığım için artık hepten kontrolü kaybedip sadece bir an önce varabilmek için Allah ne verdiyse pedallıyorum.

    Neyse ki sonunda zirveye varıyorum ve aniden aşağıda ışıl ışıl yanmakta olan Eskişehir’i görünce keyfim tekrar yerine geliyor. Kalan yolu da alıp saat 21:00 gibi bizimkilere kavuşuyorum.

    Çok zor oldu ama tabi ki sonunda bekleyen hediyeyi düşününce hepsine değdi sanki…


    9.GÜN / Eskişehir-Bursa Gölyazı / 201km yol, 1.500mt irtifa

    Çocuklarla ve torunla geçirilen harika bir akşamın ardından sabah yine 05:30’da uyanıp yol için hazırlanmak tabi biraz koyuyor insana ama artık sona iyice yaklaştığımızı düşününce ihtiyacım olan motivasyon geri geliyor.

    Hazırlıklarımı tamamlayıp saat 06:30’da Bursa’ya doğru yola çıkıyorum. Bugünkü hedefim yine 200 kilometre yol yapıp geceyi Bursa’nın Gölyazı beldesinde geçirmek. İlk gördüğüm günden beri sessiz sakin ve pırıl pırıl Uluabat gölüne bir kama gibi saplanan o güzelim yarımadada bir gece geçirmek aklıma kazınıp kalmıştı zaten. Kısmet bugüneymiş…


    “MAHMUT”

    Daha önceden yazılarımı okuyup beni takip eden İnegöl’lü bisikletsever Mahmut tarafından öğlen yemeğine davetli olduğum için bugünkü niyetim öğlene kadar 110 kilometre yol yapıp, İnegöl’de Mahmut ile köfteleri mideye indirmek. Kalan 90 kilometreyi de akşama kadar bir şekilde yaparım diye düşünüyorum.

    Hava biraz serin ama Sivas ve Yozgat’taki soğuk artık yok. Çoraplar geri çantaya girdi anlayacağınız.

    Eskişehir’den çıktıktan sonra hafif rampaları ine çıka giderken yine arka tekerleğim patlıyor. Eğlence olsun diye artık lastik değiştirirken süre tutmaya, zamana karşı kendimle yarışmaya başladım. Bu sefer de lastiği söküp, değiştirip, havasını basmam ve tekrar yola koyulmam18 dakikamı alıyor.

    Saat 09:00’da Eskişehir’den 45 kilometre ötedeki Bozüyük’te kahvaltı molası veriyorum. Burası önemli bir kavşak noktası olduğu için tesisten bol bir şey yok.

    Çayımla birlikte patatesli gözlemeyi yerken pek de acele etmiyorum. Çünkü Bozüyük’ten sonra biraz tırmanacağım ama ondan sonra neredeyse İnegöl’e kadar hep iniş…

    Yarım saat içinde işimi bitirip tekrar yola çıkıyorum. Bozüyükten itibaren coğrafya yeniden değişmeye, İç Anadolu'nun o dümdüz bozkır havası yerini yavaş yavaş yemyeşil ağaçlarla kaplı yumuşak tepelerin olduğu bir atmosfere bırakmaya başlıyor.

    Sonunda Bozüyük ile İnegöl arasındaki rampanın tepesine çıktığımda artık İç Anadolu bozkırlarını tamamen arkamda bırakıp, önümdeki yeşil Marmara dünyasına adım atmak üzere olduğum iyice aşikar.

    Ve salıyorum Karayel’i aşağı doğru İnegöl üstüne. Ters rüzgar da yok. Uçarcasına gidiyoruz bizi bekleyen köftelere doğru. Allah'ım bu ne kadar güzel bir şey…

    Şehrin girişinde beni bekleyen Mahmut ile buluşuyoruz. Gözleri ışıl ışıl parlayan ve konuşmasından bal damlayan, ince, kibar, pırıl pırıl bir insan Mahmut…

    Beni yedeğine alıp İnegöl’ün en eski köftecilerinden birisine götürüyor. Tahmin edebileceğiniz gibi köfteler de piyaz da müthiş, ama sohbetin tadıyla yarışmaya güçleri yetmiyor maalesef.

    Kaç saat geçtiğini fark etmeden konuştukça konuşuyoruz Mahmut’la sanki birbirimizi ezelden beri tanıyormuş gibi… Bisiklet deyip geçmeyin işte. Kaç tane büyülü eşya vardır ki dünyada acaba bunun gibi bir büyüye sebep olabilen?!


    “HADİ SAĞLICAKLA”

    Saatin ilerlemesiyle birlikte tekrar görüşmek üzere sözleşip 14:30 gibi istemeyerek de olsa vedalaşıyoruz. Mahmut İnegöl’deki hayatına geri dönüyor, ben de beni bekleyen yollara.

    İnegöl çıkışı ile birlikte bu sefer yine meşhur Bursa rampası başlıyor. Çık Allah çık bitmiyor bir türlü. Ama sohbetin verdiği enerjiye galip gelmesi mümkün değil tabi ki.

    Sonunda zirve görünüyor. Tepede, yolun kenarında da kocaman bir şeftali tezgahı. Ama şeftalileri bir görmeniz lazım; her biri yarım kilo gelir en azından. Hemen Karayel’i yanına dayayıp tezgaha yamanıyorum. Hepsi o kadar güzel ki bir tane seçmek neredeyse imkansız. Öyle alık alık bakıyorum. Tezgahın yanındaki eskiciden alınma koltuğunda oturan beyaz saçlı satıcı gelip beni bu dertten kurtarıyor. Eliyle koymuş gibi bulduğu bir şeftaliyle birlikte cebinden çıkardığı bıçağı da uzatıyor bana gülerek;

    “Al buyur, yanmışsın belli ki…” Doğru söze ne denir…

    Adı İbrahim, az aşağıdaki köydenmiş.” Artık son şeftaliler bunlar, ama en güzelleri.” diyor. “Kalanını da oğlanla Bursa’ya pazara gönderdim.” diye de ekliyor..

    Şeftali de dediği kadar var gerçekten, sanki ağzımın içinde bayram yapılıyor. Bir de tezgahın altındaki termostan çıkardığı buzlu suyu uzatınca artık değmeyin keyfime. Üstüne koltuğuna da oturtuyor beni yok, mok demeye kalmadan; “Otur, otur dinlen biraz.” diyerek…

    Laf lafı açıyor, nereden gelirsin, nereye gidersin, epey bir sohbet ediyoruz. “Şimdi mevsimi, Gölyazı’da Turna Balığı ye, başka balık verirlerse sakın yeme.” diye tembihliyor. Ne kadar ısrar etsem de şeftalinin parasını almayıp, “Hadi sağlıcakla…” diyerek, beni öyle gönül borcuyla dopdolu bir halde uğurlayıveriyor güzel memleketimin güzel insanı…


    “GÖLÜN BÜYÜSÜ”

    Bursa’ya doğru iniş yine mükemmel. Yüzümü yalayan rüzgarın tadını çıkarırken sol tarafımda kalan Uludağ manzarasını seyrederek kayıyorum Bursa’ya doğru.

    İniş mükemmeldi ama Bursa trafiği için aynı şeyi söylemek mümkün değil, neredeyse İstanbul’a yaklaşmış. O güzel sürüşün üzerine hiç de iyi gitmiyor. Kente giriş yaptığım batı ucundan çıktığım doğu ucuna kadar gitmem neredeyse iki saatimi alıyor.

    Üstelik hava yine çok sıcak ve araçların egzostlarından havaya karışırken görüşü bulandıran sıcak gazların arasından ilerlerken ter içinde kalıyorum. Zaten dur-kalk giderken bir de her beş yüz metrede bir durup beklemek zorunda kaldığımız trafik ışıkları ise ayrı bir işkence.

    Sonunda güneş artık iyice alçaldığında şehirden çıkmayı başarıyorum. Bir 10 kilometre daha gidince Uluabat gölü de sol tarafımda kendisini göstermeye başlıyor. İşte, Gölyazı da orada, suyun içine bir bıçak gibi saplanmış yarımadanın tam ucunda, alacakaranlıkta yanıp sönen ışıklarıyla sanki bana göz kırpıyor.

    Az ileride anayoldan sapıp, etrafı incir ağaçlarıyla dolu dar ve yamalı yoldan Gölyazı’ya doğru kalan son kilometreleri de almaya başlıyorum. Etraf çok sessiz ve sakin. Kentin deli trafiğinden sonra son derece huzur veriyor.

    Biraz daha ilerleyip, tam güneş batarken göl kıyısına ulaşıyorum. Manzara gerçekten muhteşem. Yorgunluğumu unutup kendimi bu güzel ana yakışır fotoğraflar çekmeye vakfediyorum.

    Orada ne kadar kaldığımı kestiremiyorum ama artık güneş görünürlerde yok. Hatta hava iyiden iyiye kararmış. Gölün, gökyüzünden gelen azıcık ışığı yansıtması olmasa etraf zifiri karanlık olacak eminim. Ve bu gerçekten tarif etmesi çok zor, değişik bir atmosfer yaratıyor.


    “ALLAH SONUMUZU HAYIR ETSİN”

    Kendimi zar zor kaldırıp Gölyazı’daki Gölgören Pansiyon’a vardığımda artık saat 20:00 ve karanlık her yanı basmış durumda. Hafta içi olduğundan olsa gerek kasaba neredeyse bomboş. Oysa ilk defa bir haftasonu geldiğimde göl kenarına dizilmiş o küçük ve şirin balık lokantalarında oturacak yer bulamamıştım. İşte şimdi tam da o günün intikamını alma zamanı; minik kasaba neredeyse sadece benim!

    Pansiyon sahibi Osman ile çabucak ahbap oluyoruz. Kendinden emin ve tecrübeli bir hali var. Kim bilir ne tipler gelip geçtiği için pansiyonundan, başlarda benim de ne ayak olduğumu anlamaya çalıştığını fark edebiliyorum. Haksız da sayılmaz hani. Hele ki hafta ortasında bir gece vakti gelen bu garip adam bir de bisikletle ülkenin ta öbür ucundan kalkıp geldiğini söylüyorsa…

    Dediğim gibi, yine de çabucak ahbap oluyoruz. Buralıymış. Gölün kıyısındaki dar sahil yoluna cephe evlerini önce lokantaya çevirmişler. Ardından evi zamanla apartmana dönüştürüp fazla gelen daireleri de apart otel gibi kiralamaya başlayarak balıkçılık yapmaktan kurtulmuşlar anladığım kadarıyla.

    “Çok açım Osman, ne yiycem?” diye sorunca; “Buraya kadar gelmişin, e tabi ki balık yiyecen!” deyip gülüyor.

    Hemen Şeftalici İbrahim’in tembihini hatırlayıp; “Turna balığın var mı peki?” diye soruyorum; “Var tabi, olmaz mı, tam da mevsimi zaten!” diye cevaplıyor.

    O zaman bana güzel bir sofra hazırlamasını söyleyip duş alıp temizlenmek ve tazelenmek için odama çıkıyorum. On beş dakika sonra aşağıya indiğimde balığıyla, mezesiyle ve salatasıyla harika bir sofra beni bekliyor. Osman gerçekten iyi bir aşçı olmalı ama sofradan anladığım kadarıyla sanatçı bir kişiliği de var…

    Göl kenarında huzur içinde yemeğimi yerken gençten bir çocuk gelip masama oturuyor. Balıkçıymış. Öyle dert yanıyor bana; göldeki balıkların kökünü kazımışlar turistlere yedirecez diye, bugün mezata gitmiş Bursa’ya; orada da balıklar ateş pahası… “Allah sonumuzu hayır etsin, hadi iyi geceler” diyerek karanlıkta kayboluyor aynen geldiği gibi.


    “MEHMET İLE HELENİ”

    Karnımı da doyurunca bu sessiz sakin ve güzel kasabayı keşif yürüyüşüne çıkıyorum. Etrafta çok insan yok. Ama kasabanın merkezindeki koca çınar ağacına komşu kahvehane-çay bahçesi karışımı mekan baya kalabalık. Böyle turizm açısından durgun günlerde kasabanın tek cazibe merkezi olan yer burası anlaşılan.

    Mekanın çok bir özelliği yok ama çınar ağacı muhteşem. Devasa bir şey. Gövdesini oluşturan iki daldan biri yerin hemen üzerinde sola kıvrılıp zemine paralel olarak neredeyse 10 metre ileriye kadar gitmiş. Ve bu ağacı gerçekten devasa bir hale getirmiş. Kasabalılar “Ağlayan Çınar” diyorlar. Hemen önündeki bir tabelada da hikayesi yazılı.

    Neredeyse 750 yaşında olan ağacın gövdesinden gözyaşı misali bir sıvı akıyor. Ve yazılana göre bunun sebebi yaklaşık 100 yıl önceki mübadele sırasında yaşayan Mehmet ile Heleni’nin acıklı aşk hikayesi.

    Bugüne kadar bu ülkede ziyaret ettiğim pek çok yerde buna benzer o kadar çok hikaye ile karşılaştım ki… Bu topraklarda sevdaya bu kadar önem veriliyor olup, hikayelerinde, mitlerinde, türkülerinde, coğrafi şekillerinde ve buradaki gibi ağaçlarında olsun bu kadar içselleştiriliyor olması çok hoşuma gidiyor ve bu toprakların bir parçası olduğum için kendimi gerçekten şanslı hissediyorum. Öyle ya, aşkı çekip aldın mı, geriye ne kalıyor ki bu hayattan…

    Bu kadar duygulanmanın üzerine dondurma mükemmel gidiyor. Hatta hızımı alamayıp ikincisini de götürüyorum. Sonrası ise huzur dolu güzel bir uyku…


    10.GÜN / Bursa Gölyazı-Balıkesir Edremit / 222km yol, 2.000mt irtifa

    Sabah 05:15’de muhteşem bir göl manzarasına uyanıyorum. Hava hala karanlık ama göl kendisini hissettiriyor. Ve dakikalar ilerledikçe de yavaş yavaş duvağını açan yeni gelin bir genç kız gibi kendisini ifşa etmeye başlıyor.

    Son derece durgun ve huzurlu, sanki yeni gelen günü karşılamaya hazırlanıyor. Derken zar zor duyduğum bir pat-pat sesine kulak kabartınca uzaklarda karınca hızıyla hareket eden ufacık bir balıkçı teknesi görüyorum. Çarşaf gibi gölün üzerinde yavaş yavaş ilerliyor
    arkasında köpüklerden minik danteller işleyerek…

    Orada öylece oturup akşama kadar hayal kurabilirim herhalde. Ama bir anda hatırlıyorum ki benim zaten gerçekleştirmemi bekleyen, üstelik artık sonuna çok yaklaştığım büyük bir hayalim var. Hemen kalkıp hazırlanmaya başlıyorum.

    06:30 gibi ilk pedala basıyorum. Etraf hala çok sessiz. Kasabayı çıkıp dar asfalta girince yol kenarındaki incir ağaçlarının altında ikişerli üçerli insanlar görmeye başlıyorum her yüz, iki yüz metrede bir. Ellerinde birer sopa incir topluyorlar. Selamlaşıyoruz.

    Bir de tabi onlarla çıkıp gelmiş, ama incir toplamak ilgilerini çekmediği için etrafta gezintiye çıkmış kuçu kuçuları var ki yol boyunca onlarla da baya bir halvet oluyoruz…


    “DUBLE KAYMAKLI BATTAL BOY EKMEK KADAYIFI”

    Bugünkü hedefim yine 200 kilometre üzerinde yol yapıp öğlen 130 kilometre ötedeki Balıkesir’e, akşam da 90 kilometre ileride annemin yazlığının olduğu Edremit’e ulaşabilmek. Sıcak hala büyük problem. Mabadımdaki yangın da hala sönmüş değil ama her üç-dört saatte bir yaptığım lokal anestezi sayesinde idare edebiliyorum. Fakat sol elimin serçe ve yüzük parmağındaki uyuşukluk bir türlü geçmiyor. Sanırım Ulnar sinirlerim zedelendi ve iyileşmesi biraz zaman alacak. Eee, bedavaya köfte yok öyle değil mi? Gerçi bu sıcaklar hiç hesapta yoktu ama hayat da hesapla yaşanan bir şey olamıyor zaten…

    Anayola çıkıp 30 kilometre ilerideki Mustafakemalpaşa’ya doğru sürmeye başlıyorum. Asfalt güzel. Şansıma rüzgar da arkamda. Yani tam keyif vakti. Kulaklıklarımı takıp sağlı sollu yemyeşil tarlaların arasından, ara sıra bağıra bağıra şarkılara eşlik edip rüzgar gibi gitmeye başlıyorum.

    Sürüş ne kadar keyifli geldiyse artık, ne ara Mustafakemalpaşa’ya geldim hiç anlayamıyorum. Normalde burada mola veririm diye düşünüyordum ama hiç durmayıp yine 30 kilometre ilerideki Karacabey’e doğru devam ediyorum. Gelenek bozulmuyor ve yine nasıl olduğunu anlamadan Karacabey’e varınca ritmimi hiç bozmadan Susurluk’a kadar devam ediyorum.

    Susurluk’ta Karayel’i Yörsan’ın önüne park ettiğimde saat daha sadece 10:30. Bugün güzel başladı, inşallah böyle devam eder…

    Her zaman arabayla geçerken durduğumuz bu tesiste, bu sefer bisikletle geçerken duruyor olmak hoşuma gidiyor, ister istemez gülümsüyorum.

    Karnım aç ama, vitrindeki devasa ekmek kadayıfını görünce aklım şaşıyor. Zaten tatlı aç karnına iki kat daha güzel olmuyor muydu?!

    Hemen kasaya gidip bir duble çay ile kaymaklı ekmek kadayıfı sipariş ediyorum. Sonra hızımı alamayıp bedelini ödeyerek extra kaymak ekletiyorum. Tezgahtan almaya giderken de kendi kendime; “Duble Kaymaklı Battal Boy Ekmek Kadayıfı” diye söylenip neredeyse her kelimeyi yiyorum.

    Sonrasını es geçeceğim çünkü anlatabilmek için muhtemelen ayıp ifadeler kullanmam gerekecek…


    “SANDVİÇ KARDEŞLİĞİ”

    Tabi ki tekrar kalkıp yola düşmek acayip zor oluyor. Sabahki balayının bittiğini belirtmek istercesine çekilip giden rüzgarın üzerine öğlen sıcağı ve Balıkesir girişindeki rampalar da eklenince kendime geliyorum. E zaten her şey fazla güzeldi…

    Bir şekilde rampaları halledip Balıkesir çevre yoluna varıyorum ama sonuçta gittiğim yol motorlu araçlar için tasarlanmış ve tasarlayan arkadaşlar da motorlu araçların şehir merkezine girmesini uygun bulmadıklarından olsa gerek, kestirmeden Balıkesir’İn içinden geçip Edremit’e götüren yolun tabelasını kaldırmışlar. Duruma uyandığımda bir de bakıyorum ki Balıkesir’i 10 kilometre geçmişim. Mecburen bu ileri görüşlü arkadaşların tabelalarını takip edip şehrin etrafından dolaştıktan sonra İvrindi, Edremit, Çanakkale tabelasını görüp sağa dönüyorum.

    Bu çevre yolu yeni yapılmış belli. İlk defa geçtiğim için de ileride beni neler beklediğini hiç bilemiyorum. Yolu uzatınca fark etmemiştim; saat 14:00 olmuş bile… Dolayısıyla hem artık hava sürüş yapılamayacak kadar ısındığı için, hem de belki yol hakkında belki biraz bilgi alırım umuduyla ileride gördüğüm benzinci-dinlenme tesisi karışımı yerde duruyorum.

    Yol gibi burası da oldukça yeni. Biraz da in cin top oynuyor. İlk iş yine pedli içliğimi çıkartıp rahatlıyorum. Yine terden sırılsıklam olmuş. Ardından buz dolaplarını karıştırırken hazır üçgen sandviçlerden buluyorum; "Bu sıcakta hiç fena olmaz aslında. Yanına da buz gibi kola…”

    Alışverişimi yapıp dışarıya, benzincinin yanındaki büyükçe pergolanın altına yöneliyorum. Buraya çok güzel dış mekan koltuk takımları koymuşlar. O pofuduk minderler bir anda aklımı başımdan alıyor; “Amma kestiririm ben şimdi burada…”

    Yaralı kuşumu çok şey vaat eden o koltuklardan birisine itinayla yerleştirip karnımı doyurmaya başlıyorum. Etrafta benden başka kimse yok diyeceğim ama erken davranmışım, ortalık birden koltukların arasında gezinmeye başlayan kapkara tavuklarla doluyor. Biraz sonra da neden geldiklerini anlıyorum; sandviçlerimin peşindeler…

    Zararı yok, birlikte yiyoruz ve ben artık uyumaya niyet bile etmeden başım önüme düşüp düşüp kalkmaya başlıyor. Sonraki yarım saat ise benim için kayıp. Film kopmuş anlayacağınız…


    “ABİ TAKIL İSTERSEN”

    Uyku yine çok iyi geliyor ama hava hala çok sıcak. Marketteki çocuğa yolu soruyorum. “Abi buradan sonrası biraz rampa.” diyor. Tecrübelerimle sabit ki; eğer bisiklet kullanmayan birisi “Biraz Rampa” diyorsa başınız belada demektir.

    Üstelik Edremit’e kadar olan yolda da çokça rampa olduğunu biliyorum. Hem İvrindi’de, hem de Havran’da. O yüzden saat neredeyse 16:00 olmuş olmasına rağmen sıcak geçmemiş de olsa fazla vakit kaybetmeden yola çıkmaya karar veriyorum.

    Ve takip eden bir saat boyunca bu kararımın sonuçları burnumdan fitil fitil geliyor. Sakaltutan’dan daha kısa olsa da eğimiyle onu aratmayan bir yokuş. Bu rampayı çıkarken o çevre yolunu tasarlayan, daha doğrusu eski tabelayı yerinden kaldıran arkadaşların kulaklarını o kadar çok çınlattım ki anlatamam…

    Mobiletli bir çocuk, kan ter içinde nasıl görünüyorduysam artık, yanımda durup korku dolu gözlerle; “Abi takıl istersen.” deyince o an nasıl göründüğümü çok merak ediyorum. Nefes nefese olduğumdan kibarca teşekkür edip; “Ben çıkarım sağ olasın.” derken bile oksijensizlikten bayılmama ramak kalıyor.

    Bir şekilde etrafa hakim tepeye varıp da aşağılarda süzülen eski yolu görünce iyice su kaynatıyorum. Neyse, olan oldu artık. Bir de sinirlenip kalan enerjimi boşa harcamanın hiç zamanı değil şimdi…


    “AMAN DİKKAT”

    İvrindi’ye kadar engebeli 30 kilometre bir yolum var. Onu iki saatte alsam bile ondan sonra Havran’a kadar bir 50 kilometre daha gitmem gerekiyor. Gerçi Havran Edremit arası 10 kilometrelik düz bir yol ama bugün yine karanlığa kaldığım kesinleşti. Tek isteğim; hiç değilse hava kararmadan Havran öncesindeki zirveyi aşabilmek.

    Zeytin ağaçlarıyla çevrelenmiş yol çok güzel. Biraz keyif yapayım diyorum ama hiç olur mu, arka lastiğim yine patlıyor… “Hayır, sinirlenmeyeceğim!”…

    Bu sefer skorumu geliştirip 15 dakikada hallediyorum. Ondan sonra bir inip bir çıkarak İvrindi’ye ulaştığımda saat artık 18:30. Havran’dan önceki zirveye olan 30 kilometre yolu almak için karanlık iyice basmadan önce taş patlasın bir buçuk saatim var. Kısacası her şeyin yolunda gitmesi gerekiyor.

    Ve rampanın sonu baya bir zorlayıcı olmasına rağmen çok şükür her şey yolunda gidiyor, tam hava karardığında kendimi zirvede buluyorum. İleride, çok uzaklarda Edremit’in ışıl ışıl yanan siluetini gördüğümde o kadar mutlu oluyorum ki anlatamam.

    Ama şimdi çok dikkatli olmam lazım. Tepelerde hiç yerleşim yok ve etraf o kadar karanlık ki neredeyse göz gözü görmüyor. Ön ve arka farım gayet iyi aydınlatıyor olmasına rağmen 500 metre irtifadan yapacağım iniş sırasında nispeten hızlı olacağım ve Kuzey Ege turumda olduğu gibi emniyet şeridinde aniden bir çukura denk gelip tehlikeli bir kaza yapmak istemiyorum.

    Bütün dikkatimi toplayıp Karayel’e yol veriyorum. Yokuş aşağı giderken iki elim de sürekli frende. Karayel hızlanmak istiyor ama ben her seferinde engel oluyorum. Şu lanet sıcak yüzünden bu inişin keyfini de kaçırdık, alacağı olsun…

    Ve sonunda saat 20:30’da Havran’a varıyorum. Bundan sonrası artık Edremit’e kadar iki taraftan aydınlatılmış dümdüz bir yol. Günün yorguluğunu atmaya çalıştığım sakin bir sürüş ile hedefime varmam saat 21:00’i buluyor.

    Bu zorlu günü de atlattık. Yarın artık büyük gün. Ve eğer 10 gün önce Iğdır Dilucu’ndan yola çıktığımız saat 14:40’tan önce Babakale’ye varabilirsek 10 günün altında yolculuğu tamamlama hedefimizi de gerçekleştirmiş olacağımız için çok mutluyum.

    Ha bir de anneme yemek sipariş etmiştim. Onu da hatırlayınca iyice mest oluyorum…


    11.GÜN / Balıkesir Edremit-Çanakkale Babakale / 99km yol, 1.200mt irtifa

    Akşam anne yemeklerini tıka basa gömmüş olmama rağmen heyecandan bir türlü uyku tutmuyor. Sürekli uyandığım bölük pörçük bir uykunun ardından artık dayanamayıp 05:15’te yataktan çıkıyorum.

    Oyalana oyalana hazırlanıp havanın aydınlanmasını bekliyorum. Yolculuğa başladığımda Iğdır’da sabah 05:30’da aydınlanan hava şimdi burada 06:30’da ağarıyor. Şaka maka 10 günde yaptığımız yol sayesinde güneşin bile bir saat önüne geçtik. Müthiş…

    06:30’da artık sonuncu kez yola çıkıyorum. Çok heyecanlıyım. Edremit’ten Assos’a yani Behramkale’ye doğru giden asfaltta bir süre yol alınca solumda aniden beliriveren Ege denizini görmemle gözlerimin dolması bir oluyor. Bir anda 10 gündür yapmakta olduğum şeyi yeniden idrak ediyorum. Sanki on gündür bir rüya görüyordum da o rüya artık gerçek oluyor…

    Gülüyor muyum, ağlıyor muyum anlayamadan giderken çok güzel bir zeytin ağacı görüp duruyor, altında Karayel’in güzel bir fotoğrafını çekip şu mesajı da ekleyerek sosyal medyada paylaşıyorum;

    “Evet, artık son 100 kilometre... Karayel ile 24.08.2020 günü saat 14:40’da Türkiye’nin en doğu noktası olan Iğdır Dilucu Sınır Kapısı’ndan başladığımız Trans-Türkiye Geçişi’mizi, bir kaza, arıza, hastalık, sakatlık vs olmadığı takdirde bugün 14:40’dan önce, yani 10 tam gün dolmadan, Türkiye Anakara’sının en batı noktası olan Çanakkale Babakale Baba Burnu’nda tamamlamayı planlıyoruz ;) Selamlar, sevgiler :)”

    Yazdıklarımı bir de kendim okurken yol boyunca yaşadıklarım film gibi gözlerimin önünden geçiyor ve sabırsızlanıp hemen tekrar yola düşüyorum.


    “YAŞLILARIN MIAMI’Sİ”

    Edremit’ten yola çıktıktan 40 kilometre ve yaklaşık iki saat sonra Küçükkuyu’da kahvaltı molası veriyorum. Burada sıcak asfalt benim için sona eriyor. Sola dönüp dar ve soğuk asfalt sahil yolundan 25 kilometre ilerideki, ve hatırladığım kadarıyla hemen öncesinde çok uzun ve dik bir rampa olan Behramkale’ye ulaşmam gerekiyor.

    Küçükkuyu’da pastane vs bulamayıp kahvaltıyı bir bakkalda popkek, dido vs ile geçiştiriyorum. Artık yediklerimin çok da bir önemi kalmadı zaten.

    Sahilden Behramkale’ye giden soğuk asfalt tam bir yamalı bohça. Ama yine de denizin kıyısından kıyısından gidiyor olmak bir nebze de olsa bunu unutturuyor. Unutturuyor unutturmasına ama hala bir hedefimiz var ve boşa harcayacak zamanımız yok. O yüzden biraz sarsıcı olsa da hızımı arttırıyorum.

    Yaklaşık bir saat gittikten sonra yol sahilden içerilere doğru dönüyor. Artık rampaya yaklaşmış olmalıyım. Yol kenarında tabelasında “Taze Dutsuyu” yazan küçük ve sevimli bir kafede duruyorum. Niyetim hem biraz serinlemek hem de yol hakkında bilgi almak.

    Kafenin sahibi Mehmet abi yeni gelmiş gazeteleri tasnif etmekle bir hayli meşgul. “Bu zamanda hala gazete okuyan var mı acaba?” diye kendi kendime sorarken bir anda nerede olduğumu hatırlıyorum; “Öyle ya burası Kaz Dağları, Emekliler Cenneti”…

    Şaka bir yana, annemim yazlığı da burada olduğu için yaz aylarında buradaki demografik yapıya aşinayım aslında. Hatta çok hoşuma gidiyor dersem yalan sayılmaz. Neredeyse herkes yaşlı ama ihtiyarlık pek yok bu emekliler cennetinde… Sportifi, frapanı, popüleri, halk çocuğu, gösterişçisi, duygulusu, kabadayısı, göbeklisi, zayıfı, çapkını, utangaçı, vs, vs... Bildiğin High School Musical’ın kağıt üstünde yaşı yükseklerin rol aldığı bir versiyonu. Sanki hayatın getirdiği yükün omuzlardan kalktığı bu son demlerinde yeniden orijinal ruhlarına kavuşmuşlar… Burada yaşlılık anlamını ve ağırlığını yitirip, gençler ve gençlik ise kapsama alanı dışında hatta hükümsüz kalıyor. Eğer bu yaşlılar cumhuriyetinde gençsen kimsenin seninle ilgilenmesini beklemiyorsun, sen de onların yaşlısı yani ötekisisin aslında burada, hepsi o… Şaka maka bir süre sonra; “Keşke ben de biraz daha yaşlı olsaydım” demeden edemiyorsun. Yaşlıların Bodrum’u desem yanlış olmayacak herhalde, ya da Miami’leri mi desem bilemedim…


    “ILIAS İLE DAPHNE”

    Neyse biz yine yolculuğumuza dönelim. Mehmet abiden bir bardak soğuk dutsuyu isteyip içerken de yolun durumunu soruyorum. Hatırladığım gibi, az ileride başlayıp Behramkale’ye kadar süren zorlu bir rampa var. “Ama ondan sonrası kolay” diyor Mehmet abi. Ama bu tip lafları duyduktan sonra o kadar çok sıkıntı çektim ki, o yüzden sütten ağzı yanan hesabı, pek ciddiye almıyorum.

    Şimdi ilk hedef o rampayı aşmak.

    Gerçekten de zorlu bir rampa. Deniz seviyesinden başlayıp, 200 metre irtifaya kadar neredeyse dümdüz tırmanıyorsun. Yine hipnoz ve sabır zamanı…

    Rampanın bitmesiyle birlikte Assos’un kalıntıları da görünmeye başlıyor. Bir zamanlar çok önemli bir yermiş belli… Böyle yerlere her geldiğimde olduğu gibi yine; “O zamanın altın saçlı ve deniz gözlü Assos’lu İlias’lari, Daphne’leri kim bilir nasıl olmuş da bu zamanın kara kaşlı ve kömür gözlü Behramkale’li İlyas amcalarına, Defne ninelerine dönüşmüş!” diye düşünmeden edemiyorum…

    Köyün girişindeki mini marketin önünde durup bir şeyler içiyorum. Bir de Babakale’ye giden yolu soruyorum; “30 kilometre” diyor market sahibi. “Peki yol nasıl?” diye sorunca da; “Asfalt iyi ama rampalar var.” diye ekliyor. Hah şimdi oldu işte…


    “YOK YOK, ARTIK BAYIRIN KALMADI”

    Saat neredeyse 11:00 oldu ve şaka maka baya yoruldum. Bir anda “Acaba yetişebilecek miyiz?” diye endişelenmeye başlıyorum. Hani normal şartlarda yetişiriz ama, sıra dışı bir şey olması, lastik patlaması, arıza vs gibi şeyler beni endişelendiriyor ve ne kadar yorgun olsam da bir an önce hedefime varabilmek için çabucak tekrar yola düşüyorum.

    Market sahibi bisiklete biniyor olmalı çünkü rampalar gerçekten de dediği kadar var. Sıcak da bastırmaya başladığı için sürüş giderek zorlaşıyor. Canımı dişime takıyor ve neredeyse bir saat boyunca hiç durmadan o daracık ve inişli çıkışlı köy yollarında 250 metre irtifa yaptıktan sonra Korubaşı köyünün merkezindeki bakkalın önünde mola veriyorum.

    Bakkalın önünde buzdolabından aldığım soğuk gazozu içerken, bakkalın sahibesi ve bir başka köylü kadın ile sohbet ediyoruz; “Nereden geliyorsun… Nereye gidiyorsun… Allah akıl fikir versin… Ama güzel bir şey yapıyorsun… Benim de küçükken bisikletim vardı… vs, vs…”

    “Peki” diyorum en sonunda; “Babakale’ye kadar rampa var mı önümde hala?”
    “Yok yok.” diyorlar kendilerinden pek emin bir şekilde; “Artık bayırın kalmadı…”

    İnanmak istiyorum ama…


    “SON PEDAL”

    Ve iyiki de inanmamışım. Sırasıyla Kuruoba, Balabanlı, Bademli ve Kocaköy köylerini geçip Gülpınar’a gelene kadar epey bir kulaklarını çınlatıyorum.

    Ama bu arada yolun hakkını vermeliyim tepelerdeki bu güzergah gerçekten bir harika. Ege denizine saplanan Baba Burnu’nun tepelerinden aşağıdaki engin mavilik bir başka görünüyor.

    Gülpınar’dan sonra artık sadece 10 kilometre yolum kaldı. Bir an düşününce; koca ülkeyi bir uçtan diğerine kat etmeye sadece on kilometre uzakta olduğuma inanamıyorum. Ve birden gelen o şevkle kalan rampaları da tırmanmak hiç zor gelmiyor. Babakale’ye ve Ege denizine tepeden bakan zirveye eriştiğimde o kadar heyecanlıyım ki anlatamam.

    Artık sadece bir tek pedal kaldı. Karayel’i harekete geçirdim miydi…
    Ve o pedala basmamdan bir kaç dakika sonra, saat tam 12:40’da, yani Iğdır Dilucu Sınır Kapısı’ndan yola çıktıktan tam 9 Gün 22 Saat sonra Babakale Mendireği’nde bu epik, pastoral ve unutulmaz yolculuğumuzu tamamlayıp hedefimize ulaşıyoruz.

    O an yaşadıklarım gerçek mi yoksa bir rüyada mıyım kestirmekte o kadar zorlanıyorum ki…

    Hemen dalgakıranın en uç noktasına yüzükoyun uzanıp, 10 gün önce Ağrı Dağı’ndan almış olduğum selamı Ege Denizi’nin serinleten suyuna bir öpücük olarak iletiyorum. İşte şimdi oldu…


    “VE YİNE YOLUN SONU”

    Güzelim memleketimin bu en batı noktasında oturmuş, Karayel ile birlikte enginleri seyrederken, yine mutlu ama karmakarışık duygular içerisindeyim.

    İyisiyle, kötüsüyle gerçekten yaşadığımı hissettiğim muhteşem bir on gün geçirdim.

    Ağrı dağının dibinde Iğdır Ovası, sonra Ağrı Platosu, ardından Erzurum-Erzincan Düzlüğü, Sivas-Yozgat Tepeleri, Ankara-Eskişehir Bozkırı, Bursa-Balıkesir Zeytinlikleri ve sonunda muhteşem Ege Denizi…

    Her bir dağı aştığımda güzel ülkemin yeni bir katmanına düştüm. Her katmanı kendi eşsiz coğrafyasına, iklimine, bitki örtüsüne ve bunlardan gövermiş insanına, diline, mutfağına, geleneklerine sahip, ve bu unutulmaz yolculuğumun son gününde dönüp geriye baktığımda da mutlulukla yeniden keşfettiğim gibi; dünyanın başka hiç bir yerinde bulamayacağınız kadar bir ve bütün…

    Neredeyse dünyanın özeti bu müthiş coğrafyanın bir ucundan diğerine yel gibi esip geçerken indirimsiz otel odam da, ikramsız yemeğim de olmadı… İnsanlar hayallerinin peşinde koşan bu adamla bisikletini alıp yine hiç düşünmeden bağırlarına bastılar…

    Ve bir hayalini daha gerçekleştiren o adam şu anda kendisini her şeyi başarabilirmiş gibi hissediyor…

    Bakın yine dünyalar onun oldu…

    Tanrım, gerçekten de paha biçilmez bir şey bu…


    Kartal&Karayel
    İstanbul, Eylül 2020.

    Stacks Image 3534
  • My Page

    Bisikletle Trans Batı Sahra

    Atlantik Kıyısından Çöl Geçişi

    Learn More

    Şubat 2020

    Learn More
    Stacks Image 2911
    Stacks Image 2913

    BİSİKLETLE ATLANTİK KIYISINDAN BATI SAHRA GEÇİŞİ
    Sahra Çölü: Gündüzleri tek renk, geceleri rengarenk…

    Böylesine tekdüze bir coğrafyada bu kadar hayat ve canlılıkla karşılaşacağımı söyleseler hayatta inanmazdım herhalde… Bu kadar renk, tat, ses, koku, hareket… Algılarım bayram etti, duygularım coştu desem yeridir… Hesabı kapatmak için bunca bilenmişken, hayatın bu kadar cömert davranmasına ne demeli bilemiyorum… Bir de asıl önemlisi, biliyordum ama bu bisiklet yolculuğunda bir kez daha farkına vardım ki; aslında iki ben ile yaşıyorum! Çok uzun bir zaman boyunca açık alanlarda yaşamak için evrimleşmiş bir tanesinin hiç bir şeyine hükmedemiyorum. Ne nefes almasına karışabiliyorum, ne ne düşüneceğine karar verebiliyorum, ne de ne hissedeceğine. Sanki içine hapsedildiğim kendince takılan biyolojik robot gibi bir şey işte. Bana sormadan kalbi atıyor, karnı acıkıyor, çişi geliyor. Hiç bir dahlim olmadan düşünceler üretiyor. Ve yine bana hiç danışmadan seviyor, kızıyor, hatta deliriyor… Ama bir diğeri de var ki, bence gerçekten beni ben yapan ve geleceğime taşıyacak olan o… O ki bu robot bedenimle yaptıklarımın, düşündüklerimin veya hissettiklerimin iyi veya kötü olduğunu takdir ediyor ve doğrusunu yapabilmem için gereken cesareti verecek iradeyi sağlayarak beni geleceğime taşıyor… İşte o ikisi arasında yaptığım yolculuklardan birisine daha şahit olmak istiyorsanız, buradan buyurun…


    Evet… Uzun süre düzenli ve modern hayat bana yaramıyor. Önce sıkılmaya ardından da depresifleşmeye başlıyorum. Haliyle, son turun üzerinden üç ay geçmeden yine hem bacaklarımda hem de ruhumda karıncalanmalar başlayınca da pek şaşırmadım.

    İyiki de o karıncalanmalar başlamış. O sayede harika bir on gün geçirdim ve şimdi de hikayemi burada paylaşıyorum. Yalnız öncelikle söylemek istediğim bazı şeyler var.

    Kendimi ifade edebilmek için bunca uğraşıp bu yazıları yazmama rağmen, hala doğru anlaşılıyor olmamak beni gerçekten sıkıyor. Sanırım bu kişisel/sosyal medya devrinde tam da blogger/vlogger/youtuber’ların altın çağını yaşadığı bir zamanda bu neşriyatı yapıyor olmanın şanssızlığını yaşıyorum.

    Yazılarımda sürekli öyle olmadığımı belirtmeme rağmen yine de bu tayfa ile aynı kefeye koyulmak gerçekten de çok can sıkıcı. Bu arkadaşların aksine, benim neşriyatımın amacı herhangi bir maddi-manevi çıkar elde etmek veya bu iş üzerinden sürdürülebilir (popüler jargonuyla; sevdiğim şeyi yaparak yaşantımı idame ettirdiğim) bir hayat tarzı kurmak değil.

    Hatta bu zevatla amaçlarımız öylesine zıt ki. Yüz seksen derece farkımız var dersem yanlış olmaz çünkü; bu arkadaşlar bu etkinlikleri üzerinden kendilerine “cazibeli bir kimlik” kurgulama uğraşındayken, benim gerçek uğraşım onca uğraşıp yazılarımda anlatmaya çalıştığım gibi; üzerime yapışmış kimliklerimden kurtulup özgürleşebilmekten başka bir şey değil aslında…

    Peki neden yazıyorum? Neler hissettiğimi anlatmak ve bu işin arkasındaki düşünsel altyapıyı ifade edebilmek için. Umudum ise kendinden bunalmış üç beş kişiyi harekete geçirebilmek, hepsi o… Fakat ne yazık ki benim yazarken harcadığım bu emeğin aynısını, karşı taraftan görmek pek de nasip olmuyor…

    Aslında pek de şaşırdığımı söyleyemeyeceğim. Devir “Mümkün olduğunca az emek harcayarak mümkün olduğunca çok tüket” devri. Ve aslında bu, şu anki ekonomik gelişmenin de motoru. Bu sayede bir gün çalışmamıza hiç gerek kalmayacağına da inanıyorum. Hani bu iyi bir şey aslında ama beni endişelendiren şey şu; “galiba mümkün olduğunca yapmama” stratejisinin sonu, kafamıza çipleri yerleştirip internete bağlandıktan sonra bir ömür boyu dijital masturbasyon yaparak yatmakla sonuçlanacak. Zaten elindeki telefona konsantre olup saatlerce hareket etmeyen insanları görünce bu işin yarısının gerçek olduğuna emin olmamak elde değil. Geriye bir tek şey kalıyor; o telefonu bir şekilde o kafaların içine monte edebilmek! Onun da pek uzun süreceğini sanmıyorum…

    Zihinler bir kere makineye dönüştü mü gerisi de kolay artık. Bu insan halimizle bile; “Kimsin sen? Nedir insan? Neden yaşıyoruz?” gibi soruların cevapları, tüketmek kadar ilgimizi çekemediği için; “Ha insan, ha makine” pek sorun yok bence…

    Mesele şu ki; ben yine de kim olduğumu bulmak istiyorum… Ve tecrübemle sabit ki bunun yolu öncelikle elimde olanı, yani bedenimi, düşüncelerimi ve hislerimi tanımaktan geçiyor…

    Nasıl? Aslında basit; yüzbinlerce yıl boyunca açık alanlarda avcı toplayıcı olarak yaşamak için evrimleşmişken, neredeyse hiç hareket etmediği modern hayatın içinde giderek yabancılaşmış kendimi yine o ait olduğu ortama sokup aramızdaki uçurumu ortadan kaldırmak. Sonrası kendiliğinden geliyor zaten…

    Uzun lafın kısası; ben Blogger da değilim, maceracı da… Hele bisiklet yarışçısı veya turcusu hiç değilim… Peki neyim ben? Basit aslında; kendim hariç her türlü rolü oynamamı bekleyen modern hayatın girdaplarından kaçarak, içindeki gizemli ve keşfedilmeyi bekleyen uçsuz bucaksız dünyalara yolculuk yapan ve, “Belki birilerini daha uyandırırım” diyerek yaşadıklarını paylaşmaya çalışan bir ölümlüyüm sadece…

    Her neyse, biz turumuzun, yani gerçek hayata dahil olmamızın hikayesine dönelim…

    NO MANS LAND

    Hem kış mevsiminde oluşumuz, hem de önceki seneden çöl ile aramda Avustralya’dan kalma bir hesap olduğu için, neredeyse Kuzey Afrika’nın tamamını kaplayan Büyük Sahra Çölü’ne yapılacak bir tur fikri beni oldukça heyecanlandırıyordu.

    İlk olarak Mısır’ı incelemeye alıp, olası rotaları incelemeye başladım. Nil boyunca çölün içerisine doğru yapılacak bir tur uzun zamandır aklımdaydı. Ama dış politikadaki anlaşmazlıklarımız sebebiyle vize konusunda oldukça problem çıkarttıklarını keşfedince hevesim kaçtı. Zaten oldum olası bu vize işine gıcık olduğum için Mısır’dan vaz geçmek hiç de zor olmadı. Direk insan haklarına aykırı bu muamma her aklıma geldikçe sinirlerimi zıplatır zaten. Kimin dünyasına kimi almıyorsunuz ? Havasını pisletirken, madenlerini sömrürken veya topraklarını çıkarlarınız uğruna .iç ederken bana sormuyorsunuz ama ben gezmek istediğim zaman size soracağım, öyle mi ? Hadi oradan…

    Her neyse, biraz daha araştırma yapınca, özellikle de meteorolojik çalışmamın ardından Atlantik kıyısı oldukça öne çıkmaya başladı. Hem Atlantik’teki soğuk Küçük Kanarya akıntısının ılımanlaştırdığı iklimi, hem de bir yanımda çöl diğer yanımda okyanus varken sürebilecek olmamın cazibesi kararımı oldukça kolaylaştırdı.

    Üstelik turumu başlatmaya karar verdiğim Fas Türkiye’ye vize de uygulamıyordu. Akabinde geçeceğim ülke olan Batı Sahra için ise durum biraz acayipti. Önceleri İspanyol sömürgesi olan bu ülke, İspanyolların çekilmesi ile birlikte “No Mans Land” oluvermiş. Yerli halk bağımsızlık istiyor ve komşu ülkeler olan Fas, Moritanya ve Cezayir bu topraklarda hak iddia ediyorlar. Uyanık Fas biraz erken davranıp bu topraklara el koymuş, yani şu anda ülkede ‘defacto’ Fas yönetimi var ve Batı Sahra diye ayrı bir ülke olduğunu kabul etmiyor. Komşu ülkeler olan Moritanya ve Cezayir her ne kadar bu duruma gıcık olsalar da, hem parasızlıktan, hem de “Attığın taş ürküttüğün kuşa değmeyecek” hesabı, Fas ile savaşmak yerine durumu çözümsüzlüğe havale etmeyi tercih etmişler. Haliyle Birleşmiş Milletler’de de bu topraklar ile ilgili herhangi bir tanıma veya mutabakat söz konusu değil. Sonuç olarak burası aslında işgal altında bir “No Mans Land”.

    Sonunda kararımı verip; Fas’ın güneyinden başlayarak Batı Sahra boyunca yaklaşık bin kilometre sürecek bir çöl geçişi için düğmeye basıyorum. Aslında beş altı yüz kilometre daha devam edip Kuzey Moritanya’yı da geçerek turu Nuakchott’da bitirmek planlama açısından kaçırılmayacak bir fırsat gibi duruyor ama Fas ve Moritanya arasındaki husumet ve komşusu Fas’ın inadına Moritanya’nın Türkiye’ye vize uyguluyor olması üzülerek de olsa bu opsiyondan vaz geçmeme sebep oluyor. Şu vize işine gerçekten de çok gıcık oluyorum…

    Marakeş’e uçtuktan sonra otobüsle Fas’ın en güneydeki şehri Tan-Tan’a inip turuma oradan başlayacak şekilde planımı tamamlıyorum. Yaklaşık bin kilometrelik bir çöl geçişinin ardından Batı Sahra’nın çölün göbeğindeki incisi ve dünyanın en iyi Kite-Surf merkezlerinden birisi olarak gösterilen Dakhla’da finiş görecek olmak ise planın gerçekten en güzel yanı oluyor. Kötü olan ise hala önümde beklemem gereken bir aya yakın bir süre olması…

    GEÇEN YILDAN KALAN HESAP

    E tabi o kadar zaman sadece beklemekle geçmeyeceğinden ben de kendimi hazırlıklara veriyorum. Zaten çöl ile aramızda Avustralya’dan kalan kapanmamış bir hesap var. Önceki yıl o kadar uğraşmama rağmen bana yol vermediği için bu tur benim için ayrı bir anlam taşıyor. Ne yapıp edip bu hesabın kapatılması lazım.

    O yüzden hazırlıklara daha bir dört elle sarılıyor, en ufak detayların üzerinden bile defalarca geçiyorum. Zaten her ne kadar bu iş daha çok bisiklete binmek gibi görünse de aslında o görünen sadece buzdağının üst kısmı. Uzak coğrafyalarda beş on günlük bir bisiklet turu için; meteorolojisiydi, ekipmanıydı, yemesiydi, içmesiydi, uçuşuydu, konaklamasıydı, antrenmanıydı, diyetiydi, beslenmesiydi, vs, vs, nereden baksan en az bir aylık bir hazırlık çalışması gerekiyor.

    Neyse ki gerekiyor ve bu sayede günler çabucak geçmeye başlıyor. Avustralya’da iki yüz kilometrelik blok mesafeleri geçecek ekipmanım olmadığı için çöl etabını atlamak zorunda kalmıştım. O yüzden özellikle ekipman işine odaklanıyorum.

    Öncelikle su taşıma işinin halledilmesi gerekiyor. Ciddi efor sarfeden ortalama bir insanın bir günde ihtiyaç duyduğu içme suyu miktarı beş litre. Benim durumumda ise bunu en az altı litreye çıkarmak gerekiyor. Ön maşanın iki yanına taktığım iki adet bir buçuk litre pet taşıyıcısıyla üç litreyi garantiye alıyorum. İkisi kadro içinde ve biri de kadro altında olmak üzere üç tane altı yüz mililitrelik matarayı da ekleyince kapasite dört nokta sekiz litreye çıkıveriyor. Buna bir de küçük sırt çantamda taşıyabileceğim bir buçuk litrelik pet şişeyi kattığımda beş litrenin üzerini garanti altına almış oluyorum ki bu maksimum on beş on altı saatlik bir sürüş için oldukça yeterli.

    Ardından konaklama işi için çadır, uyku tulumu ve mat işine odaklanıyorum. Bisikletçiler için üretilmiş çok hafif bir çadır olan Ferrino mtb2 tam da derdime ilaç oluyor. Şişme bir mat ve on derece üstü bir uyku tulumu ile tüm konaklama işini üç kilonun altında halledince gerçekten de mutlu oluyorum. Ama yine de Avustralya gezime göre su ve konaklama yüzünden en az altı kilo ekstra taşıyacağımı unutmamam gerekiyor. Onun için de gitmeden önce sıkı antrenman yapmayı unutmamam gerek.

    Sıradaki mesele ise lastikler. Yolun durumunu bilmediğim için ne kadar korumalı olsa da katlanır yol lastikleri ile gitmek pek güvenli değil. Çölde çok fazla top diken olduğunu da biliyorum. Üstüne üstlük asfaltın üzerinden kum hiç eksik olmuyor. Hem çok fazla konaklama seçeneği olmadığı için asfalttan ayrılmam da gerekebilir. Tüm bunları alt alta ekleyince ağır olmasına rağmen daha fazla korumaya sahip ve dişleri olan tur lastiklerine yöneliyorum. Altı kilo ekstranın üzerine bu da beni yavaşlatacak ama her şeyin bir bedeli var işte…

    Tur lastiklerimi, konaklama ekipmanımı ve beş litre suyumu yükleyip deneme sürüşüne çıktığım ilk gün moralim biraz bozulmuyor değil hani. Bu, önceki sürüşlerime hiç benzemiyor. Zaten sürüş zevkine çok önem verdiğim için turlarımı safkan bir yarış bisikleti ile yapıyorum. Mümkün olan en hafif ve hızlı seyir opsiyonlarına göre planlamaya alışmışken böylesine ağırlaşınca kendimi birdenbire yirmi kilo almış bir sporcu gibi hissediyorum ki, hiç hoşuma gitmiyor.

    Ama yapacak bir şey yok. Bir kere düğmeye bastım ve eğer şartlar bana uymuyorsa, o zaman bana da kendimi şartlara uydurmaktan başka bir seçenek kalmıyor. Mecburen sıkı bir antrenman programı hazırlayıp uygulamaya başlıyorum.

    Başlangıçta hiç fena gitmiyor. Hatta tam keyfim yerine gelmeye başlıyor ki asıl zorlu darbeyi alıyorum.

    GİDERAYAK ÇIKAN OMUZ

    Yine sahilde yaptığım antrenman sürüşlerinden birinde olan oluyor. Bir kaç keredir biniyor olmama rağmen hala bir türlü alışamamış olduğum tur lastiklerine bakarken, başka birisinde görsem bir türlü inanamayacağım bir şekilde düşüyorum. Hatta düşmüyorum, sahildeki kayaları sınırlayan duvara yanlamasına çarpan Karayel’in üzerinden uçup, havada yarım takla attıktan sonra sırt üstü kayaların üzerine yapışıveriyorum.

    Artık nasıl düştüysem bir anda duvarın üzeri insanlarla doluyor. Kendimi yoklayınca hislerimin yerinde olduğunu fark edip seviniyorum ama bir gariplik var. Bir iki denemeyle sol tarafımı oynatmaya başlamama rağmen üzerine düştüğüm sağ tarafımı, özellikle de kolumu bir türlü oynatamıyorum.

    Yardıma gelenlerin sol kolumdan tutup beni çekmeleriyle tekrar yukarıya çıkmayı başarıyorum ama sağ kolumu oynatamadığım için dünyam başıma yıkılmış bir haldeyim.

    Bir yandan iyi olup olmadığımı anlamak isteyen insanlara cevap vermeye, diğer yandan da azıcık dahi olsa kolumu oynatmaya çalışıyorum. Ama bütün çabalarıma rağmen zerre kıpırdamıyor. O sırada nerden geldiğini bilmediğim bir düşünce, hatta düşünce bile değil bir dürtüyle, sol elimle sağ kolumu omuzumdan kavrayıp aniden öne doğru çekiveriyorum.

    Kısa ama çok keskin bir sancının ve belli belirsiz duyulan bir tıklamanın ardından sanki taşlar yerine oturuveriyor. Ve az önce ağlamak üzere olan ben sağ kolumu yeniden hareket ettirebilmeye başlamamla birlikte önce ufaktan sonra baya baya gülmeye, insanlar da “Kafayı yemiş” dercesine birbirlerine bakıp kafa sallamaya başlıyorlar.

    Bir süre duvarın üzerinde oturup insanları iyi olduğuma ikna ediyor, ardından Karayel’i yedeğime alarak yavaş yavaş eve dönüyorum. Kolumu yerine oturttuğum için çok sevinçliyim ama, bir iki denememden sonra çok fazla kullanamadığımı fark etmemle birlikte keyfim yeniden kaçıyor. Tam da gider ayak olacak iş miydi bu şimdi?! Bir süre hıncımı lastiklerden almaya çalışıyorum ama yağma yok. Kimsenin ama benden başka kimsenin bu işte bir günahı yok…

    Sonraki günler oldukça sıkıntılı geçiyor. Omuzluk takıyorum ama yine de kolumdaki ağrılar ve o boşluk hissi arzu ettiğim kadar hızlı bir şekilde iyileşmiyor. Umudumu yitirmemeye çalışarak hafif ama düzenli antrenmanlarıma devam ediyorum. Ve sonunda gitmeme üç gün kala yaptığım, yüz kilometrelik tam yüklü sürüşü problemsiz tamamlamayı başarınca dünyalar nasıl benim oluyor tahmin edersiniz herhalde.

    BENİM KAHRAMAN; ANTİ-KAHRAMAN

    Sonunda sayılı günler bitiyor ve bir Cuma sabahı Marakeş uçuşundaki yerimi alıyorum. Uçak neredeyse tamamen dolu.

    Koltuğuma yerleşip daha kalkışı beklemeden hemen ilk filmimi; yani “Joker”i açıp izlemeye koyuluyorum. Aslında film izlemek favori etkinliklerim arasında değil. Direk olarak beynimde yeniden yapılandırma çalışması yapılıyormuş hissine kapılıyorum çünkü. Öyle ya filmi çekenin de bir meramı, kafana sokmaya çalıştığı bir şeyler var. Ha, beğenmezsen kabul etmezsin diyorsunuz değil mi; iyi de eğer filmi çeken gerçekten samimiyse, bu kadar masraf, makyaj, müzik, ışık, güzel kadınlar, güzel adamlar, güzel mekanlar ne için var bu filmlerde o zaman? Neden hiç bir yönetmen gerçek şartlarla film çekmeye yeltenmiyor. Ya da neden öyle yapanların filmleri hiç izlenmiyor? Yani benim için ve yaşı ilerleyip kaşar olmuşlar için pek sorun yok ama çocuklar için iki kötü yan etkisi var bence: 1) Yeterince güzel veya yakışıklı olmadıklarını, hayatlarının filmlerdeki kadar renkli olmadığını düşünüp bunalıma giriyorlar, 2) Rol yapmaya ve olmadıkları şekilde davranarak arayı kapatmaya çalışıyorlar ki, geleceğimizin teminatları olduklarından bu hiç kimse için pek arzulanacak bir durum değil sanırım…

    Her neyse, geçirilecek beş buçuk saatim olduğu ve aklımı yeterince başımda hissettiğim için pek de aldırış etmeden izlemeye koyuluyorum. Zaten bir “Anti Kahraman” hikayesi olduğu için -her ne kadar modern hayat klişeleri ile yüklü olsa da- ilgimi çekmiyor desem yalan olur. Çocukluğumun kahraman hayranlığı ilk gençliğim ile birlikte anti-kahramanlara kayıverirken hiç de zorlanmamıştım zaten. Kahraman şerif John Wayne ve iffetli kadın hayranları başlangıçta iyiydi ama bir süre sonra kabak tadı vermeye başlıyordu. Çünkü tek başına iyilik hiç de doğal durmuyordu sanki. Oysa ki Sergio Leone’nin ünlü dolar üçlemesinde Clint Eastwood ne kadar da bizdendi. İyiydi ama aynı zamanda kendisine kötü olma özgürlüğü de tanıyordu. Çünkü kötülük olmadan iyiliğin olamayacağını derinden seziyordu bence. Zaten iyi insanlar iyi doğmuyor ki sanıldığı gibi. Onlar da herkes gibi kötü şeyler arzulamalarına rağmen seçimlerini iyiden yana koyabildikleri için bu kadar değerliler aslında… Hep söylerim; kötüsü kaliteli olmayan filmden bir iş çıkmaz diye. Tarihe bakarsanız bütün çok ilgi görmüş filmlerin kötülerinin çok iyi olduğunu görürsünüz zaten. Baksanıza; Darth Vader gitti, muhteşem Star Wars bile bitti…

    Joker de beni yanıltmıyor. Hikayenin özü biraz sırıtsa da -zaten mantık arasaydık sinemalara gitmeyip düz hayatı izlerdik öyle değil mi- hem teknik yapım, hem olay örgüsü, hem de oyunculuk performansı çok iyi. Pek de sıkılmadan iki saat geçiveriyor. Sıkılmıyorum ama filmin karanlık ve karamsar havası ruh halimi de karartıyor. Zorlu bir iş beni bekliyor, o yüzden bunaltıcı şeylerden biraz uzak durmam lazım. Çünkü zihin bazen küçük bir çocuk gibi davranıp, kötü modundaysa pireyi deve yapmaya bayılıyor. O yüzden bu sefer bol müzikli ve daha neşeli bir film seçip ruh halimin normale dönmesiyle aynı anda Marakeş’e varıyorum.

    MARAKEŞ, DAHA DOĞRUSU KEŞMEKEŞ

    Şehirin tarihi kısmının tam göbeğindeki otelime giderken yolda oldukça modern yapılar görüyorum. Buralara bakılırsa Marakeş’in modern bir dünya şehrinden çok bir farkı yok. En çok göze batan şey ise motosiklet ve bisikletlerin çokluğu.

    İstanbul surlarını andıran bir geçitten tarihi şehire girmemizle birlikte bütün manzara değişiyor. Kızıl çöl kumundan yapılma hepsi aynı renk ve birbirine yapışık, sonradan her birinin en az dört beş yüz yaşında olduğunu öğreneceğim evlerin arasında kalakalmış daracık sokaklardan zar zor ilerlemeye çalışıyoruz.

    Minicik kapılarıyla neredeyse her evin altında bir dükkan var. Hepsinin de önünde rengarenk bir şeyler asılı. Sokaklar yine rengarenk giysileriyle insan kaynıyor. O kadar dinamik bir ortam ki ister istemez ben de canlanıyorum. Sanırım doğru yere geldim, burada gerçekten hayat var gibi görünüyor…

    Biraz daha ilerledikten sonra durup yanımızdan geçen bir cenaze kafilesine yol vermek zorunda kalıyoruz. Omuzlarda taşınan cenazenin tabutu yok. Sadece battaniye gibi bir şeye sarılmış. Tıpkı girişleri çok gösterişsiz olmasına rağmen, içeride ‘yok yok’ dükkanları gibi cenazeleri de son derece basit ve işlevsel anlaşılan.

    Sonunda küçük bir meydanda beni bekleyen otel sahibi ile buluşuyorum. Çünkü az sonra göreceğim üzere o labirent gibi sokaklarda yolumu bulup tek başıma otele ulaşmam imkansız. Gerçekten de otele, daha doğrusu aslında sıradan bir tarihi ev olan kalacağım yere varıncaya kadar geçtiğimiz daracık sokaklar başımı döndürüyor. Keşke Hansel ve Gretel gibi gelirken ardımda bir şeyler bıraksaydım diye düşünmeden edemiyorum.

    “EL FENA” GERÇEKTEN ÇOK FENA

    Daracık bir avlunun etrafındaki iki kata paylaştırılmış beş odadan oluşan evin sahibi Marouene yirmili yaşlarında ve güler yüzlü bir Fas’lı. Avlunun tepesi sonradan ışık alabilecek şekilde kapatılmış. Buradaki diğer evler de aynı şekilde çatılarını kapattığı için ve hepsi birbirine bitişik olduğu için aslında tarihi şehirin tamamı bizim Kapalı Çarşı gibi bir yer…

    Avlu ve oda gerçekten otantik. Her yer buraya has motiflerle bezeli, hem dekoratif hem de serinletmeye yarayan fayanslarla kaplı. Eskimiş ahşap kapıların kokusu ve sağa sola serilmiş kilimlerin göz alıcı renkleriyle bir araya gelince gerçekten de başka bir dünyadaymışsın hissi uyandırıyorlar.

    Marouene ile sohbet edip, hem Marakeş hem de yol hakkında bilgi almaya çalışıyorum. Çok yardımsever bir tavrı olduğu için hiç sorun olmuyor. İstanbul’a gelmişliği de varmış. Eşi de kendisi de Türkiye’yi çok seviyormuş. İlerleyen günlerde bunun neredeyse tüm Fas’lılar için geçerli olduğunu bilfiil tecrübe edeceğim zaten. İnanır mısınız; camlarında Polat Alemdar ve Kıvanç Tatlıtuğ’un resmi olmayan bir erkek berberi neredeyse hiç görmedim…

    Marouenne’den ihtiyacım olan bilgileri aldıktan sonra artık kendimi daracık sokaklardaki keşmekeşin içerisine bırakıveriyorum. Gerçekten çok değişik. Hafiften rüyadaymışım gibi geliyor. Renkler, sesler, kokular, sokak kebapçılarından yükselen dumanlar…

    O daracık, hareketli ve rengarenk sokaklarda yürüye yürüye sonunda ulaştığım yer ise tarihi şehirin tam göbeğindeki benzersiz “El Fena” meydanı.

    Burayı tarif etmek gerçekten çok zor. Koca meydan sürekli hareket eden, gürültü patırtı çıkaran rengarenk bir şeylerle dolu. Yerel eşya satanlar, kobra oynatıcıları, şarlatanlar, müzisyenler, gösteri yapanlar, seyyar kebapçılar, karası esmeri beyazı kadınlar, erkekler, çocuklar, turistler, köpekler, eşekler, vs, vs… Yok yok… Sanki on coğrafyadan on meydanı sıkıştırıp bir arada buraya koymuşlar. Tek kelimeyle baş döndürücü…

    Ağzım açık bir halde seyrederek alışmam neredeyse beş on dakikamı alıyor. Yerli yabancı turistlerle dolu meydanda yavaş yavaş yürürken bir yandan etrafımı anlamaya, bir yandan yaklaşıp sürekli bir şeyler satmaya çalışanları kibarca reddetmeye, bir yandan da bu algı bombardımanıyla aptallaşan benliğimi normal haline döndürmeye çalışıyorum.

    VİCDAN MI EGO MU ?!

    Derken ağız sulandırıcı kokular iyice başımı döndürmeye başlıyor ve ne kadar acıktığımı hatırlıyorum. Ara sokaklardan birinde, önünde üç beş masa olan büfe desem değil, lokanta desem hiç değil küçük bir yere oturuyorum. Çok fazla seçenek yok ve zaten seçmek için pek bir sebep de yok. Garson çocukla biraz şakalaştıktan sonra kırık dökük Fransızcamla tabii ki “Kuskus” sipariş ediyorum.

    Yemeğimi beklerken ister istemez sağa solu kesip etrafa kulak kabartıyorum. Arka masamda oturan orta yaşlı ve ukala görünüşlü bir Fransız adam garson çocuğu çağırıp, kibirli bir şekilde sokakta az ötemizde dilenmekte olan küçük bir kız çocuğunu işaret edince ilgimi gasp ediyor. Adamı biraz dinleyince garsona; dilenci çocuğa yemek ısmarlamak istediğini, gidip ne istediğini sormasını söylediğini anlıyorum.

    İçimden ani bir öfke dalgası yükseliyor. Günahını almayayım ama, muhtemelen Avrupa’nın yükselişte olan burnu havada ve iki yüzlü sağcı kesiminden. Ve sanırım kendi zenginliklerini sürdürebilmek adına sömürmekten hiç çekinmedikleri bu insanlara lütufkarlık ederek; a) vicdanını rahatlatmaya, b) (daha yüksek ihtimal) egosunu daha bir tatmin etmeye, c) her ikisine birden, çalışıyor.

    Yanına gidip bu aklımdan geçenleri söylememek için kendimi zor tutuyorum. Neyse ki gönlümü ferahlatan yanıt dilenci çocuktan geliyor. Bu olayla sık sık karşılaştığından olsa gerek, adamın teklifiyle neredeyse oralı bile olmayan çocuk garsona; “Yan cebime koy” der misali, “Sen bir şeyler hazırla, ben bir ara uğrar alırım” babında bir şeyler söylüyor. Ne diyeyim, adalet bazen zaman alıyor ama, eninde sonunda hesaplar kapanıyor sanki…

    O keyifle tatsız tuzsuz kuskus bile hoşuma gidiyor. Yani fena değil aslında ama bizim bulgur pilavıyla kıyaslayınca gerçekten biraz tatsız ve hafif kalıyor. Tuzsuzluğu meselesine gelince onun garip hikayesi de ayrı, daha sonra anlatacağım…

    İMPARATORLUKLAR KURUP YIKAN DAMAK ZEVKİ

    Yemeğin üstüne bizim evren panayırında bir iki tur daha atıp havanın kararmasıyla birlikte otele, daha doğrusu o gece yatacağım ortaçağdan kalma eve doğru yola çıkıyorum. Geç vakit olmasına rağmen kadınlılı erkekli herkes sokakta. İnsanlar o kadar kanlı canlı enerjik ve hayat dolu ki. Genci yaşlısı hepsinin gözleri parlıyor. Üstelik bütün dükkanlar da açık…

    Bir fırına kaça kadar açık olduklarını soruyorum; hiç kapatmadıklarını söylüyorlar. Tabi ki çok hoşuma gidiyor. Bu arada buranın ekmeği gerçekten çok güzel. Ve ben bu yüzden çok mutluyum. Çünkü eğer ziyaret ettiğiniz ülkenin ekmeği iyiyse aç kalmıyorsunuz. Hatta çoğu zaman doğru orantılı olarak o ülkenin yemekleri de çok güzel oluyor.

    Geçen yıl Avustralya’dayken hem zaten zar zor bulunan dükkanlar akşam beşte kapandığı için, hem de yiyecek doğru dürüst bir şey bulamadığım için neredeyse açlıktan öleyazmıştım. Ama gördüğüm kadarıyla burası tam tersini vaat ediyor.

    Bu düşüncelerle keyiflenmişken aklıma İngiltere, Hollanda gibi mutfağı zayıf ama sömürgeciliği güçlü ülkelerin yayılmasını ve Osmanlı gibi zengin bir yemek kültürüne sahip imparatorlukların gerilemesini damak zevkine bağlayan, ve bence de doğruluk payı oldukça yüksek olan bir teori geliyor. Bu teoriye göre mutfağı zayıf olan ülkelerin kaşifleri fethettikleri ülkelerde yemek sorunu yaşamayıp genişlemeye devam ederken, mutfağı zengin ve damak zevki muhafazakar olan ülkelerin kaşifleri sürekli ülkelerine geri dönmeyi hayal ettiklerinden fethedilen yerleri bile ellerinde tutmakta zorlanıyorlar… Uzun lafın kısası; gezen bir Türk’seniz işiniz pek kolay değil!

    Biraz vaktimi alıyor ama sonunda labirentleri aşıp otelin kapısına ulaşıyorum. Sabahın köründen beri ayakta olduğum için de hiç penceresi olmayan karanlık odamda uykuya dalmam çok fazla sürmüyor…

    DEĞİŞİK, GERÇEKTEN DEĞİŞİK

    Ertesi sabah beş buçukta uyanıyorum. Türkiye ile iki saatlik fark yüzünden gayet normal. Yeniden uyumaya çalışıyorum. Penceresiz ve karanlık odada pek de zor olmuyor.

    Sekiz buçukta tekrar kalkıp dışarı çıkıyorum. Bugün Marakeş’teki son günüm. Alışma sürecimi bugün tamamlamam lazım. Akşam onbirde otobüse binip güneye, dokuz saatlik bir yolculuğun ardından varacağım, Batı Sahra’daki başlangıç noktam Tan-Tan’a hareket edeceğim.

    Kendimi yine labirent misali sokaklara bırakıyorum. O daracık sokaklarda nasıl bir trafik anlatamam. Eşek arabaları, triportörler, dört bir yandan gelen müzik sesleri, kapalı ama son derece makyajlı ve ustaca scooter kullanırken bir yandan da çapkın çapkın bakışlar atan genç kadınlar…

    Gerçekten değişik. Ve o yüzden bir o kadar dinlendirici. Zaten yatıp uyumakla dinlenilmiyor. Ancak rutininin dışına çıkıp farklı şeyler yaptığında gerçekten dinlenebiliyor insan bence…

    Burası da gerçekten farklı. Yanından geçtiğim, aslına en yakın olarak “Pastane” olarak tanımlayabileceğim bir dükkanın vitrini bu düşüncemi iyice perçinliyor. Vitrindeki çeşit çeşit tatlılar çok güzel görünüyor ama ilgimi asıl çeken şey farklı. Vitrin ağzına kadar arıyla dolu. Yanlış anlaşılmasın, öyle üç beş tane falan değil, bildiğiniz arı kovanından hiç bir farkı yok.

    İstem dışı olarak durup aval aval tezgahtara bakıyorum ama o da sanki hiç olağandışı bir şey yokmuş gibi bana bakıp gülümseyince daha da şapşallaşıyorum. Bir an aklımdan; “Vitrininizi arılar basmış!” falan gibi bir şeyler demek geçse de, kısa bir beyin fırtınasının ardından “Başka Bir Yer”de olduğumu hatırlayıp çenemi tutuyorum. Yüzlerce binlerce arıyı fark etmeyecek hali yok ya…

    Derken kendimi sorguluyorum; “Ne olur ki tatlı vitrininde arı olsa? Alan memnun, satan memnun. Öyle ya; kusmuğunu yerken sorun yok da, sen de onu besleyince mi dert oluyor?!”. Hatta belki de böylesi daha makbul olduğu için seslerini çıkarmıyorlar. Öyle ya tatlılar güzel olmasa arıların orada ne işi var ki ?!

    Cümbüşlü labirentlerde epey yürüdükten sonra yine surları geçip bu sefer kentin modern kısmına geçiyorum. Ama burası gerçekten de son derece sıkıcı. İlgimi çekecek en ufak bir şey yok. Bildiğin dünya şehirlerinden birisi. Orada Starbucks, burada McDonalds, şurada Zara. Bir ara İstanbul’dan ayrıldığımdan bile şüpheye düşüp, çok fazla oyalanmadan dönüşe geçiyorum.

    Günün geri kalanı son ayarlamalarla geçiyor; telefon hattı, para bozdurma, bilgi edinme vs derken akşamı edip, bir süre de sokak kebapçılarıyla halvet olduktan sonra Karayel’i alıp yola düşmek üzere son kez otele doğru yollanıyorum.

    Marouenne’le vedalaşıp ayarladığı taksiye binerek otogara gidiyor, otobüs saatini beklemeye başlıyorum. Artık hazırım. Ve sürüşe başlayacağım için son derece heyecanlıyım. Ama bambaşka bir coğrafyaya gittiğim için de tırsmıyor değilim hani.

    Sonunda otobüs kalkıyor. Bu kadar curcunanın ardından aşırı yüklenen beynim sonunda iflas ediyor ve ben de ertesi güne dinç başlayabilmek adına gözlerimi kapayıp artık biraz uyumaya çalışıyorum.

    1.GÜN / TANTAN-AKHFENIR / 118 km

    Sık sık kesilen rahatsız bir uykunun ardından beş gibi uyanıp şöförün tam arkasındaki koltuğumdan yolu kesmeye başlıyorum. Asfalt fena değil ama yol çok dar. Hatta karşıdan gelen bir araçla yan yana geçerken neredeyse çarpışacakmışız gibi koltuğumda kenara kaçıyorum. Haliyle canım sıkılıyor. Eğer yolun devamı da böyleyse işim zor.

    Derken hava aydınlanmaya başlayınca nasıl bir coğrafyaya geldiğim yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor. Önümüzdeki yoldan başka etrafta hiç bir şey yok. Son derece etkileyici ve büyülü. Ama aynı zamanda da tedirgin edici…

    Canımı sıkan asıl şey ise üşüyor olmam. Bir aydan beridir hava durumunu çalışıyorum ama ne kadar çalışırsan çalış, gideceğin yere varmadan neyle karşılaşacağını tam olarak bilemiyorsun. Tıpkı şu anda olduğu gibi.

    Soğuğun üstüne bir de sis bastırıyor aniden. Hatta sis değil, direk bulut inmiş desem daha doğru olur. Hem yolun darlığını hem de sis ve soğuğu düşünüp endişelenirken yolun kalan kısmı da bitiyor ve Tan-Tan’da bir kahvenin önünde duruyoruz.

    İLK ARKADAŞLARIM; BUJMA VE ABDURRAHMAN

    Otobüsten inmemle birlikte soğuktan dişlerim takırdamaya başlıyor. Karayel’i taşıyan kutuyu indirip sağa sola bakıyorum ama hiç bir hayat belirtisi göremiyorum. Kıyafetlerim de kutunun içindeki çantada olduğu için bir an önce kutuyu açıp Karayel’i kuracağım bir yer bulmam lazım ama etrafta açık bir yer görünmüyor.

    Derken gençten bir çocuk gelip kahvenin kepenklerini kaldırıyor. “Açıyor musun?” diye sorunca, “Yirmi dakika sonra” diyor. Yapma donuyorum gibilerinden bakınca; “Geç şurada otur bari gibilerinden bir şeyler yapıyor. Kutuyu kapının önüne bırakıp içeri geçiyorum. Sıcak değil ama en azından dışarıdaki nem ve ayaz yok.

    Ikın sıkın derken yirmi dakika geçiyor ve üst üste içtiğim üç kahvenin ardından biraz kendime geliyorum. Yani biraz mahrumiyet bölgesindeyim gibi ama kahve makinası muhteşem. Bildiğin Cimbali…

    Çocuğun adı Bujma. İngilizce bilmiyor. Sadece biraz Fransızca. Vücut dili falan derken iyi kötü anlaşıyoruz.

    İyice kendime gelip Karayel’i kurmaya başlıyorum. Beş on dakika sonra neredeyse hazır. Sadece alçak basınçta patlamasınlar diye uçağa binerken indirdiğim tekerleri şişirmek kaldı. Minik pompamla biraz zaman alıyor ama kolaya kaçmayıp, iyice hava basıyorum.

    O sırada gençten bir çocuk gelip benimle Türkçe konuşmaya başlıyor. Bujma çağırmış. Arkadaşıymış. Adı Abdurrahman. İki sene İstanbul’da çalışmış. Bayağı bir Türkçe konuşuyor. Hoş beş sohbet ediyoruz. Yol hakkında sorular soruyorum. Samimi bir şekilde cevaplıyor, ardından “Selametle” deyip gidiyor.

    DAKİKA BİR GOL BİR

    Ben de üzerimi değiştirip Bujma ile veda fotoğrafı çekiyorum. Tam yola çıkacağım ki ilk sürpriz beni yakalıyor. Dakika bir gol bir; ön tekerlek inmiş. İç lastiği değiştirmem gerek. Canım epey sıkılıyor çünkü bu yolculukta ilk defa dış teker olarak korumalı ve kalın tur lastiği kullanıyorum. Sökmesi takması yol lastiklerine göre daha zor ve özellikle takarken iç lastiği zedeleyip patlatma riski var. Yanımda sadece iki tane yedek iç lastik var ve buralarda bulup bulamayacağımdan da şüpheliyim.

    Derin bir nefes alıp işe girişiyorum. İç lastiği çıkarınca görüyorum ki önceden yaptığım bir yama, gökyüzündeki soğuktan olsa gerek açılmış. Hemen yenisi ile değiştirip dış lastiği yerine oturtmaya girişiyorum. İç lastiği zedelememek için çok kibar olmaya çalışıyorum ama dış lastik o kadar sert ki güç kullanmadan yerine oturması imkansız. Sonunda gözümü karartıp Allah ne verdiyse levyeye asılıyorum. Bir “Çat” sesiyle birlikte dış lastik janta oturuyor. Sanki iç lastiği yırtmışım gibi geldi ama bakalım, şişirince göreceğiz artık.

    Neyse ki korktuğum gibi olmuyor, ve şişirdiğim lastiğin olduğu gibi durduğunu görünce dünyalar da benim oluyor. Derin bir nefes alıyorum. Artık yola çıkabilirim…

    YOL

    Ve pedala basmamla birlikte yolculuk da başlıyor. Şimdiden hafifledim sanki. Herkesin sandığının aksine bu turların en kolay yanı yüzlerce kilometre bisiklet sürmek. Asıl zor olan bütün o planlamaları, ayarlamaları vs yapıp ilk pedalı basacağın noktaya gelebilmek. Gerisi zaten rüya gibi; nasıl başladı nasıl bitti hiç fark edilmiyor ki…

    Tan-Tan çıkışıyla birlikte tırmanmaya başladığım rampa çok dik değil ama şaşırtıcı biçimde aniden ısınan hava yüzünden terlemeye başlıyorum. Sıcak ne kadar can sıkıcı olsa da, yeniden doğada olmak ve yeniden kendimle baş başa olmak çok ferahlatıcı geliyor.

    O keyifle rampanın tepesini bulmam çok sürmüyor. Aşağıdaki manzara süper. Ucu bucağı görünmeyen dümdüz bir ova ve ucu bucağı görünmeyen dümdüz bir yol. Evet, işte tam da bunun için gelmiştim buraya…

    Yirmi kilometrelik keyifli bir düz yol sürüşünün ardından El Ouatya’ya ulaşıyorum. Burası Tan-Tan’ın dış dünyayla bağlantısını sağlayan liman kasabası. Sağda solda evler var. Yollar da bayağı geniş ama ortalıkta pek kimse yok.

    Su almak ve besin ikmali yapmak için kasabanın merkezine doğru yöneliyorum. Sahil kıyısında bir kaç karavan ve içlerinde yaşlı Avrupalı çiftler var. Biraz daha gidince sonunda küçük bir büfe buluyorum. İçeride gençten bir çocuk var, adı Yusuf.

    Türk’üm deyince yine yurt dışı bisiklet turlarımın artık vazgeçilmezi olan o sahne yeniden tekrarlanıyor; “Erdogan, .aşaklı adam!”.

    İçimden; “Evet Yusuf’cuğum, gerçekten .aşaklı adam ama içi seni dışı bizi yakar. Sağa sola model yaptığı zaman size giren çıkan yok, olan bizim türk lirasına oluyor!” demek geçiyor ama Fransızcam o kadar iyi olmadığı için mecburen gülümseyip kafa sallamakla yetiniyorum.

    YÜRÜYORUM…

    İki büyük şişe suyu ön maşanın sağına ve soluna yerleştirip çikolata takviyesi de yapınca artık eksiğim kalmıyor ve yeniden yola düşüyorum.

    Daha anayola çıkar çıkmaz şaşılacak kadar kısa bir sürede her yeri tekrar sabahki gibi bir pus kaplıyor. O kadar ki gözlüklerim buğulanıyor. Bu ani değişimle biraz tırsıyorum. Ciddi şekilde kuvvetlenen rüzgar da tuz biber oluyor. Umarım hava hep böyle olmaz…

    Moralimi bozmamaya çalışarak kendimi pedal basmaya veriyorum. Asfalt oldukça iyi. Yol da otobüste gördüğüm gibi daracık değil. Üstelik pek nadir araç geçiyor. Puslu ortam ve sağ yanımdan aldığım kuvvetli rüzgar dışında şikayet edecek pek bir şey yok.

    Hem geceyi yolda geçirdiğim için hem de ilk günüm olacağından bugün için sadece yüz yirmi kilometrelik bir sürüş planladım. Daha öğlen olmadı ve yolun otuz kilometresi de bitti. Havanın azizliğine uğramazsam pek bir sorun yaşamadan Akhfenir’e ulaşacağım gibi gözüküyor.

    Kafamda tipik yol hesapları yaparak giderken ileride uçsuz bucaksız yolun kenarında yürüyen büyükçe sırt çantalı birisini görüyorum.

    Sarışın genç bir erkek. Bir Avrupalı sanırım. Yaklaşıp merhabalaşıyorum. Otuzlu yaşlarının sonlarında gibi görünüyor ama hem tavırları hem de sesi sanki küçük bir çocuk gibi. Yavaş ve sakin konuşuyor. Ne bileyim, sanki başka bir dünyada yaşıyor gibi.

    Kendimi tanıtıp ne yaptığımı anlatıyorum. Sonra da soruyorum; “Peki sen ne yapıyorsun?”. Cevabı kısa ve net; “Yürüyorum.”

    Tamam onu anladık da, önümüzdeki en yakın yerleşim onlarca kilometre ötede. Nereden gelip nereye gidiyorsun…

    Kafamı kaşıyıp tekrar soruyorum; “Peki nereye yürüyorsun?” Cevabı yine kısa ve net; “Önümüzdeki kasabaya.”

    Bilemiyorum, bir gariplik var. Galiba kendimi pek iyi ifade edemiyorum. Öyle sakin sakin bana bakarken bu sefer daha sabırsızca bir soru daha soruyorum; “Peki nereden beri yürüyorsun?”. Ve tabi ki kısa ve net olarak cevaplıyor; “Augsburg.”

    O anda jetonum düşüyor ve garipliğin bende olmadığını anlıyorum. Adı Stefan’mış. Bir Alman. Aylar önce Augsburg’daki evinden çıkmış, Dakar’a doğru yürüyormuş… Ne diyeyim; “Pek bir yolun kalmamış… Selametle kardeşim…”

    Stefan’la helalleşip tekrar yola çıkıyorum. Şaşırdım ama diğer yandan çok da hoşuma gitti. Bir de bana garip diyorlar…

    ATLANTİK VE ÇÖL

    Pus hala kalkmadı ve rüzgar da aynı hızla devam ediyor. Aldırmadan sürmeye çalışıyorum. Derken kulağıma ürkütücü mü desem, hayranlık uyandırıcı mı desem o acayip gürültü çalınmaya başlıyor. Biraz daha gidince sesin müsebbibiyle karşılaşıyorum; köpük köpük devasa dalgalarıyla sahile vuran Atlantik okyanusu tüm heybetiyle kendisini önüme seriveriyor.

    Gerçekten hem sesi, hem de görüntüsü çok etkileyici. Hava durumu da bu atmosferi sanki daha bir dramatize edip beynime kazıyor. Sanırım bu görüntüyü hayatım boyunca unutmayacağım…

    Asfalt altımda akarken vakit yavaş yavaş öğlene dönüyor. Ve yine şaşırtıcı bir şekilde aniden hava açıyor. Az önce üşüyorken aniden pişmeye başlıyorum. Yalnız bu arada yine harika bir şey oluyor; ışığın artmasıyla birlikte Atlantiğin o kobalt mavisi ile çölün kızıl rengi tam önümde birbirine kavuşuyor. İnanılmaz bir renk kontrastı, ters renklerin cazibesi, zıt kutupların çekimi artık ne derseniz deyin; o inanılmaz manzara kendisini önümde olduğu gibi teşhir etmeye başlıyor. Nasıl desem; sanki yukarıdaki bana hava atıyor…

    Artık sıcaktan mı yoksa bu güzel manzaradan mı bilmiyorum başım dönmeye başlayınca durup bir mola veriyorum. Atlantiğin sesi gerçekten çok etkileyici. Etrafta ses çıkaracak başka bir şey olmadığı için etkisi daha da artıyor sanki.

    Huşu içinde suyumu içip, güneşten kamaşan gözlerimi kısarak üç yüz altmış derece etrafıma bakıyorum. Hiç bir şey yok! Gerçekten eşsiz…

    O keyifle Yusuf’tan aldığım çikolata, kek vs’leri mideye indirince daha bir neşelenip tekrar yola düşüyorum.

    Bir yarım saat sonra ileride yolun hafifçe yükselmeye başladığını fark ediyorum. Sanki iki tarafında da kum tepesi gibi bir şeyler var. Tepelerin ardına dönmemle birlikte karşıdan gelmekte olan iki bisikletçi görüyorum. Oldukça yüklü oldukları için bisikletleri durdurmadan selamlaşıp klasik; “Nereden nereye?” muhabbeti yapıyoruz. Dakar’dan gelip, İspanya’ya eve dönüyorlarmış. Karşılıklı iyi yolculuklar dileyip devam ediyoruz.

    İlerideki bir virajın ardından yol hafifçe aşağıya sallanıyor ve bambaşka bir dünyaya düşüyorum. Nereden çıktığı belli olmayan bir nehirin denize kavuştuğu bir delta burası. Ve adeta çölün ortasındaki bir cennet gibi. Deltanın ipeksi kumları üzerinde sürüler halinde uçuşan kuşlar da adeta bir dans gösterisi sergiliyorlar.

    Durup fotoğraf çekiyorum. Ama manzara o kadar geniş ki fotoğrafa sığdırmanın pek yolu yok. Bir süre uğraştıktan sonra bir türlü gördüğüm şeyi ekrana yansıtamadığım için kıl olup sonra da vazgeçiyorum. Sanki beynime kazımak daha mantıklı bir çözüm olacak…

    İLK ÇEVİRME, HEM DE DUBLE

    Yine indiğim gibi hafif bir rampayı çıkmamın ardından yolun ilerisinde iki taş kulübeden oluşan minik bir yerleşim yeri görüyorum. Çok fazla bir şey yok; orada burada bir iki keçi ve evlerden birinin arkasında kendi başına oynayan küçük bir çocuk. Bir de tam yolun kenarında duran ve ortaçağdan kalma izlenimi uyandıran diğer iki kulübeye oranla daha modern görünen küçük beyaz bir bina.

    Biraz daha yaklaşınca bunun bir Jandarma kontrol noktası olduğunu anlıyorum. Yola çıkmadan önce yaptığım araştırmalar sırasında ve okuduğum yol yazılarında bahsini çok duyduğum Jandarma kontrol noktalarından biri olmalı. Batı Sahra’nın sonuca bağlanmamış politik durumundan olsa gerek, defacto bir şekilde ülkeye el koymuş olan Fas buralarda kendisinden habersiz kuş uçurtmamaya pek bir özen gösteriyormuş. Her elli kilometrede bir Jandarma kontrol noktası olduğunu okumuştum ve sonunda ilki ile karşılaşıyorum.

    Yine okuduğuma göre durdurdukları her yabancının bütün bilgilerini kaydedip, ne yaptığını iyice soruşturmadan bırakmıyorlarmış. O yüzden yola çıkmadan önce bütün bilgilerimi içeren yarım dosya sayfası büyüklüğünde bir tablo hazırlayıp (Bilmiyorum sizde de bir çağrışım yapıyor mu ama; buralarda buna “Fiş” diyorlar!) yirmi adet fotokopi almıştım.

    İyice yaklaştığım sırada beyaz binanın önündeki küçük bir masanın başında oturmakta olan jandarmalardan birisi elini sallayıp “Mösyö, mösyö” diyerek beni yolun kenarında durmaya davet ediyor.

    Yavaşça durup yanıma gelen orta yaşlı ve sivil giyimli Jandarmaya “Selamınaleyküm” diyerek pasaportumu uzatıyorum. Hafiften şaşıran jandarma bir yandan “Aleykümselam” diyerek selamımı karşılarken, diğer taraftan pasaportuma bir göz gezdirip kaşlarını kaldırarak; “Türk?!” diye soruyor.

    Kafamı sallayıp onaylarken sırt çantamdan çıkarttığım bilgi notunu uzatarak; “Fiş?!” diye sorunca daha da şaşırıyor ama ardından gülümseyerek “Mersi” deyip, bu bende kalabilir mi babında bir şeyler söylüyor. Yine kafamı sallayıp onaylayınca sanki üzerinden bir yük kalkmış gibi seviniyor.

    Nereden geldiğimi, nereye gideceğimi ve bu akşam nerede kalacağımı sorduktan sonra bisikletimi duvara yaslayıp onunla birlikte gitmemi söylüyor. Dediğini yapıp peşine düşüyorum. Ardı sıra binanın içine gireceğimi zannederken beni üstünde yarısı yenmiş bir tavuk duran masaya oturtup, yememi işaret ederek kendisi binanın içinde kayboluyor.

    Çevirmenin böylesi. Bildiğin duble. Hem Jandarma çevirme, hem de tavuk çevirme. Ne diyeyim, büyülüsün hayat…

    Zaten bayağı acıkmıştım, o yüzden çok iyi oldu aslında. Tavuk da bir güzel olmuş ki. Yanındaki ekmek de taze. Aynen yumuluyorum. Hani adam içeriden çıkana kadar ne yesem kardır hesabı… Maalesef çıkması pek uzun sürmüyor ama tam ben kalkmaya davranırken beni tekrar yerime oturtuyor. Elini ağzına doğru hareket ettirerek yemeye devam etmemi işaret edip bir yandan da göz kırpıyor. Vallahi ne yalan söyleyeyim, tavuğun o muhteşem lezzetini aldıktan sonra zerre kadar itiraz edesim yok. Gülümseyerek “Şükran” deyip, piyangodan çıkma yemeğimi mideye indirmeye devam ediyorum.

    O sırada onlar da yoldan geçen bir iki arabayı durdurup kontrol ediyorlar. Yalnız anlayabildiğim kadarıyla buralarda Jandarma bayağı kral gibi. Yaklaşan arabalar kontrol noktasının yüz metre gerisinde kendiliğinden durup beklemeye başlıyor ve Jandarma gel işareti yapana kadar da hareket etmiyor. Yani Jandarmanın keyfini bekliyor. Ve o sırada şahit olduğum kadarıyla o keyif öyle pek kolay kolay gelmiyor…

    MANNEKEN PIS

    Neyse ben bir güzel karnımı doyurduktan sonra Jandarmalarla vedalaşıp tekrar yola koyuluyorum. Yemek üstü bisiklet sürmek hem o kadar keyifli değil, hem de o kadar kolay değil. O yüzden yavaş yavaş, hiç kastırmadan devam ederken bir yandan da ıslık çalıp şarkı söylemeye başlıyorum.

    Bir müddet sonra yolum tekrar Atlantik kıyısına çıkıyor. Yalıyarın üzerinde ve suyun yaklaşık elli altmış metre yukarısında gidiyor olmama rağmen dalgaların gürültüsü yine de son derece yüksek.

    Bu manzarayı bir yerlerden hatırlıyorum aslında. Evet evet, burası tıpkı Avustralya’da geçtiğim “Great Ocean Road”u andırıyor. Gerçekten de o kadar benziyorlar ki.

    Merakıma yenilip duruyor, Karayel’i yolun kenarında bırakıp yaklaşık bir yüz metre yürüyerek yalıyarın başına geliyorum. Aşağıda manzara muhteşem. Dev dalgalar ucu bucağı görünmeyen kumsallara vururken insanı tedirgin edercesine gümbürdüyorlar.

    Bir süre hipnoz halinde bu manzaraya bakakalıyorum. Sanki aklım duruyor. Yani bıraksalar herhalde öylece akşama kadar durabilirim.

    Tam o sırada vücudum beni uyandırmak istermişçesine çişim geliyor. Bir sağa bakıyorum, bir de sola. Görünürlerde bırakın kimseyi, elli santimetreden yüksek herhangi bir şey bile yok…

    O yüzden okyanusa doğru dönüp sanırım hayatımın en keyifli çişlerinden birini yapıyorum. Üstüne bir de yere vuran gölgemin fotoğrafını çekip WhataApp grubundakilere gönderiyorum; “Brüksel’deki meşhur Manneken Pis (İşeyen Çocuk) heykelinin bir eşini de çölde buldum!” diyerek…

    DEVELER, KEÇİLER…

    Tavuğu biraz sindirmiş olmalıyım ki bacaklarım yeniden formunu buluyor. Islık çala çala son hız giderken bir deve sürüsü görüyorum. Yaklaşık otuz kırk baş varlar. Başlarında ne bir çoban var ne de bir köpek. Yeni doğmuş gibi görünen yavruları peşlerinde hiç acele etmeden dolaşırken beni fark etmeleri ile birlikte başlarını kaldırıp gözlerini bana dikiyorlar. İster istemez öküz ve tren hikayesi geliyor aklıma…

    Biraz ileride ise bu sefer başıboş bir keçi sürüsü ile karşılaşıyorum. Onlar da peşlerinde yavruları dolaşıyorlar. Ama develere göre daha hareketliler ve benimle pek ilgilenmiyorlar. Bir iki “Mee” yapıyorum ama yine hiç oralı olmayınca ben de durmadan devam ediyorum…

    Beş on dakika daha gidiyorum ki yine hafif bir tırmanışın ardından aşağıya, ikinci bir deltaya iniyorum. Görüntü yine muhteşem. Durup fotoğraflamayı deniyorum ama yine beceremiyorum. Buraları hakkıyla görüntüleyebilmek için ciddi ekipman lazım.

    Deltanın ardından ikinci Jandarma kontrol noktası geliyor. Artık tecrübelendiğim için yine aynı sahnelerin ardından tekrar yola düşmem çok uzun sürmüyor.

    Tam her şey ne kadar da yolunda gidiyor derken rüzgar tam karşıma geçiyor. Ama zaten Akhfenir’e de pek bir yolum kalmadı. O yüzden pek aldırış etmeden kaderime yol verip elimden geldiğince kendimi yormayacak bir sürüş moduna geçiyorum.

    Bugün az yol yapma lüksüm olduğu için bol bol vaktim var nasıl olsa. Bu lüksü değerlendirip ne zaman rüzgarla biraz yıpransam hemen durup kendimi fotoğraf çekmeye veriyorum.

    Ve saat beşe doğru Akhfenir’e varıyorum.

    “HER OTELE LAZIM” LUIFI

    İyi kötü kasaba gibi bir şey bekliyordum ama burası asfalt yolun iki kenarına serpiştirilmiş lokanta ve dükkanlardan ibaretmiş gibi görünüyor. Kasaba çıkışına kadar devam edip farklı bir şey göremeyince restoranları keserek tekrar kasabanın başlangıcına dönüyorum. Çok fazla seçenek yok ama hiç yoktan iyidir.

    Yalnız hiç kalacak yer göremedim. Herhalde oteller okyanus kenarında olmalı diye düşünerek sağa doğru bir ara sokağa giriyorum. Biraz ilerleyip deniz kıyısına gelince ağzım açık kalıyor. Kasabanın sağ tarafındaki tek tük yapılar okyanusa dayanmış. Yaklaşık otuz metre aşağıda da göz alabildiğine uzanan muhteşem bir kumsal. Yıkık dökük binalara göz gezdirince yanılmadığım ortaya çıkıyor. Bunlardan iki tanesinde zar zor okunan “Otel” tabelaları var.

    Yani burası Türkiye’de olsa, birincisi burası otelden geçilmezdi, ikincisi burada tatil yapmak istesek boş yer bulamazdık, üçüncüsü de bulsak bile para yetiştiremezdik muhtemelen. Ama buradaki iki otelin kapısı da duvar. Bir ona gidiyorum, bir öbürüne ama ne gelen var ne giden.

    Derken bir tanesinin üst kat penceresinden kafasını çıkaran yaşlıca bir adam; “Bekle geliyorum.” gibilerinden bir işaret yapıp camı kapatıyor. Ve umutlu bir bekleyişle geçirdiğim iki dakikanın ardından sonunda kapı açılıyor.

    Otelin hem Önbüro, hem Housekeeping, hem Yeme&İçme, hem Güvenlik ve hem de Muhasebe müdürü olduğunu sonradan öğreneceğim ihtiyar Luifi dişsiz ağzıyla gülerek beni karşılayıp eliyle; “İçeri gel” gibilerinden bir hareket yapıyor. Yapıyor ama nedense aklıma Kırmızı Başlıklı Kız masalı geliyor. Özellikle de üzerindeki Obi Van Kenobi cüppesini görünce…

    Şaka değil, buralarda bu cüppeler rutin kışlık kıyafet gibi. Bütün erkeklerin üzerinde bunlardan var.

    OKYANUSA NAZIR KRAL DAİRESİ

    Her neyse onca yolun üzerine hiç de itiraz edecek durumda değilim. Karayel’i gösterip İngilizce onu dışarıda bırakamam diyorum. Diyorum ama, bırak yabancı dili amcamın kendi dilini konuşabildiğinden bile şüphem var. Hatta sanki her an düşüp ölecekmiş gibi titreyip duruyor. İlk başta fark etmemiştim ama herhalde bir doksan yaşında var…

    Neyse al takke ver külah Karayel’i de alıp tek kanadı açılan kapısından zar zor otele giriyorum. İçerisi fena görünmüyor ama oldukça karanlık. Sanıyorum yanlış sezonda geldim. Anladığım kadarıyla otelin tek müşterisi benim ve bu sayede Luifi’den birebir vip hizmet alıyorum. Yani almam gerekiyor ama konuşamadığımız için işler biraz aksıyor sanki.

    Tam “Nasıl yapsam acaba?” diye düşünürken Luifi yine titreyerek cebinden aşağı yukarı kendi yaşında bir cep telefonu çıkarıp tuşlamaya başlıyor. Hem titrek parmakları, hem de sürekli silip yeniden tuşlamaları tam bir sabır sınavı. Sonunda telefonu bana verip “Konuş” der gibi kafasını sallıyor.

    Nihayet… Sonunda karşımda iyi kötü İngilizce anlayan birisini buluyorum. Adı Damani ve anladığım kadarıyla otelin sahibi. Kısaca pazarlık edip geceliği yüz elli dirheme, yani yaklaşık on beş avroya otelin okyanusa nazır kral dairesini tutuyorum.

    Luifi beni odaya çıkarana kadar bir yarım saat daha geçiyor. Ama odaya girip camdan dışarıya bakar bakmaz her şeye değdiğini düşünüyorum. Manzara gerçekten muhteşem…

    Sırada duş ile kutlama var ve Luifi’nin havlu getirmesi için bir yarım saat daha beklemem gerekiyor. Sonunda sıcak suyun altına girmemle birlikte günün bütün yorgunluğu da sanki uçup gidiyor.

    BURADA ALIŞVERİŞ PEK KOLAY

    Sonunda temiz ve mutlu bir şekilde kendimi dışarı atıyorum. Çok fazla seçenek olmadığı için tekrar asfalta çıkıp az önce gözüme kestirdiğim bakkal manav karışımı dükkana gidiyorum. Ertesi günün tedariğini yapmam lazım ve Avustralya’nın beşte kapanan dükkanlarından kalma paranoyalarım olduğu için acele etmek istiyorum. Ama sanki buradaki dükkanların pek kapanmaya niyeti yok gibi…

    Tedariğimi yaparken gözüm manavdan alışveriş yapan bir adama takılıyor. Aldığı her şeyi aynı leğenin içine koyup tarttırıyor sonra da manavın söylediği parayı ödeyip gidiyor. Tam anlamaya çalışırken bu sefer bir kadın gelip aynı rutini tekrarlayınca kafam iyice karışıyor. Derken üçüncü müşteride meseleyi çözüyorum; burada sebze, meyve manavdan ne alırsan hepsinin kilo fiyatı aynı. Tarttırıyorsun, bir kerede ödeyip gidiyorsun. Harika…

    Ben de muz, portakal ve elmadan ortaya karışık bir leğen yapıp çıkıyorum. Su, çikolata, ekmek vs diğer ihtiyaçlarımı da aldığım için içim rahat. Artık güzel bir yemek yiyebilirim.

    Lokantalardan birisine gidip beyaz tenli ve yeşil gözlü aşçıya “Selamınaleyküm” diyorum. “Aleykümselam” diye cevaplayıp gülerek yüzüme bakıyor. Hadi bakalım anlat derdini…

    Gerçekten de anlatamıyorum. Ama en sonunda yanındaki kasaptan bana bir parça keçi eti aldırıp pişirmeye başlıyor. Kasap muhabbeti de manavdakine benziyor. Öyle, “Bir kilo şundan, yarım kilo bundan” falan gibi şeyler yok. Kasap amcam oğlağı kesip parçalamış. Beğendiğin parçayı seçiyorsun, artık yüz gram mı gelir, yoksa bir kilo mu. Öyle “Bu çok, bunun yarısını kes” vs gibi şeyler yok… Neyse benim seçtiğim parça da yedi yüz elli gram geliyor. Fazla ama yapacak bir şey yok. Kilosu yetmiş dirhemden yaklaşık otuz Türk lirasına acayip bir oğlak barbekü ziyafetine gark oluyorum.

    Göbeğim şişince bizim yeşil gözlü aşçı bir de nane çayı ısmarlıyor bana. İşte şimdi tam ayar oldum. Birisi beni alıp otele bıraksa ne kadar güzel olacak…

    Zar zor otele dönüp Luifi’nin verdiği anahtarla lobiye giriyorum. Her yer yine kapkaranlık. Telefonun ışığını yakıp bizim doksanlık Luifi’yi tam önümdeki koltukta cüppesinin içinde ölü gibi uyurken görmemle birlikte başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyor. Hay Allah tependen vursun be adam, az kaldı ruhu teslim ediyorduk yani…

    Elim ayağım boşalmış halde odama çıkıp kendimi yatağa bırakıyorum. Yorgunum ama keyfim yerinde. Evet ilk günü bitirdik. Bakalım önümüzdeki günler neler getirecek…

    2.GÜN / AKHFENIR-LAAYOUNE / 200 km

    Sabaha karşı dörtte dalgaların sesiyle uyanıyorum. Oda çok soğuk. Yine de yataktan çıkıp camdan dışarıyı kontrol ediyorum. Korktuğum gibi. Yine bulutun içindeyiz. Az ötede yanan sokak lambasının ışığı görünüyor ama kendisini göremiyorum, o kadar yani…

    “İnşallah düzelir.” diye içimden geçirip tekrar yatağa giriyorum. Şu anda uyumaktan başka yapabileceğim hiç bir şey yok. Biraz sağa biraz sola dönüyorum ama sonunda yeniden uyku galip geliyor.

    Saat yedide tekrar kalkıp cama gidiyorum. Maalesef en ufak bir değişiklik bile yok. Üstelik oda sanki daha da soğumuş. Her neyse mızıklanmam değil hazırlanmam lazım.

    Internetten hava durumunu kontrol etmeye çalışıyorum ama bağlantı çok zayıf. Yola kalın giysilerle çıksam iyi olacak. Olmasına olacak da; birincisi zaten bagaj haddim çok sınırlı olduğu için yanımda çok fazla kalın bir şey yok. İkincisi ve daha berbat olanı, hava o kadar nemli ki, akşamdan odanın orasına burasına astığım hiç bir şey kurumamış. Harika bir sabah anlayacağınız.

    Yine de şikayet etmeyi bırakıp titreye titreye üstümü giyerken bir yandan da Karayel’i hazırlıyorum. Saat sekiz oldu ama ortalık hala çok karanlık. Günün ağarma saati sekiz buçuk olarak görünüyordu zaten.
    Yine ansızın hayalet gibi karşıma çıkıp neredeyse altıma kaçırmama sebep olan Luifi ile vedalaşıp, anayoldaki kahvelerden birisine geçiyorum. Nane çayı içimi ısıtırken hava da artık ağarmaya başlıyor.

    ÖĞLENE KADAR TARFAYA

    Bugün almayı planladığım mesafe iki yüz kilometre. İlk iki yüzüm olacak. Bu bugün sorun çıkmadan bu yolu yapabilirsem, turun kalanı da tam planladığım gibi gidebilecek anlamına geliyor. O yüzden önceki günkü gibi sallanmayıp işi sıkı tutmam gerekiyor. İlk hedefim ise Tarfaya. Buradan yüz kilometre uzaklıkta ve arada mola verecek hiç bir yer yok. Öğlene kadar varabilirsem akşama hedefimi tutturmuş olurum. O yüzden Tarfaya’ya kadar hiç oyalanmamam lazım.

    Saat dokuz gibi yola çıkıp, dört saat sürüş artı bir saat toplam dinlenmelerin ardından saat iki gibi de oradan çıkmam gerekiyor. Kabaca bir hesabın ardından her saat en az yirmi beş kilometre sürüp ardından on dakikalık bir mola vermeyi, böylece saat bir buçukta Tarfaya’ya varıp, yarım saatlik yemek molasının ardından saat ikide tekrar yola çıkmayı planlıyorum.

    Çayımdan son yudumumu da alıp pedala basıyorum. Hava soğuk ama en azından rüzgar sağ arkamdan esiyor. Yerler de biraz ıslak gibi o yüzden dikkatli olmak lazım.

    İdeal sürüş şartları olmamasına rağmen yine de ilk iki saatte elli kilometre yol artı iki tane on dakikalık mola hedefime ulaşıyorum. Son otuz kilometredir sahilden güneye, karaya doğru gitmeye başladım ama hava hala soğuk.

    Ve tekrar kuzeye dönmemle birlikte işin rengi değişiyor. Az önce sağ arkamdan esmekte olan rüzgar, hem de kuvvetlenerek bu sefer neredeyse tam karşımdan esmeye başlıyor. Hem yavaşlatıyor hem de üşütüyor. Tuzla biber olmak istermiş gibi bir de boyun ağrısı çörekleniyor üzerime. Kuvvetli rüzgardan tutuldu herhalde…

    Sinirlenmeye başlıyorum ve ruh halim hiç de işime gelmeyecek şekilde negatifleşiyor. Bir şeyler yapıp bu rutini kırmam lazım. O yüzden, yirmi beş kilometreyi tamamlamama rağmen yine de durup mola veriyorum.

    Boynuma kas gevşetici bir merhem sürüp oyalanmak için üstümü değiştiriyorum. Akşamdan hazırladığım sandviçin yarısını götürürken bir yandan da haritadan daha ne kadar Kuzeybatı yönüne gideceğime bakıyorum. Yaklaşık bir yirmi kilometre daha bu ızdırap devam edecekmiş gibi görünüyor.

    JANDARMA ÖMER İLE SELFİ

    Neyse ki merhem biraz işe yaradı gibi. Sinirlenmemek için kendime söz verip tekrar yola çıkıyorum. Sonraki bir saat kendimi içine soktuğum bir nevi hipnoz ile geçiyor. Sıkıntılı ama aldırmamaya çalışıyorum.

    Ve sonunda tekrar Güney-Güneybatıya dönmemle birlikte her şey değişiyor. Sanki bunu bekliyormuş gibi bulutların arkasında saklanan güneş de ortaya çıkınca planladığım vakitten sadece yarım saat sonra Tarfaya’nın girişine ulaşıyorum.

    Zorunlu molamda sandviçin yarısını yediğim için çok aç değilim. Hem biraz vakit de kaybettim. Tarfaya'nın içine girmeyip doğruca Laayoune yönüne dönersem kaybettiğim zamanı telafi edeceğimi hesaplayıp durmadan yoluma devam etmeye karar veriyorum. Zaten önümdeki otuzuncu ve yetmişinci kilometrelerde durabileceğim iki yer var.

    Ben devam etmeye karar veriyorum ama Tarfaya sapağındaki Jandarmalar pek öyle demiyor. Yine her zamanki rutini yineliyoruz; sağa çek, “Selamaleyküm, aleykümselam”, “Türk, oooo Türk!”, “Erdogan, Erdogan”, “Selametle, Şükran”…

    Yalnız bu seferki genç Jandarma Ömer pek sevimli, üstelik beni kırmıyor, birlikte bir de selfi çekiyoruz…

    Yol buradan itibaren artık tamamen Güneye dönüyor. Ve abartmasız bugüne kadar sürdüğüm en güzel yollardan birisinde gitmeye başlıyorum. Bence burası “Yol Bisikletçileri”nin “Rüya Yolu” olmak için en kuvvetli adaylardan birisi. Neden mi? Nedeni çok…

    Öncelikle etraf rüzgar gülü dolu ve yüzleri tam arkama bakıyor. İkincisi asfalt bildiğin kaymak. Üçüncüsü yarım saatte bir bir araba ya geçiyor ya geçmiyor. Ve son olarak da; sağ tarafımda masmavi Atlantik, sol tarafımda ise Mars’tan biraz hallice kayalık çöl uzanıyor. Gerçekten eşsiz…

    PACO

    Sanki sabah çektiğim sıkıntıların telafisiymişçesine harika bir sürüş oluyor. Islık çala çala giderken ileride benimle aynı yönde gitmekte olan üç bisikletli görüyorum. Dümdüz yolun ilerisinde önce pire kadarken giderek büyüyorlar ve sonunda en arkadakinin soluna geçip sürüşü bırakmadan “Merhaba” diyorum.

    Beni farkedince biraz şaşıran sürücü gülerek selamımı karşılıyor. Orta yaşlı bir erkek. Bisikleti bayağı yüklü. Benim “Hafif ve Hızlı” tarzımın aksine, kısa zamanda çok fazla yol kat etmeden kamp yaparak dolaşan turculardan olmalılar. Sıcaktan ve bisikletinin ağırlığından olsa gerek giysilerini çıkarmış. Üzerinde mayosundan başka bir şey yok.

    Vaktim kısıtlı ve yolum uzun olduğu için bisikleti durdurmadan olabildiğince sohbet etmeye çalışıyorum. Adı Paco. İspanyol’a benzetiyorum ama okyanusun batısında bir kaç yüz kilometre ötedeki Kanarya Adaları’ndan geliyorlarmış. İki erkek ve bir kadın. Günde elli kilometre civarı yol yaparak Laayoune’a gidiyorlar. Oradan da uçağa binip tekrar Kanarya Adalarına döneceklermiş.

    Ben de Dakhla’ya doğru gidiyorum deyince şaşırıp; “Bütün ekipmanın bu kadar mı?” diye soruyor. Gülerek evet deyince kaşlarını kaldırıp; “Peki akşamları ne yapıyorsun?” diye soruyor. “Otelde kalıyorum” deyince anlamıyor ve açıklama ihtiyacı hissedip; “Ben günde iki yüz kilometre gidebiliyorum.” deyince jetonu düşmüş gibi; “Aaaa” diyor. Biraz düşündükten sonra da; “Aslında hiç fena fikir değil.” diye ekliyor… “Aynen” diyerek göz kırpıyorum.

    Paco’ya iyi şanslar dileyip tekrar hızlanıyor ve yanlarından geçerken diğer kadınla erkeği de selamlıyorum. Yol gerçekten harika. Ama yine de on kilometre ilerideki Tah’da durup bir şeyler yesem ve biraz dinlensem hiç fena olmayacak.

    SİVİL İNİSİYATİF

    O on kilometre nasıl geçiyor hiç anlamıyorum. Soldaki bakkal-kahve karışımı dükkanın önünde durduğum anda havanın aslında ne kadar sıcak olduğunu fark ediyorum. Ve cayır cayır yanmakta olan kollarımı. Bunlar ne ara bu kadar kızardılar ki, inanılmaz…

    Tarfaya’dan sonra hiç farketmedim ama bayağı yorulmuşum. Özellikle Tarfaya’dan önceki o rüzgara karşı sürüş beni oldukça zorladı. Her neyse şimdi sıfırlanma zamanı. Bakkal-Kahve karışımı mekan dışarıdan bir şeye benzemiyor ama içerisi çok güzel. Her yer Fas’a özel ve bizim İznik çinilerini andıran fayanslarla kaplı. Motifleriyle insanın ruhunu, malzemesiyle de bedenini serinletiyorlar sanki..

    Orta yaşlı bakkal ile kaş göz yapa yapa anlaşıp, kendime kocaman bir ton balıklı sandviç yaptırıyorum. Yanına bir de kola açıp dışarıdaki masalardan birisine oturduğum anda normal görünüşlü bir adam gelip pasaportumu istiyor. Şaşırıp aval aval suratına bakınca da; “Polis” diyor. Göz göze geldiğim bakkal da kafasını sallayınca pasaportumu çıkarıp uzatıyorum. Sonraki günlerde bol bol karşılaşıp artık kanıksayacağım şeylerden birisi…

    Nerelisin, nereden gelir nereye gidersin, vs kısa bir sorgunun ardından pasaportumu geri verip geldiği gibi aniden kayboluyor. Yine sonraki günlerde fark edeceğim ki; yolda karşılaştığım her Jandarma ve sivil polis bir sonraki noktaya benim geldiğimi haber veriyor. Sanırım ortadan kaybolup, bağımsızlık yanlısı yerlilerle sohbet muhabbet etmemi önlemek için beni sürekli kontrol altında tutmak istiyorlar.

    O kadar açım ki çok da aldırış etmeyip direk sandviçime yumuluyorum. Ardından tatlı niyetine çikolata. Ve üzerine enfes bir amerikano. Buralarda en sevdiğim şeylerden birisi en ufak bakkalda bile mükemmel Espresso makinalarının olması.

    HAFİF VE HIZLI

    Tam da; “Keyfe gelip bayağı oyalandım. Artık gitsem iyi olacak.” diye düşünerek ayaklanmışken, bizim Kanarya Adalı gezginler gelip bakkalın önünde mola veriyorlar.

    “Tekrar merhaba!”
    “Merhaba… Çok sıcak.”

    Biraz perişan bir halleri var. Gerçekten de bu sıcakta bu kadar yükle yolculuk etmek çok zor olmalı. Ben de sıcak biraz daha azalana kadar gidişimi erteleyip biraz sohbet etmeye karar veriyorum.

    Paco, Ramon ve Deborah. Üçü de çok yorgun ve bıkkın görünüyorlar. Bisikletlerini kenara koyar koymaz da gelip Karayel’i incelemeye başlıyorlar. Sıcaktan bu kadar bunalınca “Hafif ve Hızlı” tarzı onları da cezbetmiş görünüyor sanki. “Toplam kaç kilo ağırlık ile seyahat ediyorsun?” diye başlayan sohbet alıp başını gidiyor…

    Sıcağın geçmesini beklerken bisikletlerden, yolculuktan, yemeklerden, İstanbul’dan, politikadan, insandan, oradan, buradan konuşup duruyoruz. Bir de bakıyorum ki saat üçü geçmiş. Hala almam gereken yetmiş kilometre var.

    “Benim bu akşam Laayoune’da olmam lazım, siz ne yapacaksınız?” diye sorunca gülerek; “Biz bugün artık buralardayız, Laayoune’a ise ancak öbür gün varmayı planlıyoruz, sana iyi yolculuklar” diyorlar.

    Bir selfi çekip, adres değiş tokuşu da yaptıktan sonra tekrar yola çıkıyorum. Kaymak gibi yol Laayoune’a yaklaştıkça yer yer bozulmaya ve giderek meyillenmeye başlıyor. Ama yine de çok büyük bir aksilik çıkmadan saat yedi gibi Batı Sahra’nın başkentine varıyorum.

    Evet, her şey planladığım gibi gitti. O yüzden keyfim oldukça yerinde. Şimdi bir de güzel bir otel bulup sıcak bir duş aldım mı benden iyisi olmaz herhalde.

    BENİM CANAVARIN YANINA KOY

    Bisikletle dolaşarak kalacak bir yer bulurum elbet diye düşünmüştüm ama beklediğimden çok daha büyük bir şehir ile karşılaşınca çareyi internetten otel bakmakta buluyorum.

    Çok geçmeden kendimi uygun fiyatlı ve temiz San Mao Sahara otelinin modern görünümlü ve şaşırtıcı derecede akıcı bir şekilde İngilizce konuşan resepsiyonisti Sarah ile pazarlık ederken buluyorum. Ama işe yaramıyor. Neyse ki otel ucuz, üstelik oda-kahvaltı…

    Karayel’i gösterip; “Onu ne yapabiliriz? diye sorunca Sarah; onu takip etmemi söyleyerek beni otelin kapalı garajına götürüyor. Kenarda duran güzel bir motorsikleti gösterip; “Benim canavarın yanına koyabilirsin.” diyerek göz kırpınca devrelerim yine minik bir kısa devre yapıyor, bir kez daha çölün ortasında olup olmadığımla ilgili şüpheler yaşıyorum.

    Odam küçük ama son derece kullanışlı. Duş ise mükemmel geliyor. Üzerimi değiştirip, (Yanlış anlaşılmasın, sadece bike-shirt’ü çıkartıp normal t-shirt giyiyorum, bagaj haddi sıkıntısı sebebiyle geri kalan her şey aynı), hava kararmadan kendimi dışarı atıyorum.

    Bugün iki yüz kilometre yol yaptım ama kendimi çok iyi hissediyorum. tek sıkıntım cayır cayır yanmakta olan kollarım. Bir an önce bir eczane bulsam iyi olacak. “Umarım açık bir tane bulurum.” demeye kalmadan önüme kocaman bir tane çıkıveriyor. Sahibi de pek cana yakın. Üstelik çat pat İngilizce de biliyor. Altmış faktör bir koruma kremi alıp şehir merkezine doğru yürümeye başlamadan önce ne olur ne olmaz diyerek; “Saat kaça kadar açıksınız” diye soruyorum. “Gece yarısına kadar.” deyince haliyle gözlerim büyüyor. “Nöbetçi misiniz?” diye soruyorum. “Yok hayır, burada neredeyse bütün dükkanlar gece yarısına kadar açıktır.” deyince bir yaşıma daha giriyorum. Avustralya’da zar zor bulduğum ve beşte kapanan dükkanların ardından, benim için tam bir cennet çıktı buralar…

    GÜNDÜZ GEÇİT VERMEYEN ÇÖLÜN ACISINI GECE ÇIKARANLAR

    Burası gerçekten oldukça büyük bir şehir. Yani direk uçakla gelmiş olsam, kimse burasının çölün göbeği olduğuna inandıramazdı beni herhalde. Üstelik sadece büyük de değil, aynı zamanda oldukça modern. Kent merkezine vardığımda İstanbul’un pek çok köşesinden bir fark göremiyorum.

    Bir de acayip canlı buralar. Geç saat olmasına rağmen, kadınlı erkekli herkes sokakta, ara sokaklarda çocuklar top ve saklambaç oynuyor. Caddelerde ise bütün mağazalar açık ve her yer cıvıl cıvıl. Az önce Eczacıya şaşırmıştım ama kendi gözlerimle görünce artık inanmazlık edemiyorum. Sanırım bu bir tür “Gündüz pek geçit vermeyen çölün acısını gece çıkartmak!” gibi bir şey olsa gerek…

    Ve ben de bunun tadını çıkartmaya karar verip kendimi kalabalığın içerisine bırakıyorum. Niyetim yerel bir şeyler bulup yemek. Bir de Fas’a geldiğimiz ilk günden beri etrafta hiç makarna görmedim. O yüzden burada şansımı deneyeceğim, zira günlerdir ideal bisikletçi yemeği olan makarna aşeriyorum.

    İlk olarak yerel bir çorba olan Herira’yı keşfediyorum. İçinde yok yok. Bizim Ezogelin çorbasının içine biraz tarhana çorbası ve biraz da nohut eklemişler sanki. Gerçekten de dehşet lezzetli ve besleyici bir şey. Zaten buralarda ekmek de çok güzel olduğundan iki tas içmemek için kendimi zor tutuyorum. Ve tuttuğum için de tebrik ediyorum çünkü çorbacının biraz ilerisinde spagetti yapan bir lokanta varmış. Artık değmeyin keyfime…

    Porsiyon da felaket. Neredeyse patlayana kadar yiyorum. Hem yorgunluktan, hem de şişkinlikten kalkıp otele dönebilmek oldukça vaktimi alıyor. Ama sonunda yatakla buluşuyor, dışarıdan çok fazla gürültü patırtı gelmesine rağmen hemen uykuya dalıyorum.

    3.GÜN / LAAYOUNE-BOUJDOUR / 187 km

    Saat sabaha karşı altı. Erken ama uyandım. Üstelik zımba gibiyim. Metabolizma hızlanmaya başladı. Uykusuzluk artık yakınımda, hissedebiliyorum.

    Havanın ağarması sekiz buçuğu bulacağı için ağırdan alarak hazırlanmaya başlıyorum. Burası Akhfenir’e göre daha az nemli ama yine de giysilerim tam anlamıyla kurumamış.

    Sarah’ya saat yedi buçuk gibi kahvaltıya ineceğimi söylemiştim. O yüzden mecburen odada bekliyorum. Bu kadar enerjik iken yapacak hiç bir şey olmaması gerçekten çok sinir bozucu. Çektiğim fotoğrafları tekrar gözden geçirip aldığım notları yeniden düzenleyerek vakit geçirmeye çalışıyorum.

    Ve sonunda ezan sesi bekleyişimi sona erdiriyor. Yalnız ezan deyip geçmemek lazım, bizim ülkemizdekine hiç benzemiyor. Buradaki daha çok canavar düdüğünü andırıyor. Sanki müezzin direk; “Çabuk namaza gelin, yoksa ben size yapacağımı bilirim.” dermiş, veya hadi kibarlığı bırakayım, sanki neredeyse küfür edermiş gibi okuyor…

    Sevinçle resepsiyona iniyorum ama kimsecikler yok. Sağı solu kontrol ediyorum ama kahvaltı edilecek bir yer de yok. Sonunda gençten bir çocuk gelip kahvaltının terasta olduğunu söyleyince bacaklarım bayram ediyor. Bir koşu çıkıveriyorum hemen…

    Yola çıkmadan önce yemek pek adetim değil çünkü biraz sürmeden bir şeyler yemek kasları şişiriyor. Niyetim kahvaltılıklardan kendime azık yapıp yolda yemek. Yine de peynir ve zeytinlerle sandviç yaparken kendimi sıcacık ekmek, tereyağ ve balın cazibesine kaptırmaktan alıkoyamıyorum.

    KUM TEPELERİ

    Şehrin dışına çıkmam biraz zaman alıyor ama sonunda yeniden “Route Nr1”e çıkıp batıya doğru yol almaya başlıyorum. Çok geçmeden iki tarafım da kum tepeleri ile çevriliyor ve kendimi inanılmaz güzel bir manzaranın içinde buluyorum.

    Aslında çölün çok az bir kısmını kaplayan ama güzelliği nedeniyle çölü anlatan bütün eserlerde kullanıldığı için bizim “Çöl” denince anladığımız manzara bu. Kadın bedenini andıran bir yumuşaklıkta ve kızıla çalan turuncu kum tepeleri. Gerçekten de eşsiz ve çok güzel.

    DurUp biraz fotoğraf çekmeye çalışıyorum ama rüzgarın savurduğu kumlar yüzünden hiç de kolay olmuyor. Etrafta dayayacak hiç bir şey olmadığı için pedalın altına koyduğum kaskımla sabitlemeye çalıştığım Karayel, ben bir kaç adım geri çekilip kadraj yapana kadar hoppadanak devriliveriyor.

    Zor da olsa bir kaç çok güzel poz yakaladıktan sonra yola devam ediyorum. Batıya doğru gittiğim için Kuzeyden kuvvetlice esen rüzgar oldukça can sıkıyor. Ama on on beş kilometre ilerideki Port Foued’den sonra yeniden Güneybatıya döneceğim için çok dert etmiyorum.

    Port Foued’de durup artık canımı sıkmaya başlayan ön çataldaki sol su şişesi taşıyıcısını tamir ediyorum. Laçka olan vidası yüzünden su şişesi sürekli arkaya doğru düşmeye başlamıştı. Yeni bir plastik kelepçe takıyorum ama tatmin olmayınca bir de lastik ile destekliyorum. Sanki artık sorun çıkarmayacak gibi…

    Ve Güneybatıya dönüp devam ediyorum. Artık önümde blok bir seksen kilometre var. Yoldan geçen zaten az sayıdaki araçlar giderek daha da seyrekleşmeye başladı. Yavaş yavaş iyice; “Bir ben, bir yol, bir de yukarıdaki” moduna geçmeye başlıyorum.

    Keyiflendim ama boynumdaki ağrı tekerrür ediyor. Bu sefer geçmesini beklemeden durup hemen merhem tedavisi uyguluyor, hazır durmuşken sabah kahvaltıda hazırladığım sandviçlerden birisini de götürüveriyorum.

    DEVE ÇIKABİLİR

    Tekrar yol, tekrar düzlük, tekrar uçsuz bucaksızlık ve tekrar hiçliğin ortasında olma duygusu. Gerçekten çok sıra dışı ve insanı farklı ve daha önce deneyimlemediği şekilde hissettiriyor. Yine hipnoz oluyorum ve saatler pedal çevirmelerimle birlikte akıp gidiyor…

    Karnımın acıkmasıyla tekrar dünyaya dönüyor, bir “Deve Çıkabilir” tabelasının yanında mola verip Karayel’in fotoğrafını çekiyorum. Avustralya’dayken çektiğim “Karayel+Kanguru Çıkabilir Tabelası Fotoğrafı”na çok iyi bir eküri olacak…

    Yine gelenekselleşmiş bir şekilde tabelaya; Atatürk, Türk Bayrağı ve Nazar Boncuğu çıkartmaları yapıştırarak çölün ortasında izimi bırakıyorum. Biraz daha dinlenme ve ardından tekrar yol.

    Yarı yoldaki Lamssid’e iyice yaklaştım artık. Araştırabildiğim kadarıyla pek yerleşim yok ama büyük bir benzin istasyonu ve lokanta olması gerekiyor. Ve gerçekten de aynen öyle çıkıyor.

    SİVİL AMCA

    Lokantada karnımı doyurup, küçük ama yok yok marketten aldığım narlı yoğurt, şekerpare kek ve Redbul ile deyim yerindeyse ziyafeti tamamlıyorum. Tam şişmiş göbeğimi sıvazlayıp mayışma pozisyonuna geçmişken yine sivil bir amca gelip pasaportumu istiyor. Artık aşina olduğum için hiç sorun çıkartmadan veriyorum. Yine aynı sorular vs. “Selametle” deyip geldiği gibi kayboluyor. Sonradan bayağı bir hayır duamı alacak bu amca…

    Güneş hala tepede ama yol da uzun o yüzden fazla oyalanmadan Karayel’i yedeğime alıp yola doğru yürümeye başlıyorum. Tam bir hafif ticari aracın yanından geçerken, arabanın arka kapısını açmış bagajdaki bir şeylerle uğraşan, ve lokantada yemek yerken yan masamda oturduğunu hatırladığım otuz yaş civarında bir adam elinde bir şeylerle bana dönüp gülümseyerek alsana dercesine bir jest yapıyor.

    Şaşkınlığım geçince bana doğru uzattığı şeyin bisiklet tekerlerine takılan bir çift kedi gözü olduğunu anlayıp ne diyeceğimi bilemiyorum. En ufak bir ağırlık daha taşımak istemiyorum ama diğer yandan bu kibar jeste olumsuz karşılık vermek de tam bir zalimlik olacak…

    En içten gülümsememi takınıp, elimden geldiğince durumu anlatmaya çalışıyor, sağ elimi kalbimin üzerine koyup; “Şükran, şükran, şükran” diyerek sözlerimi bağlıyorum. Duygulanmamak elde değil…

    Sonraki elli kilometre yine uçarak geçiyor. Ben yine benim ama sanki tüy kadar hafiflediğim bambaşka bir evrendeyim…

    SÜRPRİİZ

    Boujdour’a kırk kilometre kala yine bir kontrol noktasında Jandarmanın kenara çek işaretiyle yavaşlayıp durur durmaz da artık adetim olduğu üzere bir fiş çıkarıp vermek için sırt çantama uzanıyorum. Ve tabi uzanmamla birlikte başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor.

    Çantam sırtımda değil. Lamssid’de unutmuş olmalıyım…

    Asıl ilginci ise daha ben ağzımı açmadan Jandarmanın bana “Çantanı unutmuşsun.” diyerek sırıtması oluyor…

    Ne diyeceğimi bilemeden bir şeyler geveliyorum. Jandarma bana kontrol noktasındaki bir sandalyeyi gösterip oturmamı işaret ederken ekliyor; “Sen otuR ben çantayı getirtmeye çalışacağım.”

    İkiletmeden dediğini yapıyorum. Zaten bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde pek bir alternatifim varmış gibi de görünmüyor.

    Bu arada saat dört olmuş ve hava kararmadan Boujdour’da olmak istiyorsam en geç beş gibi buradan ayrılmış olmam gerek… Sanki ne düşündüğümü anlamış gibi yanıma yaklaşan Jandarma elindeki telsizi işaret ederek; “Getirtmeye çalışıyorum ama ne kadar sürer bilemiyorum. Yani problem. Bence bu gece burada yat. Çadırın var mı?” diyor.

    Çadırım var ama bu rüzgarda çadırda kalmak neredeyse imkansız gibi. Zaten duralı üç dakika bile olmadı ama neredeyse buz kestim…

    JİLET JANDARMA ABDELGANİ

    İsmini soruyorum, başta biraz tereddüt edip; “İsmimi ne yapacaksın?” diyor. “Hitap etmek için” deyince; “Abdelgani” diye cevaplıyor. Kıyafeti ve duruşu jilet gibi. Arkadaşlık etmeye çalışıyorum ama bayağı bir talı-sert bizim süper jandarma. Hatıra fotoğrafı çekeyim diyorum izin vermiyor. “O zaman al sen çek!” deyince artık itiraz edemiyor. Ben de böylece Karayel ile birlikte göründüğüm nadir fotoğraflardan birisine daha kavuşuyorum.

    Abdelgani’ye elimden geldiğince diğer tur bisikletçileri gibi olmadığımı, nispeten daha hızlı seyahat ettiğimi anlatıp, eğer saat beşe kadar çantamı getirtebilirse akşam olmadan Boujdour’a varabileceğimi dolayısıyla kendisinin de endişelenmesine gerek kalmayacağını izah ediyorum.

    Çünkü diğer jandarmaların da özellikle sık sık vurguladığı gibi kendisi her ne kadar üzerine basa basa turistlerin güvenliğini önemsediklerini söylüyorsa da ben asıl dikkat ettikleri şeyin geceye kalıp kontrolleri dışında “Batı Sahra”lı bağımsızlık yanlıları ile temas etmemem olduğunu tahmin ediyorum…

    Sanırım ikna etmeyi başardım ki, saat beşe beş kala gelen bir tır son derece özenli bir şekilde paketlenmiş çantamı getiriveriyor. Bunun Lamssid’deki sivil amcamın icraatı olduğundan en ufak bir şüphem bile yok…

    Abdelgani çantayı kontrol etmemi istiyor. Gerçekten de aynen bıraktığım gibi. Peş peşe beş “Şükran” sıralayıp, telefonumu kaydeden Abdelgani’ye Boujdour’a varır varmaz arayıp nerede kaldığımı haber vereceğime söz vererek tekrar yola koyuluyorum.

    Rüzgar gerçekten de çok beterleşti. Yolun üzerinden kumlar uçuşuyor. Durup videosunu çekeyim diyorum ama hem Karayel’i düz tutamıyorum hem de daha iki dakika geçmeden donmaya başlıyorum… Vakit de geç olmaya başladığı için vazgeçip Boujdour’a doğru elimden geldiğince hızlı sürmeye başlıyorum.

    Ve saat tam yedi olmuşken şehrin girişindeki polis kontrol noktasına varıyorum. Burada Jandarma yerine polis var. Ama muhabbet aynı; “Nereden, nereye, fiş, vs, vs…”

    Abdelgani’yi arayıp vardığımı haber veriyorum. Kibarca teşekkür edip iyi yolculuklar diliyor.

    BOUJDOUR’UN BULVARI

    Polislerden otel sorup, o ıssızlıkta hiç beklemeyeceğim genişlikte ve uzunlukta bir bulvardan kente giriş yapıyorum. Sanki insanları buralara çekmek için sonradan özellikle yapılmış gibi. Bir çöl kentinin organik dokusuyla hiç uyuşmuyor. Tıpkı yolda gördüğüm birbirinin aynısı evlerden oluşmuş ama bomboş proje küçük kasabalar gibi. Anladığım kadarıyla Fas hükümeti burayı daha fazla sahiplenebilmek için kendi nüfusunu getirmeye çalışıyor ama görebildiğim ve Jandarmaların tavrından sezebildiğim kadarıyla bunda pek başarılı olabilmiş değil…

    Sonunda bulvar bitip şehir başlıyor. İşte, polislerin tarif ettiği Gos Otel’de hemen orada zaten…

    Karayel’i otelin duvarına yaslayıp binanın içine giriyorum. Respesiyon birinci katta. Kocaman üzeri boş bir masanın arkasında kapalı, ama iyice açılmış örtüsüyle rahat rahat oturan on yedi on sekiz yaşlarında bir kız oturuyor. Sanki kapalılığı muhafazakarlığından değil de çöl kumlarından korunma geleneğinden. İngilizce konuşup konuşmadığını soruyorum. Çok güzel bir telaffuzla karşılaşınca neşem yerine geliyor.

    Adı Mary. Kısaca derdimi anlatıp, yatak ve sıcak su aradığımı söylüyorum. “Tabii ki” diye cevaplayıp yanında oturan yaşlıca kadınla beni üst kattaki odayı görmeye yolluyor. Oda tam olması gerektiği gibi. En ufak lüks yok ama temiz ve kocaman bir yatak ve sıcak suyu olan bir duşu var. Daha ne olacaktı ki…

    Mary’nin yanına inip ödemeyi yapmadan önce Karayel’i koyacak bir yerleri olup olmadığını soruyorum. Beni yine az önce bana refakat eden yaşlı kadın ile bu sefer giriş katında hem mutfak hem de kiler olarak iş gören kilitli bir yeri görmem için gönderiyor. Evet burası da Karayel için biçilmiş kaftan.

    ENTELLEKTÜEL KARDEŞLER

    Çantaları çıkarıp önce Mary’nin yanına çıkıyorum. Kızcağız çok genç ama o kadar aklı başında ki kendime engel olamayıp sohbet etmeye koyuluyorum. Özellikle kent ile ilgili konuşuyoruz. Son derece entellektüel bir hali var. Konuşsak sabaha kadar konuşacağız sanki ama gidip bir şeyler yemem sonra da biraz dinlenmem lazım. İstemeyerek de olsa vedalaşıp odama çıkıyorum.

    Sonrası bildiğiniz muhteşem anlar. Güzel bir duş. Tersiz kıyafetlere geçiş. Vs, vs…

    Bu arada çok rüzgar yemekten olsa gerek sol bademciğim ağrımaya başlamış. Ve bu en büyük teknik arızadan bile daha tehlikeli. Çünkü hastalandığın anda; “Game Over”…

    O yüzden bir nöbetçi eczane vs tarifi almak için çıkmadan tekrar resepsiyona uğruyorum. Mary ile karşılaşmayı beklerken bu sefer karşıma bir iki yaş daha büyük erkek kardeşi Ahmed çıkıyor.

    O da son derece aklı başında. “Galiba bu ailede bir gelenek” diye düşünüyorum ama Boujdour’da bir kaç saat geçirip bir kaç çöl insanı ile daha tanıştıktan sonra bunun buralarda son derece normal olduğunu fark edeceğim.

    “Nöbetçi eczane bulabilir miyiz?” diye sorunca Ahmed şaşırıyor. “Buralarda dükkanlar gece yarısına kadar kapanmaz ki!” deyince Laayoune’daki eczacının söylediklerini hatırlıyorum…

    Ardından teklifsizce önüme düşüp; “Gel seni götüreyim.” deyince çok hoşuma gidiyor.

    KİLON KADAR ÖDEYECEKSİN

    Dışarı çıkar çıkmaz yine önceki akşamki gibi cıvıl cıvıl bir ortamın içine düşüveriyoruz. Her tarafta bir hareket. Genci yaşlısı, kadını erkeği.. Herkeste bir canlılık, bir neşe… Çölde bu kadar hayat olacağı kimin aklına gelirdi ki…

    Dışarıdan biraz pejmürde görünen eczanenin içeriden bakılınca İstanbul’dakilerden hiç farkı yok. Oldukça da kalabalık. Üç eczacıdan birinin bize bakması için bir iki dakika beklememiz gerekiyor.

    Sonunda bir tanesi bizimle ilgileniyor ve istediğim ilacı hemen bulup getiriyor. “Kaç para?” diye sorunca da gülerek; “Kaç kiloysan ona göre hesaplayacağım.” diyor. Bir an aklımdan manavdaki “Her şeyin kilosu aynı fiyata” muhabbeti geçerken bir yandan da içimden; “Oha ilaçlar da tek fiyat ve insanların kilosuna göre mi belirleniyor yani?” diye geçiriyorum.

    Nasıl aptal aptal bakıyor olmalıyım ki kısa bir süre sonra Ahmed ile eczacı; “Şaka şaka” diyerek kahkahayı basıyorlar. “Çölde de sazana gelmedik!” demeyeceğiz yani…

    Dışarı çıkınca Ahmed’e bildiği yemek yiyecek iyi bir yer var mı diye soruyorum. Özellikle de ev yemekleri yapan bir yer diye ekliyorum. Sonra Laayoune’daki çorba aklımda ve kalbimde yerini aldığından olsa gerek; “Çorba mesela” diye ekliyorum. Kısa bir an düşündükten sonra göz kırpıp onu takip etmemi işaret ediyor.

    Bir iki ara sokaktan geçerek yine dışarıdan pek bir şeye benzemeyen bir dükkana giriyoruz. Aslında içeriden de lokantayı andıran tek yanı iki masa ve bir kaç sandalye…

    KALAMAR ÇORBASI

    Ahmed “Selamınaleyküm” deyince arka taraftan orta yaşlı ve temiz yüzlü birisi geliyor. İnanılmayacak kadar beyaz tenli ve mavi gözlü. Ahmed kendi dillerinde bir şeyler konuştuktan sonra bana dönerek “Kalamar çorbası varmış.” diyor.

    Buyur buradan yak; yani birisi ile kazanamayacağına emin olacağım bir iddaya girecek olsam “Git çölün ortasında kalamar çorbası bul!” derdim herhalde…

    Her neyse, bulunduğum coğrafyaya zihnen uyduramadığımdan olsa gerek pek de çekici gelmiyor. Kibarca red ediyorum ama bizim temiz yüzlü aşçı ısrar edip içeriden denemem için küçük bir tasta getirdiği iki kaşık çorbayı önüme koyarak kendinden emin bir şekilde beklemeye başlıyor.

    Artık kaçış yok. İsteksizce de bir kaşık alıp tadına bakıyorum. Yani iyiki de bakmışım. Kalamar tadıyla uzaktan yakından alakası olmayan çorbanın acayip güzel bir de lezzeti var. Hafiften utanarak, “Hımm hiç de fena değilmiş aslında” babında bir şeyler mırıldanınca bıyık altından gülümseyerek göz kırpan bizim aşçı sırtımı pışpışlayıp beni masalardan birisine oturtuyor.

    Ahmed izin isteyip otele, aşçı da mutfağa doğru gidince dükkanda yalnız kalıp beklemeye başlıyorum. Beklerken de gözlerim ister istemez sağı solu tarıyor ve bir anda duvarda çerçevelenmiş bir şey görüyorum. Dikkat kesilince anlıyorum ki bu imzalı mühürlü bildiğin yeme içme mekanı ruhsatı. Sağ üst köşesinde de bizim aşçının gülümserken çekilmiş bir resmi var.

    LÜKS YOK AMA HER ŞEY VAR

    O anda biraz daha buraların ruhunu kavramaya başlıyorum. Buralarda pek prim verilmeyen dış görünüşün ardında aslında mükemmel işleyen bir sistem var. Kaç gündür beni şaşırtan bir şekilde hiç ihtimal vermediğim yerlerde hiç beklemediğim kadar uygun çözümlerle karşılaşıp duruyorum. Ve her ne kadar ilkel görünseler de aslında hepsinin altında binlerce yıllık bir bilgeliğin dna’sı yatıyor sanki… Buralarda hayat o kadar gösterişli değil belki ama son derece zengin ve işlevsel…

    Lokantadan çıkıp yürümeye başlayınca peşine takıldığım giderek büyüyen kalabalık beni sonunda cıvıl cıvıl bir panayıra götürüyor. Her taraf ışıl ışıl aydınlatılmış ve içinde PS4’ten tutun marka giyeceklere kadar her şeyin satıldığı çadırlarla dolu. Ellerindeki ekolu megafonlarla insanları kendi tezgahlarına çekmeye çalışan çığırtkanların gürültüleri nereden geldiğini kestiremediğim göbek havalarının namelerine karışıyor.

    Çadırların arka tarafına kurulmuş bir lunaparkta ise bir tarafta küçük çocuklar çığlık çığlığa eğlenirken diğer tarafta kızlı erkekli gençler çekirdek çitleyerek dolaşıyorlar… Çadırların arasında kırıtarak dolaşan kapalı kadınlar ise dikkatle bakıldığında o kadar bakımlı görünüyorlar ki anlatamam…

    ZEKA OYUNU DEDİĞİN BÖYLE OLUR

    O sırada gördüğüm bir manzara çok dikkatimi çekiyor. Sebze meyve satılan tezgahların arasından geçerken el yapımı bir damalı kartona eğilmiş dama oynuyan iki tezgahtar adam görüyorum. Yani telefonlarını kurcalamak yerine bir zeka oyunu oynuyor olmaları dikkat çekici ama daha dikkat çekici olan şey dama taşı yerine bir tanesinin dilimlediği turuncu havuç dilimlerini, diğerinin ise beyaz turp halkalarını kullanıyor olması. Zeka oyunu için zeka gerekir zaten öyle değil mi…

    Bir de dikkatimi çeken şey ortalıkta çok fazla erkeğin olmaması oluyor. Yürümeye devam edip ana caddeye çıkınca bu merakımı da gideriyorum. Caddenin iki tarafına sıralanmış kahveler tıka basa erkek dolu. Koca koca ekranlarda heyecanla Borussia Dortmund-Paris Saint Germain Şampiyonlar Ligi maçını izliyorlar.

    Canım da zaten kahve çektiği için bir tanesinden içeri giriveriyorum. Hınca hınç dolu salonu geçip dipteki mutfağa ulaşmam kolay olmuyor. Bir amerikano söyleyip yapılmasını beklerken bir şaşkınlık daha yaşıyorum. Hıncahınç erkekle dolu ve testosteronun tavan yaptığı kahvenin tek garsonu genç bir bayan. Üstelik kapalı falan da değil. Erkekler bağırıyor çağırıyor ama hissedebiliyorum ki küfür müfür yok. Evet bu çöl gerçekten de sürprizlerle dolu…

    Biraz maça bakayım diyorum ama bir kaç gündür yaşadıklarımın ardından zerre kadar ilginç gelmiyor. Garson kıza hesabımı ödeyip teşekkür ederek odama yollanıyorum. Bence bu akşamlık bu kadar şaşkınlık yeter yoksa aşırı dozdan arıza çıkacak…

    4.GÜN / BOUJDOUR-OUED KARAA / 174 km

    Korkmama gerek kalmadı zira sabaha karşı saat dört gibi arıza ile uyanıyorum. Ama aşırı dozdan değil de metabolizmamın aşırı hızlanmasından.

    Aslında önceki turlardan buna aşinayım ama yine de; “Belki bu sefer olmaz…” gibi çocuksu bir beklenti oluyor her zaman. Tabiri caizse bedenim bir enerji patlaması yaşıyor. Motorum o kadar hızlandı ki… Çok ağır bir tekerlek gibi, başlangıçta hızlandırmak biraz zaman alıyor ama bir kez hızlandı mı bu sefer de durduramıyorsun…

    Sağa dönüyorum, sola dönüyorum ama nafile. Bir türlü uyku tutmuyor. Bu kadar enerjikken hiç bir şey yapmadan durmak zorunda kalmak gerçekten de biraz işkence gibi… Tek çare zihnimi kullanarak bedenimi teselli etmeye çalışmak. Ben de çaresiz hayaller kurup kendimi oyalamaya çalışarak sabahı buluyorum…

    NEREDEN GELİYOR BU SU…

    Hazırlanıp resepsiyona inmem çok sürmüyor. Ama hemen çıkmayı planlamış olmama rağmen yeni uyanmış Ahmed ile koyu bir sohbetin içine düşüveriyoruz. Hayat, felsefe, politika… Uzun zamandır bu kadar kaliteli bir sohbeti etmediğim için çok hoşuma gidiyor. E tabii; modern hayatın ben-merkezci meşguliyetleri buralara pek uğramadığından insanlar da vakitlerini düşünüp konuşarak, telefonlarını kurcalamak yerine birbirleriyle zeka oyunları oynayarak geçiriyorlar haliyle…

    Sohbet çok hoş ama yola çıkmam lazım. Ahmed’den kibarca ama hiç de istemeyerek izin istiyorum. Karayel’i almak üzere alt kattaki mutfak-kiler karışımı mekana iniyoruz. Ben çantaları takarken su şişelerimi doldurmak ister miyim diye soruyor. “Ama” diye ekliyor; “Önce suyumuzun tadına bakmalısın.”

    Aniden çöle geldiğimden beri aklımı kurcalayıp duran o soruyu sormanın tam zamanı olduğunu fark ediyorum; “Ahmed, çölde suyu nereden temin ediyorsunuz?”

    Musluktan doldurduğu bardağı uzatırken; “Biraz iç, anlarsın.” diyerek hafiften gülümsüyor… Doğru, daha ilk yudumda anlıyorum. Bildiğin deniz suyundan biraz hallice bir şey bu içtiğim sıvı.

    Yüzümü buruşturacağımı tahmin edermiş gibi önce gülümsemesi kahkahaya dönüyor, ardından ben bir şey söyleyemeden ekliyor; “Denizden arıtıyoruz.”…

    Evet, onu anladım, tabi buna arıtmak denebilirse, ama; “Bu suyu içerek nasıl yaşayabiliyorsunuz ki?”. Bu sorunun geleceğini de tahmin etmiş olmalı ki yine ben ağzımı açamadan cevabını veriyor; “Bizim böbreklerimiz sizinkilere göre farklı. Buradaki insanlar zaman içerisinde bu suyu içerek hayatta kalacak şekilde evrimleşmişler. Uyum sağlayanlar kalmış, sağlayamayanlar da…”.

    O anda kafamda bir şimşek daha çakıyor ve yemeklerinin de neden o kadar tuzsuz olduğunu anlayıveriyorum.

    Daha yirmi dört saat bile olmadı ama sanki Ahmed ile yıllardır arkadaşmışız gibi hissediyorum. O yüzden vedalaşmamız biraz hüzünlü oluyor. Sonunda; “Selametle” deyip pedala basıyorum. Ahmed de “Selametle.” diyerek uğurluyor beni arkamdan el sallarken…

    SANDVİÇCİ HOMEROS

    Sokaklar okula giden çocuklarla dolu. Beni görünce gülümsüyorlar, ben de onlara gülümseyip göz kırpıyorum.

    Dakhla’ya varmama üç yüz elli kilometre kaldı ve artık yol boyunca başka bir köy veya kasaba yok. Sadece yolun tam ortasında, yani buradan yüz yetmiş beş kilometre sonra bir benzin istasyonu var. Oraya kadar arada hiç bir şey olmadığı için bugünkü tedariğimi de yapıp yanıma almam gerekiyor. Niyetim akşama çadır kurmak. Ama bu rüzgarda pek olacakmış gibi görünmediğinden; “Hiç olmadı benzin istasyonunun bir köşesine kıvrılıp yatacağım artık.” diyerek kendimi cesaretlendirip, yolun kenarında gördüğüm bir bakkalın önünde duruyorum.

    İçerideki siyahi gençle selamlaşıp adını soruyorum. “Omar” diye cevaplıyor. Aklım önce Türk versiyonu olan Ömer’e sonra da ister Helenik, ister Akdeniz versiyonu diyeceğiniz Homeros’a gidiyor. Ve şakalaşıp arayı ısıtmak için; “Homeros… Güzel…” diyorum, gülüyor.

    “Peki Homeros sandviç yapıyor mu ?”

    “Evet yapıyor… Fromage?”

    “Evet fromage ve Jambon? İki tane lütfen…”

    KONUŞMADAN ANLAŞMAK

    Tam mis gibi kokan taze iki ekmeği alıp önce içini bizim Karper muadili eritme peynir ile sıvayıp ardından dilimlediği salam parçaları ile doldururken dükkana iki genç kız geliyor.

    Ben zaten küçük olan dükkanı meşgul etmeyeyim diyerek dışarı çıkıp Karayel’in son kontrollerini yapıyorum ama hissediyorum ki kızların gözleri üzerimde. Bir yandan bir şeyler arıyormuş gibi yaparken bir yandan da önce bana sonra da birbirlerine bakıp gülüşüyorlar. E tabi benim gibi acayip tipler çok sık geçmiyor olmalı buralardan.

    Adı koyulmamış oyuna katılıp ben de onlara gülümsemeye başlıyorum. Onlar bana gülümsüyorlar. Ben onlara gülümsüyorum. Sonra tekrar onlar bana gülümsüyorlar. Çok hoş… Yani elimizden gelse bir şeyler konuşacağız ama dil meselesi aramızda kurşun geçirmez bir cam gibi duruyor. “Selamınaleyküm” diyorum gülerek. “Aleykümselam.” diyerek karşılıyor onlar da yine gülüşerek. Konuşamıyoruz belki ama yine de anlaşıyoruz bir şekilde, gülerek, jestlerle vs… Hatta bence İstanbul’da başkalarıyla konuşarak anlaşamadığım kadar çok anlaşıyoruz…

    Derken Homeros sesleniyor; “Sandviçler hazır monsieur…”

    Su, içecek, çikolata, meyve vs kalan eksiklerimi tamamlarken kızlar bakışlarıyla hoşçakal diyerek birer baş selamı verip gidiyorlar. Ben de tedariğimi çantalara yerleştirmek için Karayel’in yanına gidince çok canım sıkılıyor. Çünkü az önce başımdan çıkarıp gidona astığım ve çok sevdiğim şapkam yerinde yok. Kuvvetli rüzgardan uçup girmiş olmalı. “Belki de çok uzaklaşmamıştır.” umuduyla sağı solu araştırıyorum ama nafile…

    İLK DEFA KÖPEK

    Şehrin çıkışında “Dakhla”yı işaret eden tabeladan sola dönen yol bir anda yeniden ıssızlaşıyor. Bir süre Güneydoğuya gitmem gerek ve bu rüzgarla pek de hoş olmayacak ama en azından henüz sabah ve hem gün taze hem de ben diriyim.

    Yaklaşık bir saatlik sürüşün ardından tekrar Güneybatıya dönerken artık güneş de kendini hissettirmeye başlıyor. Yavaş yavaş bir tepeyi tırmanıp yeniden okyanus kıyısındaki platoya ulaşıyorum. Issızlığın ortasında okyanusun gürültüsü rüzgarın uğultusuna karışıyor.

    Az ilerledikten sonra yine bir Jandarma kontrol noktası. Sanırım şimdiye kadar gördüklerimin en ıssız olanı bu. Üstelik bu sefer ilk defa sadece tek bir Jandarma var. O da sımsıkı giyinmiş, hatta başında sadece gözlerini açıkta bırakan bir kar başlığı bile var.

    Durduğum zaman pek de haksız olmadığını anlıyorum. Sürüş esnasında anlaşılmıyor ama durduğu anda rüzgar öyle bir çarpıyor ki adamı…

    Yine bilindik hikaye, pasaport, fiş, nereden, nereye, vs… Yalnız bu sefer rüzgarın kuvvetinden olsa gerek pek uzun sürmüyor. Evraklara şöyle üstünkörü bir göz atan Jandarma “Selametle” deyip hızlı adımlarla kulübesine dönüyor.

    Yol ıssız ama birkaç kilometrede bir okyanus kenarına yapılmış dört köşe duvardan ibaret basit evcikler görüyorum. Sanıyorum buradakilerin yazlıkları gibi bir şey bunlar. Daha doğrusu balık tutma kulübeleri diyelim. Çünkü yüzlerce kilometre boyunca muhteşem sahilleri olmasına rağmen buradaki insanlar asla denize girmiyorlar. Balık tutmak ise en yaygın hobi/spor gibi gözlemleyebildiğim kadarıyla.

    Yalnız bu bir kaç kilometrede bir gördüğüm kulübelerde hiç kimse yok. Onun yerine hiç de misafirperver olmayan bekçi köpekleri beni bir güzel kovalıyorlar.

    Bir süre sonra hem kulübeler hem de tacizler sona eriyor ve yine yol ile baş başa kalıyorum.

    MAAŞALLAH

    Olaysız geçen bir sürüşün ardından öğlene doğru yol kenarındaki harabemsi bir yerde mola veriyorum. Yıkılmış duvarları ile iki üç tane eski taş binadan başka bir şey yok.

    Rüzgar hala çok kuvvetli. Öyle ki çit benzeri küçük bir taş duvarın kenarına yasladığım Karayel’i düşmesin diye büyükçe taşlarla sabitlemem gerekiyor. Çantamdan çıkardığım Homeros Sandviç’i yemeye çalışıyorum ama imkansız. Mecburen harabelerden birisinin için girip çömelerek rüzgardan ancak kurtuluyorum.

    O sırada çok acayip bir şey oluyor. Whatsapp mesajlarını kontrol ederken tanımadığım bir numaradan gelen, Google marifeti olduğu belli komik bir çeviri ile “Selamınaleyküm. Ben bir denetim. Nasılsın kardeşim Kartal” yazan mesajı okuyorum.

    Azıcık düşününce jetonum düşüyor. Bu Jandarmanın işi. Numaramı Abdelgani’den almış olmalı. Çok da iplemeyip, “İyiyim şükran. Boujdour’dan Dakhla’ya gidiyorum.” yazıp gönderiyorum. Bir dakika geçmeden başparmağı havada evrensel “tamam” işareti yapan genç bir erkek selfisi geliyor. Ben de aynını yapıp gönderiyorum…

    Takip edilmek pek hoş değil ama nasıl olsa yanlış bir şey yapmıyorum. Hem son derece de güvenli aslında. O yüzden bir adım daha ileri gidip hem daha çok rahatsız etmesinler hem de ekstra güvenlik olsun diye gps izimi gösteren linki de gönderip; “Beni buradan takip edebilirsiniz.” yazıyorum.

    Gelen cevap süper:

    “Maaşallah… İyi şanslar… Tanrı istekli… Barış yolu…”

    Buyur buradan yak…

    DOSTUM DOSTUM

    Karnım doydu, keyfim yerinde. Biraz fotoğraf çekip yeniden yola çıkıyorum. Güneybatıya doğru uzayıp giden yol dümdüz. Ucu bucağı görünmüyor. Arabalar da geçmez oldu. Sanırım artık modern hayattan yeterince uzaklaştım.

    Vakit geldi deyip kulaklıklarımı takıyorum. Aslında bu turu kurgularken en çok hayal ettiğim an buydu: Issızlığın ortasında “Uzun İnce bir Yoldayım” türküsünü dinlediğimi hayal edip duruyordum hep…

    Hazırlık olsun diye başka türkülerle giriş yapayım diyerek, ilk olarak ‘Dostum Dostum’u dinlemeye başlıyorum. Ama daha ilk notayı duyar duymaz sanki içimdeki bütün düğümler çözülüyor, bedenimde sıkışıp kalmış bütün o duygular yaş olup sicim gibi gözlerimden akmaya başlıyor.

    Bu duyguyu anlatmam gerçekten çok zor: Ağır bir yükten kurtuluş, özgürleşmek, ruhunun arınması, gereklilikler arkasına saklayıp durduğun kendine kavuşmak, yeniden çocuk olmak ilk aklıma gelen kelimeler… Ama yine de tarif etmekte yetersiz…

    Nasıl olsa etrafta hiç bir şeyde olmadığı için, iyice bir koyveriyorum kendimi. O anda kaç kilo geldiğimi sorsalar; “Bir kilo bile çekmem.” diye yemin edebilirim. Ruhum duyguların ırmağında bedenim ise ıssız yolun üzerinde yağ gibi kayıp gidiyor tarifsiz duyguların eşliğinde…

    O kadar mutluyum ki bunu paylaşmak isteyip Whatsapp grubuna yazıyorum. “Çabuk” diyorum “Herkes bana gönlünden geçen şarkıları göndersin.”…

    Ve tek kişilik harika bir parti başlıyor sevdiklerimin eşliğinde. Yağmur gibi yağıyor şarkılar, türküler.

    Erik Dalı ile birlikte artık kendimi tutamayıp bisikletin üzerinde giderken oynamaya başlıyorum. Hatta oynamamı videoya kaydedip gruba gönderiyorum. İşte öylece binlerce kilometre öteden akmakta olan şarkılarla türkülerle oynaya oynaya akıp giderken hayatım boyunca hiç unutamayacağım eşsiz anlardan birisi daha kazınıveriyor belleğime…

    Kendimi o kadar iyi hissediyorum ki; “Herhalde böylece sonsuza dek gidebilirim.” diye geçiyor içimden…

    NEDEN KORKMUYORUM

    Çölün “Hiçliğinin” ortasında, modern hayatın “Herşeyinin” gölgesinde kaybolan benliğim sanki yeniden doğuyor… Bir yol, bir ben ve bir de varsa eğer yukarıdaki… Son derece basit ama bir o kadar da güzel… Tıpkı pasta yerine ekmek, şerbet yerine su gibi…

    Ve yine oluyor… Kendimden kurtulup yeniden herşeyin parçası olduğumu hissetmeye başlıyorum. Kendimi kaybetmem ile birlikte haliyle ondan kaynaklanan sınırlılıklarım ve korkularım da işlevsiz kalıyor. İşte özgürlük… İşte bu turların hedefi ve tepe noktası…

    “Bunu paylaşmam gerek.” diye düşünüp gruba şu mesajı atıyorum;

    “Fırsattan istifade hep merak edip sorduğunuz bir şeyi cevaplayayım bari: bu ıssızlıkta korkmuyor muyum ?!

    Şimdi şöyle; tam şu anda, bu büyük bütünün ortasında, kendimi sınırlarımdan kurtulmuş ve öylesine buraya uyumlu olarak hissediyorum ki, sürekli yapışıp kaldığım ve başıma bin türlü dert açan benliğimin hiç bir anlamı kalmıyor. Yaşam ve ölümün ne kadar birbiri olduğunu, ve aslında tıpkı benimle burası gibi nasıl da aynı bütünün ayrılmaz parçaları olduğunu şu anda son derece iyi anlamış vaziyetteyim… İşte ben dediğim şeyin sınırları böylelikle ortadan kalktığı için haliyle ona bir şey olmasından korkmaya da gerek kalmıyor.

    Uzun lafın kısası; şu an ölsem de gam yemeyeceğim için: hayır korkmuyorum…

    Ve bunu idrak etmek o kadar uyandırıcı ve özgürleştirici ki”

    TABELANIN YARIM METREKARELİK GÖLGESİ

    Sadece kendim olduğum düşüncesiyle birlikte onun en iyi dostu zaman kavramım da hafiften kayboluyor. Ne kadar bir süre böyle uçmuş bir halde gittiğimi anlamadan, artık bacaklarım çalışamaz hale gelince durmak için bir yer aramaya başlıyorum.

    Sanırım benzinim bitti. Yeniden doldurmam gerek. Ama bu güneşin alnında şöyle altına girebileceğim elli santim yüksekliğinde bir taş bile yok ortalıkta. Neyse ki biraz daha gidince karşıma yolun sol tarafında aşağı yukarı bir metrekare gölgesi olan büyükçe bir tabela çıkıyor.

    Az önce yaşadığım mutluluğun sarhoşluğuyla bir yandan sandviçlerimi tıkınırken bir yandan da aldığım notlara bakıyorum. Öyle komikler ki… Artık mutluluk mu çarptı yoksa güneş mi karar veremiyorum. Umurumda da değil zaten…

    Yedikçe yiyorum tabelanın minik gölgesinde. Sanki boğazımda bir kara delik varmış gibi ağzıma attığım her şey hop diye içeriye çekiliveriyor. Öyle ki bir süre sonra artık yiyip içmekten yoruluyorum…

    Karnım doyunca yavaşlıyorum. Bu her şeyin huzurla dolu olduğu yerde kendimi bu sessizliğe bırakmak çok hoşuma gidiyor. Derken yolun ortasına çıkıp yavaş yavaş dönerek etrafıma bakmaya başlıyorum. Masmavi gökyüzü ve benden başka hiç bir şey yok. O kadar sıra dışı ve güzel ki…

    ISSIZ YOLDA ESKORTLAR

    Yeniden yola düşüp, artık neredeyse hiç araba geçmeyen kaymak gibi asfaltın üzerinde zikzaklar yaparak gitmeye başlıyorum. Bedava lunapark gibi bir şey işte…

    Sonra sanki yalnızlığımı farketmiş ve mutluluğumu paylaşmak istermiş gibi, önce bir iki derken giderek onlarca helikopter böceği etrafımda dönüp durmaya, asfaltın üzerinde adeta bana eskortluk yapmaya başlıyorlar.

    Nasıl olsa kimse yok ya, ben de başlıyorum onlarla sohbet etmeye. Hem çok iyi dinliyorlar, hem de hiç cevap vermiyorlar. Bedava lunaparkın üstüne bedava terapi. Burada hayat pek bir kolay…

    Derken yine doğa kanunları tecelli ediyor ve yukarıdaki bu yaşadıklarımı kıskanmış olmalı ki, zaten oldukça zorlayan sıcağın yanına bu sefer kafa rüzgarı ve rampa ekliyor… Eklesin. O anda yol da benim, dünya da benim. Zararı yok…

    PETROM SAHARA

    Epey bir tırmanışın ardından önce “Noufied” tabelasını, ardından da ilerideki benzinciyi görüyorum. Henüz sadece yüz elli kilometre oldu. yani beklediğimden yirmi beş kilometre önce…

    Petrom Sahara tabelasından benzinciye giriyorum. Küçük bir yer. Ama bir lokantası ve bakkalı var. Hatta bakkalın yanındaki küçük bir kapının üzerinde duran yamulmuş tabelada “Motel” yazıyor.

    Biraz sürpriz olmadı değil hani. Beklediğimden hem yirmi beş kilometre beride, hem de motel var. Neyse, şikayet edecek halim yok. Gerçi saat daha dört bile değil ve bu enerjiyle gece uyuyana kadar ne yapacağım hakkında hiç bir fikrim yok ama bu işin tabiatı böyle işte.

    Tam Karayel’i duvara yaslayıp kaskımı çıkarırken benzinciye bir yolcu otobüsü yanaşıyor. Ama inenlere bakınca görüyorum ki hiç yolcu yok. Bunların hepsi yeşil elbiseli askerler. Sanırım Moritanya sınırındaki garnizona göreve gidiyorlar.

    Lokantaya girip garson Ali ile tanışıyorum. Çok aç olmadığım için öncelikle moteli soruyorum. O da gidip bir başkasına sorduktan sonra; “Evet, boş oda varmış.” diyor.

    Konaklama işinin bu kadar kolay hallolmuş olması beni iyice boşluğa düşürüyor. Ben de oturup ayakkabılarımı çıkarıyorum. Çok komik, içleri kumla dolmuş. Hani öyle kumların içinde falan da yürümedim ama, rüzgarın işi mi acaba…

    CAMİ VAR

    Her neyse, çıplak ayakla yere basmak o kadar hoşuma gidiyor ki anlatamam. Keyfi katmerlemek için bakkaldan içecek bir şey alıp lokantanın önündeki sandalyelerden birisine oturduğumda Ali geliyor.

    Yüzü biraz buruşuk. Yarım yamalak Fransızca ve vücut dili karışımıyla anlattığı kadarıyla motelin anahtarı şu anda burada değilmiş.

    E yani, gerçek olamayacak kadar iyi bir şeydi sonuçta…

    “Ama cami var orada yatabilirsin.” diyor.

    Peki önümüzdeki ilk durak neresi, en yakın yerleşim veya bir sonraki benzinci ne kadar uzakta diye sorunca; “Yirmi beş kilometre sonra bir tane daha var.” deyince biraz anlamaya başlıyorum. Sanırım benim varmayı planladığım yer zaten orasıydı da burası biraz piyangodan çıktı…

    “Orada kalacak yer var mı?” diye soruyorum. Bilmiyorum gibisinden bir hareket yapıyor. “Peki orada cami var mı?” diyorum. “Evet, var.” deyince artık yola düşmek benim için kaçınılmaz oluyor.

    “Hem vakit daha erken olduğu için zaman geçirmiş olurum, hem de biraz daha yol alıp ertesi günkü mesafeyi kısaltmış olurum.” diye düşünerek tekrar hazırlanmaya koyuluyorum.

    Zaten buraya kadar bayağı bir tırmanmıştım. Eğim buradan itibaren tekrar aşağıya döndüğü için yirmi beş kilometre kolayca geçiyor ve bir saate kalmadan Ali’nin bahsettiği benzinciye varıyorum

    OUED KARAA

    Yalnız burası beklediğimden biraz daha büyük bir yer. Benzincinin arkasında bir kaç hanelik bir de köy var. Haritalarda hiç rastlamamıştım ama küçük bir tabelada yazana göre adı: Oued Karaa.

    Asıl ilgimi çeken ise az ileride asfalttan sağa sapan tali yolun köşesindeki diğer tabelada yazan: “Village de Peche” yani “Balıkçı Köyü” yazısı oluyor. Bunu haritada görmüş ama hiç bir kaynaktan bu mevsimde kimse olup olmadığını doğrulatamamıştım.

    Hava kararmadan konaklama işini halledebilmek için hemen lokantaya dalıyorum. Tezgahın arkasındaki gözlüklü arkadaşın adı Muhammed. Adı gibi kendisi de tıpkı bir Türk. Ama maalesef tek kelime Türkçe bilmediği gibi, Fransızca veya İngilizce de bilmiyor.

    Güç bela derdimi anlatmaya çalışıyorum. Sonunda anlayıp beni takip et der gibi bir hareket yaparak lokantanın çıkışına doğru yürüyor. Peşine düşüp binanın yan tarafına doğru takip ediyorum. Sonunda demir bir kapıyı açıp, iki küçük odası olan bir yere giriyoruz. Odalardan ilki boş, kapısız bir geçitten girilen diğerinde ise yere serili bir hasır ve sağda solda bir kaç minder var.

    Elimle tamam işareti yapıp, dilim döndüğünce; “Burada sadece ben mi kalacağım”ı anlatmaya çalışıyorum ama nafile. Bir süre sonra pes edip lokantaya dönüyoruz. Muhammed beni orada oturanlardan birisine götürüp, “Konuş şununla” der gibilerinden bir işaret yapıyor.

    Soufian bir tır şöförü. Çat pat Fransızca bir şeyler konuşuyoruz ama yine de söylemek istediğim şeyi anlatamıyorum.

    O sırada nereden çıktığını bilemediğim on iki on üç yaşlarında bir çocuk gelip benimle İngilizce konuşmaya başlayınca mesele halloluyor. Muhammed; evet yalnız kalacaksın der gibi başıyla onayladıktan sonra içeri gidip bir anahtarla geri dönüyor.

    Elli dirheme yani yaklaşık beş avroya anlaşıyoruz. Muhammed bir kova su ile birlikte çocuğu yanıma katıp; “Gidin.” der gibi bir işaret yapıyor. Anlamıyorum ama; “Bir bildiği vardır nasıl olsa.” diyerek çocukla birlikte mekana doğru yollanınca odaların bitişiğinde bir de tuvalet olduğunu fark ediyorum. Kovayı bırakan çocuk, duvarda asılı küçük küçük kesilmiş bir tomar paket kağıdını da gösterip göz kırpıyor. “Anlaşıldı, tamam…”

    VILLAGE DE PECHE

    Tam gidecekken çocuğu durdurup Balıkçı Köyü’nü soruyorum. “Evet, balıkçılar var. Buraya dört buçuk kilometre. Yolu da asfalt.” deyince hemen saatime bakıyorum. Havanın kararmasına bir saat ya var ya yok. Elimi çabuk tutarsam hava kararmadan gidip dönebilirim. O balıkçı köyünü görmeyi ve fotoğraflarını çekmeyi gerçekten çok istiyorum.

    Hemen Karayel’den büyük çantayı çıkarıp yola koyuluyorum. Soğuk asfalt ana yola göre daha kötü ama yine de fena değil. Işığı kaçırmamak için elimden geldiğince hızlı yol almaya çalışıyorum ve on dakika geçmeden okyanus kenarındaki köy karşımda beliriveriyor.

    Gerçekten de tıpkı masallardaki gibi bir yer burası. Hepsi kan kırmızısına boyanmış ve sanki bir elden çıkmışçasına tıpatıp onlarca kayık upuzun kumsalda yan yana yatıyorlar. Oraya buraya serpiştirilmiş, teneke, çuval, karton vs ne bulunduysa yapılmış ufacık kulübeler de kumsalın kenarında hafifçe yükselen tepeye sıralanmışlar yaralı askerler misali.

    Yemek saati olsa gerek ortalıkta kimsecikler görünmüyor. Ve batıya bakan sahilin ufkunda güneş tam batarken harika fotoğraflar çekiyorum. Hatta gaza gelip sahildeki minik kayalıklardan birinin üzerine çıkardığım Karayel’in öyle bir pozunu alıyorum ki, döndüğümde o poz pek çok arkadaşımın masa üstünü süslemeye başlıyor.

    Ne kadar istemesem de sonunda güneş batınca artık bırakmak zorunda kalıp dönüşe geçiyorum. Yolun yarısında karşıdan mobilet üzerinde gelen bir delikanlı yanımda durup Jandarmaların beni sorduğunu söylüyor. “Evet, çok severler beni, yokluğuma hiç dayanamazlar.” deyip gülüyorum içimden.

    Gerçekten de sapağın köşesinde kontrol yapan Jandarmalar beni görür görmez sanki rahatlıyorlar. Akşam içtimasına çıkıyorum; “Fiş? Meraklanmayın bu gece burada yatıyorum. Selametle…” vs, vs…

    YANLIŞ ANLAŞMANIN GÜZELLİĞİ

    Artık acıktığım için Karayel’i boş olan odaya bırakıp lokantaya dönüyorum. Muhammed tezgahın arkasında paşalar gibi oturuyor. Yine çok güzel bir anlaşamama diyaloğu yaşıyoruz. Tam evlere şenlik

    Başta biraz dert ediyordum ama artık hoşuma gitmeye başlıyor. Kendimi kaderimin eline bırakıp Türkçe, “Ne anladıysan onu getir de yiyeyim artık.” diyorum gülerek. Öylece bakıyor. Ben de gülüp; “Ok, ok.” deyip; “Hadi getir de yiyeyim.” der gibi bir şeyler yaptıktan sonra dışarıdaki masalardan birisine oturuyorum.

    Biraz sonra güveçte tavuk ve salata getiriyor. Vallahi hiç fena değil. Yumulacağım ama çatal bıçak yok. Ellerimde çatal bıçak varmış da yemek yiyormuşum gibi yapınca, o da omuzlarını kaldırıp “Yok.” dercesine bir işaretle cevap veriyor. Kaşlarımı kaldırıp Türkçe; “E nasıl yiyeceğiz o zaman.” deyince, işaret parmağı ile “Bir dakika” işareti yapıp içeri gidiyor. Döndüğünde bir elinde kahve tezgahından aldığı bir çay kaşığı, öbüründe ise mutfaktan getirdiği bir kasap bıçağı var.

    Yine Türkçe; “Ver ver, zararı yok.” deyip çay kaşığı ve mutfak bıçağı ile tavuğa girişiyorum. Şu anda şeytan gelse keyfimi bozamaz herhalde…

    Öyle acıkmışım ki yemek kesmiyor, bir şeyler daha sipariş etmeye çalışıyorum. Bu sefer güveç yerine ızgara keçi eti söylüyorum. Yani ben öyle olduğunu ve Muhammed de kendinden emin bir şekilde başını sallayarak göz kırptığı için anladığını sanıyorum. Fakat az sonra yine güveçte ama hiç değilse keçi eti gelince; “Neyse, buna da şükür.” deyip çay kaşığım ve mutfak bıçağımla tekrar yumuluyorum…

    Sonrası biraz karanlık. Ne kadar yiyip nasıl bir baygınlık geçirdiysem artık o anlar ile ilgili pek bir şey hatırlayamıyorum. Tek aklımda kalan zar zor minderli odaya geçip uyku tulumuna girdiğim ve erkenden uyuduğum…

    5.GÜN / OUED KARAA-DAKHLA / 178 km

    Arıza nüksediyor. Saat sabaha karşı iki buçukta uyanıyorum. Odalarda pencere olmadığı için kopkoyu bir karanlığın içerisindeyim. Telefonumun ışığıyla duvardaki anahtara ulaşıp ışığı yakmaya çalışıyorum ama boşuna.

    Yine telefonumun ışığını kullanarak Karayel’den söktüğüm ön farı fener gibi kullanıp demir kapıya gidiyorum. Kapıyı açınca içeri biraz ışık girer zannediyordum ama yanılmışım. Dışarısı da zifiri karanlık ve rüzgar dışında hiç bir şey duyulmuyor.

    Anlaşılan burada şebeke elektriği yok ve boşuna yakıt harcamamak için jeneratörü de kapatmışlar… Öyle ya gündüz vakti bile tek tük araba geçen bu kuş uçmaz kervan geçmez yerden bu saatte kim geçecek ki?

    BİZ Mİ AŞAĞIDAYIZ, YOKSA ONLAR MI ?

    Başımı yukarıya kaldırmamla birlikte; “İyi ki de kapatmışlar.” diyorum. Gökyüzündeki yıldızları tarif etmem imkansız… Etrafta en ufak bir ışık kirliliği olmadığı için hepsi de gökyüzünde pırıl pırıl parlayan elmaslar gibi görünüyorlar.

    Bir süre büyülenmiş gibi bu manzarayı seyrettikten sonra önce hayranlıkla ürperiyorum, ardından kafam karışıyor. Hani biz hep kendimizin aşağıda yıldızların ise yukarıda olduğunu düşünüyoruz ya. Bana o anda hiç de öyleymiş gibi gelmiyor. Hatta tam tersi olduğuna yemin edebilirim…

    Evet, sanki onlar aşağıda ve onların içine düşmemek için acilen yakınımdaki bir şeylere tutunmam lazım.

    Ve bir anda küçük bir aydınlanma anı yaşıyorum. Kendi gözümdeki delikten evreni algılamaktan, yani aşağıdan yukarıya baktığını sanmaktan vaz geçince, aslında her şeyi nasıl da sadece kibirli insan perspektifinden ve yalnızca kendi olduğum yerden gördüğümü anlıyorum. Ve aslında böyle yaparak kendimi nasıl da sınırladığımı fark etmek tabiri caizse beni genişletip, neredeyse o yıldızlarla dolu uzayın tamamıymışım gibi hissetmeme sebep oluyor.

    Bu anı ölümsüzleştirme arzusu o kadar ağır basıyor ki, pek ümidim olmamasına rağmen yıldızları fotoğraflamaya çalışıyorum. Bir iki başarısız denemenin ardından sonunda ‘Küçük Ayı’nın bir görüntüsünü almam mümkün oluyor. Küçük de olsa, bana çok büyük şeyleri anımsatacak bir hatıra…

    Soğuğa daha fazla dayanamayıp tekrar odaya dönüyorum. Saat hala çok erken ama yapacak hiç bir şey yok. Yine bilindik, sağa sola dönmeler, hayal kurmalar vs…

    OMLET VE NANE ÇAYI

    Bölük pörçük bir uykunun ardından saat yedide tekrar uyanıyorum. Jeneratör hala çalışmaya başlamamış. Mecburen far ışığında yavaş yavaş toplanarak vakit geçirmeye çalışıyorum.

    Ve sonunda gün ağarıyor… Bir aksilik olmazsa bu artık sürüşün son sabahı olacak. Lokantaya geçip Muhammed’e uğruyorum. Alıştık artık; ben Türkçe, o Arapça güzelce muhabbet ediyoruz. Omlet ve çay sipariş edip dışarıdaki masama oturuyorum. Bakalım bu sefer ne gelecek…

    Şaşırtıcı bir şekilde omlet ve kahvaltı geliyor. Ama çay kaşığım ile kasap bıçağım yok bu sefer. Çok da umursamayıp ekmeği kürek gibi yaparak girişiyorum yumurtalara. Yanında da çay. Daha ne olsun…

    Sabah hava yine biraz serin ve ısırıyor. Ama bu aslında sürüş için daha iyi. Hem insanı kendine getiriyor hem de yol boyunca su kaynatmamı önlüyor.

    Sonunda Muhammed ve ufaklık ile vedalaşıp yola çıkıyorum. Rüzgar bugün iyice beter. Hatta yola çıktığımdan beri karşılaştığım en güçlü rüzgar bu. Neyse ki tam karşımdan esmiyor.

    İnişli çıkışlı bir yoldan sekiz on kilometre gidiyorum ki aniden odanın anahtarını vermediğimi hatırlıyorum. Olacak iş değil. Bana karşı çok iyi davrandılar, o yüzden her ne kadar yolum uzayacaksa da dönüp geri götürmeye karar veriyorum.

    Veriyorum vermesine de, o kararı uygulamak pek o kadar kolay olmuyor. Geri dönmemle birlikte rüzgar da tam karşıma geçiyor. Bir iki kilometre uğraşıyorum ama nafile… Sonunda aklıma başka bir şey geliyor ve geri dönüp Dakhla’ya doğru yoluma devam ediyorum.

    MAHFOUD VE HANIMI

    Yine ıpıssız ve çok güzel bir yol. Ve yine hiç anlamadan geçen iki saat ve altmış kilometrenin ardından yolun ilerisinde bir su kulesi/deposu görüyorum. Altında da en az yüz develik bir sürü. Oldukça sakin görünen hayvanlar deponun altında uzayan yalaklardan su içiyorlar.

    Ben onlara dalmış giderken yolun sağından gelen bir sesle irkilip dönünce yaklaşık yüz metre içerideki üzerinde Fas bayrağı asılı bir binanın önünde bana “Gel gel” işareti yapan yaşlıca bir adam görüyorum.

    “Yine bir sivil herhalde.” diyerek Karayel’i yedeğime alıp yürüyerek şose yoldan adama doğru gitmeye başlıyorum. Elimi sıkıp beni içeri buyur ediyor. “Pasaport?” diye soruyorum. Hayır anlamında başını sallayıp, “Gel otur.” gibilerden bir şeyler söyleyerek beni içeriye sokuyor.

    İçeride yine aynı yaşlarda bir kadın ve yanındaki duvara gömülü taş bir fırın var. Anladığım kadarıyla önündeki tezgahta yan yana dizli bir sürü ekmeği pişirmeye hazırlanıyor.

    Kadına selam verip adamın gösterdiği sandalyeye oturuyorum. Adı Mahfoud. Duvar kenarındaki masanın üzerinden aldığı bir dosyayı elime tutuşturup bir yandan da anlatmaya başlıyor.

    Buradan geçen pek çok bisikletli gezgini ağırlamış. Gerçekten de elime tutuşturduğu dosya bu gezginlerin fotoğrafları ve yazdıkları anı notları ile dolu. “Buradan geçen ilk bisikletli Türk sensin” diyor, sanki koleksiyonuna beni de katmak istermişçesine.

    Yolun karşısındaki su deposunu gösterip; “Git altında bir duş al. Sonra da gelip hanımın ekmeklerinden yersin. Çadırını da bahçeye kur, nasıl olsa bugün Dakhla’ya gidemezsin.” diyor.

    Bir an ne yapacağımı kestiremiyorum. Adam o kadar heyecanlı ve ilgili ki kalkıp gitmek biraz kabalık olacak. Son çare dosyayı alıp ben de bir şeyler karalamaya başlıyorum. Üzerine Atatürk, Türk bayrağı ve nazar boncuğu çıkartmalarını da yapıştırınca pek bir mutlu oluyor. Yakından bakıp; “Atatürk, Atatürk…” deyince mutlu olma sırası bu sefer bana geçiyor.

    Ardından kibarca o akşam Dakhla’da olmam gerektiğini anlatıp vedalaşıyorum. Biraz daha ısrar edecek gibi oluyor ama kararlı olduğumu görünce iyi yolculuklar dileyip beni uğurluyor.

    JANDARMA: BİR ANZARAN’DA NE YAPIYORDUN ?

    Mahfoud’un binasının bir kilometre kadar ilerisinde yine bir benzinci bulup duruyorum. Önceki günden kalma son Homeros sandviçimin yanına buradan aldığım kola ve armutu ekleyince yemek güzel bir ziyafete dönüşüyor.

    Artık yanımda yiyecek bir şey kalmadı ama kalan yüz kilometrelik yolda ağır yemek yemeyeceğim için bakkaldan aldığım çikolata, kek vs ile manavdan aldığım armut ve muzları çantama atıp tekrar yola düşüyorum.

    Biraz gittikten sonra bir su molası verip telefonumdaki mesajları kontrol ederken yine bir sürprizle karşılaşıyorum. Whatsapp’daki Jandarma arkadaşım Mahfoud’un evinin uydu fotoğrafını yollayıp altına da; “Burada ne yapıyorsun?” yazıp bir de çılgınca gülen surat koymuş. Hadi bakalım…

    “Mahfoud davet etti, selamlaştık.” diye cevaplayınca bu sefer; “Ne demek” yazıp ardından düşünen adam emojisi gönderiyor. Anladıysam Arap olayım…

    Kısaca sohbetimizden bahsedip; “Beni davet etti ama Dakhla’ya gitmem gerektiği için kalamadım.” yazınca bu sefer; “Tanrı isterse, övgü Tanrı’ya, davranışınıza” yazıp, başparmaklı onaylama emojisi yolluyor.

    Acayip. Gerçekten acayip….

    NEREYE GİDİYOR BU ADAMLAR

    Ama biraz daha gidince daha da acayip bir şeyle karşılaşıyorum. Aslında daha önce de bir iki kere karşılaşmıştım ama bu kadar net olarak aklıma takılmamıştı.

    Yine ıpıssız yolun ortasında giderken yanımdan geçen bir araba biraz ilerimde duruyor. Arabadan inen on beş on altı yaşlarında bir çocuk göz alabildiğine hiç bir şey görünmeyen çölün içine doğru yürümeye başlıyor.

    Başlıyor da, bu çocuk nereye gidiyor ? Bu manzarayla ya da çölün ortasında, ne yol ne de iz olan bir yerde bekleyen insanlarla daha önce de karşılaştmış ama hiç bir anlam verememiştim.

    Stefan beni şaşırtmıştı; “Augsburg’dan beri yürüyorum.” diyerek. Hatta ondan sonra yine çölün ortasında yürüyen birisini daha görmüştüm. Üstelik onun sırt çantası da yoktu. Üzerine o Obi Van cüppelerinden birisini geçirmiş, sırtına üzerinde uyuyacağı bir mat asmış, elinde de sopası bildiğin İsa peygamber gibi yürüyordu. Ama ikisi de yolu takip ediyorlardı.

    Bu bahsettiğim insanlar ise direk çölün içine, hiç bir şey görünmeyen bir noktaya doğru öylesine kendilerinden emin bir şekilde yürüyorlar ki…

    Neyse sonraki günlerde meselenin aslını öğrendim. Hepsi de çölün içerisinde, on on beş kilometre ilerideki iki üç çadırlık bizim köylerimize denk düşen obalarına gidiyorlarmış aslında. Ne yol ne de bir iz olmasına rağmen, bazen deve dışkılarını, bazen bir dikeni, bazen de bilerek oraya yerleştirdikleri bir taşı kerteriz noktası alarak.

    Ve komik olan şuydu ki onlar da bizim nasıl olup da şehirde yolumuzu bulabildiğimizi anlamakta aynı derecede güçlük çekiyorlardı… O zaman anladım. Evet, doğadan o kadar uzaklaşmıştık ki, insan yapımıza en uygun, en basit işler bile bize artık olağanüstü şeylermiş gibi geliyordu. Tıpkı yabancı oldukları şehir hayatının da bu çöl insanlarına kaotik geldiği gibi…

    JANDARMA POSTASI

    Öğleden sonra artık akşama dönerken Dakhla sapağına ulaşıyorum. Yol artık bitti sayılır. Burada 'Route Nr1’den ayrılıp Dakhla’nın üzerine kurulduğu yarımadada yapacağım yaklaşık elli kilometrelik bir sürüşün ardından tur bitecek.

    Sapakta Jandarmaları görünce seviniyorum. Gözüm bütün gün onları aradı ama neredeyse ilk defa yüz otuz kilometre boyunca bir tane bile görmedim.

    Hemen yanaşıp selamlaşıyorum. Bu ikisi oldukça neşeli görünüyor. Dakhla nispeten turistik ve arkamda kalan yerlere göre biraz çölün Paris’i gibi bir yer olduğundan olsa gerek.

    Pasaportu ve fişimi verip; “Sizden bir şey rica edebilir miyim diye soruyorum. “Tabii, söyle bakalım.” diyorlar. Oued Karaa’da kaldığım yerin anahtarını üzerimde unuttuğumu, gönderip gönderemeyeceklerini soruyorum.

    Gülerek; “Tabii ki gönderebiliriz.” diyorlar. Zaten hiç şüphem de yoktu ki. Buralarda Jandarma bence Kral’dan bile daha etkili…

    Hemen Muhammed’e kısa bir özür notu yazıyor, altına bir Türk bayrağı çıkartması yapıştırdıktan sonra anahtarı kağıdın içine paketleyip Jandarmalara veriyorum. Ardından tam üç kere gideceği yeri tarif edip Muhammed’in adını veriyorum. Jandarmalar gülerek; “Tamam, anladık, zaten orada başka bir yer yok ki, artık meraklanma.” deyip beni yolculuyorlar…

    SIRAT KÖPRÜSÜ

    Sapaktan Batı’ya dönmemle birlikte rüzgar yeniden canımı yakmaya başlıyor. Neyse ki bir süre sonra yeniden Güneye döneceğim diye kendimi avutarak devam etmeye çalışıyorum.

    Biraz devam edince tur planlamasını yaparken sürekli fotoğraflarını gördüğüm; Dakhla’nın o meşhur harika yolu aniden karşımda belirince çok duygulanıyorum. Sanki rüyada gibiyim. Durup Karayel’in içinde olduğu fotoğraflar çekmeye çalışıyorum ama imkansız. Rüzgar sürekli düşürüp duruyor.

    Bir süre sonra pes edip yeniden yola koyuluyorum. O muhteşem yol sonunda bir rampaya sarıp bitişinde de bir boğaza çıkıyor. Yalnız boğaz dediğime bakmayın genişliği en az bir beş kilometre var.

    Burası aslında Dakhla adası ile anakarayı birbirine bağlayan, deniz seviyesinden yüksekliği taş patlasın iki metre olan bir bağlantı gibi duruyor. Ve aslına bakarsanız karadan daha çok bir kum denizine benziyor. Sağım ve solum alabildiğine dümdüz ve sadece kum…

    İşte o yüzden boğazda sürüşe başlamamla birlikte, sağ tarafımdan saatte altmış kilometre hızla esen rüzgar o kumları alıp her biri birer iğneymiş gibi bedenime saplamaya başlıyor. Ve o kum denizinin ortasındaki tek şey olan yol için o anda aklıma gelen tek bir tanımlama var; Sırat Köprüsü…

    Sürüş çok yıldırıcı ve zorlu olmasına rağmen yine de o güzellik karşısında dayanamayıp, yolun tam ortasına geldiğimde durarak bu muhteşem manzarayı kaydetmek için üç yüz altmış beş derece video çekmeye başlıyorum.

    Kumlar ağzıma, burnuma ve kulağıma doluyor. Ama çantadan bir şey çıkarıp kafama sarmanın imkanı yok. Gözlüklerim göz çevremi kapatıyor olmasına rağmen yine de gözlerimi zar zor açabiliyorum.

    Yine de pes etmeyip Karayel’i alarak kum denizinin içine doğru yürüyorum. Bu kadar yol teptikten sonra bu muhteşem yerde fotoğrafını çekemezsem gözlerim açık gider herhalde…

    BURAYI ANLATMANIN PEK BİR YOLU YOK

    Ve fotoğrafların ardından sırat köprüsünü bitirip yine bir tepeyi aştıktan sonra Dakhla yarımadasına ama tabiri caizse bambaşka bir dünyaya düşüyorum.

    Rüzgar çekilip gidince etrafımı adamakıllı görebilmeye başlıyorum. Az önce içinden geçtiğim, doğanın gemi azıya aldığı o hırçın boğazın ardından burası tıpkı bir cennete benziyor… Göz alabildiğine uzanan kumsalın üzerinde onlarca, yüzlerce rengarenk uçurtma minik kelebekler gibi uçuşup duruyorlar.

    Dünyanın dört bir yanından neden uçurtma sörfü yapmak için buraya geldiklerini şimdi çok daha iyi anlıyorum. Burada rüzgar az önceki gibi hırçın olmasa da yine de güçlü ama sırtını rüzgara siper eden korunaklı körfezde neredeyse hiç dalga yok.

    Durup biraz fotoğraf çekmeye çalışıyorum ama burası gerçekten eşsiz ve ciddi ekipman olmadan hakkını vererek görüntülemek imkansız.

    Yol boyunca sağlı sollu sıralanan bungalowlardan oluşmuş tatil köyleri, denizin içine doğru yüzlerce metre uzanan kumsal üzerinde park etmiş minibüsler, karavanlar ve arabalar ile burası tam bir uçurtma sörfü mabeti gibi duruyor. Ne tarafa baksan görünen rengarenk uçurtmalar sayesinde etrafta tam bir şenlik ve karnaval havası var.

    VE ÇÖLLE HESABIMIZ KAPANIYOR

    Bu güzel manzaranın eşliğinde son kilometrelerimi de tamamlıyorum. Büyükçe bir takın altından geçerek girdiğim Dakhla’nın uzun bulvarı şehrin merkezinde son buduğunda yolculuğum da sona eriyor.

    Beş gün, sekiz yüz elli kilometre yol, bol bol çöl, okyanus, soğuk, sıcak ve her türlü rüzgarın ardından son kez Karayel’in frenlerini sıkıyorum.

    Ve durmamızla birlikte yine o muhteşem duygu her yerimi kaplıyor. Kendimi yine her şeyi yapmaya muktedir ve bu yüzden son derece özgürleşmiş hissediyorum.

    Ha bir de unutmadan; çölle Avustralya’dan kalan hesabımız da böylece kapanmış oluyor. Onun tadı bir başka tabii ki…

    KENDİMDEN KENDİME YOLCULUK

    Yine benim için epik bir yolculuğun daha sonuna geldim. Başta da söylediğim gibi kendimi ifade edebilmek için yaşadıklarımı yazmaya ve sizlerle paylaşmaya çalışıyorum. Çünkü bu gezileri neden yapıyorsun dediklerinde bir cümle ile; “İşte bunun için.” diyerek anlatmam imkansız.

    Ne aradığımı tam anlatamıyorum belki ama tek söyleyebileceğim bu turlarda o aradığım ruh haline oldukça yaklaştığım. Sanırım modern hayattan yeterince uzaklaştığım için içimdeki düğümler çözülüp, kilitlenmiş çeşmeler bir bir açılmaya başlıyor. Ve kendimi yeniden bu dünyanın bir parçası, gerçek bir insan gibi hissedebiliyorum.

    Galiba açmazımız da burada yatıyor. Açık alanlarda yaşamak için evrimleşmiş bedenlerimizi ve düşüncelerimizi, modern şehirlere hapsetmek zorunda kaldığımızda ister istemez arıza çıkmaya başlıyor.

    Evet, kaçınılmaz gelişim sürecinin evrelerinden birisi olan modern hayat o kadar da kötü değil aslında ve bizi geleceğimizin giriş kapısına hazırlıyor belki ama zorlanıyoruz... Bedenimizden özgürleşip (bu nasıl olur emin değilim; belki benliklerimiz bilgisayarlara transfer edilecek, belki de direk bulutun bir parçası olacağız ama bunun kaçınılmaz olduğu artık bence aşikar) yeni ufuklara doğru yol almanın arefesindeki doğum sancısı bu yaşadıklarımız sanki...

    Ve bence asıl önemlisi şu ki; aslında bu yüzden iki ben ile yaşıyor olmuşuz hepimiz!

    Çok uzun bir zaman boyunca açık alanlarda yaşamak için evrimleşmiş bir tanesinin hiç bir şeyine hükmedemiyoruz. Ne nefes almasına karışabiliyoruz, ne ne düşüneceğine karar verebiliyoruz, ne de ne hissedeceğine. Sanki içine hapsedildiğimiz, bize sormadan kendince takılan robot gibi bir şey işte. Bize sormadan kalbi atıyor, karnı acıkıyor, çişi geliyor. Hiç bir dahlimiz olmadan düşünceler üretiyor. Ve yine bize hiç danışmadan aşık oluyor, kızıyor hatta su kaynatıp deliriyor…

    Ama bir diğeri de var ki, bence gerçekten bizi biz yapan ve geleceğimize taşıyacak olan o… Yaptıklarımızın, düşündüklerimizin veya hissettiklerimizin iyi veya kötü olduğunu takdir ediyor ve doğrusunu yapabilmemiz için gereken cesareti verecek iradeyi sağlıyor.

    Bu dünyaya ait o biyolojik robottan yola çıkıp, bizi gerçekten biz yapan o iradenin rehberliğinde, içimizde tomurcuklanan hayalleri takip ederek bize çağ atlatacak öteleri arıyor olmak... Bir ayrıcalık gibi görünse de aslında çokca fedakarlık isteyen ve zor bir görev bu...

    İşte ben de o görevi gerçekleştirebilmek için; giderek yabancılaştığı o benliğiyle barışıp, daha sonra oradan yola çıkarak kendi iradesiyle arzuladığı varlık olmaya çalışan, yani aslında sadece “Kendinden Kendine Yolculuk” yapan birisinden başka bir şey değilim aslında.

    Hepsi bu...


    Sevgilerimle…
    Kartal Kendirci
    İstanbul, Şubat 2020.

    Stacks Image 2967
    Stacks Image 2969
    Stacks Image 2971
  • My Page

    Bisikletle Kuzey Ege

    Sahil Boyunca Edirne'den İzmir'e

    Learn More

    Eylül 2019

    Learn More
    Stacks Image 2697

    BİSİKLETLE EDİRNE’DEN İZMİR’E
    Sahil Boyundan Kuzey Ege Yolculuğu


    Dünyayı ilk kez ziyaret eden uzaylı bir kaşif olsam, Hollywood’un iddia ettiğinin aksine, dünyada ineceğim ilk yer; sanırım kadim üç kıtanın kesişim noktası Türkiye olurdu… Uzaylılar için bile HerŞeyDahil turizmin bir numarası olmaya aday ülkemde yok yok yeminle… Kuzey Ege Bisiklet Yolculuğuma başlamak için İstanbul’dan sadece üç saatlik kısa bir yolculuk yaptım ama yine bambaşka bir dünyaya düştüm. Trakya-Ege şivesi, Çingene şakıması, Ayçiçeği denizleri, Zeytin ormanları, deniz türküleri, yurdun dört bir yanından ekmeğini aramaya gelmiş her tipte insan, sayısız iklim, envai çeşit coğrafya, muhteşem yemekler, modern hayatın kafası karışık ben bilirimciliği yerine binlerce yıllık tecrübelerden süzülüp gelen kristal gibi duru taşra bilgeliği… Bugüne kadar çok yer gezdim ama oralarda görüp de burada olmayan hiç bir şeye rastlamadım. Üstelik bunların hepsi harikalar diyarı ülkemizde dip dibe yaşıyor. Hem yurt dışında hem de Türkiye'de yaptığım her keşif yolculuğundan sonra daha da bir emin oluyorum ki: Dünyanın en çeşitli coğrafyalarına ve en zengin gen havuzuna sahip, en eğlenmeye amade ve üstelik de en yedi-yirmidört sürprizlerle dolu yerinde yaşıyorum…


    Evet… Uzun Avustralya geçişimden beri neredeyse altı ay geçti ve bu kadar uzun süredir bisiklet turu yapamadığım için oldukça huzursuz hissediyordum. Özellikle sıcak yaz ayları, tatil vs yüzünden bir türlü uzun bir tur yapamamanın verdiği gerginlikle son bir kaç haftadır yeni rotalarla uğraşıp durdum.

    İlk aklıma gelen uzun zamandır yapmak istediğim Hakkari-Edirne Trans-Türkiye geçişi idi. Eylül ayının ilk üç haftasını gözüme kestirmiş, Ağustos’un ikinci haftasından itibaren de hazırlık sürüşlerine başlamıştım. İki haftalık testere dişi formatında ve giderek yükselen bir tempoda hazırlık sürüşlerinin ardından Ağustos ayının son haftasını dinlenerek geçirip, Otuz Ağustos’tan itibaren de Hakkari-Yüksekova-Esendere sınır kapısından başlayıp Edirne-Kapıkule’ye kadar bisiklet sürmeyi planlıyordum. Uğruna ne savaşlar verilmiş rengarenk coğrafyamızı baştan başa geçerek zihnimde yeni baştan yaratmak fikri beni oldukça heyecanlandırıyordu.

    Bu projemi duyan profesyonel fotoğrafçı ve çocukluk arkadaşım Murat Pulat, beni takip ederek amatör bir bakış açısıyla fotoğraflamayı teklif edince, önce biraz düşündüm ama ardından değişik bir tecrübe olabileceği fikri ağır bastı ve kabul ettim.

    İlk bakışta zamanlamayla ilgili Murat’ın da herhangi bir sorunu olmadığı için hazırlıklara olduğu gibi devam ettim. Fakat maalesef Ağustos ayının sonlarına doğru Murat’ın acil bir burun ameliyatı olması gerekince ve buna rağmen hala benimle gelmeyi çok istediğini söyleyince, ilk zamanlamamızın artık imkansız hale gelmesi yüzünden bu projeyi bir başka bahara bırakıp, azami bir hafta sürecek daha kısa bir yolculuk yapmaya karar vererek çalışmalara başladık.

    KIRIK DİŞ


    Çeşitli zamanlarda İzmir’den Adana’ya kadar Ege-Akdeniz sahilleri boyunca sürüş yapmıştım. Ve ne zaman haritaya baksam Yunanistan sınırı ile İzmir arasındaki sahil boyu kırık diş misali sırıtıp duruyordu. Dolayısıyla Batı-Güney Sahili rotasını tamamlamak için bu yolculuğa karar vermemiz hiç de zor olmadı.

    Hazırlıklar sırasında video çekmeye de karar verince kız kardeşim Evrim de amatör kameraman olarak ekibe dahil oluverdi. Planımız basitti: Karayel’i arabaya yükleyip Yunanistan sınırındaki kıyı kasabası Enez’e gittikten sonra, ben oradan bisikletle İzmir’e devam ederken Murat ve Evrim arabayla beni takip ederek çekim yapacaklardı. Ardından da yine Karayel’i arabaya yükleyip İstanbul’a dönecektik.

    Sayılı günler hazırlıklar vs ile çabucak geçip yola çıkmak için belirlediğimiz Cumartesi günü gelip çattı… Sabah beşte uyanıp, önceki geceden hazırlayarak arabaya yerleştirdiğimiz eşyalarımızı ve Murat ile Evrim’i alıp yola düşmem altı buçuğu buldu. Cumartesi günüydü. Karşıya geçip İstanbul trafiğinden bir an önce kurtulmam gerektiği için biraz gergindim ve acele ediyordum.

    Neyse ki bir sorun yaşamadan kendimizi İstanbul dışında buluverdik. Çok güzel bir sabahtı. Güneş pırıl pırıl parıldarken, Karayel’in kendisi tepemizde, gölgesi ise kah yanımızda, kah arkamızda, kah önümüzde otoyolda akıveriyorduk.

    VALLAHİ ARABA DAHA YAVAŞ

    Akıveriyorduk ama ben bir an önce bisiklete binip asfalta çıkmak istiyordum. éHeyecanımdan olsa gerek yol bir türlü bitmiyor!” diye düşündüm. Ama biraz daha düşününce tek sebebin bu olmadığının farkına vardım. Uzun zamandır bilinçaltımda olgunlaşmakta olan bir düşünce aniden aklıma düşüverdi. Size çok garip gelebilir ama, araba ile yolculuk ettiğimde yol bisiklete göre daha uzun geliyor, bir türlü bitmek bilmiyor. Bunu açıklamak gerçekten çok zor ama şöyle bir örnek verdiğimde daha iyi anlayacaksınız. Çocukluğunuzu, ve çok sevdiğiniz bir oyunu oynadığınızı düşünün. Ben çocukken saatlerce futbol oynasam bile bana yalnızca beş dakika geçmiş gibi gelirdi. Ama eve gelip de babamla birlikte televizyonda beş dakika futbol maçı izlemek zorunda kalsam sanki beş saattir izliyormuşum gibi bir hisse kapılırdım. İşte bisiklet üzerindeyken aldığım yol ne kadar uzun olursa olsun tamamen olayın içinde olduğum için bana beş dakika gibi gelirken, aynı yolu araba ile giderken zaman bir türlü geçmiyormuş gibi oluyor… Aslında bunu hayatımızdaki diğer tüm etkinliklere de uyarlamak mümkün! Ne zaman bir etkinliği içinde yaşayarak bilfiil yapıyorsak vakit çok güzel geçiyor. Ama maalesef bugünlerde herkes bütün etkinliklerini televizyon, sosyal medya vs üzerinden ihale etmekle meşgul…

    Dönüp dolaşıp aynı soruya gelmeden edemiyorum: “İnsan gerçeği varken, neden taklidini yaşamak ister ki ?!”.

    EKİP MUHABBETİ: ACABA?

    Neyse biz hikayemize dönelim. Turlarımı genelde yalnız yaptığım için, hissettirmemeye çalışsam da merakla karışık bir gerginlik içindeydim. Gerçi biri kız kardeşim, diğeri de çocukluk arkadaşım olduğu için bir rahatsızlık duymuyordum. Üstelik ikisi de çok eğlenceliydiler. Ayrıca bu yolculuğa karar vermemdeki en önemli sebeplerden birisi de: Hayatımda büyük yerleri olan bu iki kişinin bu sıra dışı yolculuk esnasında beni, daha doğrusu görmedikleri, bilmedikleri yönlerimi daha iyi tanıyacaklarına olan inancımdı ki bu da hoşuma gidiyordu. Ama diğer yandan yolculuklarımın en önemli boyutlarından biri olan “Yalnızlığımı yaşayabilmek” kısmı eksik mi kalacak acaba diye endişelenmeden de edemiyordum.

    Ben bu kafa karışıklığını yaşarken onların da gergin olduğunu hissedebiliyordum. Murat belgesel fotoğraf konusunda çok tecrübeli olmasına rağmen ilk defa böyle bir proje yaptığından ve konu fotoğraf olduğunda yaptığı her şeyi son derece ciddiye alan birisi olduğundan, Evrim ise her ne kadar asistan olarak sorumluluktan sıyırma şansını cebinde tutsa da, yine de yeterince tecrübeli olmadığından endişeliydi.

    Ayrıca ne bir bütçemiz, ne de bir prodüksiyon ekibimiz vardı. Ben normal turumu gerçekleştirirken her şeyi kendimiz yapmak zorundaydık. Işıkçılar yerine yaratıcılığımızı kullanıp, doğal ışığı kendi lehimize kullanabileceğimiz en iyi noktaları tespit etmeli, mümkünse en güzel fonu da kareye dahil edebilmeliydik. Ayrıca yedek bir bisikletçi veya geri dönüşler olmayacağı için kaçırılacak fırsatların telafisi de olamayacaktı.

    GEZGİN BLOGGER GEYİĞİ

    Yol boyunca bunları tartışırken konu ister istemez sosyal medyadaki meşhur “Gezgin Blogger” geyiğine geldi. Daha önceden de bunun çok büyük bir üçkağıt olduğunu biliyordum ama böyle bir projenin içinde olunca insan nasıl da büyük bir palavra olduğunu çok daha iyi anlıyor. Muhtemelen seçtikleri bir iki gezginin peşine prodüksiyon ekibini takıp harika fotoğraflar, videolar çektikten sonra gariban takipçilerin kucağına bombayı bırakıveriyorlar: “Siz neden yapmayasınız?!”… Kusura bakmayın da babayı yaparlar…

    Ama günahın büyüğü de takipçilerin aslında: Bütün dolandırıcılık hikayelerinin en eski ve en meşhur olanını yutuveriyorlar. Dolandırıcılığın altın kuralı: “Karşındakini kendisine kısa yoldan çıkar sağlayabileceğine inandır, gerisi kendiliğinden geliverir.”. Sanırım olup biten de şöyle bir şey.: Düşünülen; “Bir blogger olurum, hem dünyayı gezerim, hem para kazanırım, hem de keyfime bakarım.”, maalesef gerçekleşen ise; “Siteye üye olursun, promote edilen bloggerları yani aslında sitenin kendisini kalkındırır, sonra da başarısızlık hikayenle omuzların daha da düşmüş halde kalakalırsın.”. Sinir bozucu…

    Her neyse bu can sıkıcı, daha doğrusu öfkelendirici düşüncelerin ardından tekrar kendi endişelerimize yoğunlaşıyoruz ve yolun nasıl geçtiğini anlamadan kendimizi bir anda Keşan’da buluyoruz. Bir karar vermem gerekiyor. Her ne kadar yolu iyi çalıştıysam da, Erikli’den sonra sahilden devam eden yolun durumunu bilmiyorum. Çok kullanılan bir yol olmadığı için büyük bir çekim hissediyorum. Ama yolun durumunu bilmediğim için ve yalnız başıma olmadığım için risk almak da istemiyorum. Üstelik arabamız da var. O yüzden direk başlangıç noktamız olan Enez kasabasına gitmek yerine, küçük bir lüks yaparak bisiklet ile gelmeyi planladığım sahil yolunu araba ile tersten giderek Enez’e varmaya karar veriyorum. Eğer yol iyiyse sorun yok ama kötüyse belki de sahil yerine karadan tekrar Keşan’a dönüp tura oradan devam etmem gerekecek.

    Saros körfezine inip, Adilhan tabelasını görünce anayoldan sağa sapıyoruz. Başlangıçta yol fena değil. Soğuk asfalt ve yer yer çukurlar var. Bisikletle hızlı gidemeyebilirim ama en azından geçilmeyecek kadar kötü de değil. Hem sahilin manzarası da bu kayıpları kolayca telafi ettireceğe benziyor.

    Bir kaç kilometre sonra Adilhan’a varıyoruz. Genişçe bir meydanı olan tipik bir Trakya köyü. Meydanda bir kahve, bir masasında da oturan bir kaç kişi var. Birer çay söylüyoruz. Ben ardından masadakiler ile selamlaşıp yol hakkında bilgi almaya girişiyorum. Haberler pek iyi değil. Sahilden giden yolun bir kaç kilometre sonra bozulduğunu ve Mecidiye köyüne kadar da düzelmediğini söylüyorlar. “En iyisi geri dönüp Keşan üzerinden gidin” diye akıl veriyorlar. Haliyle biraz canım sıkılıyor. Ama öyle kolay kolay vazgeçmeye de niyetli değilim. Çayları içtikten sonra geri dönmek yerine yine de yolu görmeye karar veriyorum.

    GÖKÇETEPE MİLLİ PARKI

    Bir süre sonra yol giderek bozuluyor. Ve Gökçetepe’den sonra artık Karayel ile geçmemin imkansız olduğu bir hale geliyor. Haritayı kontrol edip alternatif bir yol arıyorum. Kahvedekilerin bahsettiği bir başka yol aklıma gelince Gökçetepe’den Kuzey’e dönüp Pırnar üzerinden Çeltik köyüne ulaşmaya çalışıyoruz. Fakat bu çabamız da yarım saatlik bir vakit kaybından başka bir şeye yaramıyor. Geri dönüp, uyarılara rağmen Gökçetepe’den Mecidiye köyüne gitmeye karar veriyoruz.

    Ve gergin saatler başlıyor. Yol, bırakın bisikleti araba için bile çok kötü. Murat ve Evrim’in hafiften tırsmaya başladığını hissediyorum. Gerçekten çok bozuk bir yol ve gelip geçen kimse de olmadığı için biraz da ürkütücü. Üstelik git git bitmek bilmemesi bir yana, umut kırıcı bir şekilde giderek daha da bozuluyor. Yalnız bu arada itiraf etmeliyim ki son zamanlarda gördüğüm en güzel ve bakir kıyılardan geçiyoruz. Zaten nasıl ki deniz kestaneleri temiz denizlerin turizm canavarlarını uzak tutan sigortasıysa, bozuk yollar da aynı işlevi görerek bizim gibi tatil-konfor kardeşliğine pek pas vermeyenler için kıyıda köşede kurtarılmış bölgeler kalmasını sağlıyorlar. Çadırda kalmayı sorun etmeyenler için Gökçetepe Milli Parkı gerçekten muhteşem bir yer. Doğa sever herkese şiddetle tavsiye ediyorum…

    Gergin geçen bir bir buçuk saatin ardından Mecidiye köyüne ulaşıyor, ve komik bir şekilde dünyanın en iyi asfaltlarından birisine çıkıyoruz. Güzel ülkem, gerçekten de sürprizlerle dolusun…

    Güzel bir keşif yaptık ama bu sırada oldukça vakit kaybettik. Vakit öğleni geçti ve sürüş saatlerim giderek azalıyor. Sürüş programına sadık kalabilmek adına bir karar daha alıyor ve turun başlangıcını Ezine’den elli kilometre daha yakınımızda olan Erikli’ye almak zorunda kalıyorum.

    Kaymak asfaltın üzerinde çabucak Erikli’ye varıyoruz. Ben üzerimi değiştirirken Murat ve Evrim de hazırlık yapıp çekimlerine başlıyorlar.

    Önceki gün yaptırdığım Aborijin desenli tişörtümü giyip, kızım Cemre’nin boyadığı alevli kaskımı da takıyorum. Ve işte yine hazırım. Daha tura başlamadan kendimi çok iyi hissetmeye başladım. Hava çok sıcak. Çok kıymetli sürüş saatlerini kaybettiğim için bu saatlerde dinlenme lüksüm de olmayacak. Ama olsun. Yola çıkıyorum ya, gerisi vız gelir, tırıs gider…

    1.GÜN / ERİKLİ-ÇANAKKALE / 142 km yol - 1.100 mt irtifa

    İlk pedalla birlikte o özgürlük duygusu içime akmaya başlıyor. Ve aldığım her metre yol ile sanki daha da hafiflediğimi ve giderek uçmaya başladığımı hissediyorum. Önce vücudum uyanıp kendisini yeniden doğmuş gibi duyumsamaya başlıyor, ardından zihnim de onu takip ediyor. Beş dakika içinde ister istemez gülümsemeye başlıyorum…

    MELEKLE ŞEYTAN

    Çok ilginç, modern şehir hayatı içimdeki açgözlü ve bencil şeytanı beslerken, bisiklete binip doğaya çıkmak sanki içimdeki meleği ortaya çıkarıyor. Yolda bu saptamamı Murat’a açtığımda o da benzer şeyler hissettiğini; zor ortamlarda da olsa geceli gündüzlü çalıştığı fotoğraf projeleri boyunca ihtiraslarının azaldığını, yemek, içmek, eğlence, karşı cins, alışveriş, para, pul vs gibi egoyu geçici olarak tatmin edip, sonra yine başladığı yerde üstelik başladığından daha da tatminsiz bir şekilde ayılmasına sebep olan bağımlılıklardan hiç birisinin aklına bile gelmediğini söylemişti… Ben de aynen öyle hissediyorum işte. Bir kere yola düşüp, hem bedenen, hem de zihnen meşgul olmaya, enerjimi harcayıp tatmin olmaya başlayınca, şehirdeyken peşimi bırakmayan irili ufaklı tüm o bağımlılıklar aklıma bile gelmiyor… Al sana bir özgürlük daha…

    Erikli güzel bir yer. Çok uzun ve derin bir kumsalı var, üstelik neredeyse kimsecikler de yok. Karayel ile birlikte bu doğal huzur ortamında kayıp giderken ruhumun derin bir nefes aldığını hissediyorum.

    Sağımda koca kumsal alabildiğine seriliyken, solumda da sanki ona nispet yaparcasına Ayçiçeği tarlaları uzanıyor. Yol ise gerçekten çok güzel. Tabiri caizse tam kaymak gibi asfalt. Hava biraz sıcak ve tam öğle saatinde sürmek zorundayım ama bu hiç de canımı sıkmıyor. Yollardayım ya, nasıl olsa her şeyin bir çaresi bulunur…

    Murat ve Evrim arkamda kalıp Erikli’de çay molası vermişlerdi. Yirmi kilometrelik bir sürüşün ardından arabayla yanımdan geçiyorlar. İleride uygun bir yer bulup beni bekleyecekler sanırım. Benim için yapacak bir şey yok. Sürmeye devam ediyorum.

    Derken deniz kenarından ayrılıp içerilere doğru yöneliyorum. Sahil yolu kötü olduğu için Keşan’a gidip, oradan Gelibolu yönüne dönerek Saros körfezinden önceki dağları aşmam gerekiyor.

    Yol genelde düz. Ara sıra çok hafif ve kısa rampalar çıkıp iniyorum. Yolun iki tarafında da ekilmiş tarlalar var. Ve genelde buraların iki ağır topu Ayçiçeği ve Mısır ile dolu. Şansıma bir iki bulut güneşin yakıcılığını kesiyor ve çok da zorlanmadan ilerliyorum.

    Bir virajı alınca ileride Bizim ekibi görüyorum. Biri yolun sağında diğeri solunda vaziyet almış beni bekliyorlar. Hiç istifimi bozmadan hızla geçiyorum yanlarından. Hafiften merak ediyorum “Acaba ne yaptılar” diye ama hepsi o…

    Sakin bir sürüşün ardından, pek de sıra dışı bir şeyle karşılaşmadan Keşan’a varıyorum. Murat ve Evrim benden önce gelip sapakta konuşlanmışlar. Önce bir poz geçişi yapıp ardından geri dönüyorum. Dağlara tırmanmadan önce yakıt almam, yani bir şeyler yemem lazım. Bizimkilerle konuşup ilerideki ilk mola yerinde durmayı kararlaştırıyoruz.

    ÇANAKKALE DOMATESİ

    Çok sürmüyor, duble yolda beş kilometrelik bir sürüşün ardından mola yerine varıyoruz. Güzel bir yer, üstelik binanın arkasında yolun hay huyundan uzak kocaman bir de bahçesi var. Gözleme ve salata istiyoruz. Gözleme güzel ama salatanın lezzetini tarif etmek çok zor. Öyle ahım şahım değişik bir şey değil, bildiğiniz çoban salatası ama, iki ana malzemesi; domatesi ve zeytinyağı muhteşem. Zaten Çanakkale domatesiyle, Ege de zeytinyağıyla meşhurdur ya, bir kez daha niye öyle olduğunu anlayıveriyoruz. Başka bir şeye gerek yok, biraz taze ekmekle bolca bu salatadan olsun yeterli hem karnımızı hem de nefsimizi tıka basa doyurmaya.

    Gözlemeyi mideye indirip, salatayı kaşıklarken komi çocuk yanaşıveriyor hemen; “Abi yolculuk nereye?” diyerek. İzmir’e gidiyorum deyince sohbet koyulaşıveriyor haliyle. Adı Hasan. On dört on beş yaşlarında. Erzurum’dan gelmişler buralara ekmeklerinin peşinden. Ama her zaman şaşırdığım şekilde, hiç de garip kaçmıyor bu memleketinden bin küsür kilometre uzak yerde. Güzel yurdumda kim nereye giderse gitsin garip kaçmıyor ya, son derece mutlu oluyorum dünyayı gezerken tanık olduğum onca ırkçılıktan sonra. Kim ne derse desin, gerçekten de medeni benim memleketim. Ama öbür adı maddi zenginlik olan öyle çakma medeniyet değil benim bahsettiğim, bin yıllardır üzerinde yaşanmış topraklar olmanın bahşettiği doğuştan genlerimizle geliveren bir medeniyet. Ne zengin ülkeler gördüm kendilerine medeni demelerine rağmen sokaklarında insanların açlıktan öldüğü ama çok şükür benim fukara sayılan memleketimde böyle bir şeye tanık olmadım hiç…

    Sohbet tatlı ama tabi yola koyulmak gerek. Sabahki keşif macerası yüzünden zaten programın gerisinde olduğumuz için, istemeyerek de olsa Hasan ile vedalaşıp yeniden yola düşüveriyorum.

    Yol çok güzel ve trafik de o kadar yoğun değil. Derken ileride dağların siluetleri belirmeye başlıyor. Saros körfezine inebilmek için dört yüz rakımlı o tepeleri aşmam gerekiyor. Yakıtımı aldım. Keyfim de yerinde. O zaman değil dört yüz, dört bin olsa kaç yazar. Bu düşünce ile daha da bir basıveriyorum pedallara sağımı solumu çepeçevre kaplayan ve msi gibi kokan çam ağaçlarının arasından.

    Eğim giderek artmaya ben de giderek kendimi unutmaya başlıyorum. Akarcasına sürüş yerini yavaş ama hep aynı tempoda neredeyse bir zikir ayinine bırakıyor. Nefesimin sıklaştığını, bacaklarımın yanmaya başladığını hissediyorum. Kulağa can sıkıcı geliyor ama güzel olan şu ki; her ne kadar ciğerlerim ve bacaklarım “ben”mişim gibi dursalar da, “asıl ben kim?”, onlara devam etmelerini söyleyen şey. O yüzden ben dur diyene kadar durmayacaklarını da çok iyi biliyorum. İşte bunu bilmek müthiş bir özgüven yaratıyor. Böyle anlarda kendimi her şeyi yapabilecek kadar güçlü ve bu yüzden de dünyanın en özgür insanıymış gibi hissediyorum. Harika…

    NE EL ETCEM YA?!

    Bu hislerle yavaş yavaş rampayı tırmanırken ileride başka bir bisikletli görüyorum. Çadır, uyku tulumu vs… Donanımı baya yüklü. Benim gibi “Hafif ve Hızlı” takılanlardan değil. Ağırlıktan yorulmuş olmalı ki, aşağı inmiş bisikletini ite ite gidiyor.

    Beni farkedip hafifçe irkiliyor. Sonra gülümsüyor. Merhabalaşıyoruz. Adı Günay. Otuz yaşında ya var ya yok. Sanırım pek deneyimli değil. Kırklareli’nden gelip Çanakkale’ye gidiyormuş. “Bir sorun var mı?” diye soruyorum. “Yok ama yoruldum” diyor. “Merak etme, rampanın yarısındayız, bundan sonra da Çanakkale’ye kadar rampa yok.” diyorum, seviniyor. Çok yorulmuş olmalı ki; “Gerçekten mi?” diye garantiye almak istiyor, “Evet” diye onayladığımda iyice rahatlıyor. “İte ite çıkarsın, sorun yok diyorum.”. Kafa sallıyor. “Yeterince suyun var mı?” diye soruyorum. Yine kafa sallıyor. “Biterse çekinme, yoldakilere el et.” diyorum. “Ne el etcem ya, küfredip duruyorlar zaten!” deyince şaşırıyorum. “Moralini bozma. Bir iki kendini bilmez denk gelmiş sana. Normalde yardım ederler.” deyince; “Hadi ya” deyip biraz daha rahatlıyor. Telefon numaramı verip, ihtiyacı olursa aramasını, eşliğimde bir araba olduğunu, yardım edebileceğimi söyleyince iyice rahatlıyor. Kısaca gülüşüp ardından helalleşiyoruz ve tekrar rampamla baş başa kalıyorum.

    O zikir halimle ne kadar sürdüğünü anlayamadan doruğa varıyorum. Murat ve Evrim beni bekliyorlar. Bir iki çekim ve kısa bir su molasının ardından sıra inişe geliyor.

    Tek başına bisiklet inişi zaten çok güzel bir şey ama, onca rampa çıkışının üstüne daha da bir güzel oluyor. Bir yanda engeli aşmış ve görevini tamamlamış olmanın verdiği iç rahatlığı, diğer yanda aşağıda pırıl pırıl parlayan Ege denizine doğru hızla yol almanın verdiği lunaparkları çağrıştıran keyif duygusu gerçekten de hem paha biçilemez hem de tarif edilemez bir şey…

    Doruğa ulaşmak için neredeyse bir saat tırmanmışken, tekrar Saros körfezi ile kucaklaşmam sadece bir kaç dakikamı alıyor. Buradan sonra Çanakkale’ye kadar yolda eğim neredeyse yok. Şimdiki zorluk ise pek tabi ki düz ova yollarının kankası rüzgar. Bu noktadan Evreşe’ye kadar yolun bir tarafı deniz, diğer tarafı ise uçsuz bucaksız Evreşe ovası. Ve tabi ki tam tahmin ettiğim gibi ovadan denize doğru sert bir rüzgar esiyor.

    SANKİ BEN BEN DEĞİLİM

    Yapacak bir şey yok. Kaderime razı olup, sükunet içinde pedallamaya devam ediyorum. Bu da turun bir başka öğretici anı. Kaderine razı olup, sükunet içinde pedal çevirmekten başka yapabileceğin bir şey olmadığını kabullenerek, kızıp, sinirlenip, küfretmek yerine, nefsini devreden çıkarıp gönül ferahlığı ile devam etmeni sağlayan tevekkül anlarından birisini daha tecrübe ediyorum. Sanki ben ben değilim; bu duygu o kadar hoşuma gidiyor ki…

    Geç başladığımız için bugün yarım gün yol yapacağımızdan yüz kilometre civarı bir mesafe belirleyip akşamı çok güzel bir Ege kasabası olan Güneyli’de geçirmeyi kararlaştırmıştık. O yüzden ben sabırla ovayı aşmaya çalışırken, ekibi de kalacak yer bulmaları için Güneyli’ye gönderiyorum.

    Artık güneş de alçalmaya başladı. Düz yolda yavaş yavaş ovayı geçip de Güneyli sapağına gelince ekibi arıyorum. Haberler pek iyi değil; odalar vs gereksiz pahalıymış… Bir karar vermek gerek. Neredeyse yüz kilometre yol geldim ama kendimi pek yorgun hissetmiyorum. Saatime bakıp kısa bir hesap yaptıktan sonra bizimkileri arayıp, Eceabat’a devam edip geceyi Çanakkale’de geçirmeyi öneriyorum. Karanlıkta bir saate yakın yol yapmam gerekecek ama yol o kadar da kalabalık görünmüyor ve ışık donanımıma da oldukça güveniyorum. Bizimkilerden de okeyi alınca Eceabat’a doğru yola koyuluyorum.

    Yol düz ve hava da karanlık olduğu için pek kayda değer bir şey görmüyorum. Kilometreler birbiri ardınca akıyor ve Saat sekiz buçuk gibi Eceabat’a varıyoruz. Buradan feribota binip Çanakkale’ye geçecek, geceyi de orada geçireceğiz. Fakat feribot bit türlü kalkmıyor. O sırada fırsattan istifade bir sardalya-ekmek götürüyorum. Hem mevsimi hem de tam yeri, o kadar lezzetli ki anlatamam. Sardalyacı çocuk da yine yurdum insanı. O da kalkmış Çorum’dan ekmeğini ararken ta buraya düşmüş. Üstelik çoluk çocuk memlekette. “Allah yardım etsin.” diyorum ne diyeyim…

    KIRMIZI ÇİZGİLER

    Neredeyse bir buçuk saatlik bir beklemeden sonra boğazı geçip saat on buçuk civarında Çanakkale’ye varıyoruz. Feribottayken internetten bulduğumuz otel iskelenin hemen dibinde, çarşının da içinde. Sahibi Can gençten sıcakkanlı ve komik bir çocuk. Her zamanki gibi Karayel’i odama almakla ilgili ısrarım yine bazı polemiklere konu oluyor:

    • Bu benim kırmızı çizgim. Onu almazsan başka otele giderim.
    • Ne çizgin abi ?
    • Kırmızı çizgim!
    • Anladım abi. Abi burası Çanakkale, valla burada bişeycikler olmaz.
    • Farketmez, alıyor musun, almıyor musun ?
    • “Abi bak burda bi hırsız çingeneler va. Onlar da çalağlar ama ertesi güne emencecik bulup alıveririz, sen hiç merak etme.
    • Olmaz.
    • E o zaman bari aşağıda dükkanda dursun bisiklet.
    • Bisiklet değil, “Karayel”
    • Buyur abi ?
    • Boşver. Dükkanda da olmaz.
    • Sen bilirsin abi. Bak boşu boşuna çıkartcan odaya kadar o bisikleti.
    • Sorun yok ben çıkartırım…

    Bu muhabbetin üzerine güzel bir duş. Üstüne bir de çarşıda güzel Türk kahvesi patlatınca artık yatma zamanı geliveriyor. Ve her zaman olduğu gibi daha yastığa başımı koyarken uykuya dalıveriyorum. İyi geceleeeer…


    2.GÜN / ÇANAKKALE-BEHRAMKALE / 147 km yol - 1.900 mt irtifa

    Tabi ki sabah çok çabuk oluyor. Saat altı buçuk. Gün altı kırk beşte ağardığı için çabucak hazırlanıp çıkmamız gerek. Hep söylediğim gibi uzun turlarda beni sınırlayan şey enerjimin ne kadar yettiğinden ziyade, kaç saat sürüş yapabildiğim. Hem tehlikeli olduğu için, hem de pek eğlenceli olmadığı için mecbur kalmadıkça karanlıkta yapılan sürüşleri tercih etmiyorum. Zaten önceki günün ilk yarısında da sürüş yapamadım, o yüzden bu günü iyi değerlendirmek istiyorum. Yolun durumunu iyi bilmediğim için ilk hedef olarak Babakale’yi belirledim. Ama daha fazla gidebilirsem tabi ki daha iyi olacak.

    Her ne kadar bir an önce yola çıkmak istesem de, yolda gördüğümüz çay evi ve mis gibi kokan poğaçalar bir anda aklımı çeliveriyor. Aslında sabah sürüşe başlarken bir şeyler yemekten hoşlanmıyorum. Özellikle zorlu bir etapsa metabolizmam uyanana kadar vücudumdaki kanın yediklerimi hazmetmek için mideme gitmesindense kaslarıma akmasını tercih ediyorum. Ama yolun ilk kısmı olan Çanakkale Geyikli arası pek de zorlu olmadığı için, böyle bir lükse düşüveriyorum.

    Alçak tabureler ve minicik masalarda hafif bir kahvaltı ediyoruz. Bizden başka bir kaç kişi daha var. Çoğu Anzak dedelerinin mezarlarını ziyarete gelmiş Avustralya’lılar ve onlara rehberlik eden Türk gençler. İçimden gidip Avustralya maceralarımı konuşmak geçiyor ama maalesef vaktim yok.

    Poğaça çay ekürisini terk etmek çok zor geliyor ama yine de harekete geçiyoruz. Ufak bir çekim macerasının ardından, ekiple Geyikli yolunda buluşmak üzere anlaşıp yola düşüyorum.

    NE KAA EKMEK, O KAA KÖFTE

    Hava güneşli ama sabah serinliği çok güzel. Ufak tefek rampaları ine çıka gidiyorum. Bir süre sonra tüm heybetiyle Şehitler Anıtı da sağ arkamda yitiveriyor. Derken görünürde pek bir sebep olmamasına rağmen hava aşırı şekilde nemleniyor. Öyle ki; tişörtüm sırılsıklam olup, gözlüklerim buğulanıyor. Yine pek arzu edilmeyen bir durum. Nemli havada sürüş gerçekten de hiç eğlenceli olmuyor. Arkadaş, bu bisiklet sürüşlerinin derdi de hiç bitmiyor ki. Ama hayat da böyle değil mi zaten; “Ne kaa ekmek, o kaa köfte!”…

    Yaklaşık otuz kilometrelik sırılsıklam bir sürüşün ardından Geyikli tabelasını görüp anayoldan sağa sapıyorum. Soğuk asfalt biraz yıpranmış. İdare ederim ama karşımdan esen rüzgar da katılınca ister istemez biraz yavaşlıyorum. Zaten dünden beri görmeye başladığımız rüzgar tribünleri baya bir endişelendirmişti beni. Sürekli yönlerini kesip, başıma neler geleceğini kestirmeye çalışıyordum. Genelde Kuzey ve Doğu yönüne dönük durdukları için rüzgarın lehime olduğunu düşünmüştüm ama, her ne kadar ana doğrultum Güney olsa da bu kadar kuvvetli rüzgarlarda yol doğrultudan azıcık şaşsa bile ilerlemek gerçekten oldukça zorlaşıyor… Anlaşılan bu turda rüzgarla işimiz var… Sineye çekip kabulleniyorum. Böylece her ne kadar anlık olarak canımı sıksa da, genel olarak bir dert olmaktan çıkıveriyor.

    MAVİ-YEŞİL ZEYTİN AĞAÇLARI VE MASUM GÜNAHLAR

    Aydınlık meydanlarındaki kahve masalarında kasketli amcaların oturduğu ufak tefek köylerden geçiyorum. Hepsi de son derece mütevazı ve bir o kadar da davetkar. Sanki; “Bırak büyük şehirin kavga gürültüsünü, topla tası tarağı buraya gel.” diyorlar. Araları beşer onar kilometre ya var ya yok, ve hepsi de zeytin ormanlarının içine saklanmış. İyice olgunlaşmış koca koca zeytin ağaçları. Nasıl da güzel bir renkleri var. Mavi desem değil, yeşil desem hiç değil. Hele bir de diplerindeki yeni kesilmiş buğdayların sarı sapları ie öyle güzel bir kontrast oluşturuyorlar ki… O an bir tanesinin gölgesine uzanıp, hayallerle karışık bir uykuya bırakmamak için kendimi güç tutuyorum.

    Bu arada rüyada gibi habire Murat ile Evrim’in kurduğu pusulardan geçiyorum. Onların işi de zor gerçekten. Önden git, en iyi sahneyi bul, pusuyu kur, elin tetikte bekle. Söylemesi kolay da; sahneyi buluyorlar ışık terste kalıyor, ışığı uyduruyorlar bu sefer fon bozuluyor, tam onu da ayarlayacaklar; vızzzt diye ben geçiveriyorum yanlarından. Kulaklarımla duymuyorum ama içlerinden küfrederek bir sonraki pusuya doğru seyirttiklerinden eminim… “Biraz daha yavaşlayamaz mısın?” demek için içleri gidiyor ama, hem ne kadar zorlanıp hem de ne kadar keyifle sürdüğümü görünce cesaret edemeyip çözümü yeni stratejiler geliştirmeye çalışmakta buluyorlar.

    Sanki onların bu derdine derman olacakmış gibi koca bir domates tarlası çıkıveriyor karşıma. Karşı koyamayıp duruyorum. Kırmızı kırmızı öyle baştan çıkarıcı duruyorlar ki. Bir, iki derken kendimi kaybediyorum. Bu nasıl bir lezzet… Sahibi helal eder inşallah. Göz hakkıdır deyip yiyorum ama etmezse de günah gelsin haneme sorun yok. Modern hayatın beter ihtirasları yerine, böyle masum günahlar için cehennemde yanmaya çoktan razıyım zaten.

    Ben domatesleri götürürken arkamdan yetişiyorlar. Ama vakit kazanıp yeni pusular kuracaklarına onlar da dayanamayıp tarlaya girişiveriyorlar. Domates partisi yapıyoruz resmen. İstanbul’daki Bloody-Mary partilerine beş basar herhalde deyip gülüşüyoruz. Gerçi domates hep domates, üç kuruşa İstanbul’da da bulup yersin sorun yok ama, sen aynı sen olmuyorsun işte mesele orada…

    Bu dopingin ardından rüzgarla ve soğuk asfaltla cebelleşmeye geri dönüyorum ama artık o kadar koymuyor. Nem de çekilip gittiği için keyfim yerinde. Islık çala çala Geyikli’ye varıyorum.

    YOK YA, BURASI DİİLDİR

    Evrim çok istiyordu Geyikli’yi görmeyi. Ata Demirer’in filmlerinden biliyormuş. Çok sıcak, sevimli ve şeker bir yermiş. “Sevgili kardeşim,” diyordum, “Etme eyleme,” diyordum, “Bu filmlere, dizilere, tatil fotoğraflarına, turizm medyasına vs kanmayın,” diyordum, “Gerçek Geyikli’de öyle içini ısıtacak senaryo hayatlar yok.” diyordum, “Hepsi hikaye.” diyordum, “Bir kamyon yapay ışıkla gelip, hem oyuncuların hem de mekanların sadece güzel yerlerini çekiyorlar, onun üstüne de bir ton fotoşap makyajı yapıyorlar,” diyordum, “Ondan sonra da sizin gibi ihtiraslarını gıdıklayarak büyük şehirde çalışmaya mahkum ettikleri garibanlara bu görüntülerle masturbasyon yapıyorlar…” diyordum, ama bir türlü anlatamıyordum… Bir musibet bin nasihattan iyiymiş hesabı Evrim de o sıcak havada medyatik standartlara göre son derece sıkıcı ve sıradan bir Anadolu kasabası olan Geyikli’yi görünce önce bir afalladı, sonra da; “Yok ya burası diildir, başka taraflarıdır, köyleri vs dir…” diyerek savuşturuverdi hayal kırıklığını. Sağlık olsun…

    Kasaba öyle sıkıcı geldi ya, içine hiç girmeden rotayı doğruca sahile, Bozcaada feribotlarının kalktığı iskeleye çeviriyoruz. Yol yeniden kaymak asfalt oluverdi. Üstelik çift şerit bisiklet yolu da var. Ama tabi ki görünürde hiç bisiklet yok… Dört beş kilometre sonra İskeleye varıyoruz. Burada mola veririz, bir şeyler yer içeriz diye hesaplıyordum ama olan bir iki Cafe tarzı yer de pek durmaya değecek gibi değil. Aklıma hemen Geyikli çıkışında gördüğüm, Zeytin bahçesinden bozma Kahvaltıcı geliyor. İskelede hiç oyalanmadan oraya yollanıyoruz.

    EKİBİN İŞİ ZOR

    İyi ki de yollanmışız. Gerçekten de harika bir yer. Yemyeşil çimenlerin içinde zeytin ağaçları, altlarında da mesire yerlerinde görmeye alıştığımız ağaçtan masalar var. Günlerden Pazar olduğu için biraz kalabalık. Yaşlısı, genci, kadını, erkeği yurdum insanı keyifle kahvaltı ederken, etrafta hoplayıp zıplayan çocukların neşeleri ister istemez bana da bulaşıyor.

    Sıkı bir kahvaltı ediyoruz. Her şeyin tadı mükemmel. Özellikle de içinde zeytinyağı olanların. O yemyeşil çimenler öyle cazip cazip bakıyor, canım öylesine uzanıp kahvaltının rehavetiyle biraz kestirmek istiyor ki… Kendimi tutuyorum; yol yapmam gerek. Ama bizim ekip bu cazibeye dayanamıyor. Bir de bakıyorum, ayak uçlarından doksan derece açı yapacak şekilde uzanıvermişler. E arabaları var ne de olsa, lükse konfora izin olacak tabi ki…

    Kaderimi kabullenip, tekrar kendimi yola vuruyorum. Çimlerde uzanmak güzel de, yollarda kayarcasına gitmek, rüya görmek yerine dünyanın en güzel filmini kare kare ardımda bırakarak ilerlemek kötü mü sanki… Bak sen şu işe; yine mutluyum…

    Hani mutlu oldum ya, e tabi bu böyle devam edemez. Önce tekerim patlıyor… Tamir edip tekrar yola düşüyorum. Bu sefer sıcak iyice ayyuka çıkıyor. Ardından Geyikli’den sonra girdiğim soğuk asfalt yol iyice beterleşiyor. Derken daha da kötüsü oluyor. Beterleşen yolu düzeltmek için yenilemişler. Ama ya dün, ya da önceki gün. Ziftin üzerine serdikleri mıcır taşları henüz tam yapışmamış, yapışanların da araları dolmamış. Hem gitmekte zorlanıyorum, hem hızım düşüyor, hem de sarsıntı yüzünden bileklerim aşırı zorlanmaya başlıyor.

    YURDUM RAMPALARINDAN HAYAT DERSLERİ

    Ve tam alışmaya çalışırken katmerlisi geliyor; kısa olsa da yüksek eğimli sayısız rampalar başlıyor. Sıcak hava, soğuk asfalt ve yüksek eğimli rampalar; yine bir “Üçü Bir Arada” doruğu tecrübe ediyorum. Durup bir su içeyim diyorum; bileklerimin ağrısından matarayı alıp ağzıma götürmem bir iki dakika sürüyor, üstüne üstlük suyu içemiyorum çünkü neredeyse kaynamış… Unutulmazlar listeme girebilecek yeni bir hatıra daha…

    Yine anlıyorum ki sabır en büyük erdem ve yeterince zaman tanırsan aşamayacağın hiç bir engel yok. Yavaşlarsın, dinlenirsin, zik zak yaparak gidersin vs.. Ama şurası kesin ki; vaz geçmediğin sürece o yolu bitirirsin…

    Yine kendimi böyle hipnoz ederek giderken sıkıntımı kesecek bir şey oluyor. Son bir iki saattir baya tırmandım ve artık platodayım. İleri de üç tane genç, iki motosikletin başında konuşup bir şeyler tartışıyorlar. Tam gülümseyerek yanlarından geçerken birisi el ediyor ve duruyorum.
    • Selamın aleyküm.
    • Aleyküm selam. Hayırdır gençler ?
    • Abi tornavidan var mı?
    • Var.
    Deyince benimle konuşan çocuk diğerlerine dönüp; “Ben size dedim, bisikletçide vardır.” diye hava atıyor. Motosikletlerden birinin benzini bitmiş. Diğerinden takviye yapacaklar ama benzin hortumunu sökmek için tornavida lazım. Çoklu aletimdeki tornavidayı açıp veriyorum. Keyifle işe koyuluyorlar…
    • Bakın benim benzinim hiç bitmiyor.
    Diye takılıyorum. Gülüşüyorlar. Birisi Mardin’li, diğerleri buralıymış. Mardin’li olana soruyorum burada ne yapıyorsun diye; “Hocayım” diyor. Sonra diğerlerine yardım etmeye dönüyor. Doğdukları yerler o kadar uzak olmasına rağmen öyle uyumla çalışıyor, öyle kanka görünüyorlar ki. Yüreğim genişliyor. İster istemez Avustralya turumda yol boyunca karşılaştığım en popüler sohbet konusu olan ırkçılık hikayelerini hatırlıyor ve bir kez daha böylesine güzel bir ülkede yaşadığım için içimden şükrediyorum…
    • Abi beklettik kusura bakma, normalde bizim sana yardım ediyor olmamız gerekirdi.” diyorlar mahçup mahçup.
    • Sorun yok gençler diyorum, bıyık altından gülerek… Anlıyorlar… Bir de fotoğraflarını çekip helalleşiyorum.

    SAĞDAN AŞAĞI, OLEEEY

    Yeniden zorlu yoldayım. Bu şartlarda bırakın daha ilerisini, akşama Babakale’yi bulmam bile zor görünüyor. Ama önceki turlardan biliyorum ki; asıl yavaşlatan şey hesabı kitabı bırakıp yola devam etmemezlik etmek. Gerçi o anda pek öyle görünmüyor ama biliyorum ki; sen yola devam ettikçe, hesap da kitap da senin lehine değişiyor.

    Yine zorlu bir sürüşün ardından Tavaklı köyüne varıyorum. neredeyse yarı yoldayım. Meydanda in cin top oynuyor derken, biri bisikletinin üstünde iki çocuk görüyorum. Sıkılmış olmalılar ki beni görünce gözleri parlıyor. Yanlarından yavaşça geçerken; “Gülpınar’a nasıl giderim?” diye sorunca ikisi aynı anda atılıp; “Sağdan aşağı iskeleye in, sonra sola dümdüz..” diye bağrışıp bana el sallıyorlar.

    “Sağdan aşağı” lafı gerçekten de kulağıma çok hoş geliyor. Baya yüksekteyim ve sanırım deniz seviyesine ineceğim. Ama hiç de düşündüğüm gibi olmuyor. Gerçi iniş zevkli ve tırmanmaya göre daha kolay ama, bozuk yolda fren yaparken vücudumun sızlayan bileklerime binen ağırlığı oldukça canımı yakıyor.

    Saatlerdir tırmandığım tepelerden beş dakika içinde yine deniz seviyesine iniveriyorum. Ardından da sola dönüp devam… Buralar gerçekten nefis. Deniz ile iç içe Tekçam köyü sanırım gelecek yıl deniz tatilimizi geçirmek için geleceğimiz yer olmaya en büyük adaylardan birisi.

    HIZLI ÇEKİM

    Sağımda çam ağaçlarının gölgesinde ıssız kıyılar… Solumda yükselen çam ve zeytin ağaçlarıyla kaplı tepeler… Sessizlik… Hareketsizlik… Huzur… Yaşam sanki burada durmuş gibi. Yok yok aslında şöyle hissediyorum; aslında yaşam bu da, bizim yaşamakta olduğumuz sanki biraz hızlandırılmış gibi…

    Asfalt hala düzelmedi ama yüzüm yine gülmeye başlıyor. Güneş de kavurganlığından vazgeçti sanki bu saatte. Yolum uzun, pedallara kuvvet… Uzun süre hiç bir şey olmadan sürüyorum. Ortamın sükuneti ve doğallığı ruhuma sızıyor, ve yol hiç bitmeyecekmiş zannederken önce Tuzla köyüne, ardından da Gülpınar’a ulaşıyorum.

    Ekip beni kasabanın girişinde bekliyor. “Kasabanın içindeki yollar tamamen arnavut kaldırımı, hayatta gidemezsin.” diyorlar. Ses etmeyip Karayel’i arabanın üzerine yüklüyorum. Onca zorlu yoldan sonra üç beş dakika da olsa arabanın içinde gitmek hiç fena değil. Üstelik muz da almışlar…

    Gülpınar çıkışında tekrar Karayel’e geçiyorum. Babakale’ye on beş kilometre yolum kaldı ama ne on beş kilometre. Kıvrıla kıvrıla devam eden bozuk asfaltı takip edip, önümdeki dev gibi görünen tepeleri aşmam gerek. Yapacak bir şey yok, terimi soğutmadan devam…

    “Babakale’de yemek molası” diyerek kendimi motive etmeye çalışıyorum. Artık akşam olmak üzere. Hem acıktım hem de yoruldum. Ama diğer yandan da yol yapmak istiyorum. Eğer Babakale’ye vakitlice gidip, yemeği de fazla oyalanmadan yiyebilirsem, biraz karanlığa kalmak şartıyla otuz kilometre daha yapıp geceyi Behramkale’de geçirebilirim ki bu ertesi gün için çok büyük avantaj olur…

    TIRMAN TIRMAN

    Tırmanıyorum, tırmanıyorum… Tam herhalde bitti artık derken, hop yeni bir rampa daha çıkıyor. Çok moral bozucu… Ama sonunda hepsini bitirip Babakale İskelesine kadar iniyorum. Şu anda bence her şeyi hak etmiş durumdayım, ama çok oyalanmak da istemiyorum. Meydandaki kahve-lokanta karışımı yere oturup köfte, patates ve salata söylüyoruz. Biraz gecikiyor ama başlangıçta sabırsızlık eden biz, yemeklerin tadını alınca sesimizi kesiveriyoruz. Çünkü salata yine muhteşem…

    Saat yedi olmuş bile. Hava sekizde kararıyor. Otuz kilometre yine rampalı yolum var. En iyi ihtimalle ortalama yirmi km/h hızla gitsem bile önümde bir buçuk iki saatlik yol daha var. Yani yaklaşık bir saat karanlıkta sürmem gerekecek. Bu arada soruşturunca Behramkale yolunun bozuk olduğunu öğreniyorum. Geriye tek seçenek kalıyor: Gülpınar’a dönüp, oradan devam etmek. Karayel’i arabaya yükleyip, vakit kaybetmeden Gülpınar’a dönüyoruz. Saat yediyi çeyrek geçe civarı hava kararmaya yüz tutmuşken yeniden sürüşe başlıyorum.

    Bir süre tırmandıktan sonra tekrar platoda inişli çıkışlı bir sürüş tutturuyorum. Murat ve Evrim önümde bir yerlerde yine pusu kuruyor olmalılar. Derken bir rampanın sonunda onları görüyorum. Çekimin ardından peşime takılıyorlar. Yol o kadar ıssız ki benim adıma tırsmış olmalılar. Sürekli arkamdan geliyorlar. Arabanın farlarını yakıp, yolumu aydınlatmaları baya işime yarıyor. Ama artık gerçekten gerçekten çok yoruldum ve sınırlarımı zorluyorum. Neredeyse tükenmek üzereyim. Ve böyleyken hep olduğu gibi zaman farklı akmaya, bir türlü geçmemeye başlıyor…

    Sonunda saat dokuz gibi Behramkale’ye varıyoruz. Karanlıkta pek bir seçeneğimiz olmadığından ilk gördüğümüz pansiyona dalıp, duşlarımız aldıktan sonra pansiyonun az yukarısındaki şirin bir kafede buluşuyoruz. Evrim ile Murat bilgisayar önünde çektikleri şeyleri aktarmaya çalışırken ben de mantı söylüyorum. E hakettim ama…

    EN GÜZEL İLTİFAT

    “Dut Ağacı Cafe” çok şeker bir yer. Bir karı-koca işletiyor. Yemekler de tıpkı ev yemeği gibi. Hele mantı süper. Keyifle yerken ahbap olmaya başlıyoruz. Ve tipik diyaloglar:
    • Nereden geliyorsun ?
    • Hadi Canım, o kadar yolu bisikletle mi geldin ?
    • Nereye gidiyorsun ?
    • Bisikletle mi ? yok artık !
    vs, vs…

    Ve ardından en sevdiğim şey oluyor. Deliliğim Cafe’nin sahiplerine de bulaşıyor. Çocukken bisiklete binmeyi ne kadar çok sevdiklerini hatırlayıp anlatmaya, ardından da; “Acaba yeniden bir bisiklet edinip sürsek mi?” diye planlar kurmaya başlıyorlar.

    Uzun zamandır düşünüyordum; “Bisiklet turlarımı yaparken en temel motivasyonum nedir? diye. Sanırım işte bu: Sanki bisikletle seyahat ederken arkamdan yaşama sevinci tohumları bırakıyor, minik minik de olsa insanlara ilham veriyorum. Ne yaptığımı duydukları zaman, yapılamayacak sanılan şeylerin aslında yapılabileceğine yeniden inanmak için, veya konfor alanlarından çıkıp uzun zamandır erteledikleri hayalleri gerçekleştirmek için içlerinde bir kıvılcım çaktırdığımı hissediyorum. İşte o zaman ufacık da olsa dünyanın ve hayatın dönüşmesine katkıda bulunduğumu hissetmek beni o kadar mutlu ediyor ki. Sanırım tanrıdam aldığım en güzel iltifat bu…

    Bakın yine oldu! Bisiklet turu mucizesi yine gerçekleşti! Bu gece de mutlulukla uyuyabilirim artık…

    3.GÜN / BEHRAMKALE-ALİAĞA / 201 km yol - 1.450 mt irtifa

    Yine gün ağarmadan kalktım. Diğerlerini uyandırıp çabucak hazırlanıyorum. Bu gezi benim için biraz lüks geçiyor; arabanın bagajını kullanabiliyor olmak her şeyi o kadar değiştiriyor ki. Gerçi yanımda taşıdığım el kadar eşyayla yaşamaya alıştım ama yine de eğer ihtiyacım olursa bagajda gerekli olabilecek her şeyin olduğu fikri o kadar büyük bir özgürlük veriyor ki.. Avustralya’dayken en çok zorlandığım şey de buydu zaten. O anda gerek olmasa bile, ihtiyacım olması durumunda en yakın eczaneye yüzlerce, en yakın bisikletçiye de binlerce kilometre uzaklıkta olmak fikri beni o kadar geriyordu ki. Bir de tabi çantaları optimum şekilde kullanıp, o küçücük hacimlere ihtiyacım olabilecek en çok şeyi doldurabilmek için mümkün olan en iyi şekilde yerleştirip boşaltmam gerekiyordu. Ve bunu yapabilmek için zaten gün ağarmadan kalktığım sabahlarda yarım saat daha erken kalkmak zorundaydım. Oysa şimdi ihtiyacım olabilecek her şey arabanın bagajında duruyor. Şımarıklık bu ya, önceki gün lastiğim patladığında tamir sonrası portatif pompam yerine bagajdan ayak pompasını alıp lastiği şişirirken neredeyse zevkten içim erimişti. İnsanoğlu işte; özgürleşmekten ne kadar mutlu oluyor olsak da, konfora düşmeye de aynı ölçüde hazır olmaktan kurtulamıyoruz. Sanırım kendimizi bulma serüvenimiz ve hatta bütün hayat dansı da bu gerilimden besleniyor. Bir kutupta özgürlük heyecan ve yaşama sevinci diğerinde ise güvenlik, konfor ve sıkıntı… Arada gidip gidip geliyoruz işte !

    Bizimkiler hazırlanırken ben de yola düşüyorum. Güneş birazdan doğacak ve batıya doğru yol alacağım için gözüme gözüme gelecek. O yüzden bir an önce Küçükkuyu’ya kadar olan son rampaları, bir de gözüme giren güneş sıkıntısı olmadan bitirmek için pedallara asılıyorum. Gece dinlenmek gerçekten iyi gelmiş. Güneş doğana kadar rampaları birbiri ardına sıralayıp düze iniyorum.

    SELAMINI AL

    Sabahın ilk ışıklarında yol çok güzel. Bir tarafımda yine zeytin ağaçları, diğerinde deniz. Ortalıkta kimseler yok. O güzel yolda hızla giderken, neredeyse çıt çıkmadığı için nefes alış verişlerim kafamın içinde daha bir yankılanıyor. Hayatın müziği gibi, sanki biraz sonra bedenimi patlatıp özgürlüğüne kavuşacak, ve onunla birlikte ben de havaya karışacağım. O kadar hoşuma gidiyor ki anlatamam…

    Tam iyice uçmak üzereyken solda açık bir bakkal görüyorum. Geçip gideceğim ama önündeki tabelayı görünce durmadan edemiyorum:
    “Hiç bir şey almasan da, Bakkaldan selamını al.” yazıyor.
    “Girip alayım bari.” diyerek içeri dalınca yaşlı bir teyze ile karşılaşıyorum. Yaşlı ama benden daha dinç görünüyor ve konuşuyor. Dışarıda yeni doğmakta olan ve gözlerimi kamaştıran güneşle çalışıyor sanki…

    Bir soda içip, selamını da aldıktan sonra tekrar yola düşüyorum. Az sonra ekip beni yakalıyor. Küçükkuyu’da kahvaltı yapmak üzere anlaşıyoruz. Bir kaç kilometre sonra da yine duble yola bağlanıyorum. Yaklaşık yüz elli kilometredir çekmekte olduğum yeni dökülmüş soğuk asfalt çilesi son bulmuş görünüyor. Sanırım Dikili’ye kadar bu sıcak asfalttan devam edeceğiz. Aslında iyi geldi, hem biraz daha hızlanacağım, hem de artık iyice ağrımaya başlayan bileklerimi biraz dinlendirme şansım olacak.

    Küçükkuyu’ya tahmin ettiğimden biraz daha erken varıyorum. Tam “Acaba kahvaltı işini Akçay’a mı ertelesek acaba?” diye düşünürken bizimkileri görüyorum. Deniz kenarında çekim için çok güzel bir yer bulmuşlar. En karizmatik ifademi takınıp hızla yanlarından geçiveriyorum. Sonra da durup; “Oldu mu?” diye soruyorum. Çünkü son iki günde anladık ki; öyle ben turumu yapıp da hiç yardımcı olmazken iyi çekimler yapmak pek mümkün değil. O yüzden önceki akşam konuşurken gerekirse geri dönüp iyi sonuçlar alana kadar çekim noktalarından yeniden geçmeme karar verdik.

    Çekim için seçtikleri yer gerçekten de çok güzel. Muhteşem bir deniz manzarası var. Üstelik saat dolayısıyla ışık çok iyi. Alan da geniş olduğu için hem yan ışıkta hem de ters ışıkta çekim yapabiliyoruz. Hal böyle olunca yaklaşık bir yarım saat burada takılıp çekim yapıyoruz. İlk bakışta eğlenceli gibi görünüyor, ama inanın bana hiç de göründüğü gibi değil. Zor ve sıkıcı bir iş…

    Neyse, konu mankeni olma lüksümü kullanıp kahvaltı işini Akçay’a erteleterek tekrar yola koyuluyorum. Asfalt kaymak gibi ama yol biraz kalabalık. Araçların gürültüsü biraz sürüşün büyüsünü kaçırıyor ama sağ tarafımdaki göz alabildiğine deniz manzarasıyla durumu dengeleyerek yumuşak bir sürüşün ardından saat on civarında Akçay’a varıyorum.

    KORDONDA FALLI SERPME KAHVALTI

    Bizimkiler kordonda bir yer bulup yerleşmişler, hatta masayı da donatmışlar. Tam serpme kahvaltı şöleni. Geyikli’deki Zeytin Bahçesi’nden sonra biraz lüks kaçıyor ama zararı yok. Çok açız ve aynen yumuluyoruz…

    Biraz fazla kaçırdık galiba. Masadan kalkasımız gelmiyor. Tuvaleti bahane edip kendimi kalkmaya zorluyorum. Tam içeri doğru geçerken yan tarafımdan gizemli bir kadın sesi duyuyorum:
    “Geleceğini öğrenmek ister misin ?”
    Korkuyla karışık dönerken aklımda cevabım hazır:
    “Hayır! Hayat zaten mecburi, geleceğimi öğrenirsem hiç heyecanı da kalmaz!!!”

    Ama düşündüğüm gibi kanlı canlı birisi yerine konuşan fal makinası bir manken ile burun buruna gelince ister istemez gülümsüyorum. Ben tuvaletten dönene kadar Evrim de falcı kadını çoktan farketmiş. Bir lira karşılığında olası iyi haberlerin baştan çıkarıcı potansiyelini ona bırakırken, kendi geleceğimi bizzat oluşturmak üzere Karayel’e atlayıp artık Güney’e doğru yola çıkıyorum.

    SIRAYLA CANIM SIRAYLA

    Güney’e dönmemle birlikte Doğu’dan denize doğru esen sert rüzgarla merhabalaşıyoruz. Rüzgar jeneratörlerine bakılırsa normalde rüzgarın arkamda olması gerekirdi ama haylazlık edeceği tutmuş işte. Aldırmıyorum. İleride düzelir nasıl olsa. Zaten hep şöyle bir şey oluyor; kötü hava şartları veya kötü yol şartları her ne kadar kısa vadede canımı sıksa da uzun vadede iyi olanları ile kendini tazmin ediyor. Yani şimdi önümden esen rüzgar ertesi gün arkama geçip kendisini affettiriyor. Tıpkı hayat gibi. Zorluklar da yeterince bekleyince güzelliklere karışmıyor mu zaten ? E o zaman bütün bu feryat figan niye ki ?!

    Böyle düşününce yine keyfim yerine geliyor. Güzel bir tempo tutturup, güneşi de soluma alarak Güney’e doğru akıyorum. Orta hallice bir rampanın tepesinde sağa doğru bir virajı dönerken iniş için hızlanmaya başlıyorum. Tam sıcak asfalt da kaymak gibi düşünürken aniden gitmekte olduğum emniyet şeridinin az ilerimde ortadan ikiye yarılmış olduğunu fark ediyorum…

    O hızla ortadaki yarığa girmem havada bir kaç takla atıp ileriye düşmem demek. Sola kırarsam da kaderim arkamdan vızır vızır gelmekte olan araçların altında kalmak olacak. Haliyle bana kalan tek seçeneğe yükleniyor, bir yandan frenlere asılırken, diğer yandan artık yere basmakta olduğum ayaklarımla da fren yapmaya çalışarak kendimi sağ tarafımdaki korkulukların üzerine bırakıyorum.

    Bir süre sürüklendikten sonra neyse ki tek parça halinde durabiliyorum. Karayel’in zinciri atmış ve gidonu yamulmuş. Yol bilgisayarım ise kazayı algıladığı için deli gibi sinyal verip duruyor. Otuz saniye içinde durdurmazsam daha önceden belirlediğim kişilere acil yardım mesajı gönderecek. Yarı şokta olmama rağmen sakin kalmaya çalışıp önce bilgisayarı susturuyor, sonra da Karayel’i kontrol etmeye başlıyorum…

    Tam o sırada sağ ayağımın hemen yanıbaşında gördüğüm ve hızla artmakta olan kan damlaları dikkatimi çekince kendimi yokluyorum. Ve farkediyorum ki sağ dirseğimden yaralanmışım. Korkuluklara çarpmış olmalıyım. Pek acı hissetmiyorum ama çok fazla kanıyor. Bir şeyler yapıp durdurmam gerek. Hemen ilk yardım çantamı açıp büyükçe bir yara bandı yapıştırıyor, ıslak mendil ile de kolumdaki kanları siliyorum.

    Çok şükür kırık çıkık yok. Karayel’i de elden geçirip, zinciri ve gidonu düzelttikten sonra tekrar yola koyulmaya karar veriyorum. Bu şekilde bir süre sürüp duruma bakmaya, idare edebilirsem bir mola noktasına kadar böyle devam etmeye karar veriyorum.

    Neyse ki sorun çıkmıyor ve bir kaç kilometre ilerideki benzincide ekip ile buluşuyoruz. Suratları pek asık. Sanırım istedikleri çekimleri yapamamış olmanın sıkıntısı… Ama beni görmeleri ile birlikte sıkıntı yerini endişeye bırakıyor. “Bir şeyim yok, iyiyim.” diyerek yatıştırıyorum. Murat benzinciden aldığı oksijenli su, sargı bezi vs ile yaramı temizleyip sararken Evrim de görev icabı bizi kayda alıyor.

    JOKER DONDURMA ÜSTÜNE DUT SUYU

    Biraz dinlenirken az ilerimdeki dondurma dolabını fark ediyorum. Tam bir joker bu dondurma denen şey. Sanırım iyi gelmeyeceği hiç bir sıkıntı yok…

    Karayel’i de iyice gözden geçirdikten sonra tekrar sürüşe geçiyorum. Ayvalık’ı geçtik, artık hedef Dikili. Orada bir yemek molasından sonra zaten bu uğursuz ve gürültülü sıcak asfalttan kurtulup yeniden tali yollara sapacağız. Yarımadayı dolanan sahil yolunun durumuna bağlı ama sanırım bu akşam Çandarlı’yı buluruz.

    Yine rüzgarla oynaşa oynaşa giderken “Buz gibi Dut Suyu” ibaresi iştahımı kabartınca yol kenarında yöresel ürünler satan bir tezgahta duruyorum. Tezgahın sahibi yirmili yaşlarında esmer bir çocuk, adı da Barış. “Nerelisin?” diye sorunca eliyle dağların dibini işaret edip; “Oradaki köydenim.” diyor. Ben soruyorum, o da gururla anlatıyor; dutları kendi yetiştiriyormuş, hem pekmez hem de dut suyu yapıp satıyormuş, hiç katkı maddesi kullanmıyormuş, yetmiyormuş ama olsunmuş…

    Peki nasıl geçiniyorsun diye sorunca da devam ediyor; denize de çıkıyormuş, balık, ahtapot avlayıp deniz patlıcanı topluyormuş, lokantalara satıyormuş. “Ekmek parası naapcan” diyor… “Öyle ya, naapcan.” diyerek kederini paylaşıyorum. Endişeleri var ama bunlar şehir insanlarınınki gibi yapay ve depresif türden değil de gerçek yaşam kaygıları gibi. Sanki karşımda kanlı canlı dururken bir yandan endişeyle gölgelenen gözleri, bir yandan da sorunları öğütmek için sabırsızlanırmışçasına çakmak çakmak parlıyor…

    “Ellerine sağlık Barış, her şey gönlünce olur inşallah.” diyerek tekrar yola çıkıyorum. Dikili’ye varmam pek uzun sürmüyor. Niyetim bir eczane bulup dirseğimdeki yarayı yolda bana sorun çıkartmayacak şekilde pansuman yaptırmak. Ama eczacı pansuman yapmadıklarını söyleyerek beni sağlık ocağına gönderiyor. Sağlık ocağındaki genç hemşire de: “Bu yara kendiliğinden iyileşmez. dikiş atılması lazım.” diyerek beni devlet hastanesine havale ediyor.

    SEVİM HEMŞİRE

    Ekibi arayıp buluşmamız gerektiğini söylüyorum. Karayel’i arabaya yükleyip devlet hastanesinin yolunu tutuyoruz. Hastane Dikili’nin tam tepesinde. Neyse ki acil serviste pek sıra yok ve Sevim Hemşire’nin dirseğimdeki yarayı dikmesi çok sürmüyor. Fırsattan istifade Sevim Hemşire’den istihbarat topluyorum. Buralı değilmiş ama çevreyi iyi biliyor. “Sahil yolu inişli çıkışlı ama çok güzel bir yol.” diyor. “Bisiklet ile gidilir mi?” diyorum; koluma bakıp sürüncemede kalınca, “Yani asfalt iyi mi?” diye düzeltiyorum. “Evet fena değil.” diye cevaplayınca yeni rotamız da oluşmuş oluyor. Özellike Bademli’ye uğramamızı söylüyor. Festivallerden dolayı Bademli’yi ben de çok işitmiştim ve merak ediyordum. Hatta her yıl yapılan bir Bisiklet Festivali bile vardı. Bu haberle içime yeni bir heves doluyor. Ekiple anlaşıp Dikili’de yemek molası vermek yerine Bademli’de durmaya karar vererek yola düşüyoruz.

    On kilometrelik inişli çıkışlı sahil yolunu almamız bir saate yakın vakit alıyor. kaza ve hastane yüzünden baya zaman yitirmiş olmama rağmen sıcak asfalt sağolsun baya bir yol aldım bugün. Saat daha öğleden sonra dört civarı ama yaklaşık yüz elli kilometre yol yapmışım. Burada yemek yiyip oyalandıktan sonra Çandarlı’ya kadar bir yirmi kilometre daha yolumuz var. Yani dirseğim biraz sızlıyor ama onun dışında her şey yolunda sayılır…

    BADEMLİ'DE ÇORUM'LU PİDESİ

    Bademli gerçekten çok güzel bir yer. Sessiz sakin, rengarenk köy kahveleri olan harika bir sahil köyü. Festivaller de ayrıca bir hava katmış sanki. Meydandaki pideci o anda ne kadar cazip görünüyor anlatamam. Hemen oturuyoruz. Cam, çerçeve olmamasına rağmen içerisi çok sıcak. Hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde kenarda duran uçak motoru büyüklüğündeki vantilatörü çalıştırınca biraz kendimize geliyoruz.

    Pideleri sipariş ettikten sonra hemen salatalar geliyor. Tabi ki yine mükemmel. Kuzey Ege gezimden en çok hatırlayacağım yemekler herhalde bu salatalar olacak. Tuvalet için kalkıp taş fırının yanından geçerken hiç de buralı gibi görünmeyen, Çorum’lu veya Çankırı’lı olduğuna yemin edebileceğim, ince bıyıklı yağız pide ustasına takılmadan edemiyorum; “En güzel serin yeri de sen kapmışsın, kim bilir nereden geldin buldun burayı!” diyerek. Karşılıklı gülüşüyoruz. Eminim onun da bir gurbet hikayesi var ama benim de mesanemde panik var. Sohbete kalamayıp ayak yolunu tutuyorum.

    Pideyi ne ara yedim, nasıl oldu da bitti hiç anlamıyorum. canım daha da istiyor ama önümde sahil boyu uzanan rampalar olduğu için bu pek de iyi bir fikir değil. Nitekim yola çıkınca ne kadar doğru bir iş yaptığımı anlıyorum. Denizköy’ün girişindeki ve Çandarlı’dan hemen önceki yokuşlar gerçekten de dünya standartlarında…

    Oflaya puflaya, terleye terleye saat yedi civarında Çandarlı’ya varıyorum. Yolun çoğu bitti. İki buçuk günde baya bir yol aldık. Bir aksilik olmazsa yarın akşam Alsancak’da Topçu’nun meşhur çöp şişlerini mideye indiririz diye düşünüyorum. Ama diğer yandan da hiç denize giremediğimizi düşününce canım sıkılıyor. Ekip de ben de canla başla çalıştık. Yani ufak da olsa bir tatil yapsak fena olmayacak. O yüzden hazır hava kararmamışken yola devam edip Aliağa’ya kadar varırsam, ertesi gün için sadece yarım günlük yolumuz kalacağını ve kalan yarım günde de Foça’da denize girebileceğimizi hesaplayınca devam etmeye karar veriyorum.

    Ekip Çandarlı’da kalıp kalacak yer ayarlarken, ben de Alaiağa’ya kadar olan otuz kilometrelik yolu tamamlamak için tekrar Karayel’e binip yola çıkıyorum. İlk on kilometre Doğu’ya doğru giderken baya bir rüzgar yiyorum. Zorluğu bir yana beni yavaşlattığı için karanlığa kalıyorum. Derken tekrar sıcak asfalta çıkıp Güney’e dönüyorum.

    KEL BAŞA BEDAVA SAÇ TRAŞI

    Biraz dinlenmek ve su içmek için bir benzincide durunca yanıma otuzlu yaşlarında düzgün giyimli birisi yanaşıyor. Daha ne olduğunu anlayamadan; “Sen garibanın halinden anlarsın, bana yardım edersin.” babında bir şeyler söyleyince; “gariban” derken benden mi yoksa kendinden mi bahsettiğini, eğer kendisinden bahsediyorsa benim nasıl göründüğümü merak ediyorum. Yani benzinci lüks arabalar ile doluyken, beni seçmiş olması biraz garibime gidiyor. “Hayırdır?” diye sorunca anlatmaya başlıyor; İzmir’de berbermiş, iki tane manita düşürüp gezmeye çıkarmış, ama buraya gelince mazotu bitmiş, bir yirmi liraya ihtiyacı varmış…”. Ne cevap vereceğimi düşünürken atılıp; “Abi söz İzmir’e gelirsen sana bedava saç tıraşı yaparım.” diyor. Muzırca kaskımı çıkarıp; Bunu mu traş edeceksin?” diyerek kel kafamı gösterince karşılıklı gülüşüyoruz… “Oğlum benzin alacak paran yoksa kızlara ne ısmarlıyorsun?” diye sorunca, “Abi sorma, bütün para onlara gitti zaten!” deyince içimden kıs kıs gülüyorum. Erkek olmak da zor… Yirmi lirayı verip, telefonunu alıyorum. Adı Murat’mış. “Sana söz, İzmir’e bir geldiğimde seni ziyaret edeceğim, sırf bu hikayenin sonunu dinlemek için.” deyince; “Abi muhakkak bekliyorum. Allah senden razı olsun.” diyerek uzaklaşıyor. Ne diyeyim, bunca yürekli ve sevgiye muhtaç gencimizin olduğu ülkemde sıkılmak pek mümkün değil sanki…

    Ve saat sekiz buçuk civarında körfezde ışıl ışıl yanan Aliağa’ya varıyorum. Tahmini varış saatimi haber verdiğim Murat da benden iki dakika sonra araba ile geliyor. Karayel’i arabaya yükleyip Çandarlı’ya dönüyoruz.

    Hem yaralıyım, hem de yorgun. O yüzden şımarıklık edip kendime güzel bir yemek ısmarlıyorum. Üstüne meyve. Üstüne de dondurma… Oh, benden iyisi yoktur herhalde. Hadi şimdi doğru yatağa…

    4.GÜN / ALİAĞA-ALSANCAK / 112 km yol - 1.000 mt irtifa

    Bu gün turla karışık keyif günü. Dün yaptığım ekstra sürüş sayesinde kendimize zaman kazandırdığımız için bugün ağırdan alıyoruz. Zaten pek bir yolumuz da kalmadı, o yüzden nispeten geç kalktık. Çandarlı sahilde güzel bir çekim yaptık. Sonra da arabaya binip Aliağa’ya gidiyoruz.

    Burası gerçekten de beklediğimizden çok büyük bir ilçe. Hemen anlaşılıyor ki buradaki petrol rafinerisi gündelik hayatı yönlendiren temel varlık. O küçük turistik beldelerden sonra birdenbire bir sanayi kentinin içine düşüvermek biraz şok etkisi yaratıyor. Ama burası diğer sanayi bölgelerine kıyasla nispeten temiz ve düzenli. Özellikle sahilindeki park düzenlemesi çok hoş.

    Biraz bakındıktan sonra yan yana duran bir çay ocağı ile pastanenin önüne parkedip, hamur ziyafetine başlıyoruz. Çayla hamur-işi bana hep Leyla ile Mecnun’u, Ferhat ile Şirin’i veya Romeo ile Jülyet’i hatırlatıyor. Ne kadar da yakışıyorlar birbirlerine…

    SON GÜN ZOR GÜN

    Saat dokuza doğru artık yola çıkıyorum. Yani önceki günlere göre daha çok uyudum, dinlendim ve yolum daha kısa olduğu için geniş geniş hareket edebiliyorum. Ama içten içe biliyorum ki bugün hiç de kolay olmayacak. Çünkü daha önceki tecrübelerimle sabit, en zor gün genelde en son gün oluyor. Her ne kadar bu turlar bir fiziki mücadele gibi görünse de aslında bir zihin oyunu. Konsantrasyonun en azladığı zaman da son gün oluyor ve hele ki yol da kısa ise bir türlü geçmek bilmiyor. bakalım bu gün nasıl olacak…

    Aliağa’nın hemen çıkışında yol tek kelimeyle berbat. Sanayi bölgesi olduğu için hem inanılmaz bir kamyon trafiği var, hem de o kamyonlar yüzünden yollar mahvolmuş. Rafineri, liman ve sanayii bölgesinden çıkana kadar baya bir cebelleşiyorum ama bu sırada “çevreci bisiklet” ile “sanayi” ortamının kontrastında çok güzel çekimler yapıyoruz.

    Yenifoça’ya varmamla birlikte manzara da değişiyor. Yeniden o Ege kıyıları görüntüsüne kavuşuyoruz. Yenifoça’dan sonra Foça’ya gidebileceğim iki yol var; biri içeriden, diğeri de deniz kıyısından. Zor olduğunu tahmin etmeme rağmen sahil yolunu tercih ediyorum; “Her zaman tura çıkmıyoruz ya!”…

    Tam da tahmin ettiğim gibi oluyor. Rampalar gerçekten zorlu. Üstelik tam da öğlen vakti ve gölgesine sığınılacak pek fazla ağaç yok. Ama ne gelen var ne giden, ve manzaralar da gerçekten muhteşem. Yine durup durup fotoğraf çekmekten bir türlü yol alamıyorum.

    Epey mücadeleden sonra son rampayı da aşıp Foça’ya doğru inişe geçiyorum. Bizimkiler de benden önce gelmiş kavşakta beni bekliyorlar. Arabayı park edip, eski taş evlerin arasından kasabanın merkezine doğru yürümeye başlıyoruz. Sokaklar ve evler o kadar güzel ki, Murat kendisini tutamayıp kiralık ilanı olan bir yer için emlakçıyla görüşüyor. Tabi fiyatları duyunca da…

    SEFERİHİSAR-URLA-FOÇA

    Okullar açılmış olmasına rağmen her yer oldukça kalabalık. Peki tatilde nasıl oluyor acaba diye düşünmeden edemiyorum. Bir zamanlar İzmir’li bir arkadaşım anlatmıştı; “İzmirlilerin tatil yeri Seferihisar, Urla ve Foça’dır.” demişti. Zenginleri Urla’ya, Güneydekiler Seferihisar’a, Kuzeydekiler de Foça’ya giderler demişti. Şimdi ne demek istediğini daha iyi anlıyorum. İstanbul’un Şile’sini andırır tarzda, hem tatil yeri hem de büyükşehir havasında bir yer Foça. Ama bu durumu güzelliğinden bir şey kaybettirmiyor…

    Merkezde yan yana dizilmiş balık lokantalarını görünce kahvaltıdan vazgeçip, balık yemeye karar veriyoruz. Zaten vakit de epey ilerledi.

    Ne kadar da doğru karar vermişiz. Tavada kızarmış mezgit paneler de, yanında gelen patates kızartması da nefis. Ve tabi ki salatayı da unutmamak lazım. Yine midelerimiz bayram ediyor…

    DENİZ SEFASI

    Yemeğin üstüne bir de dondurma. Onu üstüne bir de denize giriyorum. Ve artık iyice azalmış olan konsantrasyonumu tamamen kaybediyorum. Önümdeki son elli kilometre çok zor geçecek, bundan adım gibi eminim.

    Kendimi zorlayarak yola çıkmam bir saati buluyor. Bikemap’ten kontrol ettim, Foça’nın çıkışında iyi bir rampa beni bekliyor. Sanırım en zoru bu olacak. Ama yapacak bir şey yok. Kendimi zorlaya zorlaya tırmanmaya başlıyorum. Maalesef yaprak da oynamıyor. Bir metre, bir metre daha, bir metre daha derken rampa giderek erimeye başlıyor. Zaten en zoru her zaman en başı. Yolun üçte birini aldığın zaman kalan üçte ikisi kendiliğinden geçiyor. Ve yine böyle oluyor. Epey sürüyor ama sonunda tepeye ulaşıyorum. Önümde göz alabildiğine bir ova, ilerisinde de Menemen ilçesi uzanıyor.

    Tepedeki bir Çınar ağacının gölgesinde su molası verdikten sonra kendimi aşağıya doğru bırakıveriyorum. Bundan sonrası artık formalite sayılır. İniş gerçekten de harika oluyor. Terden sırılsıklam olmuş tişörtüme çarpan rüzgarla kendimi birdenbire çölden sonra kuzey kutbuna gelmiş gibi hissediyorum. Hiç bitmesin istiyorum, ama yağma yok tabi ki her güzel şey gibi bu da bitiyor.

    Üstelik “Bundan sonrası artık formalite sayılır.” derken hesaba katmadığım bir gerçeği, uzun süre doğuya doğru yol alacağım gerçeğini hatırlatmak istercesine, aşağı iner inmez güçlü bir kafa rüzgarı ile karşılanıyorum.

    Yol dümdüz ama bir türlü gidemiyorum. Üstüne üstlük iki şeritli yol çok dar ve kalabalık. Bütün keyfim kaçıyor. Çareyi kendi kendime şarkı söylemekte buluyorum. Hatta iyice sıyırıp kendi kendime konuşmaya başlıyorum. Rüzgar bir yandan, trafik bir yandan, üstelik yavaştan şehir hayatı emareleri de belirmeye başladı. Yani bu yol başka türlü bitecek gibi değil…

    DEDİKODU

    Tam kendimle halvet olmuşken bir kavşakta yine bir Dut Suyu İstasyonu görünce, geçen seferkinden tadı damağımda kaldığı için hemen duruyorum.
    “Selam Aleyküm.”
    “Aleyküm Selam.”
    İlk bardağın ardından klasik muhabbet başlıyor; “Nereden gelirsin, nereye gidersin, bisikletle mi, hadi canım, vs, vs…”
    Kemal amca altmış bir yaşında. O da benim gibi yerinde duramayanlardan. Yakınlarda bir köyden. Emekli olunca evde sıkılmış, gelip bu tezgahı kurmuş. “Nasıl sizin oralarda geçim.” diyorum. “Nasıl olacak, çalışan geçiniyor, çalışmayan da ağlıyor.” diyor. Gülümsüyorum. “Bütün gün kahvede oturuyorlar. Ne yaparsın bütün gün kahvede oturursan?” deyip iri iri açtığı gözleriyle bana bakınca; “Dedikodu” diye cevaplıyorum. “Hay ağzına sağlık.” deyince karşılıklı gülüşüyoruz. Sohbet de iyi dut suyu da, iki bardak daha içiyor, hızımı alamayıp mataralarımdan birisini de dut suyu ile dolduruyorum. Ardından Kemal amcam beni Allah’a emanet ederek uğurluyor.

    Çiğli’ye vardım, artık resmen İzmir’de sayılırız. Şehir merkezine giden anayolun kenarında epeyce uzun bir bisiklet yolu var ama kullanılmadığından olsa gerek bütün yolu dikenler kaplamış, yazık…

    Bir müddet daha trafiğin içinde devam ettikten sonra ilk fırsatta Karşıyaka’ya doğru ara sokaklara dalıp, kendimi sahilden Alsancak’a kadar giden bisiklet yoluna zor atıyorum. Burası da çok rüzgarlı. Denizde dalgalar neredeyse adam boyu ve köpük köpük sahili dövüyorlar. Ama olsun, trafikte sürmekten bin kat daha iyi…

    Son kilometreler de yavaş yavaş eriyor ve sonunda akşam saat beş gibi Alsancak’a varıyorum. Biraz yoruldum ama tur tahmin ettiğimizden daha kısa sürdü. O yüzden ertesi günü de Murat’ın Gerence’deki yazlığında geçirmeye karar verip doğruca gezinin başından beri hayallerimi süslemekte olan “Topçu” lokantasına yollanıyoruz.

    TOPÇU'NUN ÇÖP ŞİŞLERİ

    Yine hayatımın en güzel anlarından birisini daha yaşıyorum. Budur. Yorgun ama mutluyum. Az sonra da Topçu’nun çöp şişlerini mideye indirmek için sabırsızlanıyorum… Ve tabi ki yine her turun sonunda olduğu gibi “Bitmiş” olmasının verdiği bir hüzün var. Ama bu işte böyle bir oyun. Aslında hayat böyle bir oyun: ne çaba olmadan mutluluk oluyor, ne de ne kadar çabalarsan çabala mutluluğun sonsuza dek sürüyor. Çok şükür ki kendimi harekete geçirip; “Hadi” diyebildiğim sürece ona ulaşmamak için bir sebep yok…

    Her neyse, uzun lafın kısası; yine normal hayatta dört yılda yaşayabileceğim tüm duyguları dört günde yaşadım.. Ve yine, acısıyla tatlısıyla asla unutamayacağım, beni geliştiren, düşüncelerimi dönüştüren, hayatla aramdaki bağları daha da sıkılaştıran bir gezi oldu.

    Sırada ne mi var ?

    E o da sürpriz olsun bakalım. Kalın sağlıcakla :)

    Kartal Kendirci
    İstanbul, Eylül 2019.

    Stacks Image 2740
  • My Page

    Bisikletle Avustralya PART II

    Adelaide > Melbourne

    Learn More

    Mart 2019

    Learn More
    Stacks Image 2656

    BİSİKLET ÜSTÜNDE HİNT OKYANUSU’NDAN PASİFİK KIYILARINA
    Başını sonunu birbirine karıştırdığım unutulmaz bir yolculuk…

    Binlerce kilometre yol, milyonlarca koyun, milyarlarca okaliptüs ağacı, devasa mesafeler, minicik şehirler, daha önce hiç duymadığım kokular ve daha önce görmediğim kadar göz alabildiğine düzlük, kıpkızıl bir toprak, envai çeşit bulut, denizi kıskandıracak kadar mavi bir gökyüzü, deli deli esen rüzgarlar, kangurular, emular, wombatlar, üçüncü dereden amele yanıkları, altın arayanlar, maceracılar, bir sürü göçmen, sıcak, soğuk, yağmur, çamur, şimşek, ıssız çöller, dev dalgalı okyanuslar, çokça tek başınalık, kaybolmuşluk ama bir o kadar da özgürlük, başını sonunu birbirine karıştırdığım unutulmaz bir yolculuk: Trans-Avustralya !!!

    Yaklaşık üç saatlik bir uçuşun ardından Adelaide için alçalmaya başlıyoruz. Doğuya doğru gittiğimiz için hiç anlamadan bir anda gece oluvermiş. Camdan bakıyorum ama etraf zifiri karanlık.

    Derken Adelaide’in ışıkları karanlığı delen minicik iğne delikleri gibi belirmeye başlıyor. On beş dakika sonra yerdeyiz. Koltuğum uçağın kargo kapısının tam üstünde. Uçaktan çıkmayı beklerken Karayel’i indirdiklerini görünce seviniyorum. Öyle ya bu gurbet ellerdeki tek yoldaşım o…

    Havaalanından çıkana kadar Über’den bir araç ayarlıyorum. Dışarıda hava biraz serin. Ve sanki burası Batı Avustralya’ya göre daha değişik kokuyor. Çöllerde sıcak sanki koku olup burnuma doluyorken, burada daha çok baharatlı ve egzotik bir hava var gibi.

    MALOUSSI’NIN KISMETİ

    Karayel’i Über’den ayarladığım araca sığdıramayınca çareyi taksiye binmekte buluyorum. Şöförüm Maloussi. O da Güney Afrika’dan düşmüş buralara. Altmışlı yaşlarında olmalı. Biraz erken çökmüş gibi ama konuşkan ve bedeninden alamadığım enerjisi sanki gözlerinde birikmiş. Durakta beklerken beni görünce parlayan gözlerinde…

    Arkadaşı beklemekten sıkılıp sırasını ona vermiş. Etrafımızda bizden başka kimseyi göremeyince sevincini biraz anlıyorum. Son derece önemli bir ders verirmiş gözlerime bakıp; “Kısmetini kovalamalısın. O cilveli bir genç kız gibidir. Sadece peşinde yeterince koşanlara varır.” diyor. Doğru söze ne denir…

    Laf lafı açıyor. Mandela ile karşılaşmasını, katıldığı gösterileri, özgürlüğün tadını ve bağımsızlığın kıymetini vs anlatıyor. İlgiyle ama içimden; “Arkadaş ülkeni bu kadar seviyorduysan, burada ne işin var? “ diye düşünerek dinlerken havaalanından iyice uzaklaşıp artık Adelaide sokaklarında ilerlemeye başlıyoruz.

    Yeni bir yere karanlıkta varmak hep kendimi biraz garip hissetmeme sebep olmuştur. Yine öyle oluyor ve kendimi biraz havada hissediyorum. Nasıl bir yerde olduğuma dair en büyük ipuçları az önce bahsettiğim gibi havadaki güzel kokulardan geliyor. Onun dışında sokaklar yine bildiğimiz sokak. Gerçi son günlerde geçtiğim sokaklara göre biraz hareketli gibiler ama yine de tenha sayılırlar.

    Bir kaç dakika içinde şehrin merkezindeki otelimin kapısına geliyoruz. Sanki başıma gelecekleri biliyormuş gibi Maloussi de benimle otelin kapısına kadar geliyor. Teşekkür edip iyi geceler diliyorum ama gülümseyerek “Zile bassana.” diyor. Bu sözlerin üzerine fark ediyorum ki; burası güya bir otel ama önümde sadece camdan bir kapı var ve içeride ne bir ışık ne de bir hayat belirtisi görünmüyor. Üstelik saat daha o kadar geç de değil.

    Hipnoz olmuş gibi Maloussi’nin dediğini yapıyorum. Bir iki saniyelik bir gecikme ve metalik bir hışırtının ardından zilin yanındaki diafondan hızla konuşan bir kadının sesi duyuluyor. O kadar hızlı konuşuyor ki hiç bir şey anlamıyorum. Zaten Avustralyalıların ağır bir şivesi var. Üstüne diafonun hışırtısı ve kadının Eminem ile atışan konuşması eklenince hiç bir şey anlamıyorum.

    Maloussi bilmiş bilmiş gülümserken, diyafondan kadınla konuşup kapının ve içeriye girince içinde anahtarlarımı bulacağım kasanın şifresini öğreniyor.

    DOĞU CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK

    Doğuya gelince hizmet biraz iyileşir diye heveslenmiştim ama anlaşılan pek bir şey değişmeyecek. Avustralya çok büyük bir kıta ve topraklarına oranla nüfusu gerçekten çok az. Hal böyle olunca iş gücü ve hizmetler yetersiz ve dolayısıyla da çok pahalı. Bir de devasa mesafelerden kaynaklanan lojistik maliyetler eklenince bu ülkede her şeyin neden bu kadar pahalı olduğu daha rahat anlaşılıyor.

    Oysa ki ne hayallerle gelmiştim. Uçsuz bucaksız mesafelerin hayal güçlerini parlattığı, el değmemiş doğanın medeniyet hastalığından uzak tuttuğu, kanlı canlı, neşeli ve hayat dolu insanlarla karşılaşacağımı düşünürken, geldiğimden beri en çok karşıma çıkan şey bu sesli yanıt sistemleri oldu. Tom ve Aaron gibi hala hayalleri olan bir iki kişi dışında tanıştığım hemen herkesin en büyük hayali buraya gelmekmiş de, buraya gelir gelmez yerini bu dehşet pahalı ülkede ay sonunu getirebilme koşusuna ve vatandaşlık alabilme kaygısına bırakarak çekip gitmiş gibi. Şimdiki hedefleri ise bir yolunu bulup kilometrekare başına daha çok insan düşen bir yerlere kapağı atmak…

    Bu düşüncelerde canımı sıkmak için büyük bir potansiyel hissetmeme rağmen, kendimi odamı ve sıkıntılarla geçen onca günden sonra yukarıda beni bekleyen lüksü hayal etmeye zorlayarak, Maloussi ile vedalaşıp asansöre biniyorum. E az buz şey değil, şaka maka ikiz yatağı ve banyosu olan bir odada kalacağım !!!

    Oda krallara layık değil ama yine de kendimi kral gibi hissetmeme yetecek kadar iyi. Hemen çantaları boşaltıp doğruca çamaşır yıkamaya girişiyorum. Karnım çok aç ama her şeyim leş gibi. Artık kokmaya başladıkları için bir an önce temizlemem lazım. Duş teknesinde çiğnedikçe simsiyah sular akan giysilerimi görünce aklıma çocukluğum ve Şanlıurfa’da geçirdiğim yazlar geliyor. Orada da ninem çamaşır yıkarken leğenin içine girip minicik ayaklarımla giysileri çiğnemekten ne kadar hoşlandığımı hatırlıyorum. İçim ısınıyor…

    YENİ KAHRAMANIM: “UNCLE HUNGRY JACK”

    Çamaşırları odada bulabildiğim her köşeye asıp aşağı iniyorum. Kentin “Red Light Zone”unda olduğumu keşfetmem pek uzun sürmüyor. Çok da umurumda değil. Hatta seviniyorum; “En azından burada geç vakte kadar açık yemek, su vs alacak yerler vardır.” diye düşünüyorum…

    Islık çala çala yürüyorum. Kendi çapında hareketli bir yer. Sokakta gelip geçen bir iki araba, sallana sallana yürüyen üç beş kişi var. Hatta biraz ileride, önünde bir kaç Kuzey Afrika’lı tipin olduğu bir bardan darbuka sesi geliyor, hiç fena değil…

    Trafik ışıklarında bekliyorum. Yayalara yeşil yanınca Atari oyunundaki makineli tüfek gibi bir ses çıkmaya başlıyor. Çok komik. Elimde hayali bir tüfek varmış gibi sağı solu tarayarak karşıya geçiyorum. Nasıl olsa etrafta garip garip bakacak kadar insan yok…

    Önce burnuma gelen kokular karnımı karıncalandırıyor ardından kokunun müsebbibi olan hamburgerciyi görüyorum. Adı “Hungry Jack” ama “Burger King” olduğuna yemin edebilirim. Sadece logosu, tabelası veya dekorasyonu değil, hamburgeri, patatesi vs de tıpkısı. Meraklansam da açlığım daha ağır basıyor, doğruca kasadaki ufak tefek, neden olduğunu bilmiyorum ama Ortadoğulu olduğuna iddaya girebileceğim kıza yönelip siparişimi veriyorum. Yalanım yok, ağzımdan sular akıyor…

    Sonraki günlerde öğreneceğim ki meleklerin kulağına üflediği amcamın birisi Burger King kurulmadan çok önce bu ismin Avustralya’daki haklarını kendi adına tescil ettirmiş. Sonra da teklif edilen onca paraya rağmen ismin kullanım hakkını Burger King’e vermemiş. Bu hikaye çok hoşuma gidiyor. İşte Dünya’nın böyle insanlara daha çok ihtiyacı var. Yoksa her şeyi satılık olan insanların güzel Dünya’mızın sonunu getirmesi kaçınılmaz. Zaten olmaya da başladı, kendi gözlerimizle görebildiğimiz yeşil-mavi biricik dünyamızı torunlarımıza bırakabileceğimizden gerçekten de o kadar emin değilim…

    İKİ GENÇ AUSSIE

    Saat çok geç değil ama masalarda oturan kimse yok. Sadece uzakdoğulu görünen bir çift, sessiz sedasız ve dikkat çekmemeye çalışarak hamburgerlerini yiyor. Açlıktan ne yapacağını bilemez şekilde siparişimin hazırlanmasını bekleyip sağa sola bakınırken içeriye oldukça açık giyimli iki genç kız giriyor. O saatte orada beklenmeyecek kadar genç ve güzeller. On altı, bilemedin on yedi yaşında falanlar. Bir tanesi gerçekten çok sarhoş. Ayakta zor duruyor. Diğeri de sarhoş ama hafiften sallanmasına rağmen nispeten daha ayık; “Collie, lütfen ayakta durmaya çalış ve bana ne yemek istediğini söyle.” dedikten sonra bir eliyle diğer kızı ayakta tutmaya çalışırken diğer eliyle de ceplerini karıştırıyor.

    Kendi kendime; “Para arıyor herhalde.” diye düşünüyorum. Çok kendinden emin görünmeye çalışıyorlar ama yine de içimi acıtan bir halleri var. “Yardım etsem mi acaba?” diye kendi kendime cebelleşiyorum ama yabancı bir yerde olduğum için çabucak karar veremiyorum. O sırada siparişim geliyor ve alıp yakındaki bir masaya oturuyorum.

    Az önce o hamburgerle patatese neler yapacağıma dair haşin hayaller kuruyorken hafiften iştahım kaçıyor ve bir yandan kızları keserken, diğer yandan da yemeğimi gevelemeye başlıyorum. Hafiften ayık olanı sonunda ceplerinde arayıp durduğu şeyi buluyor. Kırış kırış bir kağıt parçası ama para değil. Sanırım bir yemek kuponu. Kasadaki Ortadoğulu kızla ufak bir münakaşa yaşıyorlar. Kızların kıyafetleri falan da iyi. Hani yaşlarına göre biraz iddialı belki ama hiç de öyle fukara bir halleri yok. Sonunda kasadaki kız bıkın bir ifadeyle kuponu alıp içeri gidiyor.

    Geri döndüğünde “Tamam yemeği vereceğim ama lütfen sessiz sedasız bekleyin.” babında bir şeyler söylüyor. O sırada daha ayık olanı ile göz göze geliyoruz. Diğerinin aksine sarışın ve mavi gözlü; yol boyunca oldukça sık duyduğum “Irkçılık” hikayelerinin başrol oyuncusu tipik bir “Aussie”. Böyle olunca durum gözüme daha da garip görünüyor.

    Ben bunları düşünürken o bana bakıp gülümsüyor. Hatta bir de göz kırpıyor. Ben de ona gülümsüyorum. Kafam karışık. Bir şeyler yapıp yardımcı olmak istiyorum ama ne yapacağımı da bilemiyorum. Gerçekten biraz perişan görünüyorlar. “Acaba kalacak yerleri var mı?” diye aklımdan geçiriyorum.

    Sonra “Daha da ileri gidip; “Odamda üç kişilik yatacak yer vardı, davet etsem mi acaba?” diye düşünüyorum. Düşünüyorum ama yabancı bir yerde olmanın ürkekliğinden olsa gerek bir türlü harekete geçemiyorum. Kararsızlığım yüzünden içimden bir öfke yükseliyor. Kendime kızıyor gibi oluyorum ama sonra o öfke daha da büyüyerek bu kızları bu hale koyan şey her neyse ona yönleniyor; “Neden böyle ? Genç, sağlıklı ve güzel iki genç kız. Işıl ışıl gözlerle kahkahalar atabilecekken neden şu anda bu perişan haldeler ?!”

    “I WANT A BITE”

    Keyfim kaçıyor. Artık canım bir şey yemek de istemediği için, kendimi elimde yarım bir hamburger kızlara bakarken yakalıyorum. Daha doğrusu sarışın olan yakalıyor. Göz göze geliyoruz. Önce gülümsüyor, ardından oturduğu yerde artık uyuklamaya başlayan diğer kızı duvara yaslayıp yüzüne çapkınca bir gülümseme yerleştirerek bana yöneliyor. Yarı açık gözlerini bir an bile üzerimden ayırmadan yanıma gelene kadar gülümsemesini de hiç bozmuyor. Sanki sürekli oynadığı bir oyunun yeni bir temsilini eda eder gibi. Çok samimi görünmesine rağmen sanki ışık yılları kadar, ona hiç ulaşamayacağım kadar uzaklarda duruyor. Bunu bilmek içimi bir çaresizlik hissi ile dolduruyor. O an; “Bir saniye için dahi olsa ona ulaşabilmek için neler vermezdim.” diye düşünüyorum.

    Hiç bozmadan yanıma geliyor. Hafifçe öne eğilip masaya yaslanırken yüzünü yüzüme yaklaştırıyor. Alaycı gözlerle bir iki saniye beni süzerken hiç konuşmuyor ama; “Boşuna kendini zorlama, senin hatan değil ve senin yapabileceğin bir şey yok.” dediğine yemin edebilirim.

    Derken gerçekten konuşuyor. Sesi son derece kendinden emin;

    “I want a bite!: Bir ısırık istiyorum!”…

    Bu da ne demek şimdi? Ben ne dediğini anlamaya çalışırken, elimden aldığı yarım hamburgerimden kocaman bir ısırık alıyor. “Hımm” diyerek keyifle çiğneyip yuttuktan sonra tekrar bana doğru eğilip yanağıma yumuşak bir öpücük konduruyor.

    Şaşkınım. O ise hiç değil. Sanki on altı yaşında olan benim de elli yaşında olan kendisi. “Sen iyi bir çocuksun. Yaramazlık yapma emi.” der gibi…

    Kaderini kabullenmiş bir edayla göz kırpıp, sallana sallana artık sızmış olan diğer kızın yanına dönüyor. Zaten el kadar olan eteği eğilince daha da yukarı çıkmış, neredeyse poposu görünüyor. Bu haliyle üstünü bile giymekten aciz ufacık bir çocuğu andırıyor.

    “Bu erkenden yaşlanmış çocuğun, bu saate, bu berbat halde, burada ne işi var!!!”

    Diğer kızı uyandırıp yedeğine alıyor. Son kez bana bakıp göz kırpıyor. Dışarı çıkıp geldikleri gibi yok oluyorlar.

    Onların yok olmasıyla birlikte bakışlarım az önce kocaman bir parçasını bağışladığım yarım hamburgerime dönüyor. Olup bitenleri zihnimde ağır çekimde yeniden oynatırken, tok çocuklar misali kalanını ağzımda geveleyip yutmam epey vaktimi alıyor.

    Odaya dönüp karışık kafamı dağıtmak için king-size yatak ve kahve-kettle lüksüne sığınıyorum. İki fincan kahvenin ardından yatağa yatıp kollarımı ve bacaklarımı olabildiğince açarak kediler gibi geriniyorum. Yatağın mümkün olan en büyük kısmını kapladığımda içim biraz huzur buluyor. Yine de kafam hala karışık ve neye olduğunu tam olarak adlandıramasam da öfkeliyim.

    Ama artık kendimi uykunun bütün sıkıntılardan uzak dünyasına bırakabilirmişim gibi hissediyorum ve o alememe geçmem gerçekten de çok uzun sürmüyor.

    2 SAAT DAHA YAŞLANMIŞIM…

    Ölü gibi uyumuşum. Gözlerimi açtığımda nerede olduğumu anlamam biraz vaktimi alıyor. Uyandığım yer son günlerde gözlerimi açtığım mekanlardan oldukça farklı. Oda geniş ve serin, duvarlar, çarşaflar vs her şey bembeyaz ve etraf güzel kokuyor. Bir an kendimi çok iyi hissederek yine kediler gibi geriniyorum.

    Akşam olanları hatırlayınca canım sıkılıyor. Üstüne saate bakıp da 10:30 olduğunu görünce bir an bocalıyorum. Çok uzun zamandır bu saate kadar uyumuşluğum yok. “Acaba farkına varmadan çok mu yoruldum?”.

    Biraz düşününce jetonum düşüyor. Önceki sabahtan bu yana iki saat dilimi daha geçtim. Yani dün uyandığım yere göre iki saat daha ilerideyim ve henüz uyum sağlayamamış olan biyolojime göre saat daha 08:30. Einstein’in teorisi doğruysa fazladan iki saat daha yaşlandım…

    “Yine de çok uyumuşum.” diye hayıflanıyorum. “Ölünce bol bol uyumayacak mıyız zaten!” mottomu hatırlayınca yatakta doğrulup gözlerimi ovalamaya başlıyorum. “Allahım bu ne kadar güzel bir şey!”. Tatlı tatlı kaşınmak gibi ovaladıkça ovalayasım geliyor. Bu keyfi uzatmak için zihnimi de işin içine katarak çocukken beni böyle mutlu eden şeyleri hatırlamaya çalışıyorum;

    Sırtımı kaşıtmak
    Yazın yatakta yatarken ayaklarımı serin duvara yaslamak
    Berberde saçımı yıkatıp taratmak

    Bu kadar basit ama böylesine mutlu edecek bunca şey varken büyüdükçe acayip acayip ihtiraslara yönleniyor olmamızın tek bir açıklaması olabilir; “Defolu Olmalıyız!!!”

    Kalp ritmimi ölçüyorum, sürüşe başlamadan önce Fremantle’da ölçtüğüm yetmiş beşin bile altına düşmüş. “Çöl beni istemeyip kalbimi kırdığı için artık yeterince atmıyor herhalde!” diye düşünerek sitem ediyorum. Sürüşün ilk günü doksan’a çıkmış, daha sonra seksen’e gerilemişti. Normalde kronik beş vuruşluk ve üzeri bir artış vücudun aşırı yorulduğu anlamına geliyor. Bu da sürüşü bırakıp en az bir kaç gün dinlenmek demek. Neyse ki şu anda böyle bir durum yok. Üstüne üstlük çöl etabını yapamayacağım için kalbim ne kadar kırılmış olsa da, kendimi fizik olarak bomba gibi hissediyorum.

    Bütün oda akşam yıkayıp bulabildiğim her yere astığım çamaşırlarla dolu. “A-ha! Güzel kokunun bir sebebi de bu olmalı!”. Çamaşırları toplarken midem guruldamaya başlıyor. “Bu şehirde yiyecek bir sürü şey vardır!” diye düşününce sabah keyfi katmerleniyor.

    Hazırlanıp çıkmadan önce Uber’den kutulanmış haldeki Karayel ile sığabileceğimiz bir araç ayarlıyorum. Gelmesini beklerken de Kalgoorlie’de Karayel’i paketleyen Anna’nın verdiği kartviziti çıkarıp Karayel’i tekrar monte etmek için gideceğimiz bisikletçinin adresini kontrol ediyorum.

    ERDOĞAN: “MAN WITH BALLS”…

    Bu seferki şöför de Çinli. Adı Ming, çok şaşırdım!

    Çin taşrasında bir kütüphanede çalışıyormuş. Gerçekten de son derece entellektüel bir hali var. “Sen nasıl düştün buralara?” diye sorunca anlatıyor; çocuklarını rejimin eğitim politikasından kurtarmak için Avustralya’ya gelmiş.

    Türk olduğumu duyunca gülümsüyor. Türkiye’nin çok güzel olduğunu, Çinlilerin Türkiye’yi çok sevdiğini, ve kendisinin de bir gün ziyaret etmeyi çok istediğini söylüyor. Ve laf lafı kovalayıp her zaman olduğu gibi “Erdoğan”a geliyor. Ama Ming’in yorumu Perth'te Rumman'dan duyduğumun aynısı; “Erdoğan, gerçekten .aşaklı adam!”

    Adelaide Avustralya şartlarında büyük bir şehir ama benim gibi İstanbul’dan gelen birisi için pek öyle sayılmaz. Bisikletçi kentin öbür yakasında olmasına rağmen çok geçmeden varıyoruz.

    Ming’le vedalaşıp Karayel’i de alarak dükkana giriyorum. Güzel bir bisiklet mağazası. Hem satış hem de onarım hizmeti veren bir yer. Yine de biraz sakin. Biraz dediğim içeride kimse yok…

    Derken Glen ile tanışıyorum. Otuzlu yaşlarının başında olmalı. Hafifçe toplu. Renkli gözleri olan ve yaptığı işi iyi bildiğini hissettiren birisi. Derdimi anlatıyorum. Türk olduğumu söyleyince laf yine ister istemez Erdoğan’a geliyor. Çünkü sevgili Cumhurbaşkanımız tam da benim orada olmamı beklermiş gibi, Yeni Zelanda’daki Cami katliamından sonra Avustralya’lılar için; “Çok diklenmesinler yoksa Çanakkale’de hayatlarını kaybeden dedelerinin akıbetini paylaşırlar” babında bir demeç vermiş.

    “AYNISINDAN BİZDE DE VAR”

    Glen “Boş ver” dercesine kafasını sallayıp Erdoğan’I kastederek; “Merak etme aynısından bizde de var. Politikacı her yerde aynı.” diyerek göz kırpıyor. Gülüyoruz. Ardından montaj ücretini söyleyince gülümsemem yüzümde donuyor. Tam yüz dolar! İtiraz etmeme vakit kalmadan da ekliyor: “Ancak yarın alırsın.”.

    İnanamazmışçasına boş dükkanı tekrar bir süzüp; “Şaka yapıyor olmalısın?!” diyorum. Ama hiç de öyle şaka yapar bir hali yok. Oysa ki ertesi sabah yola çıkmayı planlıyordum. Durumu anlatıp, bir hal çaresi bulamaz mıyız diye ıkınmaya başlayınca yüzünü ekşitip cebinden çıkardığı telefonundan montajı yapacak kişi olduğunu tahmin ettiğim arkadaşını arıyor.

    Neyse ki karşı taraftan “ok” geliyor ve Glen; “Akşama alırsın.” diyerek tekrar göz kırpınca biraz rahatlıyorum. Yüz dolar Karayel’i monte etmek için çok para ve pazarlık etmeyi planlıyordum ama öbür yandan bir gece daha kalırsam otele de bir yüz dolar daha vermem gerekeceğini düşünerek kabul ediyorum.

    Akşam görüşmek üzere anlaşıp, artık güzel bir şeyler yemek için dışarıya çıkıyorum. Kentin merkezi bir kaç kilometre uzaklıkta. Baya açım ama yine de yürüyerek gitmeye karar veriyorum. İlk defa gittiğin yerlerde etrafı yaşamanın en iyi yolu bu. “Üstelik belki yolda yiyecek otantik bir şeyler bulurum.” diye kendimin bile inanmadığı bir bahane uyduruyorum.

    Ve tabi ki tahmin ettiğim gibi oluyor. Etraf yemyeşil parklarla ve boş sokaklar ile dolu. Ne bir dükkan, ne de ara sıra yanımdan geçen bir iki kişi dışında insan görüyorum.

    HERE SIR…

    Tam ümidimi kesmişken. Karşıma bir apartmanın altında minicik bir büfe çıkıyor. Sandviç ve paket servis yapan küçük bir Meksika lokantası gibi görünüyor. Camdaki menü ve bir iki fotoğraf gerçekten ağız sulandırıcı. İçerideki Meksika’lıya benzeyen tezgahtarı da görünce anında dalıyorum.

    Küçük dükkanda, tezgahtar ile aramızdaki bir kasa ve salata malzemelerinin olduğu tezgahtan başka bir şey görünmüyor. “Mutfak içeride herhalde.” diye düşünüp, tezgahtarın uzattığı menüden ismi janjanlı, okunduğunda kulağa muhteşem gelen bir yemek sipariş ediyorum.

    Ben içeri gidip hazırlamasını beklerken, bizim Meksikalı tezgahın altından iki adet kare sandviç ekmeği çıkarıyor. Bildiğimiz Uno tost ekmeği. Ve benim şaşkın bakışlarım altında o iki dilim ekmeğin arasına bir dilim salam, bir dilim domates, bir yaprak kıvırcık ve biraz mısır koyduktan sonra yağlı kağıtla sarıp, sonra da bıçakla ortadan ikiye kesip bana uzatıyor.

    “Here Sir!”.

    Şaşkın şaşkın bakıyor olmalıyım ki tekrar ediyor; “Here Sir!”.

    Duygularımı anlatmam imkansız. Yine faka bastım. Hala öğrenemediğim için kendime kızıyorum; burada beklentilerimi yüksek tutmamam gerekiyor. İsimleri ne kadar janjanlı olsa da alıp alabileceğimin hepsi işte bu. Üstelik şehrin merkezinde bile değilim. Kendimi Türkiye’de mi sanıyorum ki, burası bildiğin medeni bir ülke!!!

    Bari tadı biraz bir şeye benzeseydi… Karton bazlı yemeğimin can sıkıntısını azaltır, hem de yutmama yardımcı olur diye bir de büyük kola alıyorum. Neyse ki onun tadı aynen bildiğim gibi…

    Keyifsiz keyifsiz yürümeye devam ediyorum yine yemyeşil parklardan ve ıssız sokaklardan geçerek. Merkeze yaklaştıkça kalabalık artmaya başlıyor. Kalabalık dediğime bakmayın, insan sayısı nispeten biraz daha artıyor anlayacağınız.

    MONOTON KÜRE…

    Yapacak bir şeyim olmadığı için serseri mayın gibi dolanıyorum. Mağazalara falan girip çıkıyorum. Aslında hoşuma gitmiyor da değil. Normalde avm vs’de vakit geçirmeyi hiç sevmem ama yabancı bir ülkede az da olsa ilginç olabiliyor çünkü sadece o ülkede bulunan şeyler alabilme şansı olduğu için insanın hayal gücü ve araştırmacı yönü biraz ateşlenebiliyor.

    Hatırlıyorum da bu iş, yani yeni ülkeler, şehirler görmek eskiden çok daha eğlenceliydi. Çünkü hepsi kendine has olurdu. Oysa ki bu küreselleşme furyasından sonra neredeyse bütün şehir merkezleri aynı hale geldi. Aynı zincir mağazalar, aynı zincir kafeler, aynı zincir lokantalar…

    “Hiç de iyiye gitmiyor.” diye düşünüyorum içimden. Her şey ne kadar da tek tipleşiyor! Eskiden komünist rejimleri tek tip olmakla suçlayan liberalizmin günün sonunda bu noktaya savrulmuş olması da ayrıca ironik. Sonra daha da canım sıkılıyor. Çünkü tek tipleşen şeylerin sadece mağazalar değil, bu tek tip hayatı soluyan insanların bizzat kendileri de olduğu aklıma geliyor… Evet belki artık herkes daha güzel veya çekici görünüyor ama hepsi de en az bir o kadar sıkıcı hale gelmediler mi bu yüzden ? Çirkin ama kendine has ve benzersiz insanları özlüyorum bu düşünceler içerisinde…

    Vakit öldüre öldüre tam otelimin yakınlarına gelmişken telefonum çalıyor. Hoppala, kim ola ki ?

    Arayan Glen. Şaşırtıcı bir şekilde Karayel’in hazır olduğu haberini veriyor. Yapacak bir işim olmadığı için seviniyorum. Yine yürüyerek dükkana dönüp Karayel’e binerek merkeze dönene kadar akşam olur artık. Sonra da bir akşam yemeği, ertesi gün için yol hazırlığı vs derken sabahı bulurum. Bisiklet üstündeyken başka bir cazibesi var yalnızlığın ama onun haricinde biraz can sıkıcı. “Neyse, belki akşam yemeği esnasında birileri ile tanışırım.” diyerek Glen’e doğru yola koyuluyorum.

    Geldiğim yolu gerisin geriye dönmek istemediğimden farklı bir rota seçiyorum ama yine de her şey birbirinin aynısı gibi görünüyor. Yaklaşık bir saat sonra dükkana varıyorum.

    ÜÇÜNCÜ MELEĞİM: GLEN

    Glen beni yanındaki Denis ile tanıştırıyor. Karayel’i o toplamış. Sohbet etmeye başlıyoruz. Önümdeki yolu soruyorum. Gülerek ardımda bırakmış olduğum yoldan çok daha iyi olduğunu söylüyorlar. Özellikle Kingston ve Robe kasabalarını çok metediyorlar. Dediklerine göre buraların Bodrum-Marmaris’iymiş. “Ondan sonrası Portland’a kadar biraz sıkıcı ama ardından zaten dünyaca ünlü ‘Great Ocean Road’a gireceksin.” deyince keyfim biraz yerine geliyor. Eklemeyi de unutmuyorlar: “Yalnız elini çabuk tut, mevsim dönmeye başladı ve güneye doğru gidiyorsun!”

    Bir anlık kafa karışıklığının ardından Güney Yarımküre’de olduğumu hatırlayınca söyledikleri anlam kazanıyor. Evet, yolda fazla oyalanmamam lazım. Zira Avustralya’lı kimden hava durumu ile ilgili bir şey duyduysam, hiç de inanılır gelmemesine rağmen aynen çıktı. Buralarda hava gerçekten benim anlamakta zorlandığım başka bir tarife uyguluyor.

    Denis ile bir eksiğim olup olmadığını, yedek parça durumumu vs konuşuyoruz. Normalde hiç aklıma gelmeyecek bir şekilde sele kelepçemin yedeğinin olup olmadığını soruyor. Tabi ki yok… Sonra anlatıyor; geçenlerde benim bisikletimin aynısından bir tane gelmiş ve sele kelepçesi hiç de mantıklı olmayan bir şekilde kırıkmış. “Bu markada bir iki kez daha karşılaşmıştım.” deyince canım sıkılıyor. “Yedeğiniz var mı?” diye sorunca; “Hayır yok, diğerini de Melbourne’e sipariş etmiştik ve gelmesi epey sürmüştü.” deyince keyfim iyiden iyiye kaçıyor. Melbourne’a bin iki yüz kilometreden fazla yolum var ve arada bir şey olursa iyi bir bisikletçi bulabileceğim hiç bir yer yok.

    Sele kelepçesi… Kırılabileceği hiç aklıma gelmemişti. Ama öyle bir parça ki, kırıldığı anda sürüş çok zor hale gelecek. Tam ben suratımı buruşturup kafamı kaşımaya başlamışken Glen gelip; “hayırdır, ne oldu?” diye sorunca durumu anlatıyoruz. Ve o anda Glen Avustralya’daki üçüncü meleğim olma yolundaki ilk adımını atıyor.

    İlk geldiğimde daha Karayel’in kutusunu açarken markasını görüp, “İyi seçim adamım, benim bisikletlerim de bu marka.” demişti. Şimdi de gökten inmişçesine; “Bende yedek kelepçe olacaktı bir bakayım.” diyor. Onunkiler dağ ve şehir bisikleti olduğu için kumpasla Karayel’in sele borusunun ölçüsünü alıp içeriye geçiyor. Az sonra döndüğünde ise elinde bir kelepçe yüzünde ise bir gülümseme var. “Şanslısın adamım.” diyor bana göz kırparken. Çabucak kelepçeyi deniyoruz. Aynen oturuyor. Ne diyebilirim ki, gerçekten de şanslıyım…

    Glen ve Denis ile fotoğraf çektirip Karayel’e atlıyorum. Günler sonra yeniden eski dostumla buluşmak çok hoş. Adelaide caddeleri çöl yollarına nazaran biraz hareketli ve gürültülü ama olsun…

    MÜKELLEF BİR YEMEK

    Karayel’i odaya çıkarıp akşam yemeği için tekrar aşağıya iniyorum. Otelim zaten şehrin en büyük caddesinde olduğu için acele etmeden caddede yürümeye başlıyorum.

    Artık hava kararmak üzere. Daha önce hiç bir yerde görmediğim pembe bir renge bürünmüş ve binlerce parçaya bölünmüş küçük pamuk parçalarını andıran minik bulutçuklarla kaplı gökyüzünü fark edince ağzım açık kalıyor. Gerçekten eşsiz…

    Görüntünün sarhoşluğu ile yürümeye devam ederken bir yandan da kentin en güzel lokantalarını kesiyorum. Her ne kadar biraz daha medeni bir yerlere gelmiş olsam da, yolda nelerle karşılaşacağımı bilemediğim için, tekrar yola çıkmadan önce mutlaka güzel bir şeyler yemek konusunda kararlıyım.

    İtalyan, Fransız, Lübnan, Çin, Thai ve Japon lokantalarının önünden geçiyorum. Hiç fena değil. Ama yine de tam istediğim şey bunlar değil diye düşünürken karşı kaldırımdaki bir lokanta dikkatimi çekiyor. Adı “Sosta” ama tabelasında ne mutfağı olduğuna dair hiç bir ipucu yok. Karşıya geçip kaldırımda duran kiosktaki menüsünü inceleyince aradığım şeyi bulduğumu anlıyorum.

    Burası bir Arjantin Et Lokantası. Aklımın gerilerinde gizlenmiş kocaman ve leziz bir biftek görüntüsü, bu fırsatı bekliyormuşçasına aniden bilincime yükseliveriyor. “Evet, aradığım buydu işte!” diyorum kendi kendime ve hemen kaldırımdaki masaları kesmeye başlıyorum. Masif ahşaptan yapılmış, koyu renkli, sevimli ve hepi topu beş altı masadan ikisi boş.

    ANY PLANS FOR WEEKEND ?…

    Tam “Acaba hangisine otursam?” diye karar vermeye çalışırken arkamdan gelen çok hoş bir ses; “Hoş geldiniz.” diyerek beni karşılıyor. Dönmemle birlikte tam karşımda çok çekici ve gözlerinin içiyle gülen bir genç kız buluyorum.

    İki boş masayı göstererek;” Hangisine isterseniz oturabilirsiniz.” derken neredeyse bütün varlığıyla gülümsüyor.

    İçimden; “Bugüne kadar gördüğüm en güzel lokanta karşılamalarından birisi olmalı bu.” diye düşünürken aval aval bakıyor olmalıyım ki bu sefer komik bir şey görmüşçesine daha da gülüyor.

    Utanıp en yakındaki masaya oturuyorum. Buralarda insanlar genelde kibar ama Avustralya’ya geldiğimden beri bu kadar içten ve bu kadar güzel gülümseyen birisiyle karşılaşmamış olduğum için ve bir de yol beni kibar dünyadan koparıp biraz öküzleştirdiğinden olsa gerek kendimi biraz yabani hissediyorum.

    Anlamış olmalı ki çok da üstelemeyip içeri gidiyor. Elinde menü ile tekrar dönene kadar kendimi biraz toparlıyorum. O ise hiç bir şey olmamış gibi bana yemekleri anlatmaya koyuluyor. Karnım hala aç ama her şey öyle hoşuma gidiyor ki sanki şimdiden doymuş gibiyim. Pembe-turuncu bulutlarla dolu gökyüzü hala nefis, garsonum çekici ve ilgili, ayrıca birazdan yiyeceğim et ile ilgili en ufak bir kuşku bile duymuyorum. Keyfim gerçekten yerinde…

    Yemek beni yanıltmıyor. Etin tadı gerçekten nefis. Bu kesinlikle Avustralya’ya geldiğimden beri yediğim en güzel şey. Üstüne eşsiz gökyüzünü ve krallara layık servisi de ekleyince bu sahne güzel bir anı olarak bu yolculukla ilgili hatıratımdaki yerini alıveriyor.

    Hava kararıyor ve ne kadar uzatmaya çalışsam da sonunda bu güzel yemek bitiyor. Tam bir hüsran anı… Yelkenleri indirip, gemisi batmış kaptan edası ile hesabımı ödeyip odama dönmek üzere lokantanın içine yöneliyorum.

    Garsonum Hara, az önce siparişimi verirken isimlerimizi paylaşmıştık, kasanın başında bir şeyler yapıyor. Ona doğru yürümeye başladığımda beni görüyor ve yine o eşsiz gülümsemesi ile karşılıyor.

    Güney Amerikalıları andıran bir havası var. Esmer ve ortadan biraz uzun boylu. Teni çok koyu olmamasına rağmen biraz çikolatayı andırıyor. Pırıl pırıl parlayan kahverengi gözleri var. Nasıl anlatsam bilemiyorum ama bütünüyle öylesine yaşam dolu ve insanı kendisine davet eden bir hali var ki…

    Ben de ister istemez gülümsüyorum. Üstelik bu sefer mal mal değil, çünkü artık karnım tok ve gerçekten keyfim yerinde.

    O sırada beklemediğim bir şey oluyor. Hesabımı duymayı beklerken Hara gözlerimin içine bakarak; “Any plans for weekend?” deyiveriyor. Sanki biraz da çapkınca bakıyor gibi…

    BİR DAHA ADELAIDE’A GELMEM ZOR GÖRÜNÜYOR

    Bu soruyu gerçekten hiç beklemiyordum. O yüzden maalesef yine şapşallaşıp mal mal bakmaya başlıyorum.

    O anda pek farkında değilim ama ilerleyen günlerde bu insan fakiri ülkede herkesin birileriyle bir şeyler yapmaya ne kadar da aç olduğunu daha iyi gördüğümde, Hara’nın bu davetkar bakışları benim için çok daha anlaşılır hale gelecek..

    İçimdeki mağara adamının hoplayıp zıplamaya başlamasına rağmen, kalbimdeki müebbet tutuklu müzmin aşık devreye girip kibar ama kat’i bir şekilde “Bisiklet sürüyor olacağım.” deyince, biraz hayal kırıklığına uğruyor. Ama sanki tam anlayamamış gibi; “So?” diyerek, yine aynı davetkar ve bekleyen bakışlarla bakmaya devam ediyor.

    Bir süre ne diyeceğimi bilemeyip bekliyorum. Ondan da bir ses çıkmıyor. Artık kesin darbeyi indirmek üzere; “Yarın sabah bisiklet ile Melbourne’e doğru yola çıkıyorum.” deyince gözlerinde bir bulutlanma görüyorum. Ama kasayla oynayarak dikkatimizi dağıttığı kısa bir aranın ardından yeniden güneş parlamaya başlıyor. Bir anda mod değiştiren kızın çenesi açılıyor; meğer o da uzun mesafe koşucusuymuş…

    Az önceki bir şeyler bekleyen gözler bu sefer meraklı bakışlarla bakmaya başlıyorlar. Ne kadar sürdüğünü hatırlamıyorum ama epey bir konuşuyoruz yolculuğum hakkında. Az önce ne olduğunu pek kestiremediğim bir yerlere yuvarlanmak üzereyken, birden sanki uzun süredir birbirini tanımakta olan iki arkadaş gibi oluveriyoruz. Biraz garipsiyorum ama hoşuma da gitmiyor değil yani.

    Sohbet ne kadar hoş olsa da tadında bırakmak lazım. Ayrılma vakti geliyor. her şey için çok teşekkür edip kendimi yeniden caddenin hareketli dünyasına bırakıveriyorum.

    Bu Adelaide’da bir şeyler var. Geldiğimden beri sanki şeytan tüyümü ortaya çıkaran bir şeyler. Önce Hungrey Jack’s’teki “Bir ısırık” isteyen kız, şimdi de Hara… Bilemiyorum ama Şeyma’nın bu öyküyü okuduktan sonra bir daha beni yalnız başıma Adelaide’a göndereceğini pek sanmıyorum. Tıpkı ben de olsam onu göndermeyeceğim gibi…

    Her neyse, egom tavan yapmış bir halde yürürken bir yandan da ertesi gün için planlar yapmaya başlıyorum. Sabah erkenden yola çıkabilmek için bir market bulup eksiklerimi tamamlamam ve mataraları doldurmam gerek.

    Marketi buluyorum ama fiyatlar yine el yakıyor. yapacak bir şey yok. Meyve, kuruyemiş, sporcu içeceği ve su alıp odama çıkıyorum. Toplanma, hazırlık, yeni rota çalışması vs derken bir de bakıyorum ki vakit epey geç olmuş. Ertesi gün yeniden yollarda olacağım için hem heyecanlıyım hem de tedirgin.

    Yatağa girip gözlerimi kapatıyorum…

    YENİDEN YOLLARDA…

    Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kendimi hemen dışarı atıyorum. Konfor hoş bir şey ama beni bekleyen yol heyecanının yanında pek fazla şansı yok. Batı Avustralya’nın o son derece etkileyici vahşi doğasından ve ilham verici ıssız yollarından sonra Adelaide’in sokaklarından anayola çıkmaya çalıştığım o yirmi dakika bir türlü geçmek bilmiyor. Sonunda güneye doğru giden anayola çıkıp kentin dışına doğru tırmanmaya başlıyorum.

    Daha sadece iki gün oldu ama ne kadar da özlemişim Karayel’in üzerinde yol almayı. Bambaşka bir büyüsü var yollarda olmanın, ileriye doğru hareket etmenin, her an hareket halinde olan dünyanın, ayın, güneşin, yıldızların ve tüm evrenin dansına katılmanın. Nasıl oluyorsa oluyor, Karayel’i pedallayıp yollarda akmaya başlar başlamaz sanki beynimdeki bir kimya laboratuvarında bütün varlığımı harekete geçiren bir formül devreye girip hayatın bütün rengini, şeklini değiştiriveriyor. Ve ben kendimi yine bir çocuk gibi meraklı, heyecanlı, neşeli ve capcanlı hissetmeye başlıyorum.

    Adelaide tepelerinin arkasındaki uçsuz bucaksız ovalara inebilmek için yaklaşık altı yüz metre irtifaya çıkmam gerekiyor. Pek de kolay değil aslında ama günler sonra yeniden kavuştuğum o capcanlı ruh haliyle rampayı tırmanmak hiç de zor gelmiyor. Bir de fark ediyorum ki yine ağzım hafiften kulaklarıma varmaya başlamış…

    Enerjim etrafıma saçılıyor olmalı ki yolda arkadaş edinmem pek uzun sürmüyor. Sabah sürüşüne çıkmış bir bir grup yanaşıp nereye gittiğimi soruyor. “Walla şimdilik ilk hedefim Melbourne” deyince haliyle ilgilerini çekiyor, boru değil bin küsür kilometre…

    Hoş beş sohbet derken tepeyi buluyoruz. Gruptakiler; “Aşağıya doğru yollar çok karışık.” diyerek beni uyarıp, bir de güzelce yolu tarif ettikten sonra iyi yolculuklar dileyip Adelaide’a doğru geri dönüyorlar.

    Ben de fırsattan istifade biraz dinlenip su içiyor ve navigasyon cihazından doğru yolu bulmaya çalışıyorum. Yalnız gerçekten de dedikleri kadar var. Yollar hem çok karışık, hem de çok birbirine benziyor. O yüzden dikkatli olsam iyi olacak…

    KARADENİZ ?!…

    Derin bir nefes alıp, Karayel’e yokuş aşağı yol veriyorum. Bu gerçekten harika bir şey… Biraz indikten sonra yeniden tırmanmaya başlıyorum. Sonra yeniden iniyor ve yeniden çıkıyorum. O bakir çevrede bunu o kadar uzun süre tekrarlıyorum ki bir süre sonra artık ne nerede, ne de hangi yükseklikte olduğumu kestiremez hale geliyorum.

    Ama daha da kötüsü yine hiç beklenmedik şekilde hava bir anda değişiveriyor. Günlerdir neredeyse çöllerde bisiklet sürerken, kendimi bir anda Karadeniz’in yemyeşil tepeleri arasında kaybolmuş bir halde buluveriyorum. Etrafımı bir anda bulutlar kaplıyor. Neredeyse önümü bile göremiyorum. Önce nemden bütün giysilerim ıslanıyor, ardından da üşüyüp titremeye başlıyorum. Gerçekten de ne acayip memleket burası…

    Yol kenarında durup yağmurluğumu giyiyor bir yandan da yolumu kaybetmemiş olmak için içimden dualar ediyorum. O kadar komik ki neredeyse her yüz metrede bir üç yollu bir kavşakla karşılaşıp, her seferinde durup navigasyon cihazından yolumu kontrol etme gereği duyuyorum. Gelip geçen de yok ki sorasın.

    Derken kaybolmak paranoyası boktan havanın sıkıntısı ile birleşince keyfim kaçıyor. Ne aç-susuz ne de yataksız kalmak değil ama, yol iz bilmemek, bir de beklenmedik hava şartları bu yolculukların en zor yanları galiba ve şu anda ikisi de beni bulmuş durumda.

    Yol kenarında kendimle konuşup ruh halimi düzeltmeye çalışıyorum. Tecrübelerimle sabit ki; böyle durumlarda yapılabilecek en iyi şey biraz durup, derin nefesler alarak beklemek.

    Biraz dinlendikten sonra tekrar yola koyuluyorum. Şaka maka gerçekten de bir anda bambaşka bir ülkeye gelmiş gibiyim. O güne kadar hiç tanımadığım ağaçlar görüp hiç bilmediğim kokular alıyorum. Yol zorlu olsa bile bu gerçekten de eşsiz bir tecrübe. Derken ilk defa bir medeniyet işareti görüyorum: bir trafik levhası Çok ironik ama onda da: “Dikkat Vahşi Hayvan Çıkabilir” yazıyor. Olsun, yine de gülüyorum…

    Avustralya’dan bahsederken neden “Yedi İklim, Yedi Coğrafya” dediklerini yavaş yavaş daha iyi anlamaya başlıyorum. Gerçi benim ülkem de bu konuda hiç fena değil ama buradaki değişimler çok ani ve çok daha dramatik gerçekleşiyor. Tabi bir de yabancısı olduğumdan olsa gerek proaktif davranıp tepkilerimi hazırlamakta geç kalıyorum… Neyse, öğreneceğiz elbet…

    Bir vadiden aşağı doğru inip dibinde kendimi resmen tropik ama buz gibi soğuk bir ormanın içinde bulunca duruyorum. Hem korkutucu hem de çok değişik ve büyülü geliyor. Biraz etrafı seyredip ortamı dinliyorum. Bu sefer de daha önce hiç duymadığım kuş sesleri ile tanışıyorum.

    Ortam gerçekten büyüleyici ama vakit neredeyse öğlen oldu ve ben hala bu acayip tepeleri aşıp ovaya inebilmiş değilim. Üstelik acıktım ve üşüyorum. Karayel’e binip kararlı bir şekilde pedallamaya başlıyorum. Etraf gerçekten çok değişik ve etkileyici ama artık bir an önce aşağıya inip güneşi görmem gerekiyor. Hasta olursam bir kaç gün; “Game Over” ki böyle pahalı bir yerde buna pek tahammülüm yok.

    Ortamın büyüsünden sıyrılıp zikir misali hiç durmadan pedallayınca önce buluttan çıkıyorum, ardından devasa ağaçlar küçülmeye, ufuk iyice uzaklaşmaya başlıyor. Ve sonunda bir virajın ardından artık önümde sere serpe uzanan güneşli ova ile aynı hizaya iniyorum.

    ÜZÜM BAĞLARI…

    Bir an; “Az önce geçtiğim yerlerden gerçekten geçtim mi?” diye şüpheye düşüp, ardından gülümseyerek pedallara asılıveriyorum. Karayel altımda ovaya inmiş olmanın hevesiyle sanki daha bir hızlanıyor.

    Dümdüz giden kaymak gibi yolun iki tarafı silme üzüm bağlarıyla dolu. O meşhur Avustralya şarapları buralarda yapılıyor demek ki… Hani daha önce üzüm bağı görmüştüm ama bunlar çok acayip, çünkü ucu bucağı görünmüyor. Büyülenmiş gibi Karayel’i kenara çekip üzümlerin arasında yürümeye başlıyorum. gerçekten de içine girdiğim sıranın sonu gözükmüyor. Bir yana geçiyorum, onun da sonu yok. Bir sıra daha gidiyorum, onun da… Çok acayip ve etkileyici. Kendimi sıranın görünmeyen ucuna doğru yürümemek için zor tutuyorum.

    Aklım orada kalıyor ama ben tekrar yola koyuluyorum. Burası bir göller bölgesi. Ucu bucağı görünmeyen yolu takip ederken sağlı sollu pek çok ufak tefek gölü arkamızda bırakıyoruz. Bir süre daha ilerleyip, Murray nehrini geçmemiz gerekiyor. Adelaide çıkışındaki grup küçük bir feribot olduğunu söylemişti. Eğer doğruysa öğlen gibi nehri geçip, akşama da Meningie’de kalmayı planlıyorum.

    Neyse ki doğru çıkıyor. Gerçekten küçük bir feribot var. Gerçi feribot demeye bin şahit ister. Daha çok dört beş araba alabilen bir sala benziyor. Nehrin iki kıyısını birleştiren bir halat var ve bu sal da o halatın üzerinden kaplumbağa hızıyla gidip gidip geliyor.

    Sal kılıklı feribotun karşıdan gelmesini beklerken, karnımı doyurmak için biniş noktasının kenarındaki benzin istasyonunun marketine bir göz atmaya karar veriyorum. Tabi ki yine hüsran… İyi mutfağı olan bir ülkenin vatandaşı olup da gezgin olmak gerçekten ne büyük lanet!.

    Her neyse, dürüm diye sattıkları karton gibi bir şeyi çiğneyip yutmaya çalışırken feribot bizim yakaya yanaşıyor. Hemen binip en önüne geçiyorum. Gençten bir çocuk kullanıyor. Kafasında da bir Krokodil Dundee şapkası, bir anda insana; “Avustralya’daydım ben di mi ya!” dedirten…

    KÜÇÜK BİR SORUN…

    Karşıya geçip tekrar yola koyuluyoruz. Artık üzüm bağları da yok. Hatta ağaç bile yok. Bildiğin dümdüz yol. Bir de üstüne üstlük karşıdan rüzgar çıkıyor. Ne kadar da hoş diye düşünürken daha kötüsü de oluyor; çişimin geldiğini fark ediyorum.

    İyi hoş ama küçük bir sorunumuz var. Her yer o kadar dümdüz ve bitkiden yoksun ki çiş yapacak bir yer bulmak imkansız. Yol da aksine bir o kadar işlek; habire araba geçip duruyor. Umutsuzca bir iki dolandıktan sonra, hanımların nasıl çiş yaptığını tecrübe ediyor, artık dayanamaz hale gelince çömelip borcumu ödemeye başlıyorum. Yani bisiklet turunda başınıza gelebilecek zorlukları listele deseler, kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi herhalde. Bir de Murphy kanunu bu ya, ne gelen geçen araba bitmek biliyor, ne de benim icraat…

    Neyse kızarıp bozarsam da işi halledip tekrar yola düşüyorum. Daha bir kilometre yol gitmiyorum ki arka teker patlıyor. Buyur burdan yak. Daha Meningie’ye baya bir yolum var. Üstelik kalacak yer de ayarlamadım. Bir de açık market bulmam yani saat beşten önce varmam şart. O yüzden çabucak lastiği değiştirip tekrar yola koyuluyorum.

    Dümdüz yolda cepheden esen rüzgarla cebelleştiğim bir sürüşün ardından beşe on kala Meningie’ye varıyorum. Hemen markete dalıp sandviç ekmeği, ton balığı, muz, elma, çikolata ve su alıyorum. Allahım, ne kadar mutluyum…

    Ama mutluluğum kısa sürüyor, çünkü elimdekilerle bisiklet sürüp kalacak bir yer bulmam lazım ki, hiç de kolay olmuyor. Önce kasabanın iki kilometre dışındaki karavan kampını denemeye karar veriyorum. Ama maalesef hiç yer yok. Tekrar kasabaya dönüp tıpış tıpış oranın tek moteline gidiyorum. Yine yüz dolarcık gidecek eminim, ama acaba yer var mı, o daha kritik…

    Neyse ki boş bir oda var. Hava da bozmaya başlamıştı. Tam üşümeye başlamışken odaya geçip sıcak suyun altına girmek, bir süreliğine de olsa her sıkıntıyı unutturuyor.

    Duştan çıkıp özene bezene hazırladığım ton balıklı sandviçleri ağır ağır mideye indiriyorum. Üstüne muz. Üstüne çikolata…

    Karnım doyunca tatlı bir ağırlık çöküyor. Zaten baya yoruldum. Yüz yetmiş kilometreye yakın yol yaptım ki, Adelaide’in çıkışındaki rampa ve sonrasındaki tepeler gerçekten de zorluydu. Zaten ertesi gün yolum yine uzun, hava ağarmadan kalkıp yola düşmem lazım. O yüzden hiç kastırmayıp kocaman yatağa kendimi bırakıveriyorum.

    SABAH TOPARLANMALARI

    Biraz erken ama gergin uyanıyorum. Bacaklarım ve omuzlarım baya tutulmuş. İki gün dinlenmekle bile hamlamış gibiyim ama beni asıl geren şey bugün gideceğim yol. Şöyle ki; Kingston’a kadar sürmeyi planladığım yüz kırk kilometrelik yolun sadece altmışıncı kilometresinde, ‘Salt Creek’ diye bir yerde minik bir büfe var onun dışında durup su ve yiyecek tedariki yapabileceğim hiç bir yer yok. Ve önceki acı tecrübelerim yüzünden kafamda o küçük büfe ile ilgili pek çok soru işareti var.

    Belki de erken uyanmamın sebebi bu gerginlik. Saat altı ve hava yedi gibi aydınlanacak. Bir an önce toparlanıp, vakit geldiğinde hazır olmalıyım. Ne olacağı belirsiz bir yolda en tolere edemeyeceğim şey kaybedilmiş sürüş zamanı.

    Yalnız ne kadar az eşya almış olsam da her sabah toparlanmak zorunda olmak gerçekten de rampa tırmanmaktan bile daha bezdirici. Neyse, her güzel şeyin bir bedeli var işte. Ben de bugün gideceğim yolu hatırlayıp biraz neşeleniyorum. Okyanus boyunca güneye doğru ineceğim. Hatta yolum üzerinde okyanusla arama küçük bir tuz gölü de girecek. Hava durumu da iyi görünüyor. E daha ne olsun…

    Hava aydınlanana kadar bir kaç dakika vaktim kalınca yatağa uzanıp bir nabız ölçümü yapıyorum… Gayet iyi çıktı. Sadece kaslarımda biraz ağırlık var ama eminim yola düşüp biraz ısınınca onlar da ritmini bulacak.

    İlk ışıklarla birlikte odanın anahtarını posta kutusuna bırakıp yola düşüyorum. Kuş sesleri ile dolu, tertemiz bir sabah. Bakalım bu gün neler getirecek. Daha ilk pedallarla birlikte içim de heyecanla dolmaya başladı işte. Mükemmel…

    Kasabayı çıkıp bir iki kilometre sonra okyanus kenarına ulaşıyorum. Hava iyice aydınlandı. Sessiz, sakin, uçsuz bucaksız görünen yol altımızda akmaya başlıyor. Sağ tarafımızda okyanus, sol yanımızda ise yeni doğmakta olan güneş ve uçsuz bucaksız çayırlar…

    Hava biraz serin ama böylesi çok daha iyi. Hissetmekte olduğum heyecanın hafiften içimi titreten canlılığına öyle yakışıyor ki. Hele ki yüzümü yalayıp arkama dolanan rüzgarın oyunculuğuyla birleşince daha da bir gaza getiriyor. O yarım hipnoz haliyle neredeyse iki saat hiç durmadan pedallıyorum. Dünya altımızda arkaya doğru akarken Karayel ile ikimiz hareket halinde ilerliyor olmanın kıvancı ve son derece tatmin edici tatlı yorgunluğuyla evrendeki yerimize cuk oturuveriyoruz..

    Yol o kadar boş, etraf o kadar ıssız ki, artık kendimi iyice salıp dans edermişçesine zik zak yaparak gitmeye başlıyorum. Rüzgar da arkama geçtiği için öylesine güzel oluyor ki tarif etmek neredeyse imkansız…

    YENİDEN TATLI SÜRPRİZLER

    Ve bu tatlı düş tabi ki bir süre sonra sona eriyor. Hem de alışık olduğumuz şekilde yine bir yarı kabusa dönme potansiyeliyle birlikte. Tam da tahmin ettiğim gibi Salt Creek’teki büfe kapalı. Ama hem artık alıştım hem de bu sefer ki kızamayacağım kadar komik.

    Küçük kulübeye yaklaşıp normalde menü yazılan kara tahtadakileri okuyunca gülmeden edemiyorum: İn cin top oynayan bir yerdeki bu minik işletme, ruhsatı olmadığı için kapatılmış!!! “Hay çok yaşayın e mi. Budur…”

    Neyse, tabi ki tedbirli davranıp yanıma ekstradan su ve yiyecek almıştım. Gerçi hesapta olmayan sırt çantasının kayışları omuzlarımı kesip duruyor ama aç susuz kalmaktan iyidir…

    Normalde kızıp üzülmem gerekirken, bu sefer zafer kazanmış bir kumandan edasıyla ve içimden; “Biliyordum zaten.” diyerek bir güzel tıkınıyorum. Tabi aşırı tüketim yapmamaya çalışarak. Özellikle de suyu temkinli içiyorum. Çünkü hava epey ısınacak gibi görünüyor ve önümde daha blok halinde gidilecek seksen kilometre yol var.

    Dinlenmek için oturup sırtımı bir ağaca dayayınca içimden; “Gerçekten de geldiğime değdi.” diye düşünüyorum. Yani anlatsalar kesin inanmazdım ama insan gözleriyle görüp bire bir tecrübe edince daha iyi anlıyor. Bu kıtada o kadar az insan var ki, o yüzden herhangi bir ekonomik faaliyet hiç de makul değil. İstediğiniz kadar mola tesisi veya benzinci yapın, birinci ayına kalmadan batmanız garanti… Ama şu an şahit olduğum şey gerçekten de evlere şenlik; “Bu kadar zorluğa rağmen açılmış bir yeri de ruhsatı yok diye kapatmışlar. Hayat çok şakacısın…”

    Karnım doydu ve bu sefer faka basmadığım için keyfim yerinde. O keyifle seksen kilometrelik neredeyse dümdüz yolu içkiymiş gibi içiyorum. Resmen sarhoş olup başka bir boyuta geçtim. Önce mekan duygum, arkasından da zaman algım yavaş yavaş kayboluyor. Giderek “Ben” duygusu da anlamını yitirip artık neredeyse hiç bir şey düşünmeden, sadece bir yanı uçsuz bucaksız çayırlarla diğer tarafı da uçsuz bucaksız okyanusla çevrili sonsuza dek gidiyormuş gibi görünen yolda akıyorum…

    Saatler süren homojen bir sürüşün ardından akşama doğru Kingston sapağında bir benzincide mola veriyorum. Öğlen de doğru dürüst bir şey yemediğim için çok acıktım. Ama ilk iş artık kendi ambargomu kaldırabildiğim için mataramdan kana kana su içiyorum. Bu gerçekten harika…

    SUBWAY’DE BOLLUK STRESİ

    Benzinci’de bir de Subway dükkanı var. İşte bu da keyfin katmeri oluyor. Yalnız baya strese giriyorum. Çünkü sandviçlerin hepsi birbirinden güzel görünüyor ve hepsini birden yemek isteyince seçim yapmak haliyle biraz zor…

    Neyse sandviç ile kolamı alıp dışarıdaki tahta piknik masasında bir güzel götürürken bir yandan da etrafı kesiyorum. Etrafta bir iki genç var. Arabalarında da sörf tahtaları. Glen’in söylediklerini hatırlıyorum, buraya kırk kilometre mesafedeki Robe için; “Buraların Marmaris, Bodrum’u” babında bir şeyler söylemişti. Tiplere biraz daha göz gezdirince söyledikleri biraz anlam kazanıyor.

    Bütün gün neredeyse yüz elli kilometre yol yaptım ve yorgunum ama Kingston’da kalmaktansa kırk kilometre daha yapıp Robe’a gitme fikri daha ağır basıyor. Elimi çabuk tutarsam hava kararmadan varabilirmişim gibi geliyor. Bu arada lojistik ekibe mesaj atıp, Robe’da uygun bir yer bulmalarını rica ediyorum. Aramızda neredeyse sekiz saat var ve benim odaya ihtiyaç duyduğum saatlerde bizimkiler neredeyse daha ancak ayılmış oluyorlar.

    “Umarım çabuk hallederler.” dilekleriyle tekrar yola düşüyorum. Ama berbat bir ters rüzgar bütün keyfimi kaçırıyor. Ve o sıkıntıyla daha bir iki kilometre bile gidemeden arka lastiğin yine inmekte olduğunu fark ediyorum. “Bir bu eksikti yani.”. Her seferinde tam da acele etmem gereken ve yorgun olduğum anları buluyor olması ne kadar da manidar bu rüzgar-lastik ekürisinin.

    Lastiği şişirip değiştirmeden biraz daha gitmeye karar veriyorum; “Bakalım ne kadar idare edecek?”. Bazen patlaklar gerçekten küçük olduğunda her hava basışta bir on kilometre götürebiliyor; “Yine öyle bir şeyse Robe’a kadar bir otuz kırk kilometre idare edebilirim belki.” diye düşünüyorum. Bu arada canım da sıkılmıyor değil çünkü üst üste üçüncü kez yine arka teker patladı ve ister istemez; “Acaba dış lastikte bir sıkıntı mı var?” diye endişelenmeden edemiyorum. İlk patlaktan sonra dış lastiği baya bir kontrol etmiştim içinde diken falan kalmasın diye ama yine de aynı lastikte patlaklar tekerrür edince canım sıkılıyor haliyle. Yardım almaya karar verip, birer mesaj da Veli ile Gürsel abiye gönderiyorum.

    Gerçekten de bastığım hava on kilometreye yakın idare edince üç lastik molası daha vererek Robe’a ulaşıyorum. Canım sıkkın çünkü ertesi gün Mount Gambier’dan yani bisikletçi olan bir şehirden geçeceğim ama günlerden Pazar olduğu için kapalı olacak. Şu lastik de tam zamanını buldu yani.

    SAKIN YARDIM BEKLEME

    Neyse ki bu arada Evrim Karavan kampında bir oda ayarlamış bile. Bu haberle biraz keyfim yerine geliyor. yerini soracağım ama tabi ki etrafta kimse görünmüyor. Neyse ki navigasyon aleti var. Yalnız o uçsuz bucaksız yollar boyunca hiç kullanmayıp da medeniyete gelince ihtiyaç duyuyor olmak gerçekten çok ironik. Bir de ister istemez; “Yahu bu batılılar birbirleriyle konuşmak zorunda kalmamak için icat etmiş olmasınlar bu aleti?!” diye düşününce, o sokaklarına herkesin sandalye atıp bütün gün dedikodu yaptığı küçük Akdeniz kasabalarımız burnumda tütüyor birden…

    Navigasyonu takip ederek çabucak varıyorum karavan kampına. Çok güzel ve rengarenk küçük bungalowlar görünüyor; “Bunlardan biri olmalı herhalde.” diye düşünüyorum ama tabi ki yine ortalıkta kimse yok. Ve yine kısa süren bir dedektiflik çalışması sonucunda büyükçe posta kutusu tarzı bir dolabın içinde anahtarımı ve açıklayıcı broşürleri buluveriyorum. Artık baya bi tecrübelendim ne de olsa. Kilit nokta şu; “Sakın birisinin gelip sana yardımcı olmasını bekleme?!”, gerisi kendiliğinden oluveriyor…

    Ortalıkta kimse görünmemesine rağmen park yeri baya dolu. Özellikle de karavanlarla. Aslında bu mesele de artık zihnimde iyice oturmaya başladı. Düşük nüfus ve hareket yüzünden mola tesislerinin karlı olamayacağı bu kadar uçsuz bucaksız topraklarda tabi ki yerleşik otel kültürünün gelişmesi de çok zor. O yüzden en akıllıca çözüm tatilini yanında taşımak oluyor. Ne mola yerine, ne lokantaya ne de otele ihtiyaç duyuyorsun. Son derece makul bir çözüm… Ama maalesef benim gibi tatilini yanında taşıyamayanlar için hiç de uygun olmuyor…

    MİNİK KIRMIZI KULÜBEM

    Minik kulübem kırmızı, tam da sevdiğim gibi. Aceleyle içine girip Karayel’i duvara yaslıyorum. Son derece cazip görünen yatağa uzanmamak için kendimi zor tutuyorum. Çünkü az önce kente girerken Avustralya taşrasında ilk defa saat yediye kadar açık bir süpermarket gördüm ve saat neredeyse yedi olmak üzere.

    Yatıp kalmak için içim gidiyor ama kendimi zorlayıp dışarı çıkıyorum. Üstelik burası şehrin iki kilometre dışında ve yürüyerek yetişmem imkansız. O yüzden Karayel’i almam gerek. Bir anda patlak lastiği hatırlayınca ağzımdan bir küfür kaçıveriyor. Umarım ben lastikle uğraşırken market kapanmaz. İşte böyle sınırda ve sadece yetecek kadarıyla yaşamaya çalıştığın zaman, en ufak bir aksilik bile büyük bir sorunlar zincirine dönüşebiliyor. O yüzden bir anda memleket öyle bir gözümde tütüyor ki: Ne olursa olsun yedi yirmi dört açık bir yer bulabileceğim güzel memleketim…

    Lastiğinin yarısını şişirdiğim Karayel’i, kapanmasına on dakika kala Foodland’in önündeki direğe kilitleyip mağazaya giriyorum. Alışveriş yapabilmek ne kadar harikaysa, bunu zaman stresiyle yapmak zorunda olmak da bir o kadar berbat. Yine de ekmek, su, salam, kaşar, çikolata, fıstık vs derken bütün ihtiyaçlarımı almayı başarıyorum. Ah şimdi o markette bir saat dolaşmak vardı…

    “Neyse buna da şükür!” diyerek Karayel’in yanına gidiyorum. Kilidini açıp, aldıklarımı orasına burasına yükleyene kadar bir de bakıyorum ki içeride kimse kalmamış, market müdürü de kapıyı kilitliyor.

    ÇÖLDE BİR VAHA: “LISHA”

    Yine içimdeki meraklı kediler ayaklanıp; “Yahu arkadaş iş yerinizden bu kadar koşarcasına tüyüyorsunuz da birinizi de dışarıda bir şey yaparken görsem içim yanmayacak!” diye hayıflanıp etrafa bakınırken “Lisha” ile göz göze geliyoruz.

    İnanılmaz ama sanki onda da bendeki market çalışanlarına sitem eden bakışın aynısının tıpkısı var. O yüzden içimi aniden sanki çok uzun zamandır birbirimizi tanıyormuşuz gibi bir his kaplıyor.

    O bakışmanın ardından gayrı ihtiyari, önce merhabalaşıp, ardından da sohbet etmeye başlıyoruz. Lisha benim yaşlarımda Lübnan kökenli iriyarı bir Avustralya’lı. Yanındaki Aussie Avustralya’lı karısıyla markette kasiyerlik yapan kızını almaya gelmişler. İriliği dışında tipik bir Ortadoğu’lu. Esmer tenli ve dazlak kafalı. Pırıl pırıl parlayan kapkara gözleri ve insanı ele geçiren kıpır kıpır bir enerjisi var. Buralarda görmeye hiç de alışık olmadığım bir şey olduğu için beni hemen etki altına alıveriyor.

    Marketin önünde, onlar arabalarının başında, ben de Karayel’in yanında sohbet etmeye başlıyoruz. Lisha da benim için aynı şeyleri düşünüyor olacak ki bir yandan Karayel’i gösterip bir yandan da uyuşuk bir şekilde marketten uzaklaşanları işaret ederek; “Sonunda sayende kasabaya biraz kan geldi anlaşılan!” deyip bir kahkaha patlatıyor. Ne dediğini çok iyi anladığımdan ben de gülüyorum ve bir anda aramızda sıkı bir bağ oluşuveriyor.

    Lisha gerçekten de patlamaya hazır bir bomba gibi, enerjisi insanı alıp sürüklüyor. Karısı çok daha sakin. Annesi gibi tipik bir Avustralya’lı olan kızı ise sürekli gülümseyip duruyor. Uzun zamandır ilk defa sanki yalnızlığımı biraz da olursa unutur gibi oluyorum. Öyle hoşuma gidiyor ki…

    Orada öylece Lisha kendi hikayesini ben de kendiminkini anlatırken bir de bakıyoruz ki hava kararmış. Eşinin uyarmasıyla kısa bir sessizlik yaşıyoruz. Ardından Lisha eşine kızı alıp eve gitmesini, kendisinin de benimle biraz takılıp döneceğini söylüyor.

    Hanımlar arabaya atlayıp gidince ben de Lisha’nın arabasının önüne geçerek Karayel’le karavan parkına doğru yola düşüyorum. Eşyaları bırakıp Lisha’nın arabasına geçmemle birlikte Robe sahiline gidiyoruz. Sahilde kocaman ağaçlar ve altlarında bizim mesire yerlerindekine benzer piknik masaları var. Arabayı bir tanesinin yanına çekiyor ve sohbete orada devam ediyoruz.

    Annesi, Lübnan’lı değil diye karısıyla evlenmesine karşı çıkmış. Onlar da yıllar önce Sydney’den kaçıp buraya göçmüşler. Yirmili yaşlarda bir oğulları ve on yedi yaşında bir kızları var.

    “Çok çalışırız, hem de iyi çalışırız. Her işi yaptık, yapmadığımız şey kalmadı. Üstelik bu civarda her işi de en iyi biz yaparız, ama yine de kendimizi sevdiremeyiz, çünkü ben Aussie değilim.” diye sitem ettiğinde içindeki kızgınlık sanki elle tutulur hale geliyor…

    Biraz da ben anlatıyorum. İlgiyle dinliyor ve; “Az önce şaka etmemiştim. Gerçekten buralarda kan yok. Sayende uzun zamandır ilk defa kanlı canlı biriyle konuşuyormuş gibi hissediyorum.” diyor…

    Avustralya’dan, Türkiye’den, Ortadoğu’dan konuşurken vakit akıp gidiyor. Saat artık neredeyse dokuza gelirken etraftaki bir iki lokantanın da kapanmakta olduğunu fark ediyorum.

    Yani Glen Kingston ve Robe için buraların tatil beldeleri dediğinde kendi yapıştırmış olduğum; “Buraların Bodrum Marmaris’i galiba.” yaftasına yine nasıl olup da kendimi inandırdığıma hayıflanıp; “Lisha, bu lokantalar kapanmadan karnımı doyursam iyi olacak.” deyince biraz düşündükten sonra; “Boş ver bunları. Hiç biri beş para etmez. Hadi bize gidelim de karnına adam gibi bir şeyler girsin. Üstelik civarın en iyi aşçısı da benim zaten.” deyip göz kırpınca bana da söyleyecek çok fazla bir şey kalmıyor…

    AVUSTRALYA’NIN CADDELERİ

    Arabaya binip anayola çıkıyor, zifiri karanlığın içerisinde ilerlemeye başlıyoruz. Ben istemeden; “Kasabada oturduğunuzu sanıyordum.” deyince Lisha; “E öyle zaten.” diye cevaplıyor. Bundan sonra yaşadıklarım ise başlangıçtan beri hatalı olan kafamdaki “Avustralya Kasabası” kavramının sonunda gerçek yerine oturmasını ve bu güne kadar çekmiş olduğum sıkıntıların alt yapısını sonunda anlamamı sağlıyor…

    Karanlıkta bir iki kilometre daha gidiyoruz. Tek gördüğümüz ise beş yüz metrede bir sağa veya sola ayrılan minicik toprak yollar. Sonunda bunlardan bir tanesine dönüp tangır tungur ilerlemeye başladığımızda Lisha; “İşte bu bizim cadde” diyor. Doğru anladığımdan emin olmak için tekrarlıyorum; “Sizin cadde mi?”…

    Daha sonra aramızda şuna benzer bir diyalog geçiyor;

    “Sizin caddenin uzunluğu ne kadar?”
    “Yirmi sekiz kilometre.”
    “Hep böyle toprak yol mu?”
    “Evet.”
    “Peki kasabada böyle kaç cadde var?”
    “Beş ya da altı?”
    “Peki sizin caddede kaç komşusunuz?
    “Beş. Ama bizimki fazla sayılır, diğer caddelerde ortalama üç civarında…”

    Demek Avustralya’da tabelasını bulup kendisini bulamadığım kasabalar, tabelanın civarında anayolun kenarında görüp anlam veremediğim bu şose yolların üzerindelermiş.

    O sırada yanından geçmekte olduğumuz bir kapıyı gösteren Lisha; “Bak bu komşum Mc Donald’s’ın et tedarikçisi.” deyince şaşkınlıkla; “İyi ama buralarda hiç insan yok ki, bu kadar hayvanı nasıl besliyorsunuz?” diye sormadan edemiyorum.

    Bu kez şaşırma sırası Lisha’ya geçiyor; “İnsana neden ihtiyaç olsun ki? Sığırları uçsuz bucaksız otlaklara salıyoruz, satılacakları zaman da gidip topluyoruz.” deyince bütün jetonlarım teker teker düşmeye başlıyor.

    Öyle ya; bu insanlar sadece bu zenginlikleri toplamak için burada bulunuyorlar yoksa onları üretmek için değil. Madenler, hayvanlar, ağaçlar, vs hepsi zaten oradalar ve zaten dünyanın geri kalanından o kadar uzakta oldukları için hala var olabiliyorlar…

    O yüzden gördüğüm herkes sanki sürekli kalacağı bir yerde yaşıyormuş gibi değil de, bizim mevsimlik hasat işçileri gibi geçici olarak geldiği bir yerde, dünyanın ‘Down-Under’ında bir an önce küpünü ve gününü doldurmaya çalışıyormuş gibi davranıyor.

    Gerçekten de burası dünyanın geri kalanından o kadar uzak ve izole ki. O yüzden zengin olsa da can sıkıntısına gark olmuş. Yine o yüzden kimse buralarda kalmak istemiyor, ve kimsecikler olmadığı için de her şey o kadar kıt ve pahalıya geliyor.

    Bir an bizim oraları, fakirlikten dert yanıp duranları düşünüyorum da… Hangisi daha kötü acaba ? Azla yetinmek zorunda olmak mı, yoksa zengin olsan da yalnız ve izole kalmak mı ? Karar veremiyorum…

    KENDİ KENDİNE YETECEKSİN

    Yirmi sekiz kilometrenin ardından Lisha’nın evine vardığımızda bu düşüncelerim daha da pekişiyor. Çapı neredeyse on beş yirmi metre olan ve üç dört metre yüksekliğinde koca bir yağmur suyu biriktirme tankı ortamın efendisi gibi orta yerde duruyor. Diğer yanda ise yine kocaman yakıt tankını ve jeneratörü görüyorum. Lisha pekiştirmek istercesine; “Buralarda hiç bir şeyin şebekesi yoktur. Her şeyi kendin halledersin.” diyor.

    O hızla bana sanki mücevherleriymiş gibi sebze bahçesini ve meyve ağaçlarını gösteriyor. O anda marketteki yiyecek içeceğin neden o kadar pahalı olduğu kafama daha bir dank ediyor. Bu kıtada gerçekten çok az insan var ve hepsi ancak kendisine yetecek kadar bir şeyler yetiştirebiliyor, mesafeler korkunç o yüzden de her şeyi taşıma yerine yerelde halletmek zorundasın ve benim gibi dışarıdan geldiysen başın büyük belada…

    Ben yeni keşiflerimi hazmederken Lisha sofrayı hazırlamış bile. Hep birlikte oturuyoruz. Öyle sıcak bir ortam ki. Bir de ister istemez, izlediğim Western filmlerindeki aile sahnelerini hatırlatıyor. Tam da bunu düşündüğümü hissetmiş gibi evin hanımı elele tutuşup yemek duası etmemizi istemez mi. Gülümsüyorum…

    Lisha’nın yemekleri gerçekten nefis, balkabağı çorbası, humus, yeşil mercimek… Günler sonra ilk defa soğanlı bir şeyler yiyince bu sefer kendimi gerçekten evdeymiş gibi hissediyorum…

    Lisha’nın hikayeleri de müthiş. Gitmediği yer, yapmadığı iş, kırmadığı şişe kalmamış. İçeri de girip çıkmış. Hem de tam beş sene yatmış büyük kızını aldatan kocasını hastanelik ettiği için. O olaydan sonra evlat edindiği torunu Iliana da masada tam karşımda oturuyor. Beş yaşında ve aşk dolu gözlerle sürekli kendisine takılıp duran Lisha’ya bakıp kıkırdıyor…

    “Şimdi değdi bu geziyi yaptığıma!” diye düşünüyorum içimden. Belki onları bir daha göremeyeceğim ama yine de dünyada hala böyle samimi ve sevecen olabilecek kadar cesur insanların kaldığını görmek, üstelik dünyanın öbür ucuna gitsem bile onlarla karşılaşabileceğimi bilmek gerçekten de paha biçilmez…

    Yemek bitiyor ama sohbet bitmeyince bir türlü masadan kalkamıyoruz. Lisha emekli olunca taşınmayı düşündüğü, hep gülümseyen mütevazı insanların ülkesi Tazmanya’yı anlata anlata bitiremeyip benim de zihnime yerleştiriyor. Büyük oğlan o sırada bana arazide bulduğu çok güzel yeşil bir Malakot taşı hediye edince duygulanıp ben de ona bir nazar boncuğu veriyorum.

    WICKED VAN

    Bir ara konaklama konusunda çektiğim sıkıntıları anlatınca Lisha “Wicked Van” diye bir hizmetten bahsediyor; “Neredeyse bütün yabancılar Avustralya’yı böyle dolaşıyor.” deyince ilgiyle dinliyorum. Söylediğine göre arkası yatak haline getirilmiş ve ufak tefek mutfak aletleriyle donatılmış kiralık minibüsler varmış ve günlüğü kırk dolar civarında kiralanabiliyormuş. Gerçekten çok ilgimi çekiyor. Batı Avustralya’da çölü geçmek için o kadar uğraşmama rağmen ne otobüs, ne tren ne de kiralık araba bulabilmiştim. Oysa ki böyle bir minibüs kiralayabilseydim, hem uçağa o kadar para vermek zorunda kalmayacaktım, hem de yerden gezerek gitmiş olacaktım. Bu konuyu derinlemesine araştırmaya karar veriyorum. Şu anda pek ihtiyacım kalmamış gibi görünüyor ama bir sakatlık veya Karayel’de oluşacak ciddi bir hasar durumunda cepte iyi bir çözüm olacağı kesin…

    Hiç kalkmak istemiyorum ama bir de bakıyorum ki saat on biri geçmiş. Odaya dönmek için gitmemiz gereken otuz kilometrelik şose bir yol, pardon ‘Cadde’ var. Nereden baksan kırk beş dakika çeker. Üstüne üstlük odaya dönünce lastiği onarmam, çamaşır yıkamam ve sabah için de hazırlık yapmam gerekiyor.

    Kibarca izin istiyorum. Uzun süren bir vedalaşmanın ardından Lisha ile yola düşüyoruz. Dönüş yolunda caddede giderken nedense aklıma bizim Bağdat Caddesi geliyor. Kendi kendime gülüyorum. Tam o sırada telefonum çalıyor. Arayan Şeyma. O ruh halinin üzerine öyle iyi geliyor ki…

    Geç kaldığımı, daha lastik onaracağımı vs söyleyince; “Boşver yarın geç kalk. Hem dinlenirsin biraz.” diyor. “Aslında hiç fena fikir değil!” diye düşünüyorum. “Yarın erken kalksam bile öğlen Mount Gambier’da olacağım ki bisikletçi kapalı olacağından Pazar günü orada olmak aslında hiç bir işime yaramayacak. Oysa ki sabah geç kalkıp iyi bir kahvaltı edebilir, eksiklerimi tamamlayabilir, akşam da Mount Gambier’da kalıp Pazartesi ihtiyaçlarımı tamamladıktan sonra yola devam edebilirim.” diye düşününce keyfim yerine geliyor.

    Yol boyunca Lisha ile çene çalıp dünyayı kurtarıyoruz. Derken yol bitiyor ve ayrılma vakti geliyor. Çölde vaha gibi bulup bulup çok sevdiğin birisinden, bir daha görüp göremeyeceğini bilemeden ayrılmak gerçekten de çok zor. Ama yapacak bir şey yok. Bir gün tekrar görüşmek üzere sözleşiyoruz ve Lisha arabasıyla manevra yapıp karanlıkta kayboluyor.

    Hüzünlüyüm ama yine de okulu ertesi gün kar tatiline girmiş çocuk edasıyla kırmızı kulübeme girip yatağa dalıyor, sabaha kadar da uyanmıyorum…

    TATİL SABAHI


    Saat sekiz gibi üzerimde tatlı bir tembellikle uyanıp yataktan kalkmadan sağı solu kesiyorum. “Öyle ya bu sabahı kendime tatil ettim, biraz tadını çıkarayım bari!” düşüncesi öyle tatlı geliyor ki. Hemen pikenin altında cenin pozisyonu alıp önce on dakika sağıma, sonra da on dakika soluma yatıyorum. Her yerim tatlı tatlı karıncalanıyor. Dünyanın en asimetrik ve haksız savaşı şu zorluklara göğüs germek ile konfora alışmak arasında olandır herhalde. Birine bir türlü alışamazken, öbürünün düşüncesi bile yeterli geliyor…

    Bir süre çocuk gibi yatak keyfi yaptıktan sonra Wicked Van işini araştırıyorum. Gerçekten de çok uygun bir seçenek. İki kişi, günlük kırk dolara hem nakliye aracını hem de konaklamanı halledebiliyorsun. Üstelik her yer senin, nerede istiyorsan orada takıl. Bir iki günde bir ucuz otel bulup çamaşır, duş vs işini de hallettin mi senden iyisi olmaz yani. “Neyse en kötü ihtimal, yani sakatlık veya büyük arıza vs durumlarında bir seçeneğim var artık.” diyerek seviniyorum.

    Biraz daha oyalanıp saat dokuz buçuk gibi sevimli kırmızı kulübemle vedalaşarak yola düşüyorum. Yine karşıdan esen rüzgar dışında yarım saat kadar hiç kayda değer bir şey olmuyor. Vaktim var ya, kastırmadan ıslık çala çala giderken birdenbire nereden çıktığını hiç anlamadığım kocaman bir kanguru az ilerimde zıplayarak karşıdan karşıya geçiyor. Öyle komik ki, devasa bir tavşan gibi bir şey. Ama bir o kadar da atik ve enerjik. Çok hoşuma gidiyor. Peşine düşmeye çalışıyorum ama nafile. Geldiği gibi aniden kayboluyor…

    O sırada rüzgar iyice çekiliyor. Hatta neredeyse tamamen kesilince kaymak gibi yolda otuz beş kilometre hızla rüzgar gibi gitmeye başlıyorum. O sırada o dümdüz ve pürüzsüz yol önce gözüme sonra da aklıma takılıyor. Birdenbire içimden; “Bilgisayar vs de neymiş, aslında ‘Yol’ en büyük icatlardan birisi!” diye düşünmeden edemiyorum. Öyle ya yollar olmasa bugün sahip olduğumuz şeylerin çoğu gerçek olabilir miydi ? Elbette hayır… O anda o güzel yol daha başka bir kıymet kazanıyor gözlerimde. Sadece üzerinde taşıtların gitmekte olduğu bir şey olmaktan çıkıp, insanları ve düşünceleri birleştiren, birbirine bağlayan bir kaynakçı haline geliveriyor…

    VE İLK WOMBAT

    Tam kendi kendime; “Yollar olmasaydı, neler olmazdı?” diye sorup cevapları saymaya çalıştığım sırada yolun kenarında yatmakta olan genç bir wombat görüyorum. Uyuyormuş gibi görünüyor. Öyle tatlı ve pofuduk bir şey ki. Hemen durup yanına gidiyorum. Bir süre seyredip hareket etmediğini görünce bir kere de dürtüyorum. Yine tepki alamayınca canım sıkılıyor. Hayal kırıklığıyla; “Ölmüş.” diye mırıldanıyorum kendi kendime. Galiba araba çarpmış ama niyeyse etrafta hiç kan izi yok. Çok yeni ölmüş olmalı çünkü o kadar sağlıklı görünüyor ki canlı olduğuna yemin edebilirim.

    Wombatcığı orada bırakıp tekrar yola düşüyorum; “Bugün hayvanlardan yana şansım açık görünüyor. Bakalım daha nelerle karşılaşacağız?” diye düşünerek dümdüz uzayan yoluma devam ediyorum.

    Niyetim Robe’dan kırk kilometre uzaklıktaki sayfiye yeri Beachport’ta kahvaltı etmek. Lisha ve eşi de çok methetmişlerdi. Saat on bire doğru kasabanın dışına geliyorum. Tam bir sapakta durmuş yönümü tayin etmeye çalışıyorum ki, yanımda bir kamyonet duruyor ve Avustralya’da bisiklet binmeye başladığımdan beri ilk defa yerli birisi iyi olup olmadığımı soruyor. O kadar şaşırıyorum ki bir süre ağzımı açamayıp ardından zar zor; “İyiyim, çok teşekkürler.” demeyi başarıyorum. “Vay be, bir yaşıma daha girdim!”

    Beachport gerçekten de dedikleri kadar var. Okyanus muhteşem. Masmavi sığ bir lagünün kıyısına kurulmuş kasabanın evleri ise sanki şekerleme gibi duruyor. Ama hepsi bir yana, o güne kadar görmüş olduğum en muhteşem iskele ile karşılaşıyorum. Hiç abartısız lagünün içine doğru en az beş yüz metre gidiyor. “İşte bu gerçekten görmeye değer.” Hava da güzel. Gökyüzü masmavi ve orasında burasında pamuk pamuk bulutçuklar var. “Tam fotoğraflık!” diye düşünüp Karayel’in poz poz resimlerini çekiyorum o muhteşem iskelenin üzerinde…

    KAHVALTIDA PANCAKE

    Gözüm doyunca bu sefer aklım mideme kaymaya başlıyor ve iskelenin arkasındaki küçük kafeyi keşfetmem çok uzun sürmüyor. Üstelik bahçesinde masaları da var.

    Ne zamandır Pancake ile kahvaltı etmemiştim. O kadar yiyorum ki resmen göbeğim çıkıyor… Bir on beş dakika da o halde güneşlenip ardından yavaş yavaş tekrar yola koyuluyorum.

    Rüzgar yine arkamda ve hiç zorlanmadan saatte kırk kilometre hızla gitmeye başlıyorum; “Tok karnına da harika oldu gerçekten!”.

    Her şey yolunda gidince nasıl olduğunu anlamadan bir anda Milicent’e geliyorum. Yol üzerinde bir IGA Market görünce son zamanlarda gelişen yeni refleksim gereği duruyorum. Aslında bir şeye ihtiyacım yok ama yine de girip dörtlü bir cupcake ve içecek alıyorum. Tok karnına ve sırf aç gözlülüğümden, market kapısının önünde dilenciler gibi mideye indirip sağa sola bakınarak geğiriyorum. Kötü olduğunu biliyorum ama çok hoşuma gidiyor. Yaramazca bir mutluluk hissediyorum…

    Karnım tok olunca aklım hemen sırtıma kayıyor haliyle. Evrim ile yazışıp oda işini ne yaptığını soruyorum. Bu “Lojistik Destek ekibi” işi gerçekten de çok iyi oldu… Beş dakika sonra cevap geliyor. Bu akşam için hapishaneden bozma bir hostelde bir odam var. Budur…

    Yolun kalan kısmında hafiften tırmanmaya başlıyorum. Ve çok acayip bir şekilde coğrafya yine aniden değişmeye başlıyor. Uçsuz bucaksız çayırlıklar bir anda yerlerini koca koca çam ağaçlarına bırakmaya başlıyorlar.

    Bir kaç kilometre sonra ise İsviçre’de olduğuma yemin edebilirim. Yani virajı dönünce mor Milka ineğiyle karşılaşsam şaşırmayacağım, o kadar…

    ŞAKA DEĞİL, GERÇEKTEN HAPİSHANE

    Ağzım bir karış açık halde Mount Gambier’a varmam uzun sürmüyor. Evrim; “Hostel hapishaneden bozma!” derken mecaz anlamda benimle kafa buluyor sanmıştım ama daha dışarıdan görür görmez anlıyorum ki hostel gerçekten de eski bir hapishane elden geçirilerek yapılmış.

    Tabi ki yine kapı duvar. Hatta bu sefer ki daha da beter. Bildiğin kale kapısı.. Ve tabi ki yine kenarda talimatlar beni bekliyor; “Şu şifreyle dış kapıyı aç, oda anahtarın şurada, mutfak ve tuvaletler broşürün bilmem kaçıncı sayfasında işaretli, vs, vs…”.

    Neyse girip içeriyi kolaçan ediyorum. Koca bir avlunun etrafına sıra sıra dizilmiş demir kapılı hücreler artık hostel odası görevi görüyorlar. Eski gardiyan ofisi de mutfak ve ortak alan olmuş. “Benden başka kimse var mı acaba?” diye kolaçan edince mutfaktaki genç bir çift dışında hiç kimseyi göremiyorum. Onlar da sanki biraz özellikle kendilerini buraya hapsetmiş gibi biraz iç içe girmiş olduklarından hiç bulaşmadan kendi hücreme geçiyorum.

    Şaka değil, burası gerçekten bir hücre. Ve zaten müsait olan ruh halimle ben de kendimi gerçekten bir mahkum gibi hissediyorum. Penceresi olmayan odanın kapısı kapanınca her yer zifiri karanlık oluyor. Biraz korkunç ama bir yandan da değişik gelip hoşuma gidiyor. Yine de çok dayanamayıp ışığı yakıyorum. Hemen kirlileri çıkarıp tuvaletlere geçiyor, kendimi buranın iki yüz yıl önceki bir sakiniymişçesine hayal ederek mahkumlar gibi çamaşır yıkamaya başlıyorum.

    Yıkadığım çamaşırları sıkıp avluya asmaya yelteniyorum ki yağmur başlıyor. Çaresizce hücreme götürüp ranzanın üst katına sermekten başka yol bulamıyorum.

    SÜPERMARKET ALIŞVERİŞİNİN DAYANIŞMAZ HAFİFLİĞİ

    Gerçi bir eksiğim yok ama yine de civarımda saat yediye kadar açık bir süpermarket olduğundan rahat edemeyip şehir merkezine doğru yola çıkıyorum. Bu arada yağmur hem hızlanıyor hem de soğuyor. Neyse ki çok ıslanmadan kendimi Coles’a atıyorum.

    Daha önce hiç bir şey almadan süpermarkette bir saat geçirmişliğim yoktu. Artık o da oluyor. Mağazanın kapanmasına yakın ayıp olmasın diye bir şişe sporcu içeceği alıp en son müşteri olarak kasa kuyruğuna giriyorum.

    Dışarıda hava epey soğumuş, yağmur da buz gibi yağmaya devam ediyor. Koşarak hapishaneme dönmeye çalışıyorum ama ayakkabılarımın altından pedal kilitlerini sökmediğim için buz pateni yaparmış gibi kaya kaya giderken baya bir eğleniyorum.

    Hapishanede çıt yok ama en azından minik bir ışık var. Allahtan şu mahpus çift var yoksa koca hapishanede yalnız başıma kalıyor olmak gerçekten baya garip olacaktı… Hücreme geçmeden önce Karayel’e yağmur almayan bir yer bulmaya çalışıyorum. Ardından tepesi açık avluda ağzımı açıp bir kaç damla Avustralya yağmuru yuttuktan sonra hücreme yollanıyorum.

    MAPUSANEDE BİR SABAH

    Kalkar kalkmaz çamaşırları kontrol ediyorum. Oda taştan yapılma olduğu için biraz nemli. Neyse ki çamaşırlar kurumuşlar.

    Hücredeki kettle gerçekten biraz acayip duruyor ama burada kahve içmenin keyfi de gerçekten bir ayrı. Aklıma acayip acayip hayaller geliyor ve burada yüz yıl önce yaşayan mahkumlar kim bilir neler yapıp, neler düşünmüşlerdir diye düşünmeden edemiyorum.

    Toparlanıp hapishanenin fotoğraflarını çektikten sonra yola çıkıyorum. Hava baya soğuk ve kapalı ama neyse ki yağmur yok. Gerçi her an yağabilirmiş gibi durduğundan biraz endişeliyim. Bir de Karayel’in arka tekeri sabah baktığımda yine inmişti. Bu arka lastikte kronik bir problem var ve beni oldukça huzursuz ediyor. Bisikletçiye uğruyorum saat onda açılacak yazısını görünce tekrar düşünüyorum. Aslında öyle çok büyük bir ihtiyacım da yok. Ertesi gün Warnambool’da olacağım ve oradaki bisikletçi daha profesyonel görünüyor. İdare etmeye karar verip yola çıkıyorum.

    Hava durumu her ne kadar önümde yağmur olduğunu gösterse de şansımı denemek istiyorum. Birincisi; burada kalsam yapacak çok fazla bir şey yok, ikincisi; bu memlekette konaklamak gerçekten çok pahalı. Bir önceki gün yarım yol yaptığım için bugün niyetim Port Fairy’ye kadar gidebilmek. Eğer beceremezsem de en azından Portland’a kadar olan yüz otuz kilometrelik yolu gitmek istiyorum.

    YAĞMURDAN KAÇARKEN DOLUYA TUTULMAK DEDİKLERİ

    Ama ben her ne kadar böyle istesem de gökler sanki hiç öyle düşünmüyor. Yine de inat edip devam ediyorum. Beş kilometre gitmiyorum ki başımdan aşağı buz gibi bir sağanak indiriveriyor. Tam yağmurluğumu giyip, nasıl olsa birazdan geçer diye kendimi cesaretlendirip biraz daha gidiyorum ki bu sefer fındık büyüklüğünde dolu yağmaya başlayınca hemen yol kenarındaki bir ağacın altına sığınıyorum.

    Sığınıyorum ama böylesine şimşekler çakarken bu ağacın altında durmam çok tehlikeli. O yüzden dolu biraz hafifleyip tekrar sağanağa çevirir çevirmez artık ıslanmaya vs aldırmayıp gerisin geri gücüm yettiğince hızlı pedal basmaya başlıyorum. Ve maalesef Mount Gambier’a geri dönene kadar sağanak bir türlü durmuyor.

    Medeniyete döndüm ama sıçan gibi de oldum. Ve ilk defa iyi bir sürprizle karşılaşıyorum. Saat sabahın sekiz buçuğu olmasına rağmen “Target” (Bizim Metro’ya benzer bir hipermarket) açık. Üstelik içerisi sıcak. Hemen dalıp üçlü bir paket uzun çorap alıyorum. Avustralya’ya gelirken sadece ince kısa çorap getirmiştim ve ayaklarım sırılsıklam.

    Ayakları güvenliğe alınca bu sefer şort bakmaya başlıyorum. Üzerimdekini de daha önce Target’tan almıştım zaten. Şaşılacak bir şey ama beş on dakika sonra bir de bakıyorum ki üzerimdeki şort kurumuş. Keyfim iyice yerine geliyor. Bugün yeterince yol yapamayacağım kesinleşti gibi ama yine de kendimi iyi hissediyorum.

    “Bari” diyorum, “Havanın düzelmesini beklerken gidip güzel bir kahvaltı yapayım.”.

    PRESTO EATERY

    Ve kentin ana caddesinde “Presto Eatery” isimli çok şirin bir kafe bulup gerçekten güzel bir kahvaltı yapıyorum. Ev yapımı kurabiyeleri ve orijinal omletleri var. Yanına da sıcacık kahveyi gömünce sanki yeniden doğmuş gibi oluyorum. Hatta utanmayıp, ayakkabıdan çıkarttığım ayaklarımı da sırayla bacaklarımın altına alıp iyice ısıtıyorum.

    Karnım doyunca aklım yeniden çalışmaya başlıyor. Biraz düşününce anlıyorum ki ekipmanım yeterli değil. Şu an güneye doğru gidiyorum, ve Güney Yarımküre’de olduğum için bu aslında havanın daha da kötüleşeceği anlamına geliyor. Oysa ki ben bunun için hazırlıklı değilim. Özellikle ayaklarım için bir çözüm üretmem gerek…

    Hesabı ödeyip çıkıyorum. Yağmur durmuş gibi. Sıcaklık on iki derece ama hissedilen yedi. Rüzgar otuz beş kilometre hız ile karşımdan esiyor ve nem de yüzde yetmiş. Anlayacağınız işler hiç de yolunda değil.

    Bisikletçi Dean gayet ılımlı birisi ama maalesef stokları pek yetersiz. Üstelik tam da mevsim geçişinde olduğumuz için sipariş ettiği kışlık malzemeler henüz gelmemiş. Yine de orta kalınlıkta bir ayakkabı kılıfı tozluk buluyoruz. Gerçi numarası küçük ve fermuarı pek iyi çalışmıyor, hatta denediğim zaman sağ tekinin fermuarı patlıyor ama yine de defolu fiyatına alıyorum. Çünkü başka şansım yok. En azından ayaklarım ıslanmayacak. Gerisini de nasıl olsa bir şekilde idare ederim…

    Bu arada Dean bana alternatif ‘Donovans’ yolunu öneriyor. Söylediğine göre anayol çok kalabalık ve kamyonlarla dolu, bu bahsettiği yol ise baya ıssızmış. Teşekkür edip yola düşüyorum.

    GAR DÜŞEBÜLÜ, AYI ÇIKABÜLÜ

    Donovans yolu baya güzel ama gerçekten de çok ıssız. hatta bir yerden sonra bildiğin bir çam ormanının içine dalıp kayboluyor. Ve bunlar gerçekten de hayatımda gördüğüm en büyük çam ağaçları. Hatıra olsun diye Karayel’i birisinin altına koyup fotoğraf çekiyorum. Abartmıyorum ama fotoğrafa baktığımda Karayel resmen görünmüyor, o kadar yani…

    Hani bir yandan bu coğrafyada ayı vs olmadığını biliyorum ama diğer yandan ağaçların arasına doğru bakınca da; ayı olsam buradan başka bir yerde yaşamayı düşünmeyeceğime yemin ediyorum. Bildiğin; “Gar düşebülü, ayu çıkabülü” yazılacak yer yani… Üstüne üstlük bir saattir o yolda olmama rağmen bir tane bile araba geçmediğini hatırlayınca daha bir tırsıyorum.

    Burada her şey devasa ve gerçekten atmosfer baya ürkünç. Bacaklarım birden canlanıyor. Hızla pedal çevirmeye koyuluyorum. Bir de paranoya geliyor üzerime, ne hikmetse elli metrede bir arkama bakmadan gidemez oluyorum.

    Bu da yetmezmiş gibi sağ tarafımdan esen rüzgar iyice azgınlaşıp beni savurmaya başlıyor. Hatta bir ara o kadar azgınlaşıyor ki ancak sağ tarafıma otuz derece yatarak gidebiliyorum.

    Öylece içimden dualar ederek ne kadar yol aldığımı bilemiyorum ama bir süre sonra yol hafifçe meyillenmeye ve sağa sola virajlar yapmaya başlıyor. Bir süre sonra da bir derenin kenarından devam eden yolda inip inip çıkmaya başlıyorum…

    GÜNEŞLENME SAATİ

    Ve dere yolu on beş derecelik bir rampayla sona eriyor. Oflaya puflaya çıkıp da aşağıya sallanınca bir iki ev görüp derin bir nefes alıyorum. Sonunda Donovans’a geldim. Biraz rahatlayıp yavaş yavaş küçük kasabayı geçerek Nelson yoluna dönüyorum. Dönmemle birlikte rüzgar yine aşırı şiddetleniyor. Zorlukla pedal basıp giderken bir de bakıyorum ki sağ tarafımda en az on tane kanguru. Hepsi ayakta, aynı yöne doğru dönmüş, gözleri yarı kapalı güneşleniyorlar. Gerçekten de çok komikler. Tam fotoğraf çekmek için cebimden telefonumu çıkarıyorum ki uyanıp zıplaya zıplaya kaçıveriyorlar. Kaçırdım, tüh…

    Rüzgara karşı pedallayarak Nelson yoluna çıkmaya çalışıyorum ama lanet sapak bir türlü gelmiyor. Tam ümidimi kesecekken sonunda yol ayrımındaki benzinciyi görüp derin bir nefes alıyorum.

    Nelson’a kadar yetmiş kilometre yolum var ve bildiğim kadarıyla bu benzinciden sonra durabileceğim bir yer yok. O yüzden hem karnımı iyice doyurmak, hem de benzinciden yol hakkında bilgi almak için uzun bir mola vermeye karar veriyorum.

    Hem su hem de çikolata yine ateş pahası. Neyse ki uyduruk da olsa tavuklu bir dürüm var. Yanına bir de kola alıp dışarı çıkıyor, yoldan geçen kamyonlara bakarak yemeye başlıyorum. Bu halim çok komik oluyor. Yorgun argın yemek yerken baktığım şeye dalıp kalıyorum; tam öküz-tren misali…

    KÜTÜK KARAYOLU

    Yalnız bu sefer o kadar uzun süre dalamıyorum çünkü acayip bir kamyon trafiği var. Neredeyse bizim E-5’i aratmıyor. Yalnız burada geçen hiç küçük araba yok. Hepsi koca koca kamyonlar. Üstelik hepsinin en az ikişer römorku var. Ve römorkların yüzde doksanında da aynı yük; koca koca kütükler.

    Aslında bisikletçi Dean buralarda çok fazla kütük kamyonu olacağını söylemişti. Zaten yolda gördüğüm devasa çamları hatırlayınca hiç de garip kaçmıyor. Yalnız garip olan, daha doğrusu can sıkıcı olan şu ki yol gerçekten çok dar. Emniyet şeridi en fazla on beş santim. Ve daha da kötüsü yol tepelerin arasına oyulduğu için asfaltın kenarında boşluk da yok. Bildiğin duvar misali…

    Önceleri biraz endişeleniyorken, vızır vızır geçen kamyonları görünce bu sefer gerçekten korkmaya başlıyorum. Hani asfaltta giderken beni sollayıp gidebilirler tamam da, ya aynı anda karşıdan da bir kamyon gelirse o zaman ne olacak?!

    Bu yetmiş kilometre çok zor olacağa benziyor diye düşünüp benzinci çocuğa; “Bu trafik her saat böyle mi, hafiflediği bir zaman yok mu?” diye soruyorum. O da kurulmuş yay gibi cevaplıyor; “Hiç durmazlar!”.

    İşim iş diye düşünüp yola çıkıyorum ve gerçekten de işim iş oluyor. Karşıdan kamyon geldiğini görüp kenardaki toprak duvara yapışmaktan bir türlü yol alamıyorum. Hatta arkamdan sessizce yaklaşan bir tanesi o kadar yakınımdan geçiyor ve ikinci dorsesi beni öyle bir savuruyor ki Karayel ile birlikte toprak duvara vurup ardından durmak zorunda kalıyoruz.

    Bu olayla birlikte gerçekten çok korkup bu sefer yolun solundan gitmeye karar veriyorum. Bu sayede en azından yanımdan geçecek kamyonları önceden görüp tedbir alabilmem mümkün oluyor.

    Böyle stresli, dur kalklı ve çok zahmetli bir üç saatin sonunda ilk kırk kilometreyi bitiriyorum. Bununla birlikte moralim biraz düzeliyor. Az kaldı ama yine de dikkati elimden bırakmamam lazım. Bisiklet sürdüğüm bunca zamanda bu kadar korktuğumu hiç hatırlamıyorum. Hele ki yolun doğal duvarlı yapısı kamyonların o deli homurtularını katlayıp da insanın içini titrettikçe, hissettiğiniz korkunun zirve yapması gerçekten kaçınılmaz oluyor.

    ADAK ZAMANI

    Pek inançlı biri sayılmam ama, bu yolu sağ salim bitirirsem birilerine bir iyilik yapmak için kendimle sözleşiyorum. Nedense bu düşünce beni yatıştırıp biraz rahatlamamı sağlıyor. Bunu hissetmiş gibi bu sefer hava durumu sahne alıyor ve son yirmi kilometrede üzerimden iki sağanak ve fırtına geçiyor. Ama eşsiz bir şekilde pırıl pırıl bir güneşle nöbetleşerek. Şaka gibi…

    Sonunda Portland sapağına gelip canavar yoldan ayrılmayı başarıyorum. Kutlama için yediğim bir çikolata öyle güzel gidiyor ki anlatamam. Şaka bir yana, bir ara cidden eğilip yeri öpmeyi bile düşünüyorum.

    Portland’a on kilometre bir yolum kaldı. Yerler ıslak. Yağmur her an tekrar geri dönebilir gibi geliyor. Ama o rahatlamayla durup biraz daha dinlenmemek için kendimi tutamıyorum. Gerçekten de o kadar gerilmiş ve korkuyla baş edebilmek için o kadar yorulmuşum ki sanki vücudum şalteri indirip sistemi nekahat dinlenmesine alıyor.

    Orada öylece ne kadar oturduğumu hatırlamıyorum ama düşmeye başlayan yağmur damlaları beni kendime getirmeye yetiyor. Hemen Karayel’e atlayıp artık bir an önce şu son on kilometreyi de halletmek için yola çıkıyorum.

    Çıkıyorum ama sapak ile birlikte batıya yani direk rüzgarın geldiği yöne döndüm. Bir de tepelerin arasından çıktığım için ve yolun duvarlı yapısı kaybolup yerini dümdüz araziye bıraktığı için rüzgar çok fena esiyor. Öyle ki hızım saatte yedi sekiz kilometreye düşüyor.

    Bir yandan zar zor ilerlemeye çalışırken bir yandan da kendi kendime; “Hiç akıllanmayacaksın. Orada o kadar oturacak ne vardı!” diye hayıflanıyorum. Hayıflanmak sanki sinirimin birazını alıyor. Çok komik ama tipik huysuz yaşlılara benziyorum o anda…

    YUKARIDAKİYLE DİYALOG

    Derken yağmur da sağanağa dönünce artık kendimle uğraşmayı bırakıyorum. Olan olduktan sonra problemler o kadar da can sıkıcı olmamaya başlıyorlar aslında. Islanmayı kabullenip; “Hiç yoksa kamyonlardan iyidir.” diyerek kendimi avutmaya çalışıyorum. Ama bir yandan da içimden; “Eminim yukarıdaki bu kadar sıkıntıdan sonra bir kıyak hazırlamıştır bizim için!” diye düşünmeden de edemiyorum.

    Ve evet o da bunu duymuş olmalı ki hem yağmur taneleri büyüyor, hem de sağanağın şiddeti artıyor. Öyle ki artık önümü görmekte bile zorlanıyorum. “Keşke öyle söylemeseydim, galiba kızdırdık biraz!” diye aklımca kendimi acındırmaya çalışıyorum. Bu sefer de yolum koca bir koyun sürüsü tarafından kesiliyor. “Evet artık pes etsem iyi olacak deyip” kahkahalarla gülmeye başlıyorum; “Şakacısın ey tanrım, ve ben bu yanını çok seviyorum!“

    Ben öyle deli deli gülerken atv’sinin üstünde yaşlı bir çoban yanıma geliyor. Yüzündeki ifade felaket ; “Kafayı yemiş galiba bu!” diye düşündüğüne eminim. Bir süre garip bir ifadeyle beni tartıyor, ardından baş parmağını yukarı kaldırıp; “İyisin, değil mi?” babında bir işaret yapıyor…

    “Hayır aslında hiç iyi değilim, ama öbür yandan da çok iyiyim… Hadi gel de anlat bakalım!”.

    Kafamı; “İyiyim” babında bir iki kez sallayıp, üzerinden sular akmakta olan sağ gözümü kırpınca o da gülümseyip yoluna devam ediyor. Bir kaç dakika sonra yüzlerce koyunun tamamı yolu geçiyor. Ve yeterince ıslanmış olmalıyım ki aniden pırıl pırıl bir güneş çıkıyor.

    Dersimi aldım, o yüzden hiç bir düşünce ima etmeden yoluma devam ediyorum. Kaçtığım her şey başıma geldiği için yolun geri kalanında artık hiç bir şey canımı sıkamıyor. Ne gündü ama…

    MEDENİYET: KFC

    Portland hem oldukça büyük hem de bayağı güzel bir sahil kasabası. hatta limanında bir tane savaş gemisi bile görüyorum. Ant’ın tüyosuyla hiç vakit kaybetmeden Mariner otele yollanıp, doksan dokuz dolarlık, king size yataklı ve sıcak sulu mabedime kapanıyorum. Duşun altında ısınmam yarım saatten fazla sürüyor, kemiklerim bile üşümüş; “Allah’ım ne kadar mes’udum!”…

    Kendime gelmemle birlikte tabi ki süpermarket keyfine düşüyorum. Hiç bir şey almasam dahi içinde dolaşmak bile çok güzel. Ama ben yine de; diş macunu, stop farı için yassı pil, muffin ve muz alıyorum.

    Sıradaki etkinlik ise çok daha müthiş; doğruca daha Portland’a girerken gözlerimi kamaştıran KFC’ye yollanıyorum. Ziyafet ki ne ziyafet. Resmen medeniyete geldim…

    Odaya dönüp king size yatağımın üzerinde lojistik ekibiyle biraz yazışıyorum ama bugün gerçekten de çok zorluydu ve o kadar yoruldum ki gözlerim kapanmaya başlıyor. Son bir hamleyle saatimi kurup yatağın içine ancak girebiliyorum…

    SAINT (HACI) GARMIN

    Sabah hava ağarmak üzereyken uyanıyorum. Daha yataktan kalkmadan aklıma akşam yediğim tavuklar ve patates kızartmaları gelince zevkle yalanmak kaçınılmaz oluyor.

    Dünkü o dengesiz ve berbat havanın aksine bugün oldukça sakin ve güzel olacakmış gibi görünüyor. Bir aksilik olmazsa öğlen Warnambool’a akşam da rahat rahat Port Campbel’a varmam gerek. Karnım da tok ya neşem yerine geliyor. Hele bir de odada kahve olduğunu hatırlayınca ıslık çalmaya başlıyorum.

    Bugün artık “Great Ocean Road” başlıyor. Sonunda o muhteşem fotoğraflarını gördüğüm doğa harikalarını kendi gözlerimle görebileceğim için çok heyecanlıyım. Yani sonuçta onları görebilmek için çöl geçişinden vaz geçmek zorunda kaldım, güzel bir şeyler olsalar hiç fena olmayacak…

    Yukarıdakinden önceki gün yediğim dayağın ardından, rahatlamış ve dingin olarak yola koyuluyorum. Yalnız anayoldan ayrılıp yeniden taşraya döndüm ve Warnambol yakınına kadar anayola çıkmadan gideceğim için önümdeki bir kaç alternatif yoldan birisini seçmem lazım. Ben de karar veremeyip, topu navigasyon cihazına atıyorum.

    Böylesi çok daha güzel. Kendi yolunu çizmek çok iyi ama karar vermek zorunda kalmak ve aslında daha da korkuncu; seçmediğin şeyin daha iyi çıkabilecek olması aslında dünyanın en can sıkıcı şeyi. O yüzden olsa gerek, tür olarak sorumluluklarımızı ve yetkilerimizi elektronik cihazlara devretmeye bu kadar meraklıyız herhalde.

    Her neyse sonuçta Garmin iyi iş çıkarıyor ve beni iki tarafı ağaçlıklı ve on beş dakikada bir araba geçen bir yola sokunca ben de tadını çıkarıp ıslık çala çala gitmeye başlıyorum.

    O kadar hoşuma gidiyor ki; hızımı alamayıp Garmin’i de Avustralya’da karşıma çıkan meleklerden biri ilan ediyor; “Bundan böyle artık; ‘Saint Garmin’sin sen!” diyerek takdis ediyorum beni bunca dertten kurtaran akıllı cihazı. Aslında düşününce ne çok Saint var Hacı ilan edilecek; “Saint Netflix”, “Saint Instagram”, “Saint Kahve Falı”… Neyse benim için bugünün kralı; “Hacı Garmin”…

    MARS’A YOLCULUK

    Bir süre sorunsuz gittikten sonra Yambuk civarında arka teker yeniden patlıyor. Can sıkıcı… Artık gına getirip dış lastiği değiştirmeye karar veriyorum. Neyse ki yanıma bir tane yedek almıştım. Yalnız bu sefer de başka bir sorun çıkıyor. Tam iç lastiği de, dış lastiği de yenileyip hava basacakken bu sefer pompam bozuluyor.

    İşte bu işin en zor yanlarından birisi bu. Daima kendine yetmek zorunda olduğun için her şeyin yedeğini taşımak zorundasın ve çok yük olacağı için bu gerçekten imkansız. O anda Mars’a yolculuk planlayan uzmanların işinin neden o kadar zor olduğunu çok daha iyi anlıyorum.

    Neyse ki biraz kurcalayınca pompayı idare edecek kadar tamir etmeyi başarıyorum. Zaten işin sırrı da burada. Yanında taşıyabileceğin en önemli alet; “mecburiyet-yaratıcılık” ikilisi. Ve bu joker alet burada da işe yarıyor, normal bir günde aklıma hayalime gelmeyecek bir şekilde, geçici de olsa sorunu çözüyorum. Nasıl olsa burası Batı Avustralya gibi değil, Warnambool’da bisikletçi var…

    Yolda Port Fairy’ye uğruyorum. Gerçekten adı gibi bir yer. Sanki masallardan çıkma. Pırıl pırıl kumlarla çevrili okyanusun kenarında, içinden zümrüt bir ırmak geçen ve masallardaki gibi evleri olan minicik bir kasaba. o kadar güzel ki, vaktin geçmesine aldırmadan bir sürü fotoğrafını çekiyorum.

    Bu arada yeniden anayola çıktık ve trafik yine rezalet. Neyse ki Warnambool’a gelmeden hemen önce gördüğüm; “Great Ocean Road 20 km” tabelası moralimi yerine getiriyor.

    Warnambool Adelaide’den bu yana gördüğüm en büyük yer. Ama bunun dışında pek bir özelliği yok. Yine de bisikletçi olduğu için benim gözümde ayrı bir yeri var!

    Bisikletçide Bryan ve Dan ile tanışıyorum. Son derece sıcak kanlılar. Karayel’i görünce uzun yoldan geldiğimi anlıyorlar. Laf lafı açıyor. Hoş beş, sohbet vs derken epey vakit geçiyor. İki tane iç lastik ve bir yedek pompa alıp vedalaşıyorum.

    Aklım, gelirken bir blok ötede önünden geçtiğim “Red Rooster”da. Yerel bir hamburgerciye benziyordu ve ben de acayip açım. Önsezilerim beni yanıltmıyor ve adı “Legends Mega Max” olan dehşet bir menüyle karnım neredeyse patlayacak hale geliyor. Gel de yola devam et…

    VE SONUNDA “GREAT OCEAN ROAD”

    Zar zor tekrar yola düşüyorum. On beş kilometre sonra artık anayoldan çıkıp resmen “Great Ocean Road”da pedallamaya başlıyorum. Sapaktan bir kaç kilometre sonra bizim Afyon İkbal tesisleri nisbetinde meşhur bir dinlenme tesisi olan; “Allansford Cheese World”de duruyorum. Dünyanın öbür ucu ama hiç fark yok; bizimkisi kaymak satıyor, buradaki de peynir…

    Karnımı tıka basa doyurduğum için haliyle pek alacak bir şey bulamıyorum. Bir de bayağı pahalı buradaki her şey. Bu noktadan itibaren turistik muhabbet başlıyor anlaşılan. Biraz canım sıkılıyor ama pek önemsemiyorum.

    Dışarı çıkıp tam Karayel’e binecekken bir mucize oluyor ve ilk defa ters yöne gidiyor bile olsa benim gibi bisikletli bir gezgin görüyorum. Çekik gözlü genç bir kız. Aval aval bakıyor olmalıyım ki başını yere eğerek yanımdan geçip içeri giriyor. Vay canına, gerçekten değişik bir yerlere geldim galiba…

    Keyifleniyorum. Ama tam yola düşecekken bu sefer kadro çantasının fermuarı patlıyor. Buyur buradan yak. Yani haksız da sayılmaz, aç kalmaya başladığımdan beri ne bulduysam oraya tıkıştırıp duruyorum ama biraz daha idare edebilirdi sanki…

    Yine mecburiyet-yaratıcılık ikilisi iş başı yapıyor, çantayı koli bantıyla sarıp tekrar yola düşüyorum. “Berbat görünüyor ama Port Campbel’a kadar idare etsin yeter. Akşam orada bir şeyler düşünürüz.”…

    Yönümü tekrar batıya çevirince denizden esen rüzgarla yine karşı karşıya geliyoruz. Birazdan güneş de gidince hava iyice soğuyor. Ben de çareyi algılarımı kapatıp kendimi pedallamaya vermekte buluyorum.

    Derken bir iki saatlik bir sürüşün ardından sonunda denize kavuşuyoruz. Güneye dönmemle birlikte rüzgar da etkisini oldukça yitiriyor, nispeten rahat bir sürüşe geçiyorum.

    Okyanusun kenarından giden simsiyah yol ve üzerindeki yeni çizilmiş bembeyaz şeritler gerçekten çok güzel, tıpkı fotoğraflarında gördüğüm gibi. Karayel ile bir inip bir çıkarak, denizin yaklaşık elli metre yukarısından ilerliyoruz.

    DUNYANIN AŞAĞI UCUNDAYIM

    Derken aşağıda ilk doğal anıt karşımıza çıkıyor. Denizin ortasında bir başına kalmış sapsarı koca bir blok kaya. Ortası delinmiş, tıpkı bir köprüye benziyor. O yüzden olsa gerek adını; “London Bridge” koymuşlar. Çok görkemli bir şey ve nedense eteklerine vuran devasa dalgalarla bir olup bana tarih öncesi savaş filmlerini hatırlatıyor.

    Karayel’in poz poz resimlerini çekip tekrar yola düşüyorum. Çok garip ama kendimi sanki dünyanın en ucuna gelmiş gibi hissediyorum. Gerçi çok garip de sayılmaz çünkü artık neredeyse Avustralya’nın en güney ucuna geldim sayılır.

    Son kilometreler de bu değişik ruh hali içinde geçiyor. Bir tepeyi tırmanıp aşağıya sallanınca Port Campbel dedikleri yeri görüyorum. Ben daha büyük ve turistik bir yer bekliyordum ama burası tepelerin arasına saklanmış üç beş hanelik bir köye benziyor.

    Çabucak köye inip Lojistikçilerimin gündüzden ayarladığı hostelime gidiyorum. Abartmıyorum, burası hayatımda gördüğüm en lüks hostel. Bildiğin beş yıldızlı. İşletmecisi İspanyol Barbara ile biraz sohbet ettikten sonra odama çıkıyorum. Beş ranzalık on kişilik bir oda.

    KİBAR ODA ARKADAŞLARIM

    Oda iyi hoş ama, oda sakinlerinin tamamı kız. İşte bundan pek haz ettiğim söylenemez. Yani onlar pek önemsemiyor ama ben yaşadığım kültürün etkisiyle olsa gerek, ne rahat rahat giyinip soyunabiliyorum yanlarında ne de “Acaba horlar mıyım ki?” diye düşünmeden yatabiliyorum. Gerçi maşallah, önceki tecrübelerimden şahidim ki hanımlar bırakın horlamayı, gaz çıkartmakta vs bile hiç bir sıkıntı yaşamıyorlar.

    Neyse yapacak bir şey yok. Kaderime razı olup yerleşiyorum. Ardından lokantaya inip -evet bu hostelde yemekhanenin yanında son derece güzel bir de lokanta var- güzel bir pizza götürüyorum.

    Kahvemi de içtikten sonra Barbara bana süpermarketin yerini tarif ediyor. Üstelik saat dokuza kadar açıkmış. evet gerçekten dünya değiştirdik…

    Markette çengelli iğne de bulunca dünyalar benim oluyor. Hemen odaya dönüp kadro çantasının fermuarını çengelli iğnelerle bir güzel yedekliyorum. Saat çok geç değil ama diğer oda sakinlerinin horlamalarıyla uykum kaçmasın diye onlar gelmeden hemen yatağa girip, koyunları saymaya başlıyorum…

    ÇİNLİ 12 KEŞİŞ

    Sabah bayan oda arkadaşlarımın horultu olmasa bile vızıltıları eşliğinde uyanıyorum. Oda bayağı soğuk. Avustralya’ya geldiğimden beri olduğu gibi yine hava tahminini tutturamadım. Gerçi artık en güneye indim sayılır. Bugün son kez güneye doğru yol alıp, yarın artık kısmetse tekrar kuzeye yani sıcağa doğru döneceğim. Umarım yanımdaki kıyafetler bugün de idare eder.

    Çabucak hazırlanıp gün ağarırken yola düşüyorum. Port Campbell’ın çıkışında oldukça dik bir yokuş tırmandıktan sonra yol tekrar hafif meyillerle bir inip bir çıkarak devam ediyor. Asfalt ve boyalar yeni yapılmış. Burası artık “Great Ocean Road”un en güzel etabı. Kendimi Avustralya tanıtım filmlerinde sürekli kullandıkları yolda bisiklet sürerken bulunca bir anda film yıldızıymış gibi hissediyorum. Yalan yok, hoşuma gitmiyor değil…

    Hava açık ve yükselen güneş ile giderek ısınmaya başlıyorum. Birazdan da Avustralya’nın en meşhur doğal anıtlarından bazılarını göreceğim için çok heyecanlıyım. Önce “Loch Ard” tabelasını görüp sağa doğru kırıyorum. Bir kaç yüz metre sonra yol bir otoparkta son buluyor. Bundan sonrası artık yaya yolu ama sabah erken ve etrafta kimse olmadığı için Karayel ile birlikte dalıyoruz. Onu da bu güzel manzaradan mahrum etmek istemiyorum.

    Loch Ard gerçekten de görülmeye değer. Daracık bir girişi olan muhteşem bir koy. Etrafı elli metre yüksekliğinde sapsarı limon taşından yarlarla çevrili ve tam aşağımızda da altın renkli harika bir kumsal uzanıyor. Yalnız aşağıya inmek hem tehlikeli de yasak. Sanırım film çekimi vs için ancak özel izin alınarak inilebiliyor. Hafiften şiddetli dalgaları saymazsak cennete benziyor ama şu anda daha çok korsan filmlerindeki gizli liman havasında. Hani bir tek karaya vurmuş gemi enkazı eksik.

    Bir müddet seyredip fotoğraflarını çektikten sonra tekrar yola düşüyorum. Sırada “Twelve Apostles” anıtı var. Türkçesi “Oniki Keşiş” gibi bir şey oluyor. Yine upuzun altın bir kumsalın üzerinde müstakil bir şekilde dalgaları ağırlayan, ve bizim peri bacalarının çok daha heybetlisi, rüzgar ve suyun oymasıyla oluşmuş on iki devasa kaya parçası. Neredeyse on Avustralya afişinden sekizinde görünecek kadar da meşhurlar.

    Yaklaşık bir beş kilometre sürdükten sonra, sola dönüp “Twelve Apostles” dinlenme alanına giriyorum. Burası oldukça organize; kocaman bir otoparkı, hediyelik eşya mağazaları, restaurantı vs var. Karayolunun altından geçen tüneli takip eden bir yol ise anıt kayalara doğru gidiyor.

    Yalnız bir an kafa karışıklığı yaşıyorum. Etrafta o kadar çok Çinli var ki sanki Avustralya’da değil de Çin’deymişim gibi geliyor. Sakın bu Oniki Keşiş Çinli olmasın…

    Gerçekten de afişlerde göründükleri kadar varmış. Hatta çıplak gözle çok daha etkileyiciler. Anıt kayalar oldukça geniş bir alana yayıldığı için seyir terası da oldukça uzun. Tamamını dolaşmam neredeyse bir saatimi alıyor. Ama değdi sanki. İnsanlar görüş alanımdan çıktığı anda hani neredeyse Mars’taymışım falan gibi hissediyorum.

    Bir süre daha oyalanıp gözlerimi Çin işgali altındaki Mars’a doyurduktan sonra yeniden yola koyuluyorum. Bundan sonrası gerçekten zorlu olacak. Avustralya’ya geldiğimden beri ilk defa ciddi anlamda dağ tepe aşacağım.

    TESTERE DİŞLİ TEPELER

    Buradan itibaren Apollo Bay’e kadar iki tane üç yüz rakımlı zirve aşmam gerekiyor. Normalde bu o kadar büyük bir irtifa değil ama daha önce okuduğum günlüklerde nedense hep bu yolun çok zor olduğunu yazmışlardı. Birazdan göreceğiz artık.

    Ne olur ne olmaz diyerek Bikemap’ten yolun kesitini çıkarıp eğimleri çalışıyorum. Biraz zorlu görünüyor ama öyle çok acayip tırmanışlar yok gibi. Biraz rahatlayıp tekrar yola çıkıyorum. İlk kilometreler hafif bir eğimle sürekli tırmanarak geçiyor. Hatta neredeyse iki yüz elli metre yüksekliğe çıkınca “Birinci zirveyi yaptım galiba.” diyerek rahatlıyorum.

    Ama hiç de düşündüğüm gibi olmuyor ve Bikemap’te görünmeyen bir şekilde bir anda çok yüksek bir eğimle tekrar deniz seviyesine iniyorum. Ardından da indiğim kadar dik bir yokuşla tekrar tırmanmaya başlıyorum. Üstelik bu yokuş düz bir yokuş değil. Testere dişi formunda. Önce üç birim çok yüksek eğimle tırmanıyor, ardından iki birim çok yüksek eğimle aşağı iniyorum. Sonra bu sefer dört birim yukarı ve üç birim aşağı. ardından üç birim yukarı iki birim aşağı. Bu böyle ne kadar devam ediyor hatırlamıyorum. Tek hatırladığım bunun çok usandırıcı olduğu. Öyle ki o üç yüz metrelik zirve bir türlü gelmiyor.

    Normalde rampalarda durup dinlenmeyi sevmem, çünkü kararlılığınızı azaltır. Ama bu öylesine berbat bir rampa ki, biraz durup dinlenmeye karar veriyorum. Ayrıca böyle bir yol beklemediği için hazırlıksız yakalanan kafamı da değiştirmem gerekiyor.

    Bir rampayı inince duruyorum. Yol çok dar, etraf da dev gibi ağaçlarla kaplı. Öyle ki zar zor güneş ışığı geliyor. Tam Karayel’i kenara yatırıp su içerken, birden az ötemde bir kanguru beliriyor. Neredeyse iki sevgili gibi bakışmaya başlıyoruz. Boyu benim kadar var ve ne kadar sevimli olsa da biraz ürpermeden edemiyorum. Yine de kendimi zorlayıp ona doğru bir adım atıyorum ki arkasını dönüp zıplayarak kaçmaya başlıyor ve sık ağaçların arasında birdenbire kayboluyor.

    UZUN YOL YORGUNLUĞU

    Bir kaç dakika daha oylanıp kafamı toparlamaya çalıştıktan sonra tekrar pedallamaya başlıyorum. Zirve bir türlü gelmiyor. Gerçekten de Avustralya’ya geldiğimden beri ilk kez bu kadar zorlandığımı hissediyorum. Acaba artık iki bin kilometreye yaklaşan yolun genel yorgunluğu olabilir mi ? Daha önce bu kadar uzun yol yapmadığım için bilemiyorum. Bilemediğim için de haliyle mesnetsiz bile olsa tasalanmak kaçınılmaz oluyor. Artık bir de bununla baş etmem gerekecek.

    Tam moralim iyice düşmüşken karşıdan gelen iki tane bisikletli görüyorum. Vay canına… Selamlaşıyoruz. “Onlar gelebildiğine göre, ben de gidebilirim demek ki.” diye düşünmek motivasyonumu yükseltiyor…

    Ve sonunda zirveyi buluyorum. Burada mola vermeyi planlamıştım ama karşıma çıkan iki pub da kapalı. Artık isyan edip inişe geçeceğim anda yokuşun başında bir pub daha çıkıyor karşıma. Üstelik bu açık. Hatta kapısında kuyruk bile var. Budur…

    Biraz kuyrukta beklesem de, Beef Roll ve Muffin ziyafetime bir de Long John kahve ekleyince dünyalar benim oluyor. Üstelik içeride masa sandalye bile var. Hem karnımı doyurup hem de dinleniyorum. Çok zorluydu ama en azından ilk zirve ve yolun yarısı bitti. Saat neredeyse iki olunca bir kaç tane de çikolata gömüp daha fazla vakit kaybetmeden tekrar yola düşüyorum.

    Yine daracık ve karanlık bir yol. Güneş alamadığı için de oldukça soğuk. Titreye titreye aldığım bir kaç kilometrelik bir inişin ardından Aire vadisine ulaşıyorum. İki büyük zirvenin arasında ağaçlık olmayan ama yemyeşil bir yer. Az önceki karanlık ormanın ardından pırıl pırıl parlayan güneşiyle ilaç gibi geliyor. Hatta az ötede otlayan sürü sürü koyunları görünce kendimi daha bir evimde hissediyorum.

    Bu beş kilometrelik keyifli sürüşün ardından yol tekrar rampaya sarıp karanlık ormanın içine giriyor. Ama bu sefer hem karnım tok, hem de zihnen hazırlıklıyım. O yüzden zirveyi bulmam biraz sürse de ilk seferindeki kadar zor olmuyor.

    Tepeye doğru önce ters yöne giden iki bisikletli daha goruyorum. Sonra ileriki rampada oldukça yüklü bisikletini eliyle ittiren birisini daha. “Merhaba herşey yolunda mı diyorum, muzırca sırıtıp; “Fena degil galiba.” diyor.

    HEIDI GİBİ

    Selamlaşıp son rampaları da aşıyorum ve ardından yeniden denizi görebildiğim, nispeten küçük ağaçlarla kaplı bir dağ yolundan aşağıya doğru nefis bir inişe geçiyorum.

    Gerçekten de bütün gün çektiklerime değiyor. Aşağıda masmavi okyanus ve kenarında altın rengi kumsallar, etrafımda ise yemyeşil ve envai çeşit ağaçlar. Üstelik her yer kelebek kaynıyor. Bir anda kendimi Heidi gibi hissediyorum…

    Aşağısı artık “Apollo Bay”. Muhteşem bir plaj. Ve her yer dalga sörfçüleriyle dolu.

    Dünyam yine bir anda değişiyor. Bisikletle seyahat etmenin en özel yanlarından birisi de bu galiba. Çünkü normalde terbiye edilmiş ev ortamımızdan çıkıp araba, uçak, tren vs gibi yine terbiye edilmiş bir taşıta binerek, sonuçta tatil yapacağımız yine terbiye edilmiş ortamlara ulaştığımızda aslında gerçek doğanın bir arada danseden ekstrem uçlarını deneyimleme şansımız olmuyor. Oysa bisikletle seyahat ederken beş dakika içinde en soğuk ile en sıcağı, en sessiz ile en gürültülüyü, en karanlıkla en aydınlığı veya bunun gibi aklınıza gelebilecek en uç noktaları deneyimleme şansı yakalıyorsunuz.

    Apollo Bay’in merkezinde durup Fish&Chips yiyorum. Garson orta yaşlı ve konuşkan bir Çinli kadın; “Bisikletle mi geldin onca yolu?!” diyerek hayret ediyor. Yemeği yerken Bikemap’ten önümde Lorne’a kadar uzanan yolun kontrol ediyorum. Alçalıp yükselerek devam eden, maksimum rakımı yüz elli metre olan bir sahil yolu gibi görünüyor.

    Ve tıpkı göründüğü gibi çıkıyor. Denizin hemen kıyısında yükselen dağlara kazınarak yapılmış güzel ama kalabalık bir yol. Bana Kaş-Kalkan arasındaki karayolunu hatırlatıyor. Denizin kenarında ine çıka gittiğim bir iki saatlik sürüşün ardından hava kararırken Lorne’a varıyorum.

    OKYANUSU GEÇ DEREDE BOĞUL

    Kasabanın girişindeki otelin yanında durup Evrim’i arıyorum. Bir de ne desin, tam yanında durduğum otelde yer ayırtmış. İşte bu güzel bir sürpriz oluyor. Bütün gün kastırdığım sinirlerim o kadar gevşemiş olmalı ki otele doğru gidip tam Karayel’den inecekken sol ayağımdaki pedal kilidini açamadığım için sol tarafıma düşüyorum. Tam da “Okyanusu geç, derede boğul!” hesabı…

    Sol dizimde epey derin bir yara açılıp kanamaya başlıyor; “Tam da otele girecekken nereden çıktı şimdi bu?”. Çantayı aç, içinden ilk yardım çantasını çıkar, yarayı temizle, yara bandı yapıştır vs derken ancak on beş dakika sonra otele girebiliyorum.

    Resepsiyonist Michael çok candan genç bir çocuk ve bisiklet konusunda oldukça heyecanlı. Epey bir konuşuyoruz. Sonra Karayel’e bir yer ayarlayıp beni odama çıkarıyor. Güzel bir duş. Ve hop işte yeniden kendimdeyim…

    Üzerimi giyinip kasabaya doğru yola çıkıyorum. Otel kasabaya tahmin ettiğimden biraz daha uzakmış. Varmam neredeyse yarım saati buluyor. Tenha sayılır, ortalıkta pek kimsecikler yok ama yine de açık bir Noodle House buluyorum. Tavuk ve soya soslu noodle tam bir ziyafet oluyor. Üstüne biraz da tatlı bir şeyler. Evet, şu anda benden iyisi yoktur sanırım…

    Öyle bir ağırlık çöküyor ki, otele dönüş yolu gözümde büyüyor. “Keşke Karayel’i alsaydım.” diye sızlanıp yürümeye başlıyorum. Yolun ortasına bile gelmeden yanımda bir araba duruyor. Camı açılınca içinde bana sırıtmakta olan Michael’i görüyorum; “Atlayın bırakayım.” diyor. Böyle zorlu bir günün ardından hayır diyemeyeceğim kadar güzel bir teklif…

    Otele dönüp yatağın üzerinde fotoğrafları vs düzenliyorum. Bir aksilik olmazsa ertesi gün artık Melbourne’deyim. Türkiye’den arkadaşım Maurice’i arayıp haber veriyorum. “Bekliyoruz.” diyor.

    Saat bayağı erken ama o kadar yorulmuş olmalıyım ki; “Tekrar birileriyle Türkçe konuşmak çok güzel olacak” diye düşünürken uyuyakalıyorum…

    SEKİZ SAAT UYKU

    Sabah altı gibi uyanıyorum. Günlerdir ilk defa sekiz saat uyudum. Harika. Anlaşılan gerçekten yoruldum. O yüzden Melbourne molası iyi gelecek. Zaten bugünkü yolum da az. O yüzden aceleyle yola çıkma telaşım yok, ki bu daha da harika.

    Hiç acele etmeden hazırlanıp çıkıyorum. Kasabanın merkezindeki fırından Blueberry ve Apple Muffin aliyorum. Bayağı lezzetliler. Fırının önündeki masaya oturup yerken Melbourne’den sonrasını planlamaya çalışıyorum.

    Yani evet, Adelaide’dan beri gerçekten çok güzel ve özel yerlerden geçtim ama yine de Batı Avustralya’nın o terk edilmişliği ve başıboşluğunun üzerimde bıraktığı büyünün yerini tutamıyor. Düşündükçe keşke turistik “Great Ocean Road” yerine kurşunumu “Batı Avustralya”da çölü geçmek için kullansaydım diye hayıflanmadan edemiyorum.

    Melbourne’den sonra Kuzey’e Sydney’e doğru devam edebilirim. İki seçeneğim var Avustralya Alp’lerini geçmem gereken dağ yolu veya direk kuzeye giden ana yol. Açıkçası ana yol pek ilgimi çekmiyor. Dağ yolu için ise sanki mevsimi kaçırdım ve ekipman olarak da yeterince hazırlıklı değilim.

    Geriye çok fazla seçenek de kalmıyor aslında. Biraz düşününce en mantıklısının tren ile Sydney’e geçip sahil şeridinden kuzeydeki Brisbane’e doğru bin kilometrelik bir tur yapmak olduğuna karar veriyorum.

    Aslında insanların bu kadar sahiplenmeden ve bütünleşmeden yaşadığı, belki doğa olarak çok zengin ve güzel ama kültür olarak çok fakir olan ve gereksizcesine pahalı bu ülkede daha fazla yol yapmak isteyip istemediğimden de pek emin değilim.

    Gerçi fiziki durumum oldukça iyi ama, zaten asıl hedefim olan Avustralya’yı batıdan doğuya geçme hedefim daha en baştan şişesi on dolarlık içme suyu ve gecesi yüz dolarlık barakadan bozma oteller yüzünden ayva olduğu için çok fazla bir motivasyonum da kalmış değil.

    Zaten Batı ve Güney Avustralya’da iki bin kilometre yol yaptım. Hem çölü, hem Great Ocean Road’u gördüm. Tabiri caizse, çok zorlu yedi iklim ve yedi coğrafyadan geçtim. Bunun üzerine terbiye edilmiş kentsel Avustralya’da bir bin kilometre daha yapmak ne kadar ilgimi çekecek, buna Melbourne sonrası karar vermek en doğrusu olacak galiba…

    PUSH BIKE

    Muffin’ler çok lezzetliydi ama biraz boğazıma oturdular sanki. Öyle ya bu saatlerde aç kalmaya alışınca böyle oluyor tabi… İçecek bir şeyler almak için bakkalımsı bir şey arıyorum ama tabi ki yok. Neyse ki kasabanın çıkışında bir benzinci ve içinde de küçük bir dükkan var.

    Bir kolayla boğazımı temizledikten sonra sporcu içeceği alıp mataralarımı doldururken benzinciye üç adet dört tekerli chopper motorsiklet geliyor. Pırıl pırıl kromajlarıyla son derece gösterişli ve konforlu duruyorlar. Çete gibiler, ama sanki biraz ihtiyar delikanlılar çetesi. Üç tane beyaz saçlı yakışıklı ve aşırı derecede konforlu arka koltuklarında üç tane oldukça kilolu ve yaşlı piliç.

    Abartılı hareketlerine bakınca; “Galiba yıllardır bu motorları alabilmek için çalışarak mahvettikleri vücutlarının intikamını böyle almaya çalışıyorlar!” diye düşünmeden edemiyorum. Sanki aklımdan geçenleri anlamışlar gibi ihtiyar delikanlılar hem Karayel’e hem de bana alaycı bakışlar atıp dükkana giriyorlar.

    Konforlu döşeklerinde bekleyen hanımlar ise daha ilgisiz görünüyorlar. Onlarınki biraz bezginlik ve “Bitse de gitsek.” arası bir şeyler sanki. Bir tanesinin bakışları ayağımdaki su geçirmez ayakkabı kılıflarına takılıyor. Derken beni sorguya çekmeye başlıyor; “Sıcak tutuyor mu?”, “Su geçiriyor mu?”, “Kolay temizleniyor mu?”, vs, vs…

    Dilim döndüğünce anlatırken dükkandan çıkan kocasına beni gösterip; “Bak işte bunlardan almalıyız, o zaman ayaklarım donmaktan kurtulur!” deyince, benden zaten pek haz etmediğini düşündüğüm adam iyice sinirlenip; “What does he know, he is just a Push-Biker” diyerek beni aşağılamaya çalışıyor.

    Evet, aslında bu “Push-Bike” meselesini biraz açsam iyi olacak. Buralarda “Bike” yani bisiklet dediğiniz zaman anlaşılan şey motorsiklet, asla benim bindiğim tarzda bir araç değil. Hatta buralarda motoru olmayan herhangi bir araç taşıt aracı olarak da kıymet görmüyor. Gerçi mesafelerin bu kadar büyük olduğu bu ülkede insanları bu yüzden pek suçlamak da mümkün değil.

    O yüzden bizim anladığımız tarzda bisiklete buralarda biraz aşağılarcasına; “Push-Bike”, yani “İttirmeli-Bisiklet” deniyor. Ve haliyle benim gibi ulaşım için böylesine ilkel bir alet kullananlara da biraz “Geri Zekalı” muamelesi yapılıyor.

    Adamın bu cümlesi ile birlikte, geldiğim günden beri içten içe hissettiğim bir duygu o anda tam olarak bilinç üstüme ulaşıyor. Buralar ne kadar bakir ve güzel olsa da çoğunlukla bisiklete binme kültürünün olmadığı yerler. Aslında sadece bisiklete binme kültürünün olmadığı da değil, çoğunluğun onun temsil etmekte olduğu değerlerden bihaber olduğu, tek amacı biraz rahata erip bu devasa toprakların getirdiği zorluklardan kurtulmak ve daha medeni bir yerlere tüymek olan insanların yaşadığı bir yer sanki.

    Bu düşünceler zaten dip yapmış olan devam etme motivasyonunu iyice yerle bir etmeye yetiyor. O anda kendime itiraf etmesem bile, Avustralya’daki bisiklet yolculuğumun Melbourne’de sona ereceğine artık neredeyse emin gibiyim.

    GELECEĞİN İNSANI

    Adama inat karısıyla biraz çene çalıp bir iki espriyle kadını kıkırdattıktan sonra son bir gayretle kendimi gaza getirip tekrar yola düşüyorum.

    Yine Kaş-Kalkan yolu gibi denizin kenarına oyulmuş yükselip alçalarak devam eden bir sahil yolundayım. Geceden baktığıma göre önümde iki büyük rampa var. Hava iyice ısınmaya başlarken birinci rampaya tırmanmaya başlıyorum. Yol genelde gölgede kaldığı için zirveyi bulmak pek sorun olmuyor.

    Sorun olan şey çişimin gelmesi ve yolda durup da rahat rahat ihtiyacımı giderebileceğim hiç bir yer olmaması. Neyse ki zirveye yakın, solumda yükselen kayalar bir aralık veriyor. Minik vadiyi ve sık ağaçları görür görmez mutluluktan uçuyorum tabi ki. Kısa bir ihtiyaç, su ve kalan son muffin molasının ardından yola devam…

    İnişin ardından Anglesea kasabasına geliyorum. Lorne’dan pek bir farkı yok. Durmadan geçip hemen çıkışındaki ikinci rampaya sarıyorum. Tepeleri geçip Apollo Bay’e indiğimden beri iklim ve coğrafya değişti. Artık kuzeye doru gidiyor olmamın etkisiyle de olsa gerek sanki bir anda Karadeniz’den Akdeniz’e düşmüş gibiyim.

    O yüzden güneşin altında rampa biraz zorluyor. Ama sonunda zirveye çıkıyorum. Zirveden sonra iniş yok. Yaklaşık bir on kilometre platoda yol alıp ardından tekrar aşağıya bu sefer Torquay’a doğru inişe geçiyorum. Gerçekten de etraf Akdeniz kıyılarımızdaki gibi tatilcilerle dolu. Sanırım Melbourne’e de yakın olduğu için burası oldukça tercih ediliyor.

    Saat öğleni geçti ve aslında karnım da acıktı ama yol üstünde yemek yiyecek bir yer göremeyince kasabanın içine girmektense devam etmeye karar veriyorum. Ama o kadar sıcak oluyor ki durmadığıma pişman oluyorum.

    Bu arada; “Bunca iklim değişimine hiç hasta olmamış olmam da bir mucize aslında!” diye düşünmeden edemiyorum. Ama mucize falan değil tabi ki; vücudumuz çalışmak için evrimleştiğinden bisiklete bindikçe hiç sorun olmuyor. Asıl mucize hiç hareket etmeden sağlıklı kalabilmek ki o konuda da kültürel ve teknolojik evrimimiz sayesinde bayağı bir yol kat etmişiz gibi geliyor. Zaten hareketsizliğe, fast-food’a ve konfora yatkın olup da yine de hayatta kalabilen genler seçilip insanın evrimi o yolda devam edecek galiba. Yani geleceğin insanı obez, hareket etmeyen, konfora düşkün ama yine de ölmeyen tipler olacak bence. Hatta giderek önce implantlarla, ardından da komple bilgisayara dönüşüp insan türünün biyolojik evrimini tamamen sonlandıracakmışız gibi geliyor.

    ABORİGİN BİLGELİĞİ

    Bu düşüncelerle sanki elimden alıyorlarmış gibi daha da bir pedallamaya başlıyorum sıkı sıkı yapıştığım Karayel’i. Ama gerçekten çok sıcak ve artık bir mola vermem gerek. Tam bu sırada yolun kenarında “Aboriginal Culture Center”ı görüyorum. Şansa bak…

    Oldum olası hem görsel sanatlarına hem de sade ve mütevazı yaşam felsefelerine hastayımdır. Hatta o kadar ki; Aborigin desenlerinden oluşan ve sol kolumun yarısını kaplayan bir dövmem bile var. O yüzden hem yemek yiyecek bir kafesi, hem el sanatları satışı yapan bir mağazası hem de Kanguru, Wallabee ve Emu’ları olan minik bir hayvanat bahçesi olan bu yeri bulduğuma çok seviniyorum.

    Sorsan beş dakika bile demem ama bir de bakıyorum ki yemek, ufak tefek alış veriş, hayvanlarla sohbet vs derken bu güzel yerde iki saatten fazla vakit geçirmişim. Az önce aklımı meşgul eden İnsanın Evrimi düşüncelerinin üzerine ilaç gibi geliyor iki saatliğine de olsa tecrübe ettiğim mütevazı Aborigin yaşam tarzı ve bilgeliği. İstemeyerek de olsa çalışanlarla vedalaşıp tekrar yola düşüyorum.

    Az buz gidiyorum ki Melbourne’ün banliyösü Geelong ile birlikte büyük şehir keşmekeşi başlıyor. Önce sokaklarda yolumu kaybediyorum, ardından trafiğe girince de günlerdir tadını çıkardığım sükunetimi…

    Kırsalda yolu bulmak kolaydı, çünkü genelde dümdüz giden sadece tek bir yol oluyordu. O yüzden şehre döner dönmez anında kayboluyorum. Hacı Garmin’den yardım alayım diyorum ama o beni daha da dolaştırıyor. Artık isyan etmek üzereyken zar zor şehre giden yan yolu buluyorum. Buluyorum ama bir kaç kilometre sonra o da sona eriyor çünkü bakım sebebiyle kapalı.

    Mecburen otoyola girip son yirmi kilometreyi o gürültü patırtı içinde almak zorunda kalıyorum. Gerçekten de hiç hayal etmediğim felaket bir son…

    VE MACERANIN SONU…

    Zar zor dayandığım bir saatlik bir yolculuğun ardından sonunda Maurice’lerin bölgeye giden yan yola dönüyorum. Artık hava da karardı. Gerçi çok az bir yolum kaldı ama bu perişan halde gitmek istemiyorum. O yüzden yolu bir kaç kilometre uzatıp bir Target’a uğruyorum.

    Üzerimdeki artık lime lime olmuş şorttan başka giyecek bir şeyim olmadığı için, gidip buralarda pek popüler olan lacivert ve çok cepli bir işçi pantolonu alıyorum. Parasını ödeyip kabinde üzerime giymemle birlikte sanki ruh halim de değişiyor. Evet, artık şehir hayatına geri döndüm. Bir süredir yitirmeye başladığım, hayalimdeki Avustralya ile olan bağlantım da iyice kopuyor ve aslında benim için macera sona eriyor..

    Bundan sonrası artık turistik gezi olacak. Ne kadar itiraf etmek istemesem de bunu adım gibi biliyorum…

    Stacks Image 2684
  • My Page

    Bisikletle Avustralya PART I

    Perth > Adelaide

    Learn More

    Mart 2019

    Learn More
    Stacks Image 2611
    Stacks Image 2616

    BİSİKLET ÜSTÜNDE HİNT OKYANUSU’NDAN PASİFİK KIYILARINA
    Başını sonunu birbirine karıştırdığım unutulmaz bir yolculuk…

    Binlerce kilometre yol, milyonlarca koyun, milyarlarca okaliptüs ağacı, devasa mesafeler, minicik şehirler, daha önce hiç duymadığım kokular ve daha önce görmediğim kadar göz alabildiğine düzlük, kıpkızıl bir toprak, envai çeşit bulut, denizi kıskandıracak kadar mavi bir gökyüzü, deli deli esen rüzgarlar, kangurular, emular, wombatlar, üçüncü dereden amele yanıkları, altın arayanlar, maceracılar, bir sürü göçmen, sıcak, soğuk, yağmur, çamur, şimşek, ıssız çöller, dev dalgalı okyanuslar, çokça tek başınalık, kaybolmuşluk ama bir o kadar da özgürlük, başını sonunu birbirine karıştırdığım unutulmaz bir yolculuk: Trans-Avustralya !!!


    Evet, geri sayım başladı. Çocukluğumdan beri rüyalarımı süsleyen o zorlu ama heyecan verici yolculuğa çıkmama artık sadece günler var.

    Önceki yazılarımı okumuş olanlar biliyordur ama bilmeyenler için tekrar edeyim; becerebilirsem, bisikletim Karayel ile Avustralya’yı Batı-Doğu istikametinde baştan başa geçmeyi planlıyorum.

    İnsanoğlunun en son ayak bastığı, ve bence bu yüzden o özel habitatına sahip olan kendine has kıtanın kıpkızıl çölleri kendimi bildim bileli beni bir mıknatıs gibi kendisine çekiyordu. Turistik gezilerin gidilen coğrafyadaki hayatla alakası olmayan yapay dokusu ve gerçeklerden kopuk yapısı bana çok itici geldiğinden, ve bir de hayata seyirci kalmak yerine, kayarcasına geçtiğim yerlerdeki her eğimi, her sesi, her kokuyu hissedip, hayattan aldığım enerjiyi pedallara aktararak akarken yeniden hayat döngüsünün içine karışıp onun bir parçası olduğumu hissetmeye aşık olduğumdan böyle bir işe girişmeye karar vermiştim.

    Ve kalbim son altı aydır neredeyse sadece bunun için atıyor. Zihinsel, fiziksel ve ekipman hazırlıklarım bu kimilerine göre delice serüven için artık son aşamada. Ve heyecanla birlikte stresim de artıyor. Daha yolculuğa çıkmadan dönüşmeye, İster istemez farklı bir dünyaya, bilinmezlerin getirdiği heyecanlarla ve endişelerle dolu bir gerçekliğe doğru kaymaya başlıyorum. Bazen çocuk gibi seviniyor, bazen hastalık hastası yaşlılar gibi endişeleniyorum. Bu manik-depresif hal ne kadar gerginleştirici olsa da soğuk ama taptaze bir bahar rüzgarı gibi yeni yapraklar açıyor ruhumda…

    NASA’NIN UZAYA UYDU YOLLAMASI GİBİ BİR ŞEY

    Artık hazırlıklardan yorulup, beklemekten sıkıldım, ne olacaksa bir an önce olsun istiyorum. Bu iş Nasa’nın uzaya sonda göndermesi gibi bir şey. En ufak detayları bile önceden düşünüp, on gram yükün dahi hesabını yapmak zorundayım. Yanıma almaya karar vereceğim her minik şey, on gram dahi olsa binlerce kilometre taşımak zorunda olunca epey yekün tutuyor.

    Internet’te son araştırmalarımı yapıp, kafamda bilmem kaçıncı kez yolculuğu simüle etmeye çalışırken, bir yandan da; “Bu kadar öngörülebilir hale getirirsen bu yolculuğun ne heyecanı kalacak ki!” diyerek kendimle çelişiyorum;… Sonradan bu sözleri çok anacağımı nereden bilebilirim ki!

    Şaka bir yana, bu minik proje yaşadığım son ayları öylesine anlamlandırıp, günlerimin o kadar dolu dolu geçmesini sağladı ki,. Sanki önceki on seneye bedel bir yıl geçirmiş gibi hissediyorum kendimi… Kennedy’nin “Aya İnsan Gönderme” gibi bir projeyi kullanarak Amerikan teknolojisi, sanayisi ve ekonomisine nasıl çağ atlattığını şimdi daha iyi anlayabiliyorum.

    Askerliğimden beri ilk defa bu kadar uzun süreliğine gündelik hayatın dışında, modern hayatın baş döndürücü sarhoşluğu ve insanı tüketen talepleri olmadan vakit geçirebileceğim için çok heyecanlıyım. Yalnız, İstanbul’dan çıkmak, neredeyse turun kendisinden daha zor. Uzun, teknolojiye ne kadar erişebileceğimi bilemediğim ve riskli bir yolculuğa çıkıyorum. Geride kalanları da düşünüp bütün ayarlamaları yapmam gerekiyor: Faturalar, otomatik ödemeler, vs… Bu esnada şehir hayatının kıskacını daha da bir derinden hissediyorum. Meğer “Aylık Yapılacaklar” listesinde varlığını unuttuğum ama beni bağlayan ne kadar çok şey varmış.

    VASİYETNAME MESELESİ

    Evet angarya ama gezinin gazıyla bir şekilde hallediyorum. Asıl can sıkıcı olan ise “Ya dönemezsem!” ile ilgili ayarlamalar oluyor. Ölüm yasal açıdan son derece temiz bir durum. Vesayet mekanizması hemen devreye giriyor ve mülki işlemler kısa sürede halloluyor. Yalnız öldüğünüz kanıtlanamazsa işte o zaman durum çok vahim, çünkü yakınlarınız mirasınızı alabilmek için on sene beklemek zorunda… Bir süre düşünüp bir yol bulmaya çalışıyorum. Avukatlar vasiyetname yazsam bile öldüğüm kanıtlanmazsa işe yaramayacağını söyleyince notere danışmaya karar veriyorum. Onun önerisi ise vekalet vermem oluyor. Yalnız her varlığımı düşünüp, her birini tek tek vekaletnamede belirtmem gerekiyor ki, noter masrafını hesaplayıp neredeyse gezi bütçeme yakın bir şey çıkınca vazgeçiyorum. Sanırım kaybolmamaya çalışmak çok daha kolay olacak…

    Tam da mülkiyet meselelerinden kurtulup kafa dinleyebileceğim bir yolculuğa çıkacakken yine o mülkiyet meselelerinin kucağına oturmak sinirlerimi bozuyor. Biraz da endişelerimi tetikliyor haliyle. Sayılı günler azaldıkça stresim artıyor. Arttıkça da sanal ahrazlarım ortaya çıkmaya başlıyor: menisküs ağrısı, kalp çarpıntısı, iştah bozukluğu vs…

    Tabi hepsinin ana teması aynı fikir: “Ya bir şey olur da yapamazsam!”… Ya sakatlanırsam veya fiziksel olarak tükenip devam edemezsem, ya Karayel tamir edilemeyecek bir arıza çıkarır veya çalınırsa, ya pasaportumu kaybedersem, ya param biterse, ya saldırıya uğrarsam, ya vahşi hayvanlar beni yerse, ya orman yangınına yakalanırsam, ya kamyon çarparsa, ya çölün ortasında yılan ısırırsa, ya fırtınaya yakalanırsam ve üzerime yıldırım düşerse, vs, vs… İçimdeki hain yine iş başında, tam mesai yapıyor. Ben ise deli gönlümü yardıma çağırıp her kötü ihtimal için akılcı bir çözüm üreterek kendimi rahatlatmaya çalışıyorum.

    Aslında iş başında olan sadece içimdeki hain değil. Çevremdeki insanlar da bu düşünceleri zihnime nakış gibi işlemek için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlar. Böyle bir yolculuk yapacağımı söyler söylemez, hiç kimse içsel korkularıyla katkıda bulunmaktan kendisini alamıyor... “Nasıl yani?” diye başlayan cümleler “İyisin değil mi?” diye sonlanırken, aslında akıllarından geçenin “Kafayı yemiş bu!” olduğunu şaşkın bakışlarından anlayabiliyorum Bu gezi etrafımdakileri tanımam için Turnusol Kağıdı gibi bir işlev de gördü diyebilirim. İlk telaffuz ettiğim günden itibaren, aman Allah’ım ne endişeler; vahşi hayvanlar, böcekler, hırsızlar, haydutlar, kazalar, hava şartları, orman yangınları... Oysa ki gazeteleri açıp baksalar şehirlerde meydana gelen şiddet haberlerinin kırsaldakinin onlarca katı fazla olduğunu, ve insanın insana yaptığını ne doğanın ve ne de hayvanların yapmadığını apaçık görecekler. Şöyle bir baktım, aslanlar tarafından yılda öldürülen insan sayısı beşyüzelli iken, trafik kazalarında bir yılda hayatını kaybedenlerin sayısı dörtyüz yirmi bin. Basit bir hesapla, trafik kazalarında bir yılda hayatını kaybedenleri yiyebilmeleri için dünyadaki tüm aslanların yediyüzaltmışüç yıl aralıksız uğraşmaları gerekiyor.

    Aslında bu endişeler beni bir kez daha motive ediyor çünkü bu gezi vasıtasıyla bir süreliğine de olsa asıl kurtulmak istediğim şey, işte tam da yakınlarımın bu hissettikleri ve benim de içimde savaş verdiğim sanal endişeler… Çünkü ben hayattan korkmak değil, onu yaşamak istiyorum. Tabii ki haddimi bilerek ve saygıda kusur etmeden…

    SPONSOR MUHABBETİ

    Her neyse ciddi olduğuma ve vazgeçmeyeceğime kanaat getirdikleri zaman bu sefer başka bir moda geçiyoruz; “Neden bir sponsor bulmuyorsun?” modu…

    “Bir sponsor bulsan iyi olmaz mı?” aslında oldukça saf bir iyi niyet beyanı gibi görünüyor, ama benim için öyle değil… Aslında söylemeye çalıştıkları şey şu: “madem böyle bir iş yapıyorsun, bunu neden paraya tahvil etmiyorsun?”.

    Ve bunun cevabı çok basit: “Çünkü ben zaten paradan ve onun temsil ettiği şeylerden uzaklaşmak için böyle bir şey yapıyorum da ondan!”. Bedenimi, aklımı, zihnimi, vaktimi, yeteneklerimi, doğru olanı seçme/yapma özgürlüğümü türümüze has gereksiz ihtiraslar yüzünden iş hayatım boyunca yeterinden fazla kiraladım zaten. Artık bunu yapmayacağım. Prangalarımdan kurtulmak için keşfettiğim bu naif yolun yeni bir esarete dönüşmesini istemiyorum, hepsi bu…

    Ama bunu anlatmak gerçekten de çok zor. “Bak hem ne güzel gezersin, hem de para kazanırsın!” cin fikri ile başetmem neredeyse imkansız. “Para iyidir, mutlu etmez belki ama en azından her ayıbı örter. Madem böyle bir işe girişiyorsun, aptallık edip de bunu boşa harcayayım deme!!! Ah ben senin yerinde olcam ki!!!” vs vs…

    Her neyse, sponsorluk işleri kulağa hoş geliyor ama aslında pek öyle göründüğü gibi de değil zaten. Her ne kadar yardımseverlik adına yapılıyormuş gibi görünse de (kendim de uzun yıllar pazarlama bütçeleri yönettim, oradan biliyorum) hiç bir firma kendisine maddi olarak geri dönmeyecek bir şeye para vermek istemez. Bunun tek istisnası patronun akrabası veya tanıdığı vs olmanız. Dolayısıyla böyle bir destek almak istiyorsanız gezinizin mahremiyetinden fedakarlık edip, yol boyunca ilginizin büyük kısmını hayalinizi doya doya yaşamak yerine, insanları cezbedecek reklam işlerine vakfetmeniz gerekiyor. Bir de sanki asıl işi yapan parayı verenmiş gibi yetmişiki takla atmanız, “Aman efendim, canım efendim” falan yapmanız gerekiyor ki hiç hoş değil. “Ya yolda ters bir şey olur da geziyi tamamlayamazsam” stresi ve hesap verme sıkıntısıyla geziyi berbat etmek riski de cabası. Bir nevi sevdiğin kızı kaçırıp dağlarda yaşayacağına, fabrikatörün kızıyla evlenip kravat takmak gibi bir şey. Üstelik çocuğu yapan sen olmana rağmen bütün övgüler kayınpedere gidiyor... Siz ne düşünürsünüz bilmem ama, çok fazla maddi kaygı ve ve manipülasyon var. O yüzden benim yapmaya çalıştığım şeye yüzseksen derece ters. Gezerek kaçıp kurtulmaya çalıştığım şeylerin ta kendisiyle tango yapmak sanki. Zaten kravat takmayı da hiç sevmem, yol yakınken bu işlerle çorbamı bulandırmaktan vaz geçip, tuzsuz aşım dertsiz başım modeline dönüş yapıyorum... Biraz da okuyucuları düşündüğümden aslında. Çünkü her pazarlama faaliyeti mutlaka fiyata yansıyor ve her ne kadar bunu ödeyenler sizler olsanız da, sosyal sorumluluk gururu daima sponsor firmaya kalıyor...

    SOSYAL MEDYA MUHABBETİ
    Sponsorluk kurumuyla ilgilenmediğimi söylediğimde karşılaştığım ikinci cin fikir de Sosyal Medya Yayıncılığı. Hani şu hem gezip hem de takipçileri sayesinde ünlü olup dünyanın parasını kazandıkları söylenenler gibi…

    İşin abartılan ekonomik alt yapısı ile ilgili dezenformasyon bir yana, gezip tozup, hayat harika vs diye yutturmaya çalışırken acayip içimi bayıyorlar. Hayat harika falan değil, sadece olması gerektiği gibi. Hayat harika olsaydı, izleyenleriniz kendi hayatlarında mutlu oluyor olurdu. Aslında verilen mesaj şu; “Hey ezikler, hayatınız bok gibi, köle gibi çalışmak zorundasınız, ama biz sizin bağışlarınız sayesinde gezerken, siz de bizim sayemizde gezmiş oluyorsunuz…” Yani gezenlerin açısından bir nebze anlaşılabilir bir durum belki ama takipçilerin ruh halini anlamam gerçekten mümkün değil! İnsanoğlu ne ara bu kadar umutsuz bir hale düştü bilemiyorum?!

    Oysa ki harika olan hayat değil, harika olan yaşamak! Kendi kararlarını alıp cesurca ilerleyebilmek, yoksa başkalarını takip ederek ikinci sınıf tatminler yaşamak değil…

    Medeniyet kılığında yutturulmaya çalışılan açgözlü materyalist felsefe on yıllardır televizyon marifetiyle ezdiği hayatlarımızı, bu sefer de sosyal medya balyozuyla şekillendirmeye devam ediyor. Aslında değişen hiç bir şey yok. Allayıp pullayıp ne yapılacağını gösterenler ve yemi yutup pür dikkat çabalayanlar… Sanayi devrimi zamanında, Victor Hugo Sefiller’i yazarken de pek bir fark yoktu bu iki sınıf arasında. Sadece makineleşme sayesinde ağır işler ince esaretlere evrilmiş durumda! Ama sonuçta kölelik köleliktir değil mi ? Yalnız şimdiki hokkabazlık daha iyi, köleler bunu isteyerek ve hevesle yapıyorlar. Bir şeylerin yanlış olduğunu, mutsuz olduklarını hissetmelerine rağmen, bu duruma isyan etmeyi akıllarından bile geçirmiyorlar...

    Bu işin afyonu da bulunmuş; “Sevdiğin İşi Yapmak”! Yani hem keyif alıyorsun, hem de para kazanıyorsun; “Çifte Kavrulmuş Mutluluk” meselesi… Bana göre ise sistemin bencillikleri tahrik ederek iş hayatını dizayn etmek için kullandığı bir diğer araç…

    Sevdiğin işi yapacaksın ki mutlu olasın. Yani hem sistem çalışmaya devam edecek, hem de sen para kazanmış, üstüne üstlük bunu yaparken bir de mutlu olmuş olacaksın. Yeme de yanında yat walla…

    Ama bence bu iş pek öyle göründüğü gibi değil. Birincisi; en müthiş zevk-heyecan verici şey dahi, iş edinip rutin bir şekilde yapmak zorunda olduğunda hiç de düşündüğün kadar mutluluk verici olmuyor. Dilerseniz aşağıdaki cümlede noktalı alana aklınıza gelen en zevk-heyecan verici şeyi yerleştirip bir deneyin;

    Her sabah kalkıp, canım o gün onu yapmak istemese dahi ……………….. yapmak zorunda olmak, işte benim için mutluluk bu !!!

    Şimdi bir de aynı kelimeleri aşağıdaki cümleye yerleştirip ne hissettiğimize bakalım;

    Bu sabah kalkıp ……………….. yapamayacağım ama en azından canımın istemediği hiç bir şeyi de yapmak zorunda değilim!!!

    Benim için sonuç açık; yaptığın şey dünyanın en güzel şeyi de olsa, istediğini yapabilme özgürlüğünün yerini tutamıyor…

    İkincisi, ben diyeyim insanoğlunun olumsuz hasletleri yüzünden, siz deyin sistemin marifetiyle, bizi mutluluğa ulaştırabilecek yegane varlığımızı yani günlük mesaimizi çoktan mutluluk yerine gelire vakfetmiş durumdayız. Şöyle bir soru sorduğunuz zaman aslında herşey ortaya çıkıyor; “Mecbur kalsaydınız hangisini feda ederdiniz; gelirinizi mi, yoksa mutluluğunuzu mu?”. Cevap, tabii ki “Mutluluk”, yoksa şu anda kimse çalışmıyor olurdu! O yüzden aslında mutluluk çoktan feda edilmiş, yalnızca bir ihtimal olarak gelirin yanına yapıştırılmaya çalışılıyor. Tabii yukarıda bahsettiğim gibi, seçme özgürlüğü olmadıkça mutlu olunamayacağı için bu pek mümkün değil ama milyonda bir de olsa mümkün olma ihtimali olmazsa sistem çökeceğinden itina ile bu umut destekleniyor.

    “İyi ama çalışmazsak açlıktan ölürüz” dediğinizi veya “En azından biraz daha hoşlandığın bir işi yapmak, hiç sevmediğin şeyleri yapmaktan iyidir!” dediğinizi duyar gibi oluyorum.

    Birincisine cevap olarak; doğa ile uyum içinde yaşayıp, modern anlamda bir mesai yapmadan mutlu mesut yaşayan ve açlıktan ölmeyen pek çok topluluk biliyorum. Düşünülenin aksine modern insanın çalışmanın aleyhine terk edemediği şey “Hayatta Kalabilmek Ayrıcalığı” değil, potansiyel gelirinden mahrum olup modern hayatın reklam edilen görüntüsüne göre nimet, eldeki çıktılarına göre ise külfet gibi görünen meyvelerinden faydalanamamak… Bunun uğruna katlanılan gelir adaletsizliğinden, sömürenlerden, sömürülenlerden, her gün yaşanmakta olan insan kaynaklı ve kurbanları yine insanlar olan pek çok trajediden vs bahsetmiyorum bile…

    İkincisine gelirsek; birincisine kafa yormayan birisinin zaten kaçınılmaz olarak varacağı noktadan başka bir şey değil…

    Her neyse, amacım sizi ikna etmek değil, sadece iş-mutluluk ilişkisi hakkındaki naçizane tecrübe ve düşüncelerimi paylaşmaya çalışıyorum. Ve onları çok basit bir şekilde üç madde halinde özetlemem mümkün:

    1- Kendi arzunla yapmadıkça bir şeylerden mutluluk duymak bana imkansız gibi geliyor. Dolayısıyla, hem mesai yapıp hem de mutlu olmak emeli biraz abes ile iştigal gibi…
    2- Gerçek mutluluk ancak değer üretmek ile mümkün. Sadece kendiniz için en sevdiğiniz şeyleri bile yaparak asla tatmin olamazken, herkes için işe yarar bir şeyler yapabiliyorsanız, lağım ile uğraşıyor bile olsanız mutlu oluyorsunuz (en azından kendi adıma böyle).
    3- İnsanı mutlu edeceğine inandığım yukarıdaki iki özelliği; yani özgür yaradılışı ve bireycilikten çok paylaşımcılığa olan eğilimi desteklendiği müddetçe halihazırdaki bireycilik ve çıkarcılık üzerine kurulu sistemimiz çöker! Bu yüzden mutluluğu kişisel gelire feda etmiş durumdayız gibi görünüyor…

    Anlaşılan gaza geldim, hikayemizden baya uzaklaştık ama bunları konuşmak gezimiz ile ilgili perspektifinizi oluşturmak açısından oldukça önemliydi bence…

    Her neyse, kalan bir kaç gün de bu düşüncelerle geçiyor ve son gün Karayel’i paketliyoruz. Artık son gece. Bin bir hesabın ardından yanıma almaya karar verdiğim her şeyi son bir kez yemek masasının üzerine yayıyorum. Endişe gerçekten had safhada. Bir şey unutup unutmadığımı iki kez daha kontrol ettikten sonra her şeyi çantalara doldurup ne yapacağını bilmez halde uykumun gelmesini bekliyorum.

    * * *


    VE YOLA ÇIKIYORUM

    Tabii ki o gece uyuyamıyorum. Neyse neredeyse yirmidört saatlik uçuşum var, yolda uyurum artık diye düşünüyorum. Sabah olduktan sonra vakit çok hızlı geçiyor. Havaalanında hiç bir sorun yaşamadan işlemlerimi yaptırıp uçağı beklemeye başlıyorum. Eşim Şeyma, arkadaşlarım Sinan ve Bülent de benimle birlikteler. Derken vakit geliyor, vedalaşıp uçağa biniyorum. Dubai aktarmasının ardından ertesi gün akşam saatlerinde Perth havalimanına inişe geçiyoruz.

    İşte geldim, inanamıyorum. Dünyanın öbür ucunda, tek başına, bisikletle… Bir kez daha: “N’apıyorum ben!” diye düşününce tüylerim diken diken oluyor ama artık çok geç…

    Pasaport kontrolünden kolayca geçiyorum ama sınır polisi neredeyse bir saat boyunca beni sorguya çekiyor. Amaçları kıtaya virüs, mikrop, vs, habitatı bozacak herhangi bir canlı varlık girişini önlemek. Çantaları didik didik edip yiyecek vs arıyorlar. Derken sıra ayakkabılarıma geliyor, tabanında neredeyse mikroskobik inceleme yapıp, son günlerde çamurlu yerlerde dolaşıp dolaşmadığımı soruyorlar. Ardından cep telefonumda pornografik içerik olup olmadığını sorup, hayır cevabımla birlikte telefonumu incelemeye alıyorlar. Bunlar beni geri çevirmeye mi çalışıyorlar acaba diye rahatsız olup hafiften gerginleşmeye başlıyor ama çaktırmamaya çalışıyorum. O sırada beklerken konuşup ahbap olduğumuz sınır polisi Ann-Marie ile sohbeti koyulaştırıyoruz. O da bisiklete biniyormuş ama bir sakatlık yaşadığı için artık çok fazla kullanamıyormuş. Planlarımı anlatınca önce inanmıyor, sonra emin olup olmadığımı soruyor. O da böyle yapınca içimde giderek büyümeye başlayan endişe yeni bir boyut kazanmaya başlıyor. Ama kendimi kontrol edip pek renk vermemeye çalışıyorum. Artık gerçekten sıkıldım, bir an önce bıraksalar diye düşünürken diğer iki polis cep telefonumu inceledikleri odadan çıkıp Ann-Marie ile göz göze geliyorlar. O sırada Ann-Marie; “Tamam bırakın geçsin, bu adam ne yaptığını biliyor” deyip bana göz kırpınca rahatlıyorum. Çabucak dağılmış çantalarımı toplayıp, Karayel ile birlikte kendimi havaalanının dışına atıyorum.

    Hava neredeyse kararmak üzere. Önceki gün ne olur ne olmaz diyerek kalacak yer ayırtmıştım. Gerçi bir hostel ama idare eder diye düşündüm. Nelerle karşılaşacağımı bilemediğimden başlangıçta tutumlu olmak istiyorum. Eski bir İtfaiye İstasyonundan bozma olduğunu görünce iyice ilginç gelmiş, fazla düşünmeden rezervasyonu yapmıştım. Şimdi bir yolunu bulup oraya ulaşmam gerekiyor.

    ŞUSAN VE RUMMAN, GÖÇMEN CENNETİ AVUSTRALYA

    Yolculuğuma başlayacağım Fremantle, Perth’in batısında deniz kenarında bir sahil kasabası. Aşağı yukarı kırk kilometre uzaklıkta. Elimde çantalar ve kutulanmış haldeki Karayel ile “Taksi mi tutsam acaba?” diye sağa sola bakınırken beş on metre ilerimde duran siyahi güvenlik görevlisi kadın halime acıyıp gülümseyerek bana yaklaşıyor.

    Selam verip taksi soruyorum, “Taksi’yi boş ver, çok pahalı.” deyip “Uber’in yok mu” diye ekliyor. Gülümseyerek adını soruyorum: “Şusan”. Otuzlu yaşlarında, at kuyruklu güleç bir kadın. Şusan’ın yardımıyla telefonuma Uber’i kurup hemen bir araba çağırıyoruz. Beş dakika süre veriyor. O sırada sohbet ediyoruz. Afrika’dan göçmüş. Benimle sanki yıllardır arkadaşmışız veya akrabaymışız gibi rahatça konuşuyor. Karayel’i gösterip “Bu ne” diye sorunca hikayemi anlatıyorum. Gözleri büyüyüp, kahkahayı patlatırken: “Deli olmalısın” diyor. Ben de neşelenip gülmeye başlyorum, şaka yapmadığını nereden bileyim…

    Buradaki arabaların neredeyse hepsi birbirinin aynısı. Hepsi Uzakdoğu markalı ve beyaz. Daha sonra fark edeceğim buraya has pek çok diğer acayip özellik gibi o anda bilmiyorum ama, Avustralya’nın yarısını geçip Adelaide’a varana kadar bir tane bile Avrupa markalı araba görmeyeceğim.

    Şöförüm Rumman Pakistan’lı. Daha yarım saat olmadan üç farklı ırktan üç farklı renkte insanla arkadaş oluyorum. Burası gerçekten çok kozmopolit. Rumman da göçmen. Neden diye sorduğumda cevap bilindik: “Geçim Derdi”. Beş yıl Sydney’de yaşamış. Daha sonra oranın hayhuyuna ayak uyduramayıp buraya göçmüş. “Peki mutlu musun” diye soruyorum, “Evet burası daha sakin” diye cevaplıyor. “Hayır, Pakistan’dan geldiğin için mutlu musun?” diye üsteleyince; “Eeeeh” diye başlayıp, “İçi seni dışı beni” babında bir cevap veriyor… Laf lafı açıyor, daha yarım saat olmadan üç arkadaşım olduğunu, buraların insanları açısından şanslı olduğumu söyleyince, “O kadar emin olma” dercesine bir bakış atıyor. Pek anlam veremeyip, yolculuğumdan bahsetmeye başlıyorum. Sydney’den Perth’e karayoluyla geldiğini öğrenince yol hakkında bilgi almaya çalışıyorum ama o da sanki Şusan ile benzer bir: “Deli olmalısın” bakışı atıyor. Yine de sanki biraz deliliğimden etkilenmiş gibi: “Ben de ilk fırsatta Sydney’e bir araba yolculuğu yapmak istiyorum!” diye ekliyor.

    Hah, şimdi oldu işte…

    DÜNYANIN ÖBÜR UCUNDA YİNE ERDOĞAN

    Yarım saatlik yol boyunca Pakistan’ı ve Erdoğan’ı konuşuyoruz. Cumhurbaşkanımızı oldukça beğendiğini ve .aşaklı bulduğunu söylüyor. İlerleyen günlerde tanışacağım pek çok müslüman göçmenden aynı şeyleri duyacağım ise o sırada aklımdan bile geçmiyor.

    Daha soldan trafiğe alışamadan karanlıkla birlikte Fremantle’a varıyoruz. Karayel’i ve çantaları indirip Rumman ile vedalaştıktan sonra hostel’in kapısını aramaya başlıyorum. Biraz saklambaçın ardından şifreli kilidiyle tam karşımda duruyor. Kolu yokluyorum ama açılmayınca kapıyı çalmaktan başka çarem kalmıyor. Kısa bir bekleyişin ardından kapı açılınca karşımda dışarıdaki karanlık sessizlikle yüz seksen derece zıt bir manzara beliriyor. İçerisi o kadar aydınlık ve dinamik ki. Kızlı erkekli bir sürü genç insan yüksek sesli müzik eşliğinde bir sağa bir sola geçip duruyorlar. Bir süre ne yapacağımı bilemeden öylece bakınıyorum. Derken yirmili yaşlarında güzel bir kız gelip: “Yardım ister misin” diye sorunca dünyaya dönüp, rezervasyon yaptığımı vs söylüyorum. Tanışıyoruz, adı Sanna ve kendisi o akşamki nöbetçi müdür…

    Kaydımı yaparken bir yandan da bana gerekli bilgileri aktarıyor. Ardından yatakhanedeki ranzamı ve kilitli dolabımı gösterip, ortak mutfaktaki işleyişi anlatıyor. Çabucak Karayel’i güvenli bir yere kaldırıp, alış veriş yapabileceğim bir yer soruyorum. Hem açım, hem su vs almam lazım ve hem de en önemlisi Avustralya’ya uygun bir priz dönüştürücü bulmam gerekiyor.

    Neyse ki yakınlarda saat ona kadar açık bir market varmış. Çarşafımı vs serip, çantaları dolaba koyduktan sonra marketi aramaya çıkıyorum. Dışarısı yine karanlık ve çok sessiz. Beş dakikalık bir yürüyüşün ardından marketi bulup, su vs alıyorum, ama priz dönüştürücü yok. Oysa ki en önemlisi o, çünkü o olmadan ne telefonu ne de gps, far vs’yi şarj etmem mümkün değil… Elimde market poşeti , acaba başka açık bir yer var mıdır diye turlamaya, içgüdülerimi dinleyip kasabanın işlek yerlerini bulmaya çalışıyorum.

    Derken bir iki insan görüyorum. Onları takip edince sayıları önce üç dörde, sonra beş ona çıkıyor. Derken kasabanın merkezine ulaşıyorum. Ufak tefek restoranlarıyla, bayağı şirin bir sokak buluyorum. Bu haliyle burası bayağı turistik bir yere benziyor. Zaten hostel de full’dü… Gelmişken karnımı doyurmaya karar veriyorum. Lokantaların vitrinlerini kolaçan ederken, birisinde spagetti görüp hemen dalıyorum…

    UYDURUK SPAGHETTI’YE YİRMİBEŞ DOLAR

    Makarna fena değil ama güzel de değil. Yalnız fiyatı müthiş! Bir lokma uyduruk spagettiye yirmi beş dolar verince biraz canım sıkılıyor. “Münferit bir şey” herhalde diyerek kendimi pışpışlayıp hostele dönmek için yola çıkıyorum. Şansıma yolda açık bir büfe ve büfede de priz dönüştürücü buluyorum.

    Hostelde parti aynen devam. Her yerde aşırı bir enerji, ortalık ot kokusundan geçilmezken gençler tapagaz eğleniyor. “İyi de ben iki gece burada nasıl uyuyacağım?” diye düşünmeden edemiyorum.

    Ama yol yorgunluğu ağır basıyor ve ranzama çıkar çıkmaz yarı uyku, yarı baygınlık yatıp kalıyorum.

    Gözümü açtığımda ilk başta nerede olduğumu anlayamıyorum. Her yer zifiri karanlık. Gece boyunca partileyen gençler ertesi akşama kadar uyuyabilmek için bütün camları battaniyelerle kapatmışlar.

    El yordamıyla yataktan inip, yatakhaneden salona geçince önceki akşamki ile taban tabana zıt bir yer ile karşılaşıyorum… Evet burası dün akşam geldiğim yer ama şu anda burada hiç yaşam belirtisi yok… Bir an ne yapacağıma karar veremeyip öyle aptal aptal bekliyorum. Sonra aklıma kahve içmek geliyor ve mutfağa doğru yollanıyorum. Kahve zihnimi açıyor, yeniden düşünebilmeye başlıyorum.

    Geleli daha bir gün olmadı ama kendimi şimdiden çok uzakta ve yalnız hissetmeye başladım. Hiç hoşuma gitmiyor… Düşünceler içimi karartınca kendimi dışarı atıyorum. Hava güneşli ve güzel. Yürümek beni kendime getiriyor. Kasabayı, sahilini ve sokaklarını keşfe çıkıyorum.

    INDY-PACIFIC YARIŞÇILARI… YARIŞMAK VE BEN…

    Yürürken birden arkamda Karayel’inkine benzer o tanıdık ve çok özel rulman sesini duyuyorum. Akabinde yanımdan iki bisikletli geçiyor… Evet, sanırım bunlar Indy-Pacific yarışçıları. Bisikletlerinden ve özellikle de duruşlarından belli… Aynı gün yola çıkıp, Avustralya’yı baştan başa geçmek için aynı rotayı yapacağız ama onlar birbirleriyle yarışıyor olacaklar, bense kendimle…

    Yine de aramızda hiç bir yakınlık hissetmiyorum. Tamamen ayrı dünyaların insanlarıyız. Oldum olası yarışlardan hoşlanmıyorum. Aslında her meydan okumanın iki boyutu var: biri “kazanmak”, diğeri “başarmak”. Yarışlar “kazanmak”la ilgili. Başkaları ile rekabet ediyorsun ve her kazananın yanında bir de kaybedenler var… Oysa ki benim sevdiğim “başarmak”. O sırada sadece kendinle rekabet ediyorsun ve her başarısızlığın ardından yeniden başlayabildiğin sürece kaybetmek diye bir şey söz konusu değil. Zaten sizi bilmem ama; İngilizce’de “Yarışçı” anlamına gelen “Racer” ile “Irkçı” anlamına gelen “Racist” kelimelerinin aynı kökten türemiş olması bana her şeyi anlatıyor.

    Peki bu zamanlama neden öyleyse. Çünkü onlar için de benim için de bu zorlu yolu yapabilmek için yılın en uygun zamanındayız. Aslında aklımdan bir gün geç çıkmak da geçmiyor değil. Çünkü zaten kısıtlı olduğunu okuduğum konaklama imkanlarını bir de onlarla paylaşmak istemiyorum… Her neyse, zaten onlar biraz deli, günde sadece bir-iki saat uyuyorlar. “Başlangıçta biraz ağırdan alırsam onlar çoktan geçip gitmiş olurlar.” diye düşünüyorum…

    Bir kafe bulup kavhavltı ediyorum… Her şey yine ateş pahası! Bir an önce yola çıkıp bu turistik fiyatlardan kurtulsam iyi olacak…

    Hostele dönüp Karayel’i kurmaya, ertesi sabah yola çıkmadan önce bir deneme sürüşü yapmaya karar veriyorum. Öğlen olmak üzere ve sıcak basmaya başladı. O yüzden ağırdan alıyorum. Öğlen sıcağında sürüş yapıp pişmeye pek niyetim yok.

    Kutuyu açıp, her vidayı sıkmam bir iki saatimi alıyor. Biraz daha oyalanıp saat dört gibi yola çıkıyorum. İlk hedefim Fremantle’ın en batı ucundaki Deniz Feneri… Dalgakıranın ucunda çok güzel kırmızı bir fener. Etrafında da balıkçılar…

    Arkasına geçip, aşağı inerek Hint Okyanusu’nun enginliklerine bakıyorum. Bir aksilik olmazsa bir süre sonra aynı şekilde Pasifik Okyanusu’nun enginliklerine bakacağımı düşünürken, “bir aksilik olmazsa” ibaresi arka fonda daha bir belirginleşiyor sanki…

    Bu düşünce ile canım sıkılınca hemen çıkıp Karayel’e atlıyorum. Bisiklete binmek sanki her kötü düşünceye deva… Çok rüzgar var ama sürüş yine de iyi geliyor. Bir süre sonra gps’i açıp kasabanın güneyine doğru yol almaya başlıyorum. Sanna’nın dediğine göre orada çok güzel plajlar varmış. Bir de yine kasabanın güneyinde bir bisikletçi var. Karayel’i kurdum ama o kadar kilometre yol yapmadan önce son bir kez elden geçsin istiyorum.

    Kasabayı azıcık çıkınca deniz kenarında nefis bir bisiklet yolu buluyorum. Sağ tarafımda bembeyaz kumlarıyla uçsuz bucaksız plajlar, sol tarafımda ise yemyeşil parklar. Bana Suadiye sahili hatırlatınca birden burnum sızlıyor ister istemez. Garip bir şekilde duygularım üzerindeki kontrolüm azalmaya başladı ve bu beni çok rahatsız ediyor…

    Manzara o kadar güzel ki, fotoğraf çekmek için sık sık durmak zorunda kalıyorum. On kilometre sonra bisiklet yolu bitince dönüşe geçip, bisikletçiye varıncaya kadar da durmuyorum.

    Minik ama güzel bir dükkan. Bugün Indy-Pacific yarışçıları için epey çalışmışlar ve benim de onlardan birisi olduğumu düşünüyorlar. Öyle olmadığımı anlatmak, daha doğrusu neden yarışmadığımı anlatmak zor geldiği için bozuntuya vermiyorum. Kontrolleri çok fazla sürmüyor, Karayel’in her şeyi tam da olması gerektiği gibi, artık yola çıkmamız için hiç bir engel yok…

    Pek bir şey yapmadıkları için para almak istemiyorlar ama ben yine de minik bir bahşiş bırakıp tekrar yola koyuluyorum. Bu sefer kasabanın kuzeyine doğru şöyle kırk elli kilometre bir yol yapmak niyetiyle pedallara asılıyorum.

    HARİKA BİR BAŞLANGIÇ

    Günlerden Cuma ve artık saat beş. Herkes paydos edip plajlara üşüştüğü için yolda bayağı bir kalabalıkla boğuşuyorum. Üstelik güneye giden o güzel bisiklet yolu maalesef kasabanın çıkışından sonra kuzeye doğru devam etmiyor. Üstelik yol kenarındaki emniyet şeridi de otuz santimden bile dar.

    Soldan gitmek zaten kafamı karıştırdığından bir de yol dar ve kalablık olunca sürüş iyice can sıkıcı olmaya başlıyor. Bir on kilometre gittikten sonra geri dönmeye karar veriyorum. Yolun karşısına geçip, araçlarla sıkıntı yaşamamak için kaldırımdan sürmeye başlıyorum. Yalnız kaldırım da sürekli ara yollarla kesildiğinden inip inip çıkmak bayağı sıkıntı veriyor. İn çık, in çık derken konsantrasyonumun iyice dağıldığı bir anda ön tekerim bir mazgala giriyor ve tepetaklak düşüyorum.

    Sol dizimin derisi epey sıyrılmış ve ciddi şekilde kanıyor. Üzerindeki kontrolümün zaten azaldığı duygularım iyice şahlanıyor. Hem öfkeden deliye dönüyor, hem de uzakta ve yalnız olmanın çaresizliğinden ne yapacağımı bilemez halde, gelip geçerken garip gözlerle bana bakanlara “İyiyim, iyiyim, bir şeyim yok” diyorum.

    Bir kaç kez derin nefes aldıktan sonra Karayel’i kontrol ediyorum. Gps daha önceden belirlediğim şekilde evdekilere ve Sydney’deki arkadaşım Ant’a kaza sinyali göndermiş. Şimdi bir de onları arayıp bir şeyler uydurmam gerekiyor; öyle ya daha yola çıkmadan düştüm dersem yol boyunca kafayı yerler herhalde…

    “İyiyim, merak etmeyin sadece gps’i deniyorum” diye mesaj atıp, hostele doğru yola çıkıyorum. Henüz Karayel’e çantaları takmadığım için yanımda ilk yardım malzemesi de yok. Dizim hem sızlıyor, hem de kanıyor. Ve daha kötüsü kendimi gerçekten de bok gibi hissediyorum. Kafamın içinde: “Gerçekten harika bir başlangıç oluyor!” cümlesi hiç durmadan resmi geçit yapıyor…

    O sinirli nasıl olduğunu anlamadan hostele varıyorum. Dizime pansuman yaptıktan sonra son derece moralsiz bir şekilde ranzama çıkıp uyumaya çalışıyorum. Ama ne fayda. Bir türlü uyku tutmuyor.

    Gece yarısını biraz geçerken kalkıp otçu gençlere biraz bakıyorum. Çok mutlu gibi görünüyorlar ama nedense içimden bir ses çok mutsuz olduklarını söylüyor. Derken içlerinden üç tanesi ki üçünün adı da Thomas gelip beni tebrik ediyor ve aralarında hatıra selfiesi çektiriyorum.

    Parti de açmayınca tekrar ranzaya dönüp uzanıyorum. Duygularım karma karışık. Hem korkuyorum, hem heyecanlıyım, hem de gerginim. Dizim sızlıyor, canım sıkkın. Bir an önce sabah olsun da yola çıkayım, ne olacaksa olsun istiyorum…
    SIKINTI VE İLK MUCİZE

    Sabaha karşı uyanıyorum. Saat dört buçuk. Az sonra başlayacağım şeyin düşüncesi bıçak gibi kafama saplanıyor. Ama sanki buzdan bir bıçak. Hayallerimi süsleyen o güzel yolculuk nasıl oldu da böylesine bir Cezaya dönüştü bir türlü anlam veremiyorum.

    Yatakta kalıp bunları düşünmeye devam edemem yoksa… Kendimi zorla ranzadan aşağı atıyorum. Kimseyi uyandırmamaya çalışarak eşyalarımı toplayıp yatakhaneden çıkıyorum. Salonda sızmış bir iki kişi var ama varlığımdan haberdar olmaları imkansız göründüğü için rahat rahat hazırlanmaya başlıyorum.

    İşte oldu. Her şey hazır. Ama nedense sanki yola çıkmak için veya belki de çıkmamak için bir şeyler olmasını bekliyorum. Ama hiç bir şey olmuyor. Saat yediyi gösterirken hem vucudumu, hem de zihnimi zorla ittirip kendimi dışarıya atıyorum.

    Güneş tam karşıdan doğruca gözlerimin içine giriyor. Hava güneşli ama biraz soğuk gibi. Hayır, aslında sanki yalnızlıktan benim içim üşüyor… Hiç böyle hayal etmemiştim ama iç sıkıntısıyla başlangıç vuruşunu yapıp pedala basıyorum. Bir, iki, beş on metre gitmişken ilk mucize gerçekleşiyor…

    Tam gps’i kurcalayıp hangi yoldan gideceğimi bulmaya çalışırken karşı yönden hızla bana doğru gelen bisikletli bir genç görüyorum. Beni geçer geçmez bir U dönüşü yapıp yanımda beliriyor Tom. Ve hiç beklemediğim bir soru soruyor: “Sydney’e mi?”

    Şaşkınlıkla ne diyeceğimi bilemeyip gülerek; “Evet ama önce Mundaring’e varmam gerek!” diyorum elli kilometre ötedeki kavşak noktasını kast ederek. Sanki içimdeki kopkoyu yalnızlığı hissetmiş gibi hiç beklemeden yapıştırıyor cevabını: “Seninle gelebilir miyim?” ardından sanki itiraz etmemi engellemek ister gibi; “Oraya giden kestirme bir yol biliyorum!” diye ekliyor.

    Şaşkınım ama daha çok mutluyum. Daha bir iki saniye önce önündeki kavşaktan sağa mı yoksa sola dönmeyi seçmesi bile koca bir yük haline gelmiş adam kılıklı koca bir çocuktum…

    Mavi gözleri parlıyor Tom’un. Hafiften toplu ve afacan bir havası var.

    “Nasıl bildin Sydney’e gittiğimi?” diye sorunca anlatmaya başlıyor. Sabah altıdan beri buralarda turalayıp duruyormuş bir “Indy-Pacific” yarışçısı yakalayıp bir süre yanlarında sürebilmek için. Bunu duyunca keyfim kaçıyor ve her ne kadar benimle birlikte sürmesini çok istesem de bağrıma taş basıp gerçeği söylemeye karar veriyorum.

    HE IS AN UN-OFFICIAL!

    Daha lafımı bitirmeden gözleri parlıyor; “İnanamıyorum, sen bir Un-official’sın!” diyor ve tam o sırada karşı yönden gelip yanımızdan geçmekte olan bir grup bisikletliye beni göstererek çölde su bulmuş gibi bağırıyor; “He is an Unofficial!”.

    Wow naraları arkamızda kalırken bana dönüp heyecanla ekliyor: “Biliyor musun bu yılki tek Un-official sensin!”.

    Şaşkınım ve ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Tek yapabildiğim dürüstçe davranıp, ama bir yandan da bu heyecanlı ve kibar çocuğu kırmamak için özür dilercesine, yarışçı olmadığımı itiraf etmek ve yarışlar hakkındaki fikirlerimi anlatmak oluyor. Başkaları ile rekabet etmeyi değil, içimdeki hainle rekabet etmeyi sevdiğimi söylüyorum. Önemli olanın kazanmak değil, başarmak olduğunu, kazanmanın sadece kapitalist sisteme hizmet eden bir maşa olduğuna inandığımı ekliyorum. Yarışma rotasının özgürlüğü yok ettiğini, derece yapmak uğruna önceden çizilmiş bir rotaya esir olmaktan hoşlanmadığımı anlatıyorum. Vs, vs…

    Ben hayal kırıklığı beklerken , Tom’un gözleri daha da bir parlıyor ve: “That’s it!” diyerek bendeki karşılığı “Budur!” olan cevabını patlatıyor. Şimdi daha da şaşkınım…

    Heyecanla ve biraz itiraf edercesine devam ediyor Tom; “Dün yarışçılarla beraberdik. Bir kafede toplanmış konuşuyorlardı. Biz de takılıp dinledik.” dedikten sonra susup bekliyor. Ben de dayanamayıp; “Ve?” diye sorunca muzurca gülerek cevaplıyor; “Çok fazla testosteron!”…

    O andan itibaren sanki yıllar sonra birbirini bulmuş kırk yıllık iki eski dost gibiyiz. Yol altımızda kayarken laf lafı açıyor. Tom bir Elektrik Teknisyeni ve Perth Havalimanı’nda çalışıyor. Uzun yıllar Sydney’de yaşadıktan sonra bir kaç yıl önce Perth’e göçmüşler. “Sydney’den sonra Perth biraz sakin geldi” diyor ve ekliyor: “Ama sakinliğin de kendine has güzellikleri var!”. Bisiklete binmeyi çok seviyor. Ama sadece binmek gibi değil, gündelik hayatın ardından ikinci sırada gelen bir yaşam tarzı gibi; ufak geziler, sökmeler takmalar, parçalar, markalar, yarışlar, yarışçılar… Ve tabii ki her yıl Perth’den başlayıp Sydney’de biten Indy-Pacific; yani dünyanın en çılgın ultra bisiklet sürücülerini buluşturan etkinliklerden birisi olan beş bin küsür kilometrelik “Indian Pacific Wheel Race” onun için büyük bir olay.

    Her ne kadar yarışmalardan hoşlanmasam da Indy-Pacific Tom ile karşılaşmamıza vesile olduğu için sevinçliyim. Tahtırevallideki çocuklar gibi lafı bir alıp bir vererek sohbete devam ediyoruz. Kısa sürede konu bisikletten uzaklaşıp gündelik hayatlarımıza kayıyor. Ve sıradan sandığımız hayatlarımızın, aslında dünyanın başka köşelerinde yaşayanlar için hem ne kadar tanıdık hem de bir o kadar ilginç olabileceğinin farkına varıyoruz şaşkınlıkla. Galiba önemli olan frekansı tutturabilmek…

    Pedallamaktan ve sohbetten hafif şiddette kafayı bulmuşken aniden arkamıza iki bisikletli daha takılıyor. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken Tom selamlaşıp, sohbet etmeye başlıyor. Ardından beni de Mark ve Nick ile tanıştırıyor. Anladığım kadarıyla onlar da sabah Indy-Pacific yarışçısı avına çıkmış ama bir şey yakalayamamışlar.

    Dört bisikletli yollarda akmaya devam ediyoruz. Yol gerçekten beklemediğim kadar karışık. Zaten önümüzdeki günlerde Avustralya’da hiç bir şeyin beklediğim gibi olmadığını zor yoldan öğreneceğim…

    SADECE ELLİ KM’NİN ARDINDAN MAHRUMİYET BÖLGESİNE GİRİŞ

    Dere tepe derken öğlene doğru Mundaring’e varıyoruz. Az önce söylediğim gibi bir kavşak kasabasının daha büyük olmasını beklerdim ama burası hiç de öyle değil. Tom ve diğerleri beni kasaba parkındaki sebile götürüyorlar. Su içip, mataraları dolduruyoruz. Hava gerçekten çok sıcak olmaya başladı, su tedariki önemli…

    Mark ve Nick dönüyorlar. Ben de Tom’a bir şeyler içelim deyince beni kırmıyor. Perth ve Fremantle oldukça modern yerlerdi. Yalnız daha sadece elli kilometre uzaklaşmış olmamıza rağmen etrafta bir mahrumiyet havası esmeye başlıyor. Kasabadaki tek otelin mutfağı kapalı. Tom: “Bir de Kafe vardı orayı deneyelim” diyor…

    Neyse ki orası açık. Bir şeyler alıp oturuyoruz. Tom beni yan masadaki çifte de tanıştırıp yapmaya çalıştığım şeyi anlatıyor. Onlardan da abartılı bir tepki alınca işkillenmeye başlıyorum… Yani evet biraz zor bir şey yapıyorum ama o kadar da acayip bir şey değil. En kötüsü gideceğin yolu azaltır, yavaş yavaş gider bitirirsin, falan filan yani…

    Tom ile ayrılmaya çalışıyoruz ama olmuyor. Şöyle kafasını kaşıyıp; “Ben de zaten yakındaki arkadaşlarımı ziyaret edecektim, seninle biraz daha geleyim.” deyince ışık hızıyla “Süper.” diye cevaplıyorum.

    Tekrar yola düşüyoruz. Neredeyse öğlen oldu ve sıcaklık otuz dört derece. Hoş beş sohbet derken bir yirmi beş kilometre daha gidiyoruz ve artık ayrılık vakti geliyor. Sosyal medya hesaplarımızı paylaşıyoruz. Türkiye’den ayrılmadan önce Sinan’ın incelikle düşünüp yanıma kattığı Türk bayraklı ve nazar boncuklu küçük yapıştırmalardan hediye ediyorum. Tom bayrağı bisikletine yapıştırıyor, nazar boncuğunun da ne işe yaradığını anlatıp, bir kaç aylık olduğunu söylediği kızının odasına koymasını tavsiye ederken duygu yüklü anlar yaşıyoruz.

    Ve sola dönen yola girip kayboluyor…

    Orada öylece durup biraz bekliyorum. Sanki rüyada gibiyim. Dünyanın öbür ucunda, farklı bir mevsimde, alışık olmadığım pek çok şeyin ortasında ve bir başımayım. Gerçekten de rüyadan farklı olmayan garip bir gerçek-dışılık hissi yaşıyorum.

    Yalnız sabaha göre çok daha iyi olduğum kesin. Tom tam dipte hissederken gelen mucize gibi bir şeydi. Evet şimdi çok daha iyiyim. Keyiflenince uyuşukluğum da geçti. Kendimi güçlü ve kuvvetli hissediyorum. Şimdi tek yapmam gereken bisiklet sürmek, yani çantada keklik…

    SICAK, SICAK VE SICAK

    Ama öyle olmuyor tabii ki… Sıcak üzerime bastıkça basıyor. Üç mataramı da doldurmuştum ama yine de ağız tadıyla içemiyorum. Çünkü yol boyunca Tom ile sohbet ederken pek aklıma takılmasa da, yine de dipten dibe hissettiğim bir düşünce artık iyice belirginleşmeye başlıyor.: Perth’ü geride bıraktığımızdan beri Mundaring dışında ne bir ev gördük, ne bir benzinci, ne de bir mola tesisi… Sadece yol, çayırlar ve ağaçlar var… Yol dediğimiz de haritada otoyol olarak geçiyor ama bildiğin iki şeritli yol ve kırk yılın başında bir araba geçiyor…

    Sanki Tom’un geri dönmesiyle birlikte bütün medeniyet de çekip gitmiş gibi… Gittikçe gidiyorum ama nafile. Yol, yol, yol, başka hiç bir şey yok… Sabahtan bu yana aşağı yukarı seksen kilometre geldim. Öğlen için yüz yirminci kilometredeki Northam’da mola vermeyi akşam da yüz sekseninci kilometredeki Cunderdin’de kalmayı planlamıştım. Mundaring’de oyalandığımız için biraz da olsa planın gerisindeyim ve ilk günden bilmediğim bir ülkede gece trafiğine kalmak istemediğim için iyice konsantre olup pedallara asılıyorum.

    Her şey o kadar biribirinin aynısı ki bir türlü ne kadar yol aldığım hissi oluşmuyor. Çok garip ama kilometre saati olmasa ne saati, ne de nerede olduğumu çıkaramayacakmışım gibi hissediyorum. Zaten sıcak da beynimi jöleleştirdiği için sadece pedal çevirip aval aval sağa sola bakıp değişik bir şeyler görmeye çalışarak geçirdiğim iki saatin sonunda Northam’a giden beş kilometrelik yolu gösteren tabelayı görüyorum.

    Bu kadar iptidai bir yerde yol neden kasabanın içinden geçmiyor ki? Garibime gidiyor ama yapacak bir şey yok. Açlıktan ölüyorum, kasabaya gidip bir şeyler yemem, neredeyse boşalan mataraları da doldurmam lazım.

    Rota çalışmalarımdan bildiğim kadarıyla Northam yoldaki büyük kasabalardan birisiydi. İyi ama o zaman beş kilometre geldiğim halde neden göremiyorum? Biraz daha gidiyorum, sonunda bir iki tane tek katlı ev görüyorum. Biraz daha gidince bir iki tane daha. Ama benim bildiğim anlamda, şöyle merkezi, hafiften kalabalığı vs olan bir şey piyasada yok!

    MC DONALD’S: MEDENİYET

    Biraz daha kurcalayınca bir iki sokak bulup dalıyorum. O da ne! Daha önce bir Mc’Donalds görünce bu kadar sevineceğim hiç aklıma gelmezdi. Gerçi sıcağın altında biraz fazla tek başına ve terk edilmiş gibi duruyor ama…

    Tam sevinçle karnımı doyurmaya giderken bir de bakıyorum ki arka teker patlamış. İnanamıyorum. İstanbul-Ankara, Antalya-Adana yaparken bir kere bile patlamayan teker, daha yüz kilometre bile yapmadan patlamış… Karayel’i yedeğime alıp yürüyerek devam ediyorum. Yol boyunca heyecandan pek anlamamıştım ama inince fark ediyorum ki bayağı yorulmuşum.

    İçeride uyuklayan tezgahtardan başka hiç kimse yok. Neyse ki hamburger ve patatesler aklımdaki can sıkıcı bütün düşünceleri bir süreliğine de olsa askıya alıyorlar… Ben yemeğimi yerken iki üç çocuk geliyor. Sanki dışarıdaki sıcaktan kendilerini içeriye zor atmış bir halleri var. Garibime gidiyor. Günlerden Cumartesi ve ortalıkta kimse yok…

    Yemeğimi bitirince sıkkın görünen çocuklara yaklaşıp kasabada bisikletçi olup olmadığını soruyorum. Cevap olumsuz. “Peki” diyorum, “Sizin bisikletiniz yok mu?”. Şöyle bir bakışıp; “Var.” diyorlar. “Peki bisikletiniz bozulunca ne yapıyorsunuz?”. Yine birbirleriyle bakışıp; “Perth’e tamire götürüyoruz.” diyorlar. “Nasıl yani, ufacık bir parçaya ihtiyacınız olsa bile, yüz yirmi kilometre yol mu gidiyorsunuz?” diye üsteliyorum. Çok garip bir şey sormuşum gibi bakarak “Evet” diye cevaplıyorlar. Şaşırmama rağmen uzatmadan teşekkür edip, kafamda garip düşüncelerle lastiği değiştirmeye gidiyorum.

    Dış lastiği söküp uzun süre incelememe rağmen tekeri patlatan şeyi bulamıyorum. Canım sıkılıyor çünkü diken vs her ne ise dış lastikte gizli kalıp, yeni taktığım iç lastiği de patlatabilir ki giderek daha da ürpermeme sebep olan bu mahrumiyet bölgesinde bu hiç de istediğim bir şey değil. Üstelik dış lastikler piyasadaki en dayanıklı dış lastiklerdendi. Neyin bu patlağa sebep verdiğini bilememek beni çok rahatsız ediyor.

    Tekrar yola düşüyorum. Tekerle uğraşırken saat dört buçuk olmuş. Altmış kilometre yolum var ve hava kararmadan varmak istiyorsam elimi çabuk tutmam gerekiyor… Neyse ki sıcak biraz azaldı. Gökyüzüne bakıp minik bir dua mırıldanıyorum: “İnşallah lastik yeniden patlamaz.”…

    Duam işe yarıyor, lastik patlamıyor. Uçsuz bucaksız yolda gittikçe gidiyorum. Gidiyorum. Gidiyorum…

    İKİSİ BİR ARADA: ISSIZLIK VE KARANLIK

    Cunderdin’e on kilometre kala hava kararıyor. Hava kararınca ıssızlık da yeni bir boyut kazanmaya başlıyor. Farları yakıyorum ama o uçsuz bucaksızlık içinde minikliğimi sanki daha da arttırıyorlar. Bir an önce varabilmek için hiç durmadan pedal basıyorum.

    Ne arkamdan, ne de karşıdan gelen bir araba var. Tekerlerin asfaltta dönmesiyle çıkan sesin dışında hiç bir şey duyulmuyor. İşte tam o sesle hipnoz olmuş bir halde giderken aniden sağ tarafımdaki çalılıklardan gelen bir hışırtı ile irkiliyorum. O sessizlik içinde o kadar net duyuluyor ki fark etmemek imkansız. Anında hızlanıyorum. Bacaklarım sanki benim değil, deli gibi pedal çevirerek ne kadar gittiğimi bilmiyorum ama emin olduğum bir şey var o da hışırtının bir süre peşimden geldiği…

    Aklım “Neydi acaba?” diye arkada kalırken, gözlerim de sürekli önümdeki yolu kesiyor “Acaba karşıma bir şey çıkacak mı?” diye.

    Heyecanlı bir yarım saatin ardından farım “Cunderdin” tabelasının fosforlarını parlatınca derin bir nefes alıyorum… Alıyorum almasına da…

    Tamam tabela burada. Peki ama kasaba nerede ?!

    Biraz daha gidiyorum… Bir şey yok… Biraz daha… Tam “Acaba görmeden geçmiş olabilir miyim?” diye düşünürken ileride sönük bir ışık görüyorum.

    Tünelin ucundaki aydınlık gibi çekiyor beni kendisine. Yaklaştıkça anlıyorum ki minik bir benzin istasyonuna gelmişim. Sağa sola bakınca tek görebildiğim şey karşısındaki nereye gittiği pek de belli olmayan ince ve stabilize bir yol oluyor.

    Karayel’i benzincinin duvarına yaslayıp, kapıdan içeri giriyorum. Girmemle birlikte bir kapı zili çalıyor. Boş rafları olan küçük dükkanda kimse yok… Derken içeriden Hintli bir genç çocuk çıkıp sanki her şey son derece doğalmış gibi: “Buyrun ne istemiştiniz?” diye sorunca kekeliyorum; “Buralarda gece kalabileceğim bir yer var mı?”.

    “Evet, bir Pub var, bir de Karavan Parkı” deyince, özellikle de “Pub” lafını duyunca içimin yağları eriyor ama etrafta hiç ışık görünmediğini hatırlayınca meraklanıp soruyorum; “Nerede?!”.

    Benzincinin karşısındaki ince stabilize yolu gösterip; “O yolu takip et, ikisi de karşına çıkacak.” deyince fazla uzatmadan teşekkür edip çıkıyorum.

    Çıktım çıkmasına da git git bir şey göremiyorum. Üstelik saat daha sekiz bile değil ama ortalıkta bir tane bile insan evladı yok. Sonradan öğreneceğim ki buralarda “Kasaba” kavramı oldukça farklı…

    “ÇAKMA AY ÜSSÜ”NDE GECELİK KONAKLAMA TAM YÜZ DOLAR!

    Bir iki tane tek katlı binanın yanından geçiyorum ama Pub’a benzer bir şey yok… “Karanlıkta görmeden geçmiş olabilir miyim acaba?” diye düşünüp geri dönüyorum. Benzinciye varana kadar karşıma yeni bir şey çıkmayınca tekrar denemeye karar veriyorum. Biraz daha zorlayınca ileride Mundaring’den beri ilk defa iki katlı bir bina görüyorum. Biraz yaklaşınca meşhur Pub karşıma çıkıyor. Ve aynı anda neden onu bulmakta bu kadar zorlandığımı anlıyorum. Çünkü orada bir Pub olduğunu düşündürecek hiç bir ışık, tabela, işaret vs olmadığı gibi buranın pub olduğuna inanmama yarayacak şekilde içeride insan da yok. Yani burası olsa olsa bizim İstanbul’daki apartmanın yönetim toplantısının yapıldığı salon kadar sosyal bir ortam olabilir. Dikkatlice bakıp arka köşede oturan bir iki kişiyi -sonradan tahmin ettiğim kadarıyla Cumartesi akşamı olduğu için dışarı çıkmışlar- fark edince biraz daha rahatlıyorum ama şaşkınlığım yine de geçmiş değil. Çok değil, şunun şurası medeniyetten sadece yüz seksen kilometre uzaklaştık ama sanki Ay’a gelmiş gibiyim…

    Neyse ki bir bar, ve arkasında da güzelce bir genç kız var. Ümitle yaklaşıp merhabalaşıyorum. Biraz perişan göründüğüm için; “Acıyarak bakar herhalde” diye beklerken, odaya ihtiyacım olduğunu söyleyince gözleri parlıyor.

    Şevkle önündeki defteri açıyor ve anında: “Sana 1 numarayı verebilirim.” diyor. “Ya kalacak bir yer bulamazsam” endişelerinin ardından içimin yağı eriyor ama bu kadar kolay olması da garibime gitmiyor değil. İşkillenip “Ücret ne kadar?” diye sorunca nasıl bu kadar kolay olduğunu anlayıveriyorum; Allah’ın unuttuğu, Ay’dan bozma bu yerde bir gecelik oda fiyatı tam “Yüz dolar!!!”.

    Sonradan fark ediyorum ki ister istemez kaşlarım havaya kalkmış… Tekrar deniyorum ve yine aynı cevabı alınca; “Buralarda kalabileceğim başka bir yer var mı acaba ?” diye soruyorum. “Karavan parkı var. Bir iki tane “Kabinet”leri olacaktı, bir dene istersen, ama onlar da altmış dolar ve duş tuvalet yok.” diyor kendinden emin bir şekilde göz kırparken.

    Az önce havaya kalkmış kaşlarım bu sefer çatılmış halde, yorgun argın, aç bi-ilaç tekrar bisiklete binmek öyle zoruma gidiyor ki. Ama yapacak bir şey yok. Yüz dolar çok büyük para ve her gece bu kadar verirsem bu turu bitirmem mümkün değil…

    Karavan parkını arıyorum ama etraf o kadar karanlık ki bir şey bulmak pek mümkün değil. Derken asfalt ta sona erince yelkenlerim düşüyor. Bu günlük dayanma gücümün sınırına geldiğim gerçeği üzerime buz gibi çöküveriyor.

    Gerisin geri dönüp, tıpış tıpış Pub’a yollanıyorum. O anda aradaki kırk dolar fark, duş ve tuvaleti düşününce sudan ucuz geliyor. “Bu gecelik böyle idare edelim, önümüzdeki günlerde bir şeyler yaparız.” diyerek kendimi pışpışlayıp, tekrar paragöz ablamızın karşısına geçiyorum.

    Beni görünce pişkin pişkin gülerek kaşlarını kaldırıyor. Fazla söze gerek yok, ben de cevaben kaşlarımı kaldırıyorum ama omuzlarım düşmüş vaziyette. Sanki son hamleyi yapmak istermişçesine; “Eğer bir şeyler yemek istiyorsan elini çabuk tut, mutfak kapanmak üzere…” diyor anahtarı uzatırken.

    Sessizce anahtarımı alıp, öyle olmadığına adım kadar emin olsam da; “Burada, bu fiyata olsa olsa saray yavrusudur her halde” diyerek, kendimle kaybedeceğime emin olduğum bir iddiaya girerek odama yollanıyorum.

    İçten içe tahmin ettiğim gibi… Karanlıkta odayı bulmam epey bir zaman alıyor. Pub binasının arka bahçesinde, elli metre ileride, bir sıra prefabrik oda ile karşılaşıyorum. Ve neden bana 1 numarayı verdiğini anlıyorum, çünkü diğer odaların tamamı boş…

    Bisikletin farını söküp kilidi aydınlatarak kapıyı açmam bir iki dakikamı alıyor. Ve içeriden gelen bayat havayı koklayarak odaya giriyorum. Evet, gerçekten tam bir saray yavrusu…

    Oda ne kadar sade ve lüksten uzak olsa da, duş ve tuvalet kendimi kral gibi hissetmem için yeterli oluyor… Duşun altına girmemle birlikte, hem bilinmezlerden, hem sıcaktan, hem de onca yoldan gerçekten ne kadar yorulduğum gerçeği bir anda üzerime çöküveriyor.

    Duygularım çok karışık. Sıcak su mükemmel bir şekilde fiziki yorgunluğumu alıyor ama sanki Mars’a gelmiş gibi hissediyorum. Etrafta ne insan, ne de doğru dürüst bir dükkan vs var… Can sıkıntısıyla bunları düşünürken, kızın son sözlerini hatırlıyorum; eğer karnımı doyurmak istiyorsam kendimi duşun hipnozundan kurtarmam gerek. Bunu düşününce daha da sinirleniyorum ama yapacak bir şey yok. Tanrıların banyosuna son vermem gerek. Neredeyse ağlayarak banyodan çıkıp Pub’a doğru yollanıyorum.

    BİRİSİNİN BEDELİ ÖDEMESİ GEREK

    İçerideki iki kişinin hala durduğunu görünce seviniyorum… Sanki o iki kişi beni uzaydan dünyaya bağlıyormuş gibi hissediyorum… Masalardan masa beğenip oturuyorum. Menüyü açıp bakıyorum. Ve tam tahmin ettiğim gibi; her şey acayip pahalı!

    O kadar açım ki canım menüde ne varsa yemek istiyor. Ama önümdeki uzun yolu ve daha ilk günden karşılaştığım sürprizleri düşününce ayağımı yorganıma göre uzatmaya karar verip sadece biftek ısmarlıyorum. Zaten makarna ile aynı fiyat… İlerleyen günlerde fark edeceğim ki et buradaki nispeten ucuz şeylerden birisi.. Ama lütfen dikkat; ucuz değil, nispeten ucuz!

    Açlık ve karamsarlık ile geçen bir on beş dakikanın ardından kız yemeğimi getirince, dayanamayıp aklımdan geçenleri söyleyiveriyorum ve hayatım boyunca hiç unutamayacağım şu diyaloğu yaşıyoruz;

    • Böyle Allah’ın unuttuğu bir yerde bir oda neden bu kadar pahalı?
    Gülümseyerek ve bilmiş bilmiş cevaplıyor: “Oda beş para etmez ama, civarda başka yok da ondan!”.

    “Yerse!” demeye getiriyor anlayacağınız… Bense hala saf bir şekilde konuşmaya devam ediyorum;

    • “Böyle söylerken, yani bir başkasının zor durumundan faydalanırken hiç rahatsız olmuyor musun peki?!”
    Sanki bunu söylememi bekliyormuş gibi cevabını yapıştırıyor; “Tabi ki olmuyorum, birisinin de benim burada yaşadığım boktan hatın bedelini ödemesi gerek, öyle değil mi?!”

    Doğru söze ne denir?! O anda, o gün başıma gelenler biraz daha anlam kazanmaya başlıyor. Her ne kadar benim hoşuma gitse de, koca bir yalıtılmışlık dışında etrafta insanları burada olmaya özendirecek pek bir şey yok aslında…

    İnsan olmayınca da tedarik olmuyor, dolayısıyla her şey ateş pahası!

    Az önce tavan yapmış iştahım aniden kaçıveriyor. Yemek fena değil ama benim havam kaçtığı için sadece karnımı doyurmak içinmişçesine yiyorum. Bir yandan da diğer masadaki iki kişiyi kesiyorum.

    Önceki bisiklet turlarımın en keyifli anları akşam yemekleri olurdu. Hem aç karnını doyurmanın keyfi, hem de etraftan duyup merakla masamı dolduranlar… Oysa burada tam anlamıyla öksüz gibiyim… Belki bir iki laf edip, yol hakkında biraz bilgi alabilirim hesabıyla diğer iki kişiyi kesiyorum ama, sanki dünya umurlarında değilmiş gibi ağır çekimde biralarını yudumluyorlar.

    O anda onları suçlamam imkansız; “Burada yaşıyor olsam, muhtemelen ben de bu kadar ağır çekimde yaşıyor olurdum herhalde!” diye düşünüyorum yemeğimi bitirirken…

    Biraz daha oturuyorum ama hiç bir şey olmuyor. Kalkıp muhteşem odama yollanıyorum. Sabah gün ağarmadan kalkıp, ilk ışıkla yola düşmem gerek.

    Ayılıp kendime geldikten sonra çantaları kapatıp Karayel’i hazır hale getirmem yaklaşık bir yarım saat alıyor. O yüzden saatimi şafaktan bir saat öncesine kuruyorum.

    Bilinmezlikler, özellikle de önümdeki kasabalar, daha doğrusu su, yemek ve yatak tedariği ile ilgili yaşamaya başladığım endişeler canımı sıkıyor. O yüzden işimi şansa bırakmayıp yola erken çıkmam gerek. Bu düşünceler içerisinde yatağa girip, gözlerimi kapatıyorum…

    NABZIM DA EPEY YÜKSELMİŞ

    Sıkıntılıyım ya, sabah zınk diye geliveriyor… Söylenerek doğrulmaya çalışırken gözlerimi ovuşturuyorum… Kapıyı açıp dışarı bakıyorum. Etraf zifiri karanlık ve neredeyse çıt çıkmıyor. Son derece ilham verici…

    Nabız bandını göğsüme takıp uzanıyorum. Her sabah dinlenir halde kalp ritmimi ölçmem gerek. Vücudumun durumunu ve ne kadar yorulduğumu anlamak için en iyi yol bu. Ve belki de bu sabah canımı daha çok sıkmanın!

    Nabzım bayağı yükselmiş. Bir bu eksikti… “Belki de strestendir” diye düşünüp, sinirle geçiştiriyorum. Gerginim ve bir an önce bisiklete binip pedallamak, o enerjiyi hissetmek, ve kendimi giderek hem vahşileşip hem de güzelleşen o doğaya atabilmek için sabırsızlanıyorum ama önceki gün su, yemek, kalacak yer vs bulmak ile ilgili başıma gelenler oldukça keyfimi kaçırıyor…

    Nedense içimden bir his, şartların bırakın giderek düzelmeyi, daha da kötüleşeceğini söylüyor… Kendimi rahatlatmak için olsa gerek bir şeyler yapmak zorunda hissediyorum. Aklıma ilk gelen ise safralardan kurtulmak oluyor. Evet, iş ciddileşiyor, o yüzden laubaliliğe gerek yok. Çantayı elden geçirip, belki tatil yaparken giyerim diye yanımda getirdiğim iki pamuklu tişörtü, parmak-arası terlikleri, havluyu ve iki kitabımı o muhteşem saray yavrusu odamda terk ediyorum… Yazık, tişörtlerden birisini de çok seviyordum halbuki. Ama durum vahim…

    Akşam o dalgınlıkla mataraları doldurmayı unuttuğumu fark ediyorum. Pub kapalı ve uzun süre açılacakmış gibi durmuyor. Musluk suyu içilir mi acaba ? Cesaret edemiyorum. Yolda bağırsakları bozmak, susuz kalmaktan bile daha kötü olabilir. Tekrar benzinciye dönüp şansımı denemeye karar veriyorum.

    “Acaba açık mıdır bu saatte?” Düşününce bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde pek açık olacakmış gibi gelmiyor ama başka şansım yok. Eğer kapalıysa beklerken bayağı vakit kaybedeceğim. Bu günkü rotada yüz kilometre ara ile iki kasaba var. Birincisine bir şekilde varırım ama benzincide beklerken ikincisini sonraki güne ertelemek zorunda kalmak fikri beni iyiden iyiye endişelendiriyor. Özellikle de dün itibarı ile, su-yemek-yatak derken günlük geçimim bana aşağı yukarı iki yüz dolara patlamaya başladığından beri…

    BİR ŞİŞE SU BEŞ DOLAR

    Dua edip, yola düşüyorum… Benzinciyi açık bulunca derin bir nefes alıyorum… Bir şişe su beş dolar! Cimrilik edip sadece bir şişe alıyorum. Mataraların tamamını dolduramıyorum ama suya bu kadar para vermek de zoruma gidiyor. Yolda daha ucuza bulabilirim diye düşünüyorum. Dayanamayıp bir de Kit-Kat alıyorum. O da üç dolar, evlat acısı gibi…

    Sonunda yeniden yoldayım. Keşke hep yolda olabilsem, yemek, içmek, yatmak dertleriyle uğraşmadan…

    Güneş doğana kadar hava nefis. Hafif, serin ve taptaze. Yol bomboş. Etrafta kıpkızıl bir toprak ve tek tük okaliptüs ağaçları. Tam da bisiklet sürmelik…

    Ama güneş ile birlikte her şey değişiveriyor. Türkiye’deyken konuştuğumuzda Ant söylemişti ama pek ciddiye almamıştım. “Bodrum’da Marmaris’te çok yandık, bize bir şey olmaz!” demiştim ama buranın güneşi gerçekten farklı. Ant: “Güneşin açısı farklı o yüzden.” vs gibi bir şeyler söylemişti. Tam hatırlayamıyorum ama sanırım söyledikleri çıkacak ve hindi gibi kızaracağım…

    O da yetmezmiş gibi rüzgar tam karşımdan ve oldukça sert esiyor… Kendimi zorlayıp, tempomu bulmaya ve pedallamanın hipnotik dünyasına kaymaya çalışıyorum. Ve işe yarıyor. Yavaş yavaş uyuşurken düşüncelerim de keskinliklerini kaybediyor. Hafiften gülümsemeye bile başlıyorum.

    Yirmi beş kilometre sonra Tammin’e varıyorum. Daha doğrusu burasının Tammin olması gerekiyor ama bir benzinciden başka hiç bir şey yok… Burada su daha da pahalı: beş dolar yetmiş beş sent! “Keşke sabahki benzinciden alsaydım!”. Neyse ki sporcu içeceği de aynı fiyat. Mataraları doldururken, önümüzdeki günlerde ana yemeği olacak keşfimi yapıyorum; “Pie”.

    Pie deyince aklımıza turta, tatlı vs geliyor ama bunlar daha çok bizim Talaş Böreği’ne benziyor. Tuzlu hamurdan bir cup-cake düşünün ve içini, et, tavuk, mantar vs gibi şeylerle doldurun. Adedi beş dolardan iki tanesi ikişer lokmada midemi boyluyor…

    Çıkmadan bir de otuz faktör güneş kremi alıp pehlivan gibi yağlıyorum kendimi. Ama sanırım biraz geç kaldım çünkü çoktan amele gibi olmuşum.

    Mataralar da midem de doldu. Biraz pahalı oldu ama yapacak bir şey yok. Tekrar yola düşüyorum. Şikayet edeceğim ama etraf o kadar güzel ki. Sadece ben ve Karayel varız. Tek tük ağaçlarıyla birlikte sonsuzluğa kadar dümdüz gidiyormuş gibi görünen yol giderek daha da ıssızlaşıyor.

    Yol o kadar düz ki, bir süre sonra zaman kavramımı yitirmeye başlıyorum. Ne kadar gittim bilmiyorum ama ileride bir şeyler parlamaya başlıyor. Yaklaşınca anlıyorum ki yol yapımı var. O kadar hiçlikten sonra birilerini görmek çok acayip geliyor…

    Selam verip devam ediyorum. Ziftin üzerine yeni mıcır dökülmüş. Oldukça zor yol almaya başlıyorum. Ama daha da kötüsü zemin pırıl pırıl parlıyor. Sanki dökülen mıcırın malzemesinde ya metal ya da cam var. Tekerleri düşününce canım sıkılıyor. Bir an önce bitmesini umarak yavaş yavaş devam ediyorum.

    Kırk kilometre sonra Doodlakine’e varıyorum. Hava o kadar sıcak ki, hiç anlamadım ama mataraların ikisini boşaltmışım. Oracıkta üçüncüyü de boşaltmak için içim gidiyor ama korkudan tam içemiyorum.

    Ve ne kadar haklı olduğum ortaya çıkıyor. Bu gün günlerden Pazar ve Doodlakin’deki beş metrekarelik bakkalımsı şey de kapalı. Gerçi günlerden Pazar olmasa bile burası açık mıdır, şüphelerim var…

    Merredin’e kadar kırk kilometre yolum ve sadece bir matara suyum var. Tam öğlen saati ve ortalık cayır cayır… Ama akşam Merredin’den yüz on kilometre ilerideki Southern Cross’a varmak istiyorsam öğlen yemeğini Merredin’de yeyip en geç üç gibi tekrar yola çıkmış olmalıyım. O yüzden bir gölgelikte dinlenip güneşin geçmesini beklemek ne kadar cazip gelse de tekrar yola düşüyorum.

    O kırk kilometrelik yol sıcak yüzünden bir türlü geçmek bilmiyor. Kendimi sanki yuvarlanamayan patlak bir topa vurup duruyormuş gibi hissediyorum. Enerjimin çoğunu vücut ısımı regüle etmek için harcadığımdan sanki içim boşalmış gibi geliyor.

    BAYAN “O”

    Ve derken yine küçük bir mucize oluyor. Hines Hill diye normalde hiç bir şey olmaması gereken küçük bir kavşakta, zar zor yeşertildiği belli olan küçük bir bahçe içindeki minik bir kulubenin uzak doğu melodileri sızan kapısını fark ediyorum.

    Biraz daha dikkatlice bakınca gördüğüm bahçe hortumu iştahımı kabartıyor. İshal vs umurumda değil, akıyorsa içeceğim!

    Karayel’i kulubenin kenarına yaslayıp kapıdan içeri giriyorum. Anında yine bir zil çalıyor. Birisinin gelmesini beklerken sağa sola bakıyorum. İçerisi minik bir bakkala benziyor. Sağ taraftaki salonumsu yerde ise bir televizyon ve karşısında da arkası bana dönük, hareket etmeden oturan yaşlı bir adam var.

    Derken sol taraftaki kapıdan gülümseyerek çekik gözlü ve orta yaşlı bir hanım girip selam veriyor. Keyiften yüzüm güldüğü için olsa o gerek, o da bana gülümsüyor. Önce bir kola, ardından da su içiyorum. Derken tezgahın üstündeki muzları görünce rüyada olduğumu düşünüyorum. Tam hamle edip alacakken, “Onlar sahte” deyince uyanıyorum ve karşılıklı gülüşüyoruz. Galiba söylemeyi unuttum, burada meyve sebze bayağı az ve bulsan bile gerçekten ateş pahası…

    Keyfim yerine geldi ya sohbet etmeye başlıyoruz. Adını soruyorum “O” diye cevaplıyor. Şaşkın şaşkın baktığımı görünce; “Çok kısa değil mi!” deyip gülüyor ve içeride tepesinde sinekler uçuşurken kıpırdamadan oturan adamı gösterip; “O yüzden kocam beni ‘O my god’ diye çağırıyor!” deyince ben de gülmeye başlıyorum… Buralarda o kadar az şey oluyormuş gibi ki, en basit şey bile çok büyük bir hikayeymiş ağırlığını taşıyor sanki…

    Dışarı çıkıp zar zor yeşertilmiş olsa da yine de bir vaha havası taşıyan bahçede takılıyorum. Tişörtümü çıkartıp, gölgeye çektiğim Karayel’in üzerine asınca pek bir hoşuma gidiyor… Derin bir nefes alıp, huzurla etraftaki sessizliğe dikkat kesiliyorum. Bayan O tekrar gelip, geçenlerde oradan geçen bir Japon’un hikayesini anlatıyor. Adam elinde tekerlekli bir çanta, yürüyerek gelip gülümseyerek “Merhaba” demiş. Meğer o da benim yaptığım gibi Avustralya’yı geçmeye çalışıyormuş… Ama minik bir farkla; “Yürüyerek!”. Seviyorum şu acayip Japon’ları…

    Benden daha delilerin olduğunu bilmek keyfimi iyice yerine getiriyor… İşte oldu, sağolsun yukarıdaki yine yapacağını yaptı ve tüm zorluklara rağmen hem bedenimi hem de zihnimi tekrar yola çıkacak hale getirmeyi başardı…

    Bayan O’ya teşekkür edip tekrar yola düşüyorum. Ne olur ne olmaz diyerek mataraları sporcu içeceği ile dolduruyorum tabii ki. Pahalı ama su ile aynı fiyata ve üstelik elektrolit haplarımı harcamak zorunda kalmıyorum. Ayrıca bayan O’ya kanım ısındı ve pub’daki kız ile olduğu gibi kendimi kazıklanmış hissetmiyorum.

    PROMOSYONLU SUYUN İNTİKAMI ACI OLUYOR

    Hava hala sıcak ama artık kendimi çok daha iyi hissettiğimi için Merredin’e kadar olan yol çabucak bitiveriyor. Merredin üç yüz kilometre boyunca gördüğüm en büyük yer. Öyle ki bir IGA bile var. Burada IGA, bizdeki Migros, Carrefour vs’ye denk düşüyor… Hemen dalıp, hem alış veriş yapabilmenin hem de klimanın tadını çıkarmaya başlıyorum…

    Tabi ki hemen içeceklerin olduğu bölüme gidiyorum. Yeni bir şey yok; bir buçuk litrelik pet şişe sular dört dolar civarında… Ama o da ne? Promosyon: üç şişesi altı dolara! Rüyada olmalıyım…

    Ama bir dakika… Mataraların üçünü de doldurmuştum. Belki birini içmişimdir ama diğer ikisi duruyor… Yine de kendimi tutamayıp üç şişe suyu alıyorum. Dışarı çıkınca bir şişesini kafaya dikip içiyorum. Sadece yarısı boşalıyor ama göbeğim şişti… Kalanıyla boşalan mataramı dolduruyorum. İkincisini zar zor sırt çantama sıkıştırıyorum ama hala bir şişe daha var. Sağa sola bakınıyorum ama aklıma bir şey gelmiyor. Zaten en ufak ağırlığın bile hesabını yapmak zorundayım ve üçüncü şişeyi yanımda taşımam pek mümkün değil… Derken acı gerçeği fark ediyorum; son şişeyi dökmek zorundayım… Ve neredeyse ağlayarak o bir şişe suyu otoparkın kenarındaki bir ağacın dibine döküyorum. Bu gerçekten hiç aklıma gelmezdi, Avustralya çok zalimsin…

    Karayel’e binip yemek yiyebileceğim bir yerler bakınıyorum ama bulamıyorum. Daha en az yüz kilometre yolum var ve vakit kaybetmek istemediğim için kasabanın girişinde gördüğüm benzinciye gitmeye karar veriyorum. Sabahki Pie’ların tadı damağımda kaldı, “Eminim orada da vardır.” diye düşünüyorum…

    Yanılmamışım. Üstelik burada çeşit de fazla… Abartıp yanına bir de büyük boy patates kızartması alınca dünyam değişiyor. Nereden nereye… Daha bu sabah yokluktan ölmek üzereyken…

    “THIS IS NOT FUCKING INSPIRING ME!”

    Patates kızartmasının yarısını bitirip, ikinci pie’a başlarken gözlerim biraz açılıp etrafımda olup bitenleri görmeye başlıyor. Tam o sırada çaprazımdaki masada oturan oldukça kilolu bir adamın beni kestiğini fark ediyorum. Yanında da yine oldukça kilolu bir hanım var. Sanırım karısı…

    Garibime gidiyor ama yemekle öyle meşgulum ki aldırmıyorum. Bir süre sonra karısı tuvalete giderken tekrar göz göze gelince adam bana nereden geldiğimi, ardından da nereye gittiğimi soruyor. Cevaplayınca da bu sabaha karşı saat dörtte yolda benim gibi birisini daha gördüğünü ve şaşırdığını söylüyor.

    “Indy-Pacific yarışçısı olmalı, ama ben onlardan değilim.” diye cevaplıyorum. O sırada karısı dönüyor ve adam gülerek kadına dönüp; “Sydney’e gidiyorlarmış!” diyor…

    Kadın; “Ben sana söylemiştim, deli bunlar!” dedikten sonra bana dönerek: “Sabaha karşı dörtte, doksan mil geride bir arkadaşını gördük, az kalsın eziyorduk sabahın kör karanlığında. Sahi deli misiniz siz, bunu niye yapıyorsunuz?” deyince açıklama ihtiyacı hissedip Indy-Pacific yarışından bahsedip, onlardan olmadığımı, kendi başıma takıldığımı, vs ekliyorum…

    Kadın gözleri açılmış halde söylediklerimi kavramaya çalışırken bir kaç saniye geçiyor. Bu sırada kocası dayanamayıp karısının son sorusunu tekrarlıyor:” Tamam da bunu niye yapıyorsunuz?!”

    Bu sefer duraklama sırası bana geçiyor ama çok sürmeden, söylediğim kelimelere kendim de inanamadan ağzımdan; “To inspire you (Size ilham vermek için) !” sözcükleri dökülüyor…

    Hava anında geriliyor. Üçüncü bir masada söylediklerimize kulak misafiri olan bir aile de olayın farkına varıp dikkat kesilince, ortam western filmlerinde düello yapılan barları aratmaz hale geliyor…

    Duyduklarına inanamadığından olsa gerek karısına dönüp bakışlarıyla onaylatamaya çalışan kamyon şöförü ardından bana dönüp, gülerek mi yoksa kızarak mı olduğu pek anlaşılmayan bir ifade ile ama neredeyse tükürerek; “This is not fucking inspiring me (Bu bana hiç te .iktiğimin ilhamını vermiyor) !!!” deyince üçüncü masadaki herkes kahkahayı basıyor… Bir yandan da dönüp merakla bana bakıyorlar. Sanırım benden ortamı yumuşatacak bir şeyler duymayı bekliyorlar ama bakışlarımı üzerlerine dikip ciddiyetimi bozmadan süzmemle birlikte yardım umarcasına tekrar kamyon şöförünü ve karısını kesmeye başlıyorlar…

    Bir şeyler söylemek istiyorum ama şöförün aşırı tepkisinden söylediğim sözlerin söylenebilecek en güzel sözler olduğunu ve tam da gitmesi gereken yere gittiğini anladığım için hafifçe sırıtmakla yetinip, yemeğime dönüyorum…

    Bir iki saniye geçmeden tahmin ettiğim şey oluyor, -sinirden mi yoksa pişmanlıktan mı bilemiyorum- kızarmış bir halde bir şeyler söylemek isteyip de bir türlü aradığı kelimeleri bulamıyormuş gibi duran şöförün karısı lafı alarak beni gösterip; “Aslında haklı!” deyince dayanamayıp devam ediyorum; “Sadece ne kadar sınırsız olduğunuzu ve isterseniz her şeyin yapılabileceğini hatırlatmaya çalışıyoruz!!! Bunu kafanıza kakacak halimiz yok ama merak ediyor olmalısınız ki siz sordunuz ben de söyledim, işte hepsi bu!!!”.

    Yeniden bir sessizlik hali yaşıyoruz… Haksızlığa uğramış bir edayla ve kaşlarım hafifçe havada bir cevap beklercesine şöför ile karısına bakarken kadın bu sefer merakla bana dönüp en küçük ayrıntıları bile anlattırmaya başlıyor: ne yiyiyoruz, ne içiyoruz, nerede yatıyoruz, kaç saat sürüyoruz, yalnız sıkılmıyor muyuz, vahşi hayvan görüyor muyuz, korkmuyor muyuz, vs, vs…

    Bir iki dakika sonra oyuncağı elinden alınmış gibi küskün bir halde yemeğini tırtıklayıp duran şöför de konuşmaya katlıp sorular sormaya başlıyor: ve tabii ki onun soruları biraz daha erkek işi: nereden geliyorum, ne iş yapıyorum, günde ne kadar gidebiliyorum, vs, vs…

    Fırsatı kaçırmayıp ben de onları sorguya alıyorum. Avustralya’da mesafeler çok uzun olduğu için birlikte seyahat ediyorlar. Neredeyse kamyonda yaşıyorlarmış… Bu arada şimdi buradaki kamyonların neden bu kadar konforlu olduğunu çok daha iyi anlamaya başlıyorum. Kısa ama tatlı bir sohbetin ardından gitmeleri gerektiğini söyleyip davranıyorlar. Tanıştığımıza memnun olduğumu söyleyip İstanbul’a davet edince hafiften duygulu bir an yaşıyoruz. Çok teşekkür edip, bana şans dileyerek giderlerken hem yemekten hem de sohbetten doygun bir halde arkalarından bakıp el sallıyorum…

    FIRTINA: KARAR ZAMANI

    Yorgunum ama yola çıkmam lazım yoksa bu ‘Mesafelerin Efendisi Kıta’da işim zor. Telefonumu açıp, çabucak hava durumuna bakıyorum. Hiç de iç açıcı gözükmüyor. Az önce sıcaktan kavrulurken, şimdi tam önümden bana doğru gelen bir fırtına olduğuna inanmak biraz güç ama artık bu kıtada her şey mümkünmüş gibi gelmeye başladığı için dışarı çıkıp gözlerimle kontrol etmeye karar veriyorum…

    Aynen… Tam da korktuğum gibi. İleride kapkara bulutlar toplanmış. Çok uzaktalar ama yine de şimşeklerin parıltıları seçilebiliyor. Kararsızlık yaşıyorum. Ne olursa olsun yol yapmam lazım, çünkü yolum çok uzun. Ama diğer yandan önümde neler olduğunu artık hiç kestiremiyorum. Burası giderek lojistik bir kabus olmaya başladı. Yüz kilometre daha gidip Southern Cross’a varmam lazım. Arada bir iki nokta var gibi görünüyordu ama artık bunlara bel bağlayamayacağımın farkındayım. Yani eğer yola çıkarsam oraya varmak zorundaymış gibi gitmem lazım, arası yok! Peki ya fırtına?

    En sinir olduğum şey bu; karar verme stresi! Ama galiba yaşamak tam da bu aslında. Verdiğimiz karalar hayatımızı, seçimlerimiz de bizi oluşturmuyor mu zaten?! Öyle sıkıntı çekmeden pedala basmayı herkes biliyor! Bu düşünceyle cesaretlenip yola düşmek için hazırlanıyorum.

    Karayel’i hazırlarken beş dakika bile geçmedi ama sanki kara bulutlar bayağı bir yaklaşmışlar… Neyse ki hala çok uzaktalar… İçim hafiften biraz eziliyor. Yine de kendimi zorlayıp ilk pedala basıyorum… Çevirdikçe yavaş yavaş tekrar havamı bulmaya başlıyorum. Yolda in cin top oynuyor. Bedenim ipleri ele almaya, düşüncelerim yavaşlamaya başlıyor. Az önce şöför ve karısı ile yaşadıklarım artık puslu bir rüya gibi kafamda dönüp duruyor. İster istemez ben de kendime soruyorum yeniden: “İyi ama neden?”. Daha cevap bile veremeden doğanın ritmine karışıp uçmaya, uçamasam da yolda kaymaya başlıyorum…

    Hipnoz halinde ne kadar gittim bilmiyorum ama yüzüme düşen ilk yağmur damlasıyla uyanıp kilometre saatine bakınca on beş kilometre gelmiş olduğumu fark ediyorum. Diğer fark ettiğim şey ise oldukça somut: fırtına artık tam önümde ve hiç de içinden geçip gidilebilecekmiş gibi görünmüyor. Sanırım bugün Sothern Cross’a varmak hayal oldu. Çok sinirleniyorum. O sinirle aklımdan delicesine devam etmek geçiyor; belki o sayede biraz hıncımı alabilirim. Ama çok yakınlarımda bir yere düşen bir yıldırım bunu yapamayacağımı bana öylesine kesin bir dille anlatıyor ki… Ve bir ikincisi de “Çabuk geri dön” direktifini verince sinir minir lüksünü bırakıp anında dönerek hızla pedallamaya başlıyorum.

    Anlamadığım şey ise şu; bu fırtına o kadar uzaktan dibime nasıl bu kadar çabuk gelebildi ki? Ve bu düşünce asıl önemli olan ikincisini bilinç düzeyime yükseltiyor: eğer bu kadar çabuk hareket edebiliyorsa on beş kilometre gerimde kalan Merredin’e varana kadar beni de yakalaması kaçınılmaz olmalı!!!

    Bu düşünceyle canımı dişime takıp tüm gücümle pedallamaya başlıyorum. Önce tek tük hissettiğim yağmur damlaları giderek çoğalmaya, başlangıçta beni güzelce serinletirken giderek soğuktan tüylerimi diken diken etmeye başlıyorlar. İnatla ve kendimi temize çıkarmak istercesine; “İyi de bu kadar hızlı hareket etmesi imkansız! Nasıl bu kadar çabuk gelebildi ki?” diye hayıflanırken rüzgar da şiddetlenmeye başlıyor…

    Deli gibi pedal basarken hiç bir şey düşünmeye fırsat kalmıyor ama yine de korku beni yavaş yavaş avucuna almakta hiç zorluk çekmiyor… Kaçıyorum, kaçıyorum… Ama çok iyi farkındayım ki o benden daha hızlı ve sanki arkamdan sırıta sırıta bana doğru yaklaşıyor.

    Beni cezalandıracak biliyorum çünkü onu hafife aldım…

    MESAJ

    Gidiyorum, gidiyorum ama yol bir türlü bitmiyor. Artık sırılsıklam oldum ve rüzgar o kadar şiddetlendi ki hızım neredeyse yarıya düştü. Her virajın ardından Merredin tabelasını görmeyi umuyorum ama bir türlü gelmiyor… Durup bir ağacın altında beklesem diye aklımdan geçiriyorum ama o kadar çok şimşek ve yıldırım çakıyor ki, bu resmen intihar olur…

    O anda boynuzlarım kırılıyor… Kendimi kibirli ve oyunbozan hissederken, gerekli mesajı alıyorum;

    “Her zaman her istediğin olmaz. Arzu ne kadar kudretli olsa da, sabır ondan daha kadimdir!”…

    İçimden kimden olduğunu bilmeden özür dilemeye başlamamla birlikte sanki fırtınanın öfkesi azalmaya, rüzgar Karayel’in kelepçe vurduğu tekerleklerini yavaş yavaş salarken, yağmur da giderek seyrelmeye başlıyor… Korku yerini giderek bir minnet duygusuna bırakırken “Merredin” tabelasını da görünce iyice rahatlıyorum. Belki yol alamadım ama değerli bir mesaj aldım. O yüzden her ne kadar sırılsıklam olmuş olsam da keyfim tekrar yerine geliyor.

    Kasabanın girişindeki ‘Karavan Parkı’ tabelasını görür görmez dalıyorum. Park yerinde pek karavan yok. Prefabrik odalar ise o anda gözüme o kadar güzel geliyorlar ki anlatamam. Resepsiyonda kimse yok. Zili çalıp bekleyince orta yaşlı bir hanım kapıyı açıyor.
    Oda soruyorum. Varmış… Oh, çok iyi! Peki fiyat? Yüz dolarcık!!! İçimden; “Oha, bu boktan prefabrik odalara mı yüz dolar istiyorsunuz!” diye celalleniyorum ama önceki gece Cunderdin’de yaşadıklarım aklıma gelince kendimi tutuyorum;

    • “Daha ucuz bir alternatif yok mu acaba?”
    • “Evet, altmış dolara küçük ‘Kabinet”lerimiz var ama onlarda duş tuvalet yok.”

    Keyfim kaçıyor. Sırılsıklam haldeyim ve o anda en çok istediğim şey güzel bir duş alıp üzerime kuru bir şeyler giyebilmek. Üstelik havluyu da safra niyetine Cunderdin’de bırakmıştım…

    Artık suratım nasıl bir hal aldıysa kadıncağız; “Tamam, bir tane oda var onu sana Kabinet fiyatına vereceğim.” deyince dünyalar benim oluyor: Neredeyse sarılıp öpeceğim ki içeriden kocası geliyor…

    Anahtarımı alıp hemencecik prefabrik ama bana o anda saray yavrusu gibi gelen odama geçiyorum. Gel de çık çıkabilirsen duşun altından…

    KOCAMAN BİR YATILI OKUL GİBİ

    Bütün hücrelerim mayışmış halde duştan çıktığımda artık vakit akşama yüz tutmuş halde. Yine de hem vaktim var, hem de Merredin’de süpermarket var. Bu lüksü kaçırmamam gerek. Çabucak giyinip Karayel’i çantalardan kurtarıyorum. Çantasız ve sürüş kıyafetleri olmadan binmek öyle güzel geliyor ki, süpermarketin kapanma tehlikesine rağmen bir iki tur atmadan duramıyorum.

    Neyse ki kapanma saati akşam yediymiş. Bayağı büyük bir mağaza. Her şey var ama o kadar pahalı ki. Komple iki tur atıyorum ucuz olanları tespit edebilmek için ama nafile… Sonunda hayatımda yediğim yiyeceğim en pahalı muzları ve günlerdir hasretini çektiğim bir paket yumurtayı alıp odama yollanıyorum.

    Keyfim yerinde çünkü odamın tam karşısında karavancıların kullanması için yapılmış bir ortak-mutfak var. Ve haftada en az yirmi tane haşlanmış yumurta yiyen ben günlerdir ağzıma bir tane bile haşlanmış yumurta koymadım. Benim için öyle büyük bir lüks olacak ki!

    Bu tavuk ürünlerinin beni bir gün bu kadar mutlu edeceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Dört yumurtayı kaynattığım on dakika bir türlü geçmek bilmiyor. kabuklarını soyarken bir de bakıyorum ki ıslık çalmaya başlamışım…

    Yumurtaları ortadan ikiye kesip, karabiber ve tuz ile kutsadıktan sonra odama geçiyorum. İçerideki minik masayı daha önceden çıkarıp kapının önüne koymuştum, açık havada keyif yaparım diye.

    Yağmur kesildi. Üstüne üstlük bir de gökkuşağı çıkmış; süper… Bir de bakıyorum ki yan komşum da masasını beş metrekarelik odamızın dışına çıkarmış, elindeki bir dosyaya bakarken bir yandan da diğer elindeki sandviçini kemiriyor.

    Keyfim yerinde ya, hemen merhaba deyip o anki en büyük hazinemden yani haşlanmış yumurtamdan ikram ediyorum. Hafiften garipçe beni süzerken kibarca geri çeviriyor. Galiba sevindim, ne de olsa yumurta bana kaldı…

    Adı Sean. Altmışlı yaşlarında olduğunu tahmin ediyorum. Kısa ve kesik konuşuyor. Neredeyse her soruma sonuna yumuşak g eklenmiş bir “Yeeğ” ile cevap veriyor.

    Evi Perth’deymiş. Yakınlardaki bir şantiyede çalıştığı için burada kalıyormuş. Zaten sonradan öğreneceğim ki; Batı Avustralya taşrasında bu odacıkları bulabilmemin en büyük sebebi de ‘var olmayan turizm’den ziyade taşra şantiyelerinde çalışan Sean gibilerin konaklama ihtiyacıymış.

    “En son evine ne zaman gittin?” diye soruyorum, hatırlamıyor. Zaten sadece bir köpeği varmış. “Burada tek başına yaşamak sana zor gelmiyor mu?” diye sormak istiyorum ama o kadar doğal konuşuyor ki bunu gereksiz buluyorum. Zaten buradaki insanları tanıdıkça içimdeki şu his daha da kuvvetlenmeye başladı; burası sanki kocaman bir yatılı okul gibi. Herkes biraz mecburiyetten gelmiş. Kimsenin bir kökeni yok. Herkes yüzer gezer yaşayıp günü kurtarmaya çalışıyor. Tek düşündükleri sanki o günü bitirmek, ertesi gün ise Allah Kerim…

    Biraz daha sohbet ediyoruz. Daha doğrusu ben sorularımla sohbeti ittiriyorum, o da “Yeeğ”leri ile topu geri bana gönderiyor. Bir süre sonra iyi geceler deyip odasına giriyor. Ben de tabuttan hallice odama girip kapımı kapatıyorum. Bugün planladığım yolun ancak yarısını yapabildim. O yüzden erken yatmak, sabah erkenden kalkıp bir an önce yola koyulmak istiyorum. O hevesle Karayel’i yola çıkmaya hazır hale getirip yatağa giriyorum. Tam fırtınayı ve beni ne kadar yorduğunu düşünmeye başlayacağım ki pilim bitiyor ve uykuya dalıveriyorum…

    BİR BEN, BİR KARAYEL, BİR DE UCU BUCAĞI OLMAYAN ASFALT

    Yine hemencecik sabah oldu, ne çabuk… Endişeyle kaslarımı yokluyorum. Yok yok hiç fena değil. Enerjim de yerinde. Hafiften gülümsüyorum. İşler pek iyi gitmiyor ama en önemlisi; “ben iyiyim”…

    Nabız bantımı takıp, biraz endişeli biraz umutlu yatağa yatıp beklemeye başlıyorum… Nabzım da seksene düşmüş, oley. Dünkü doksandan sonra oldukça umut verici…

    Dışarıya bakıyorum, hava ağarmak üzere. Üzerimde bir sabırsızlık, bir an önce yola düşüp kilometreleri yutmak istiyorum. Önceki gün gidip geri döndüğüm yollardan tekrar geçerken hafiften sinirlenir gibi oluyorum ama hem sabah serinliği nefis, hem de yol harika.

    Dün fırtına endişesiyle pek farkına varmamışım ama artık bayağı bir ıssızlığa varmışım. Ne etrafta bir hareket var, ne de bir araba geçiyor. Önümde yol bir uzanıyor ki öyle böyle değil, ucu bucağı görünmüyor. İster istemez gülümsemeye ve neşeli bir şarkı mırıldanmaya başlıyorum…

    Güneş tam karşımdan kendisini götermeye başlarken bayağı bir yol almış durumdayım. Etrafta tek tük okaliptüs ağaçları ve sonsuz çayırlardan başka hiç bir şey görünmüyor. Her yer o kadar sessiz ki nefesim kulaklarıma sanki konser salonundaki binlerce wattlık hoparlörlerden çıkıyormuş gibi geliyor.

    Çok garip ama bir o kadar da güzel. İşte uzun zamandır hayalini kurmakta olduğum ıssızlık yavaş yavaş beni öpmeye başlıyor. Bir ben varım, bir Karayel, bir de ucu bucağı olmayan asfalt. Git gidebildiğin kadar…

    Keyiflendim ya, tabi ki uzun sürmemeli. Sıcak ile karşıdan esen rüzgar aynı anda ziyaretime geliyorlar. Tam “Ulan teker teker gelsenize!” diyecekken karşıma bir de rampa çıkınca Nescafe’nin “Üçü bir arada” reklamının anti-tezini yaşamaya başlıyorum.

    Siz de bilirsiniz, iyi şeyler uzun sürmez ama benimki de pek kısa sürdü… Üstüne üstlük ne sıcak azalıyor, ne de rüzgar. Neyse ki ıssızlık harika. Arkamda kilometrelerce yol, önümde ise ne kadar olduğunu bilemediğim bir uçsuzluk. Bir yukarıdaki var sanki bir de ben. Issızlık arttıkça ona daha da yakınlaştığımı hissediyorum. Umarım beni hepten çekip alıvermez yanına diye düşünmeden de edemiyorum tabi ki… Güvenli ama sıkıcı modern hayattan uzakta, uçurumun ne kadar kenarında olduğunu da pek bilmeden gitmek o kadar garip ama bir o kadar da heyecan verici ki…

    VE İLK KANGURU

    Dilim damağım kurudu ama suyumu çabuk tüketmek istemediğimden sadece her yirmi kilometrede bir su molası vermeye karar verdim. O yüzden devam ediyorum. Tam kırk kilometreyi dolduracakken birden tam önümde kocaman bir şey beliriyor. Durup bakınca anlıyorum ki bu bir Kanguru leşi. Yeni ölmüş olmalı çünkü hiç çürüme emaresi yok, üstelik ağzının kenarından akan kanlara ait kuru izler hala seçilebiliyor.

    Yıllardır Sydney’de yaşayan arkadaşım Ant beni çok korkutmuştu Kangurularla ilgili olarak: “Aman dikkat et, saldırıyorlar… Kocaman hayvan onlar, ne yaptıklarını bilmiyolar… Arabalara çarpıp mahvediyorlar… Vs…”. Ama gördüğüm manzara beni korkutacağına daha çok üzüyor. Gerçekten oldukça büyük bir hayvan ama öylesine zavallı görünüyor ki o haldeyken.

    Yine de tedbirli olmak adına oradan uzaklaşıyorum. Etrafta bir eşi vs varsa her an gelebilir… Biraz ileride su molası verip, bir yandan da leşi kesiyorum belki eşi vs gelir de canlı hallerini görebilirim diye. Ne gelen oluyor ne de giden… Pardon unuttum, kara sinekler hariç. Nerden çıktılar bilmiyorum ama daha durur durmaz beni ablukaya aldılar ve o kadar arsızlar ki ne yaparsam yapayım bir türlü gitmiyorlar…

    Orada daha fazla duramayacağımı anlayıp tekrar yola düşüyorum. Öğlene Southern Cross’a varırsam, belki ondan sonra bir yüz kilometre daha yapar, en azından Kalgoorlie’ye kadar olan yolu yarılamış olurum diye düşünüyorum ama Southern Cross’tan sonrası için hiç kimseden bilgi alamadım. Yani haritada bir sürü küçük yer gözüküyordu ama yaşadıklarımdan sonra Kalgoorlie’ye kadar duracak bir yer var mı yok mu emin olamıyorum.

    Yol almam lazım ama ne sıcak bırakıyor ne de rüzgar. Southern Cross yolunda aşağı yukarı bir yirmi kilometre sonra Bodallin diye bir noktada bir Roadhouse olduğunu okumuştum ama şu ana kadar kimseye onaylatamadığım için endişeliyim. Burada herkes öylesine sadece kendi ölçeğinde yaşıyor ki…

    Kan ter içinde pedallara asılıp yirmi kilometreyi eritmeye çalışıyorum.. Etraf ne kadar harikaysa bu havada bisiklet sürmek de bir o kadar zor.. Zorlana zorlana da olsa yirmi kilometreyi bitiriyorum. Ama ne bir tabela gördüm ne de bir yerleşim yeri. Halbuki haritaya göre tam da burada olması gerekiyordu. Biraz daha gidiyorum ama yine bir şey yok. Acaba geçtim mi diye kendimden şüpheye düşmeye başlıyorum ki bir virajı dönünce ağaçların arasından minicik bir benzin istasyonu beliriyor. Büyüklük ve toz toprak açısından aynı reklam filmlerindeki gibi ama nedense hiç de o filmlerdeki gibi çekici değil. “Neden acaba?” diye düşünüyorum kendi kendime… Sanırım o filmlerde ne olursa olsun içeride güzel bir şeylerin bizi beklediğini biliyoruz da ondan. Halbuki o ıssız istasyona bakınca benim hissettiklerim hiç de öyle hoş şeyler değil…

    YES

    Ve tam da tahmin ettiğim gibi oluyor. Filmlerde kapıyı açınca aniden süper bir hayal alemine düşerken, benim kapıyı açınca tek duyduğum yine ağır ağır öten zilin sesi oluyor… Üstelik bu sefer gelen giden de yok… Biraz bekliyorum. Belki duymamışlardır diye gidip kapıyı bir daha açıp kapatıyorum. Nafile…

    Biraz daha bekleyince içeriden kısa boylu bir Hintli çocuk çıkıp “Yes?!” diyor…

    Aptallaşıyorum. Bir iki saniye dilim tutuluyor: “Bre insafsız, sanki bu Allahın unuttuğu yerde yaşayan sen değil misin? Bak Allah sana birisini göndermiş, “Yes”te neymiş! Bir merhaba desene! Sorsana nereden geliyorum, nereye gidiyorum… Muhabbet etsene be geri zekalı.”…

    Ben kafamın içinde onun adına üzülürken o bir kez daha: “Yes?!” deyince pes edip; “Burası Bodallin Roadhouse’mu acaba?” diye soruyorum ne dediğimi pek de umursamadan… Bir iki saniye aval aval yüzüme baktıktan sonra aramızda şöyle bir diyalog geçiyor;

    “Evet burası Bodallin ama hayır burası Roadhouse değil.”
    “Peki Roadhouse nerede?”
    “Bilmiyorum”
    “Burada başka bina var mı?”
    “Hayır yok.”
    “Adın ne?”
    “Garow”
    “Peki Garow, benim adım da Kartal.”
    “Merhaba Kartal”

    Vaay, sonunda bir merhaba kopardım!

    “Peki Garow, o zaman Roadhouse nerede?”
    “Söyledim ya bilmiyorum.”
    “Ne zamandır buradasın?”
    “Altı ay… Buralarda kimse daha fazla kalmaz.”
    “Peki sen burada ne yapıyorsun?”
    “Hindistan’dan geldim, burada çalışıyorum.”
    “”Wow, tebrikler”
    “…”
    İşin baya yorucu olmalı?!”
    “Yok aslında pek bir şey yaptığım söylenemez…”
    “Hadi canım!!!”

    Bir süre susuyoruz. Onu bilmiyorum ama ben kendimi kelimelerin bittiği yerde hissediyorum.

    “Peki Garow, burada yiyebileceğim bir şey var mı?” diye sorunca bana minik bir camekanın içinde plastik ambalajların içinde duran iki üç parça atıştırmalıkı gösterip; “Sadece bunlar var” diyor.

    “İyi ama dışarıda Hamburger, Patates kızartması vs var yazıyor?!” diyorum
    “Üzgünüm” dercesine kaşlarını kaldırıp bana bakıyor.

    Tahin ettiğim gibi, yine aç kaldık… Pek de bir şey beklemeden, son bir umutla; “Başka hiç bir şey yok mu?” diyorum. “Hayır, buradan pek kimse geçmediği için biz de pek bir şey bulundurmuyoruz.” diyor ve ekliyor; “Zaten sipariş ettiğim şeyleri de getirmiyorlar, çünkü kargo çok pahalı…”.

    İçecek dolabını kontrol edince ne demek istediğini gayet iyi anlıyorum. Bir şişe su tam altı dolar!!! Gözlerimin büyüdüğünü görünce devam ediyor; “Buralarda insan çok az… Bu daha bir şey değil, doğuya doğru gittikçe her şey daha da pahalanıyor!”

    Çocuğun sözleriyle jetonlarım yavaş yavaş düşmeye başlıyor. Öyle ya insan olmayan yerde hiç bir hizmet karlı olamıyor ki yapmaya değsin… Benzin alan yoksa benzinciyi ne yapacaksın ki?! Veya uğrayan olmazsa mola tesisini veya oteli?!

    ÇAKMA ZEMZEM SUYU

    Ne olursa olsun susuzum ve açım. Paraya kıyıyor o bir şişe suyu alıp tekrar yanına gidiyorum ve ya tutarsa diyerek; “Peki Patates Kızartması da mı yok?” diye soruyorum. Öyle ya, sonuçta bu çocuk da bir şeyler yiyor olmalı… Biraz bekleyip; “Yapabilirim ama yarım saat sürer.” deyince dünyalar benim oluyor…

    “Tamam büyük boy yap o zaman” deyip yalnız başıma o bir şişe ‘Çakma Zemzem Suyu’nun edepsizce tadını çıkarmak için dışarıya çıkıyorum… Hava o kadar sıcak ki ağaçlar olmasa dışarıda durmak neredeyse mümkün değil… İçmeden önce o bir şişe suyun fotoğrafını çekip WhatsApp’den paylaşıyorum. Çünkü o sadece bir şişe su değil, o anda hem paha olarak hem de hayatımda tuttuğu ağırlık olarak çok daha fazlası.

    Su hemen bitiyor ama yarım saat bir türlü bitmiyor. Bir iki içeriye girip yokluyorum ama ortalıkta kimse yok. Zaten elli kilometre çapımda Garow ve sineklerden başka hiç bir şeyin olduğunu da zannetmiyorum.

    Ve derken altın gibi kızarmış patateslerim geliyor. Mutluluktan ağlamak üzereyim… Hemen; “Peki ya Ketçap” diye soruyorum. “Ketçap?!” diye yineleyip yüzüme bakınca, “Ketçap işte, kırmızı sos!” diye üsteliyorum… Bir sessizliğin ardından; “Aha, Tomato Sos.” deyip içeriden üç gramlık bir mikro paket keççapcık getiriyor. Sonradan öğreneceğim ki; Batı Avustralya kırsalında “Ketçap” deyince kimse anlamıyor, onun adı “Tomato Sauce” ve pek de kullanılan bir şey değil. Yine aynı şekilde “Burger King”deyince de burada pek bir şey ifade etmiyor, çünkü onun adı da “Hungry Jack’s”. O da başka bir hikaye, ileride anlatırım…

    Dışarı çıkıp patateslerin tadını çıkarıyorum. Saat oniki civarı ve hava çok sıcak. Sanırım bir iki saat orada durmam gerekecek. Sağolsun Garow, büyük boy deyince gerçekten de ‘Battal Boy’ yapmış patates kızartmasını. Ye ye bitiremiyorum ama hiç de şikayetçi değilim yani…

    Karnım doyunca biraz etrafı keşfe çıkıyorum ve az ileride metruk bir kameriye ile altında kırık bir bank bulunca keyifle yerleşiyorum. Karnım tok, suyumu da içtim… Şimdilik iyiyim ama önümde beni bekleyen olasılıkları düşününce ister istemez endişelenmeye başlıyorum…

    Yani Türkiye’de beş kilometre gitsen yanyana üç tane mola yeri görürken, birden böylesine ıssız bir yere düşünce insan afallıyor. Hadi aradaki mesafeler önemli değil, elli kilometrede bir de olsa düzgün ve uygun fiyatlı mola yerleri olsa hiç sorun değil. Hatta yüz kilometreye bile razıyım ama birincisi, mola yeri olup olmadığı belli değil, haritada var görünüyor ama gidince bulamıyorsun, ikincisi de olsa bile hem su çok pahalı hem de yiyecek bir şey yok!

    İKİNCİ MELEKTEN ACI HABER

    Ben kameriyenin altındaki kırık bankta uygun bir pozisyon bulup dinlenmeye çalışırken bir imkansız gerçekleşiyor ve bir panelvan geliyor… İlgiyle dikiliyorum tabi ki… Üstelik gelip kameriyenin yanında duruyor. Gençten bir çocuk inip merhaba diyor. Neredeyse kendimi cimcikleyeceğim. Ben de merhaba deyince Karayel’i gösterip; “Yolculuk nereye?” diye soruyor.

    “Sydney” dememle birlikte muhabbeti koyulaştırmaya başlıyoruz. Adı Aaron, kendisi de dağ bisikletçisiymiş. Perth’ten Sydney’e taşınmış. Şimdi de panelvan ile gelip Perth’ten kalan eşyalarını almış, Sydney’e götürüyormuş… Kul sıkışmayınca hızır yetişmezmiş derler ya tam o hesap. Tom’dan sonra ikinci meleğimle karşılaştığımı anlıyorum…

    Laf lafı açıyor, ben anlattıkça anlatıyorum. “Nasıl bir yere düştüm ben?” diye sorunca acı acı gülümsemesinden işlerin pek de yolunda olmadığını anlayabiliyorum. Dilinin döndüğünce ve kibarca, pek aptalca bir işe giriştiğimi anlatmaya çalışıyor bana. Çünkü Batı Avustralya kırsalında insan bulmak imkansızmış. O yüzden de doğal olarak hizmet bulmak da imkansız…

    “Peki” diyorum “Haritada görünen kasabalar, internetten kontrol ettiğim nüfusları vs?!”. “Sandığın gibi değil” diyor. “Buralarda insan olsa bile senin işine yarayacak şekilde yaşamıyorlar. Zaten az olan nüfus dağınık, dolayısıyla kasaba meydanları veya hizmet alacak yerler bulman çok zor.” deyince her şey biraz daha anlam kazanmaya başlıyor.

    “İyi de ne yapacağım o zaman?” diye sorunca acı acı gülümsüyor. Sonra sanki beni avutmak istermişçesine; “Bak ne diyeceğim, arabamda bir ‘Camel Back” var, onu sana vereyim, suyla doldurup sırtına takarsan seni epey idare eder.” deyip panelvanın arka kapısına yöneliyor. O bagajını kurcalarken ben de yavaşça yaklaşıyorum. Teşekkür edip bunun çok yardımcı olacağını ama yine de tam ihtiyacım olan çözüm olmadığını söyleyince ister istemez o da kafasını sallıyor; “Evet, sen hızlı ve hafif seyahat ediyorsun, ve bu tercihin bu yol için pek uygun değil. Aralarda durabileceğin noktalar olsaydı sorun olmazdı ama ancak yüklü ve dolayısıyla yavaş gidersen bu çölü geçebilirsin ve bunun için de gerçekten uzun zamana ihtiyacın var.” diyor.

    Bir süre bir şey konuşmuyoruz. Halime üzüldüğünü hissedebiliyorum. Ama yapacak pek bir şeyi yok. Anladığımı belirtmek istercesine gülümseyip, “Takma kafana Mate, bir yolunu bulurum.” diyerek göz kırpıyorum. O da bir yol bulamayacağımı biliyor ama kibarlıktan; “İyi şanslar cesur dostum.” deyip elimi sıkıyor ve arabasına binip uzaklaşırken bana el sallamayı da ihmal etmiyor…

    TİLKİ GİBİ KURNAZ

    Sohbet ederken epey vakit geçmiş. Sıcak da azaldı. Eşyalarımı toplayıp, Garow’la vedalaşıyorum. Her ne kadar ileride Moorine Rock’ta bir bakkal var dese de ben yine de patates kızartmasının kalanını çantama tıkıştırmayı ihmal etmiyor, altı dolarlık zemzem sularıyla da mataralarımı doldurup tekrar yola düşüyorum.

    Canım bayağı sıkkın ve ne yapacağımı pek kestiremiyorum. Şu anki tek hedefim akşam olmadan Southern Cross’a varabilmek. Gerisini orada salim kafayla düşüneceğim artık…

    Ve yine haklı çıkıyorum: Moorine Rock’taki dükkan kapalı. Ama sinirleneceğime gülmemi tutamıyorum. Dükkan sahibi çılgın olmalı, çünkü cama çalışma saatlerini yapıştırmış. Bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde bunu neden yapmış ki acaba? Ya benim gibi buralarda yeni, ya da can sıkıntısından… Ama daha da komik olanı çalışma saatleri: Dokuz ve Onbir arası…

    Patates kızartmalarım bayatlamış ama olsun, o anda onlar dünyanın en güzel yemeği gibi geliyor ve onları bırakmayıp yanımda getirdiğimi için kendimi bir tilki kadar kurnaz hissediyorum. Hayat insanı nasıl da şekillendiriyor!

    Yavaş yavaş ve her birinin tadını çıkartarak yiyorum patatesleri. Utanmasam yemeden önce yalayacağım. Her şey bir yana buranın öyle de güzel bir yanı var; etrafta hiç bir şey olmadığı için canın ne isterse onu yapabiliyorsun. Bizim oralarda ne kadar çok insan olup, her delikten çıktıklarını düşününce, bayağı bir özgürlük aslında.

    Southern Cross’a az kaldı ama günde ikiyüz kilometre hayallerim de çoktan çökmüş durumda. Bırak ikiyüz kilometreyi, çölün daha fazla içine girip giremeyeceğimden bile emin değilim. Yani girsem bile günde yüzelli ikiyüz dolar harcayarak ne kadar daha gidebilirim ki?!

    İşler sarpa sarıyor…

    PARÇASI OLDUĞUM O “HERŞEY”

    Kalan yol olaysız geçiyor. Öğleden sonrasının ışığında etraf o kadar muhteşem ki. Her yer göz alabildiğine dümdüz. Tek tük ağaçlar, kıpkızıl toprak, alçalan güneşle uzayan gölgeler, sonsuza kadar gidiyormuş gibi duran yol…

    Gerçekten eşsiz bir yerde ve hayatımın çok kayda değer anlarından birinde olduğumu hissediyorum. Vidalarım o kadar gevşiyor ki gözlerimden ister istemez yaşlar dökülmeye başlıyor. Ama bu ağlamak değil, sanki daha çok derin bir nefes alıp kendini sonsuzluğa bırakmanın huzurunu yaşamak gibi bir şey. O kadar eksiksiz, zorlamasız ve kendiliğinden hissediyorum ki kendimi ve o anda bir parçası olduğumu kavradığım “Herşey”i…

    O kadar uçmuşum ki saat ancak yediyi geçerken Southern Cross’a varıyorum. Adı pek havalı; insanda şöyle büyük bir kavşak kasabası filan imajı uyandırıyor ama ben diyeyim üç, siz deyin beş bina var… Ama bir dakika haklarını yemeyeceğim, burada karşılıklı iki tane benzin istasyonu var. Ve bu buralarda oldukça havalı bir şey…

    Kasaba’nın girişindeki ilk bina bir otel. Çok ilginç. Çünkü bina biraz eski. Neredeyse yüz yıllık falan var diyeceğim. Buralarda böyle eski bir bina bulmak pek kolay değil. Hemen damlıyorum. Ve yine hüsran…

    Gerçi şanslıyım kalacak bir yer buldum. Ama odada duş tuvalet yok ve buna rağmen geceliği yüz dolar. İçimden geçirdiklerimi yazmaya utanıyorum tabii ki… Bir de resepsiyondaki orta yaşlı Michelle kibarca uyarıyor beni: “Mutfak kapandı, elini çabuk tutup beş dakika içinde inmezsen aç kalacaksın!”.

    İşte bundan nefret ediyorum. Gerçekten. Stresten uzak olur diye geldiğim Allahın dağ başında yine acele etmek zorundayım! Karayel’e bir yer bulmak, ekipmanları ve çantaları söküp odaya taşımak, vakumlu çantayı açıp içinden giyecek çıkartmak, ortak banyoyu bulup Cunderdin’de terk etmek zorunda kaldığım havlum olmadan duş almak, üstümü değiştirmek ve sonra da yemek salonunda olmak için tamı tamına beş dakikam var: Harika!!!

    ÜNİFORMA CENNETİ AVUSTRALYA

    Her yer işçi kıyafetli insanlarla dolu. Ha bu arada şunu da söyleyeyim: Avustralya’da insanlar üniformlara bayılıyorlar. Orada kaldığım süre boyunca üniformasız bir tane okul çocuğu görmedim. Ve mağazalarda özel bir üniforma reyonu var: kadın, erkek, çocuk, tamirci, boyacı, madenci, ne olurlarsa olsunlar, beden gücüyle iş yapan insanların hepsi o reyondan aldıkları bir örnek gömlek, pantolon, şort ve olmazsa olmaz olan hardal renkli botları giyiyorlar. Ve işte bütün otel sanki sendika toplantısı varmış gibi işçilerle dolu. Zaten buralarda yol işçilerinden ve madencilerden başka kimse yok…

    Hızıma kendim bile şaşarak beş dakika içinde yemek salonunda oluyorum. Tabii ki bu arada, eğer varsa bir süpermarket ziyareti yapma şansımı sıcak yemek için feda etmek zorunda kaldığımı da unutmayalım. Yani, yarın erken çıkarsam yol tedarikini benzin istasyonundan yapmak zorunda kalacağım için yine bayağı bir dolarcık bir tarafıma kaçıverecek…

    Neyse ki yemek güzel. Koca bir biftek ve yanında patates kızartmaları. Bisiklet turu için en uygun gıda olmayabilir ama o an benim için tam bir kral yemeği olduğu kesin… Yalana yalana yedikten sonra, göbeğim şişince ayaklarımı uzatıp nefes almaya çalışıyorum. Zevkten erimek üzereyim…

    Doygunluktan ve keyiften gözlerim kapanıyor ama kendimi zorlayıp uyanmam, yol hakkında bilgi toplamam lazım…

    BUYUR BURADAN YAK!

    Tam bunları düşünüp, telefonumu kurcalarken gelen bir e-posta dikkatimi çekiyor. Daha önceki yazılarımı okuyan bir Türk’den geliyor. Kendisi Avustralya vatandaşı ve Devlet Radyosu SBS’te çalışıyormuş. Eğer Melbourne’a uğrarsam benimle röportaj yapmak istediğini yazıyor.

    Normal bir zamanda olsa çok sevinirdim belki ama şu anda bir şişe su kadar bile ilgimi çekemiyor… Yine de belki destek alabilirim umuduyla cevap gönderiyorum. Bulunduğum yeri yazıp, buralarda yardım albileceğim Türk’ler tanıyıp tanımadığını soruyorum.

    Şaşırtıcı bir şekilde beş dakika içinde bir cevap geliyor. Ama cevabın içeriği daha da şaşırtıcı:

    “Maalesef oralarda tanıdığım Türk, hatta tanıdığım kimse yok. Eşim Avustralya’lı ve hemen oralardan uzaklaşsın, bir an önce Doğu’ya gelsin. Şaka değil, gerçekten tehlikeli dedi!” diyor.

    Buyur buradan yak!!!

    Zaten canım sıkkındı, keyfim iyice kaçıyor. Oteldeki yol işçileri ile biraz laflayınca otuz kilometre ötedeki tek mola yerinin de kapalı olduunu öğreniyorum. Yani Kalgoorlie’ye kadar ikiyüz kilometre boyunca durabileceğim bir yer yok. Yani su yok, yemek yok, bisikletçi zaten yok ve bir aksilik olursa yapacak hiç bir şey yok…

    Bir karar vermem lazım. Ya risk alıp yola çıkacağım, ya da başka bir yol bulacağım. Düşün düşün bir şey bulamıyorum. Üstüne üstlük uyku da iyice bastırıyor. Artık dayanamayıp çözümü ertesi sabaha bırakıyorum. Kibirt kutusu odama çıkıp yatağa girer girmez uykuya dalıyorum.

    KISA YOLDAN TÜRKİYE’YE DÖNME ZAMANI

    Sabah yine şafakla uyanıyorum. Nabzımı kontrol ediyorum, iyice normale dönmüş. Sabah dinginliğinde tekrar düşününce ikiyüz kilometre ne olduğunu bilmeden gitmeye çalışmak saçma geliyor. Yola çıkmaktan vazgeçip biraz daha kestirmeye karar veriyorum.

    Bir yolunu bulup Kalgoorlie’ye ulaşabilirsem oradan sonraki mola yerleri hakkında bilgi alabilirim. Belki kamyonlara otostop yaparım. O üç dört dorseli ‘Yol Trenleri’nden birinde bir süre yolculuk etmek fikri aslında hiç fena gelmiyor. Bir de Perth’ten Kalgoorlie’ye günde bir tren olduğunu hatırlıyorum. Ama saatini bilmiyorum, o yüzden en geç yedi gibi kalkıp resepsiyona giderek bilgi almaya karar veriyorum. Bu Allah’ın unuttuğu yerde günlük masrafım neredeyse ikiyüz dolar ve günde bir olan treni kaçırıp ikiyüz dolar daha harcamak hiç işime gelmiyor.

    Bu düşünce beynimde dönüp durunca tabi ki uykum kaçıyor. Bir sağa bir sola dönerek saati yedi yapınca resepsiyona iniyorum. Michele yine orada. Şaşırmadım çünkü neredeyse dünyada nüfus yoğunluğunun en az olduğu yerlerden birisinde olduğumu artık gırtlağıma kadar hissediyorum.

    Birlikte bilgisayarı kurcalayıp tren saatlerine bakıyoruz. Bu arada dayanamayıp soruyorum; “Burada arabanız yoksa başka bir şehire nasıl gidiyorsunuz ?”. Şaşkınlıkla gözlerini açınca başlangıçta pek anlam veremiyorum ama anlatmaya başlayınca kafamdaki taşlar yerine oturuyor.

    Birincisi, burada mesafeler o kadar uzun ve yerleşim o kadar az ki araban olmaması, hatta karavanın olmaması diye bir şey insanlara çok garip geliyor. İkincisi de “şehir” kavramı buraya oldukça ters, önümdeki en yakın şehir sadece ikibin kilometre uzaklıkta. Hal böyle olunca tabi ki toplu taşım aracı işletmenin pek bir karlılığı ve dolayısıyla da mantığı kalmıyor. O yüzden önümdeki yol boyunca ne otobüs var ne minibüs.

    Sadece kibin kilometre ötedeki ilk şehir olan Adelaide’a giden tek araç süper lüks “Indian Pacific Express” treni. Onun da fiyatı uçaktan pahalı, üstelik haftada sadece tek sefer yapıyor. Üstüne üstlük o sefer de dünmüş! Yani, “Lanet olsun, vazgeçtim, Batı Avustralya’yı pas geçeceğim!” desem bile, günlük ikiyüz dolardan altı gün daha burada kalıp, üstüne bir altıyüz dolar da trene vererek Adelaide’a gitmem gerekiyor. Param bitmiş olacağı için haliyle oradan da Türkiye’ye dönüş için bir yol bakmaktan başka yapacak bir şey kalmayacak…

    DÜŞÜN DÜŞÜN DÜŞÜN

    Gözlerimi kapatıp, kafamı çalıştırmaya, öyle ya da böyle bir çözüm düşünmeye çalışıyorum. Her şeyi göze alıp, çölü bisikletle geçmeye kalksam bile, yolculuk en azından on, onbeş gün sürecek ve günlük ikiyüz dolardan bunu karşılamam mümkün değil. Geriye tek mantıklı çözüm olarak kamyonlara otostop yapmak kalıyor. Ne olur ne olmaz diyerek, yine de Michelle’den rica edip, Kalgoorlie’ye giden tren ile ilgili bilgi alıyorum. Kalgoorlie’den gelen tren sabah dokuzda, giden tren ise onbirde.

    Son anda aklıma gelince bisikletin taşınması ile ilgili bir kısıtlama var mı yok mu diye bakmasını rica ediyorum. Ve korktuğum başıma geliyor. Bisikleti kutusuz halde trene almıyorlar. İyi de ben bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde bisikleti nasıl kutulayacağım ?

    “Yok canım, o kadar da katı değillerdir.” diyerek dokuzda ters yönden gelecek olan trendekilerle konuşmaya karar veriyorum.

    Michelle’den istasyonun yerini öğrenip az ilerideki benzincinin yolunu tutuyorum. Karşı karşıya iki benzinci, gerçekten de o anda tüketici olarak kendimi çok özgür hissettiriyor. İçeri girip Pie ve kahve alıyorum. İdeal kahvaltı değil ama standartları düşünecek noktada değilim.

    Parayı öderken kasiyer hanımla sohbet etmeye başlıyorum. Amacım kamyonlara nasıl otostop yapabileceğimi, alıp almayacaklarını vs öğrenmek. Hoş beş sohbetin ardından bir darbe de burada yiyorum. Kısa süre öncesine kadar otostop pek yaygınmış ama, sigorta firmalarının yayınladığı yeni yönetmelikle birlikte artık kamyonlar otosptopçu almıyormuş. Çünkü kasko firmaları yolculara ait hasarları ödemek için gereken primi oldukça arttırmışlar. O yüzden kamyoncular sigortalarını indirimli yaptırmak için artık yolcu taşımıyorlarmış…

    AMAN TREN, CANIM TREN

    Kaderime isyan bile edemeden Pie’ları ağzıma tıkıştırıp hemen istasyona yollanıyorum, çünkü şu anda buradan kurtulmamın tek yolu olarak o tren kalmış durumda. Minnacık kasabada istasyonu bulmam oldukça vaktimi alıyor. Çünkü ben adam gibi bir istasyon arıyorum ama buradakilerin istasyon dediği şey bizim otobüs duraklarımızdan bile daha küçük.

    Karayel’i beş metrekarelik durağın içindeki bankın arkasına yaslayıp , treni beklemeye başlıyorum. Bir tane bile yolcu yok ama, yüzlerce ısırgan kara sinek var. Öyle de arsızlar ki. Hareket etmeden duramıyorum.

    On dakika sonra bir yolcu geliyor. Yaşlı bir teyze. Kızı bırakıp gidince birlikte beklemeye başlıyoruz. Ve bir on dakka daha geçince meşhur trenimiz görünüyor: lokomotif dahil tamı tamına iki vagon! İçimden dualar ederek, biniş için yapılmış bir metre yüksekliğindeki minik rampaya tırmanıyorum. Tren tam önümde duruyor. İnanılmaz ama o ortama hiç uygun olmayan bir şekilde oldukça lüks. Koyu renk camlara sahip otomatik kapı yavaşça açılınca iki bayan kondüktörle yüz yüze geliyoruz. Ve çok komik bir şekilde o lüks trenin kapısından bizim üzerinde durduğumuz rampaya doğru bir metre eninde ve bir metre boyunda metal bir levhayı köprü niyetine uzatarak binmemizi bekliyorlar.

    En sevimli halimi takınıp merhabalaşıyorum. “Merhaba” deyip soğuk bir ifade ile yüzüme bakıyorlar. Anladığım kadarıyla tren bir dakika içinde kalkmak zorunda. Hemen kekeleyip, Karayel’i göstererek meramımı anlatmaya çalışıyorum. Diğer yönde giden trendekilerin Kalgoorlie’ye kadar kutulanmamış bisikleti idare edip edemeyeceklerini soruyorum. Soğuk bir şekilde bilet alıp almadığımı sorunca, bir soğuk ter daha dökerek hayır diyorum. Cevapları çok net ve soğuk: “Biletler en geç bir gün önceden kesildiği için eğer trende yer yoksa binemezsin. Ayrıca bisikleti kutulamadan trene bindirmen imkansız!”

    Ben daha yutkunamadan bir metre en ve boyundaki levhayı trenin içine kaydırıp, kapıyı kapatarak uzaklaşıyorlar. Bense o küçücük rampanın üzerinde bir başıma, ağzı açık kalakalıyorum.

    İki saat içinde bir yolunu bulup Karayel’i kutulamam ve kasabadan en az iki kilometre uzaklıktaki bu istasyoncuk’a getirmem lazım. Üstüne üstlük trende yer olup olmadığı da belli değil!

    Kafayı yemek üzereyim. Neden her şey bu kadar ters gidiyor?! Buraya gelirken en çok korktuğum şey bisikleti sürecek gücümün olmaması idi ama şu ana kadar başıma gelenlere bakınca, Avustralya’da yaptığım en kolay şeyin her gün yüzlerce kilometre bisiklet sürmek olduğunu fark ediyorum.

    “Allah’ım, sopan yok ki vurasın!”

    Bir an önce çölün içine dalmak, beni mıknatıs gibi çeken o ıssızlığa ulaşmak istiyorum. Tek istediğim her elli kilometrede bir su, her yüz kilometrede bir biraz yemek ve her ikiyüz kilometrede bir bir yatak… Ama ben arzuladıkça o önüme daha çok sorun çıkarıyor! Bırak çölün içine dalmayı, şu anda buradan kurtulabileceğim bile şüpheli..

    CİNNET VE KARAYEL’İ FEDA

    Aceleyle kasabaya dönüp etrafı kontrol etmeye başlıyorum. Dikkatle dolaşınca bir tane küçük nalbur buluyorum. Belki Karayel’i burada kutulayabilirim. Yalnız elimi çabuk tutmam lazım. Çünkü burada kutulasam bile diğer eşyalarım ile birlikte istasyona kadar nasıl taşıyacağım hakkında hiç bir fikrim yok. Sanırım; “Burada taksi var mıdır?” diye sorsam bana popoları ile gülerler.

    Nalburdaki yaşlı kasiyer hanımı görünce umutlarım biraz suya düşmüyor değil. O anda önündeki bir başka yaşlı müşteri ile ağır çekimde sohbet ederlerken ben de kenarda bekliyor, kıymetli dakikaların uçuştuğunu hissediyorum. Derken dayanamayıp araya giriyor ve derdimi söylüyorum. Yaşlı kasiyer “Peteeeeeer” diye bağırınca içeriden en az onun kadar yaşlı erkek versiyonu “Peter” geliyor.

    Durumumu anlatınca evet belki kutulayabiliriz ama bence önce “Shire Office”e (Bizim muhtarlığın Avustralya’cası gibi bir şey) uğrayıp tren bileti ve taşıma kuralları ile ilgili bilgi almamı söylüyor. Yerini tarif etmesine rağmen bir kaç dakika da orayı ararken kaybediyorum. Neyse ki içeride birisi var ve tren şirketine benim için telefon açıyor. Trende yer var ama taşınabilecek kutu için verdikleri maksimum ebatlara Karayel’i sığdırmam imkansız.

    Gerçekten kafayı yemek üzereyim. Buradan bu gün gitmek istiyorsam tek şansım yarım saat içinde gelecek olan o tren ve şu anda Karayel ile birlikte ona binmem de imkansız görünüyor.

    Son bir gayret, elimde Shire Office’teki kızın verdiği ebatlarla tekrar nalbur Peter’a gidiyorum. Ölçüyoruz, biçiyoruz ama bu Karayel’i o ebatlardaki bir kutuya sığdırmamızın imkansızlığını kesinleştirmekten başka bir işe yaramıyor.

    Peter son bir opsiyon olarak, eğer istersem bisikleti kutulayıp postayı çağırabileceğini, ama iki günden önce Kalgoorlie’ye veya Perth’e varmayacağını söylüyor.

    Çok komik ama, vaz geçip geri dönmek istesem bile, bunu bisiklete binerek yapmaktan başka şansım yokmuş gibi görünüyor.

    Teşekkür edip, “Artık ne olursa olacak!” diyerek tekrar istasyona yollanıyorum.

    Yolda minik bir cinnet geçirince aklıma intihara yakın bir fikir geliyor…

    İstasyona varınca Karayel’i söküp, duraktaki bankın arkasına kilitliyorum. Eğer bisikleti trene almazlarsa, kendim binerek Kalgoorlie’ye gidip, en kötü ihtimal araba kiralayıp gelir alırım diye düşünüyorum. Düşünüyorum ama bir yandan da: “Ya başına bir iş gelirse!” diye içim kan ağlıyor… Fakat o kadar umutsuz bir haldeyim ki, yapacak başka bir şeyim yok. Ya Karayel’e binip bütün geldiğim yolu gerisin geriye gideceğim ki bu da neredeyse bütün turu iptal etmek olacak, ya da bir yolunu bulup kapağı Kalgoorlie’ye atacağım… İyi ama nasıl?!

    ÜÇÜNCÜ MELEK KEVIN

    Tam bu düşüncelerle ve Karayel’den ayrılacak olmanın verdiği sıkıntıyla allak bullak haldeyken, istasyona bir kamyonet yaklaşıyor. Üzerindeki yazılardan anladığım kadarıyla bir maden şirketine ait.

    Gelip neredeyse tam önümde duruyor ve içinden Avustralya’da karşılaştığım üçüncü melek iniyor: “Kevin”….

    Elinde küçük çantasıyla bir bana bir de Karayel’e bakarken onu getiren kamyonet geri dönüp uzaklaşıyor. O ıssızlıkta yan yana olan herkesin ister istemez yapacağı gibi merhabalaşıp sohbet etmeye başlıyoruz.

    Kalgoorlie’de yaşadığını, yakınlardaki büyük bir madende baş mühendis olduğu için sürekli bu trenle gelip gittiğini anlatıyor. Uzakta yaşayan ve ziyaretlerine gelmeyen oğlunu bir de otuz yaşında ölen kızını anlatıyor. Birlikte dertleniyoruz. Her yerinden öylesine yalnızlık akıyor ki. Hele bir de bu kayıp kıtanın yine bu insan olmayan yerinde sanki yalnızlığı devleşiyor…

    Ben de dilim döndüğünce başıma gelenleri anlatınca kaşları çatılıyor. Kısaca düşündükten sonra; “Merak etme ben trendekileri tanıyorum, senin için konuşur bisikleti almalarını rica ederim!” deyince dünyalar benim oluyor. “Kondüktörler bayan mıydı erkek miydi?” diye sorunca hemen: “Kadındı” diye cevaplıyorum. Göz kırparak; “İyi o zaman çünkü ben erkek olanları tanıyorum.” deyince iyice rahatlıyorum…

    Bir iki dakikalık sohbetin ardından tren görününce kalbim de deli gibi atmaya başlıyor. Yine aynı ritüelin ardından bir metrelik metal levhayı yerleşitrmek için kapı açılınca ise başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor: az önceki iki bayan kondüktör ilerideki bir durakta tren değiştirmiş olmalılar ki aynen karşımda duruyorlar.

    Kevin, ben ve kondüktörler Hint dizilerindeki aktörler gibi sıra ile birbirimizi süzüyoruz. Ben suç üstü yakalanmış gibi bakarken kondüktörler de sabırsız bir şekilde Kevin’a dönüp, bir şeyler anlatmaya çalışan adamcağızı dinliyorlar…

    Ama nafile, suratlarında “Kural kuraldır!” bakışı, levhayı içeri almak için hamle ederken, Kevin bir kez daha ısrar ediyor. Artık neredeyse sinirden ağlamak üzereyim. Suratım ne hale gelmiş olmalı ki sonunda insafa gelip; “Nakitin var mı?” diye sorunca hızlıca kafamı sallıyorum. “Tamam, içeri gir ve kimse görmeden bisikletini vagonun en dibine götür.” deyince kendim bile anlamadan iki saniye içinde vagonun o en dibinde oluveriyorum.

    Çok geçmeden kondüktörlerden birisi elinde bilet ve ekstra yük makbuzuyla yanımda bitiveriyor. Kısa ama okkalı bir fırçanın ardından, ikiyüz kilometrelik kısa bir tren yolculuğu için tam altmış dolar para ödüyorum. Neyse, yeniden yola düştüm ya feda olsun…

    Tren bayağı lüks. Çünkü sonradan öğreneceğim ki burada insanlar ulaşım için karavanlarını kullanırken, trene sadece lüks bir seyahat etmek istediklerinde biniyorlar.

    Her neyse o kadar gerilmiş olmalıyım ki, rahatlayınca birden bire uykum geliyor. Etrafı izlemek için can atmama rağmen, beş dakika içinde gözlerim kapanıyor ve Kalgoorlie’ye kadar da açılmıyor…

    KALGOORLIE: GÜNLER SONRA İLK TRAFİK LAMBASI

    Trenin yavaşlamasıyla birlikte gözlerim de açılıyor. Kalgoorlie Batı Avustralya standartlarına göre bayağı büyük bir yerleşim yerine benziyor benziyor. En azından gerçek bir istasyonda duruyoruz. Avustralya’ya geldiğimden beri, buranın temel sorunu olduğuna inandığım insan kıtlığı yüzünden olsa gerek, danışma işleri için hep call center veya internet sitelerine yönlendirilmiştim. Hiç değilse burada danışma vardır, konuşup bilgi alabilecek birilerini bulabilirim diye son derece sevinçliyim.

    Ama tabii ki yine düşündüğüm gibi olmuyor. Trenden inip, nispeten büyük olan istasyonda turlamama rağmen ne açık bir ofis, ne de bilgi alabilecek birisini bulabiliyorum. Derken duvardaki çalışma saatlerini gösteren tabelayı görünce jetonum düşüyor: Hafta içi çalışma saatleri sabah altı buçuk ile öğleden sonra üç arası ve saatim üçü çeyrek geçiyor.

    Yine hüsran. Ama artık alışmaya başladığım için o kadar koymuyor. Hemen yola düşüyorum. Kalgoorlie gerçekten büyük sayılır. Hatta istasyonun hemen çıkışında bir trafik lambası görünce gözlerime inanamıyorum. Ana caddede bir iki tur atıp pek bir şey bulamayınca, telefonumdan araba kiralayan firmaları araştırıyorum. Gittiğim iki yer de boş çıkıyor. İkisi de şehirdeki ofislerini kapatıp havaalanına taşınmışlar.

    Derin bir nefes alıp, havaalanına doğru yola düşüyorum. Hava çok sıcak ve, abartısız bütün binalar tek kat olduğu için hiç gölge yok. Dilim damağım kuruyarak havaalanına giderken gördüğüm herkesin Southern Cross’daki işçiler gibi giyindiğini görmek dikkatimi çekiyor. Bir de burada hiç normal binek araba yok. Bütün araçlar kamyonet ve hepsinin kasasında birbirine benzer garip bir alet ile ön kaputlarının üzerinde kocaman birer telsiz anteni var. Zihnimi biraz zorlayınca burasının aslında bir “Altın Madeni Kasabası” olduğunu hatırlıyorum. o zaman gördüklerim biraz yerli yerine oturmaya başlıyor.

    On beş kilometrelik sürüşün ardından havaalanına varıyorum. Ufak tefek de olsa uçakları görünce kendimi yeni bir gezegene gelmiş gibi hissediyorum.

    Araba kiralayan firmaların üçü de birbirine komşu üç binada. Sırayla tavaf ediyorum. Ama sıfıra sıfır, elde var sıfır. Çölü geçmek için Kalgoorlie’den Adelaide’e kadar olan iki bin kilometrelik mesafe için araç kiralamam gerek. Yalnız Kalgoorlie’nin bağlı olduğu eyalet Batı Avustralya iken, Adelaide’ınki ise Güney Avustralya. Ve eyaletler arası araç kiralama yapılmıyor. Yine taşa tosladık. Bu Avustralya tam da: “Seni öldürmeyen şey, seni sadece güçlendirir!” tarzı bir deneyim olmaya başladı benim için…

    Geriye iki yol kalıyor: Ya bisiklete binip her şeye rağmen sürmeyi deneyeceğim, ya da uçağa binip önce Perth’e dönecek, oradan da yine uçakla Adelaide’a gideceğim. Kafam o kadar karışık ve düşünceleim o kadar yorgun ki. O yüzden seçim yapmayı erteleyip, kalacak bir yer bulmaya karar veriyorum.

    RED KIT’IN ÇAĞDAŞ VERSİYONU

    Telefondan yaptığım araştırmanın sonuçları hiç de hoş değil. Burada oteller daha da pahalı. Altın madenleri yüzünden olmalı diye düşünüp, biraz da gezerek araştırmaya karar veriyorum. Bisikletle rolantide giderken gözlerim parlıyor, çünkü Perth’den beri ilk kez bir Coles hipermarket görüyorum. Tabii ki içimde artık iyice yer etmeye başlayan açlık korkusu hemen devreye giriyor ve Karayel’i kilitleyip dalıveriyorum.

    Yiyecek ve içeceklerin sadece görüntüsü bile sarhoş olmama yetiyor. Çok bir şey almamama rağmen yaklaşık bir yarım saat turluyorum içeride. Zaten dışarıdaki cehennem sıcağından sonra içerideki klima serinliği cennetteymişim gibi hissettiriyor.

    Elimde torba ile Karayel’e atlayıp tekrar turalamaya başlıyorum. Ve birden bir mucize oluyor. Yolun karşı tarafında gördüğüm bir otelin tabelasında “Promosyon - Geceliği Doksandokuz Dolar” yazıyor. Durup gözlerimi ovalayıp tekrar bakıyorum. Yine aynı olduğunu görünce hemen karşıya geçiyorum.

    Karayel’i otelin duvarına yaslayıp, kafamda kask ve elimde market poşeti ile otele girdiğimde ise hayatımın şoklarından birisini yaşıyorum. Küçük bir lobinin açıldığı bara girer girmez dikkatimi ilk çeken, ellerinde koca koca bira bardaklarıyla yuvarlak bir barın etrafına sıralanmış, günün o saati olmasına rağmen hepsi de sarhoş görünen madenciler oluyor. Sonrası ise tam bir sürpriz, çünkü barın ortasında ise onlara hizmet eden barmaid’ler var. Yalnız burası önemli, çünkü barmaidlerin üzerinde giysi namına pek bir şey yok!!!

    Bu görüntü ile birlikte Kalgoorlie zihnimdeki gerçek yerine oturuyor. Burası bildiğin bir altın madeni kasabası. Tıpkı küçükken okuduğum Red Kit çizgi romanlarında olduğu gibi. Biraz daha modern görünümlü ama özünde hiç bir farkı yok. Şu anda tek eksik olan, havaya metelik atıp silah sıkan kovboylar. Ama onları görsem de hiç şaşırmayacak bir haldeyim.

    Bir iki saniyelik şaşkınlığımın ardından, bana bakan barmaidlerin yüzünde de benimkine yakın bir şaşkınlık olduğunu fark ediyorum. Öyle ya, o anda çıplak kadınlarla dolu bir madenci barında, kafasında kaskı, elinde market poşeti çölün ortasında bisiklet sürmeye çalışan birisi onlardan çok daha garip kaçıyor…

    Silkinip dışarı çıkmamla birlikte gülmeye başlıyorum. Gerçekten de layığımı buldum, bildiğin abzürt bir filmin içindeyim sanki…

    “ALTINTOZU” YATAKHANESİ

    O sırada Ant arıyor. Merak etmiş. Olanları anlatınca katıla katıla gülüyoruz. Yiyecek, içiecek, kalacak yer sıkıntımı bildiğinden, o da bana yardım etmek için internetten gittiğim yerlerdeki marketleri, otelleri vs kolaçan etmeye başlamış. Kalgoorlie’de bir hostel bulduğunu, oraya bir bakmamı söylüyor. Hostel bende hep öğrenci seyahatlerini çağrıştırdığı için böyle bir yerde hostelin ne işi var ki acaba diye düşünmeden edemiyorum. Adı “Kalgoorlie Backpackers”. Navigasyondan kontrol edip, yakınımda olduğunu görünce seviniyorum.

    Bir kaç dakika içerisinde kapısındayım. Ve tabii ki yine kapı duvar ve danışabilecek kimse yok. Biraz bekleyince kapı açılıyor ve iki madenci dışarı çıkarken ben de içeriye dalıyorum. İçerisi eski püskü ve tozlu koltuklarla dolu. Ortalıkta hiç kimse görünmüyor. Biraz ilerleyince yarı çıplak oturan iki genç görüyorum. Sorunca resepsiyonda kimseyi bulamayacağımı, çünkü yatakhanenin dolu olduğunu söylüyorlar. Suratım asılmış olsa gerek, acıyarak, az ileride “Golddust Backpackers-Altıntozu Yatakhanesi” diye bir yer daha olduğunu, bir de orayı denememi söylüyorlar.

    Bu sefer şansım tutuyor. Girer girmez Jen ile tanışıyorum. Yirmilerinin başında sürekli gülümseyen bir kız. Onu görünce biraz içim açılıyor. Üstelik yatakhanede yer de varmış. Normal hostellere göre bayağı pahalı ama buranın standartlarına göre oldukça ucuz. Biz konuşurken erkek kardeşi geliyor. Burayı geçen sene devralmışlar. başlangıçta bayağı sıkıntı çekmişler ama işleri yavaş yavaş düzeliyormuş.

    Sohbeti biraz daha derinleştirince tahminlerimde yanılmadığımı anlıyorum. Kalgoorlie’de her şey altın etrafında dönüyor. Dünyanın dör bir yanından gelmiş, genci yaşlısı, kadını erkeği bir sürü madenci ile dolu bir kasaba. Zaten yatakhanenin girişindeki madenci botları ile dolu ayakkabı rafı her şeyi anlatıyor. Bin bir umutla buraya gelerek önce iki büyük madende işe girip biraz para biriktiryorlarmış. Bir kamyonet ve dedektör kiralayacak kadar para biriktirince de kendileri altın aramaya başlıyorlarmış. Taa ki paraları bitip, tekrar büyük madende çalışmaya dönene dek. Etraftaki tipleri bir görseniz; gerçekten de çılgın bir yer burası…

    YENİDEN KARAR ZAMANI

    Eşyalarımı kilitli dolabıma yerleştirip yatağıma uzanmamla birlikte düşüncelerim de normale dönmeye başlıyor. Bir karar vermem lazım. Çölde bisiklet sürmek en büyük hayallerimden biriydi. Şu anda bunu yapmayı her şeyden çok istiyorum ama hem çok riskli, hem de çok pahalı. Aç bi-ilaç da olsa belki çölü geçebilirim ama paramın biteceği kesin. O zaman da Doğu Avustralya’yı ve özellikle de dünyanın en güzel bisiklet rotalarından birisi olduğu söylenen ‘Great Ocean Road’u geçemeyeceğim.

    Tanrım ne kadar zor. Karar veremiyorum. Sanki bir şeylerin olup, vereceğim kararı kolaylaştırmasını bekliyorum. Ama hiç bir şey olmuyor. Sıkılıp dışarı çıkmaya, bir şeyler yiyip içmeye karar veriyorum.

    Artık hava kararmış. Yolda evsiz ve sarhoş Aborijin’lerle karşılaşıyorum. Sürekli küfür ediyorlar. Aslında orijinal hallerine, mitolojilerine ve yaşam felsefelerine hayranım. Hatta o kadar ki sol kolumun yarısını yaratılış efsanelerinin baş kahramanı olan semendere ait bir dövme kaplıyor.

    Yanlarından geçerken bir tanesi bana dönerek; “Eminim ibnenin tekisin diyor.”. Aldırış etmeyip devam ediyorum. Üzülüyorum ama kendimden çok onlar için, daha doğrusu öylesine saygın bir kültüre sahip kadim bir bir halk, sadece bir kaç yüz yıldır buraya yerleşmiş olan beyaz nüfusun arasında bu hallerde yaşamak zorunda kaldığı için…

    Keyifli bir akşam yemeğinin ardından Golddust’a döndüğümde beklediğim işareti buluyorum. Jen beni yatakhanede kalan bir başka bisikletçi ile tanıştıracağını söylüyor. Bir kaç dakika içinde ortak-mutfaktaki büyük masalardan birinde Tobias’la sohbete başlıyorum. Otuzlu yaşlarında bir Alman vatandaşı. Yaklaşık bir yıl önce yola çıkmış ve on altı bin kilometre yol yaptıktan sonra parası bitince bir süreliğine burada duraklamaya karar vermiş. Kendisi bir muhasebeci ve maden sektörü yüzünden burada çok iş olduğunu, yeniden yola çıkacak parayı biriktirene kadar çalışacağını söylüyor.

    ÇÖLE VEDA

    Benden farklı olarak Tobias ‘Yüklü ve Yavaş’ olarak yol alıyor. Bir iki günlük yiyecek ve suyunu yanında taşıyıp, akşamları kurduğu çadırda kalıyor. Şansıma o doğu tarafından gelmiş ve önümdeki yolu biliyor. Laf lafı açıyor. Ekipmanımı değiştirip, ‘Yüklü ve Yavaş’ modeline geçmezsem çölü geçmemin çok zor, uzun ve pahalı olacağını o da onaylıyor. Ve çölü pas geçerek Adelaide’a uçup, oradan ‘Great Ocean Road’da sürmemin daha iyi bir fikir olduğunu söyleyince ben de o çok zorlandığım kararımı veriyorum.

    Biraz daha sohbetin ardından kız kardeşim Evrim’e mesaj atıyorum. Kendisi eski tur organizatörü. Uçak bileti için yardımını istiyorum. O bakarken ben de internetten bir şeyler bulmaya çalışıyorum. Bir iki saat içinde hallediyoruz. Üstelik neredeyse Indian Pacific treni’nden daha ucuza. Burası gerçekten çok acayip bir yer…

    İnanılmaz ama sanki bütün sorunlarım hallolmuş gibi. Ertesi gün öğlen ikide önce Perth’e, ardından da Adelaide’a yani medeniyete uçuyorum… Bir yandan çok rahatlamış hissederken, diğer yandan da görmeyi çok istediğim çölü pas geçeceğim için içim sızlıyor, ama yapacak bir şey yok…

    O çok zor kararı aldığım için rahatlamış bir halde odama çıkıyorum. Sohbet esnasında Tobias’ın bahçede boş bir bisiklet kutusu gördüğünden bahsettiğini hatırlayınca tekrar aşağı inip arka bahçeyi kolaçan ediyorum. Gerçekten de orada duruyor. Şansım döndü mü sanki ne…

    Odama dönüp, ertesi gün acele etmeme gerek olmadığından günlerdir ilk defa yavaşlığın tadını çıkara çıkara yatağıma giriyorum. Yalnız bir sorun var. Bu gün havaalanına gitmek dışında neredeyse hiç pedal basmadığımdan olsa gerek, günlerdir üst düzey performansa alışmış olan metabolizmam yorulmadığı için cin gibiyim. Bir türlü uykum gelmiyor. Üzerine oda arkadaşımın horlamaları da eklenince sabaha kadar neredeyse gözümü bile kırpmıyorum.

    TERK EDİLEN THIJS

    Erken kalkmama gerek kalmıyor. Çünkü zaten neredeyse hiç uyumadım. Günün ilk ışıkları ile aşağıya inip Karayel’i demonte etmeye başlıyorum. Başlangıçta her şey yolunda gidiyor. Neredeyse hiç zorlanmadan kutuya sığacak hale getiriyorum. Yalnız pedallar o kadar sıkışmışlar ki. Üstelik çok büyük olduğu için yanıma pedal anahtarı da almamıştım. Elimdeki çoklu anahtarla halletmeye çalışıyorum ama bütün denemelerim boşa çıktığı için giderek sinirlenmeye başlıyorum.

    Sonuç yok. Kendimi kontrol ederek, sinirlenmektense bir mola verip mutfakta bir şeyler atıştırmanın daha akıllıca olacağına karar veriyorum. Önceki gün marketten aldığım ekmek ve kaşar peyniri aklıma gelince ağzım sulanıyor.

    Çok erken olduğundan olsa gerek mutfakta henüz hiç kimse yok. Keyifle sandviçimi hazırlamaya başlıyorum. Yanına bir de kahve yaparken yirmili yaşlarının başında sarışın bir çocuk gelip uykulu gözlerle merhaba diyor. Selamını alıp, sandviç ister mi diye soruyorum. Nazikçe teşekkür edip oturduğu sandalyede gözlerini ovalamaya başlıyor.

    Çekici bir yanı var. Kendime engel olamayıp sohbet etmeye başlıyorum. Adı Thijs. Hollandalı. O da evini barkını bırakmış, bisikletiyle dünyayı gezmeye çalışıyormuş. Bu arada da videolar çekip kendi kanalında yayınlıyor. Bir iki aydır buralardaymış.

    “Ne yapıyorsun burada?” deyince anlatmaya başlıyor. Bir çocukluk arkadaşının davetiyle buraya gelmiş, ama arkadaşı onu bırakıp gitmiş. O da parası bitince ne yapacağını bilemeyip madencilik kursuna kaydolmuş ve önceki gün diplomasını almış. Bu gün yarın çalışmaya başlayacağı için çok heyecanlı olduğunu söylüyor.

    O da beni soruyor, ben de anlatınca sohbet epey koyulaşıyor. Vaktin nasıl geçtiğini anlamadan epey konuşuyoruz. Bir süre sonra dikkat ettiğimde mutfağın neredeyse dolmuş olduğunu fark ediyorum. Ve aniden Karayel’in inatçı pedallarını hatırlayınca acele etmem gerektiğini hissediyorum. Zar zor bulduğum o uçağı kaçırıp burada mahsur kalmak gerçek bir felaket olur…

    Alışverişten kalan peynir, konserve balık, ekmek vs’yi Thijs’a hediye ediyorum. Duygulanıp çok eşekkür ediyor. Vedalaşıp tekrar bahçeye dönüyorum. Karayel’in pedalları aynen bana bakıyor. Ani bir kararla kadroyu elime alıp dışarı çıkıyorum. Yanlış hatırlamıyorsam dün gelirken bir araba tamircisi görmüştüm. Eğer açıksa onda muhakkak anahtar vardır diye düşünüyorum.

    KAHROLASI PEDALLAR

    Gerçekten de iki blok ötedeki tamirciyi bulmam beş dakikamı almıyor. İçerideki tamirci çocukla selamlaşıp yardım isteyince Avustralya’ya has bir şekilde: “No worries” deyip pedalı sökmeye çalışıyor. Çalışıyor ama ne yaparsa yapsın bir türlü sökemiyor. Epey bir süre uğraştıktan sonra pes edip, bana tern istasyonunun orada bir bisikletçinin yerini tarif ediyor.

    Endişelenmekten nefret etmeme rağmen kendimi engelleyemiyorum. İçimden de: “Neden hep bunlar benim başıma gelip duruyor!” nidaları yükselirken kadroyu elime alıp çıkıyorum. Golddust’a dönüp Karayel’i tekrar birleştirdikten sonra eşyalarımı da alıp sürerek gidebilirim. Ama bir aksilik çıkıp da bisikletçiyi bulamazsam veya pedalları sökemezse o zaman tekrar Golddust’a dönüp Tobias’tan veya Thijs’tan yardım istemem gerekecek.

    Bir karar vermem gerek. Fazla vaktim olmadığı için risk alıp bisikletçiye doğru hızlıca yürümeye başlıyorum. Güneş bayağı yükselmiş ve sıcak yine iş başında. Kısa sürede ter içinde kalıyorum. Ve tabii ki yol yürü yürü bir türlü bitmek bilmiyor. Stres yaşamaktan o kadar usandım ki…

    Neredeyse yarım saatlik hızlı bir yürüyüşten sonra Avanti Bikes’ın kapısından girdiğimde meşhur zil sesi ile birlikte harika bir klima serinliği tarafından karşılanıyorum. Keyifle kapanan gözlerimi açtığımda karşımda hafiften kısa boylu, kısa saçlı, orta yaşlı, ciddi görünümlü ve gözleri parlayan bir bayan duruyor. Adı Anna’ymış. Durumumu anlatınca: “Sorun yok, hallederiz, sen git bisikletin kalanını getir.” diyor.

    Kaybedecek vakit yok, çabucak çıkıp yine hızlıca ve yine kan ter içinde Golddust’a dönüyorum. Eşyalarımı ve Karayel’in kalanını alıp Avanti’ye dönerken haliyle daha da bir kan ter içerisinde kalıyorum. Aklım da sürekli pedallarda. “Acaba sökebildiler mi?”. Negatif bir cevabı düşünmek bile istemiyorum.

    “Uçağı kaçırır mıyım acaba?”. Hayır buna dayanamam…

    BURALARDA HER ŞEY SUDAN UCUZ

    Yanımdaki tek normal tişört üzerimde sırılsıklam, perişan bir halde bisikletiçiye varınca Anna halime acıyıp bana su ikram ediyor. Buralarda hiç kaynak suyu yokmuş. Bütün su taşıma yoluyla getiriliyormuş. O zaman suyun neden bu kadar pahalı olduğunu daha iyi anlamaya başlıyorum.

    Neyse pedalları sökmüşler. Anna’yla sohbet etmeye başlıyoruz. Kocası tam bir bisiklet hastasıymış. Önceleri bu mağazada işçi olarak çalışıyormuş. Bir kaç yıl önce de eski sahibinden devralmışlar. Şanslarına o zamandan beri maden sektöründe işler pek iyi gitmiyormuş. Ama bu sene biraz yüzleri gülmeye başlamış: “Madenlerde işler iyi gidiyor, dolayısıyla bizim satışlar da fena değil.” diyor.

    Saat ikide uçağım olduğunu söyleyip, buralarda taksi var mı diye soruyoum. Taksi olmadığını ama merak etmememi, ayarlayacağını söylüyor. “Saat yarım iyi mi?” deyince, ne olur ne olmaz diye düşünerek “Oniki olsun.” diyorum. Başıyla onaylayınca bu işi de halletmiş olduğum için içten içe seviniyorum.

    Anna’ya nereden ucuz t-shirt alabilirim diye soruyorum. ‘Target’a git diyor. Yine kan ter içinde yürüyüp, Target’a girince cennete gelmiş gibi serinliyorum. Ama su almayı unuttum. Girişteki Gloria Jeans’te küçük suya 4$ bayılıyorum. Ardından aldığım t-shirt ise 5$, neredeyse sudan ucuz…

    Saat onikide Avanti’ye dönüyorum. Her şey hazır. Arabayı beklemeye başlıyorum. Dakikalar geçiyor ama bir türlü gelmiyor. Hayır, büyük bir yer de değil ki trafik vs olsun. Endişe yine yakama yapışıyor ve dakikalar sıkıntıyla geçmek bilmiyor.

    Derken saat yarımda taksim geliyor. Eski püskü bir minibüs. Hop diye içinden zıplayıveren şöförü ise daha da ilginç. Enerjik hareketlerle kutulanmış Karayel’i ve diğer eşyalarımı bagaja koyarken. Ben de Anna ile vedalaşıyorum.

    O ZAMAN ANNENLE YATAYIM!

    Şöförümün adı Vicey. Hindistan’ın Pencap eyaletinden. Sürekli gülüyor ve hiç durmadan konuşuyor.

    Zengin bir ailenin çocuğuymuş. “İşe yaramaz’ın tekiydim.” diyor. Yıllarca hiç çalışmayıp, hep para harcayınca ailesi bunu kovmuş. “İngiltere, Kanada Amerika ya da Avustralya, seç birini!” demişler, o da havasi guzel diye Avustralya’yı seçmiş. Cok havaiymiş, yirmisekiz yaşına kadar çalışmayıp hep baba parası yemiş. Bir gün karısı para isteyince; “Annemden iste.” demiş, karısı da; “Ben annenle değil seninle evlendim! İstersen yatağa da annenle gireyim!” deyince jeton biraz düşmeye başlamış. Altı sene Sydney’de, İki sene Perth’de yaşamış. Şimdi de iki yildir karısı ile birlikte Kalgoorlie’de yaşıyormuş. “İlk paramı kazandığımda sevinçten ağlamıştım!” diyor.

    Yol boyunca konuşuyor da konuşuyor. Buralardan kurtulacağımdan olsa gerek, enerjisi bana da geçiyor. Havaalanına kadar hiç müdahale etmeden, kafamı sallayarak ve gülümseyerek dinlemeye devam ediyorum…

    Havaalanı pek sakin. Çabucak bilet ve bagaj işlemlerimi tamamlayıp bir fincan kahve eşliğinde klimalı salonda kalkış saatini beklemeye başlıyorum. Derken minik salon kadınlı erkekli madenci kıyafetli insanlarla hınca hınç dolmaya başlıyor. Anlaşılan buldukları altınları harcamak için Perth’e gidiyorlar. E bu Allah’ın unuttuğu yerde bunu haketmiyor da değiller hani…

    Uçak havalanınca yukarıdan madeni görüyorum, gerçekten devasa ve son derece etkileyici. Spiral şeklinde kıvrılarak aşağıya doğru inen koca koca kamyonlarla dolu yol, dibinde neredeyse iki üç yüz metre derinliğe kadar ulaşıyor.

    Bir saat bile geçmeden Perth’e iniyoruz. Medeniyete döndüğüm için keyfim yerinde ama çölden uzaklaştığım için de içimde bir burukluk yok değil.

    Havaalanında uçağımı beklerken Evrim, Ant, Sinan üçlüsüyle WhatsApp’ta lojistik işlerimde yardımcı olmaları için yeni bir grup kuruyorum. Bu işi tek başıma beceremeyeceğim artık neredeyse kesinleşti. Grup sayesinde kısa sürede Adelaide’daki otel rezervasyonum da hallolunca, serin havaalanı binasında keyifle beklemekten başka yapacak bir işim kalmıyor.

    Adelaide’a giden uçak da full. Onbeş dakika gecikme ile kalkıyoruz. Kulağımda kulaklık: ‘Gente di Mare’ çalıyor; ‘Denizin Oğlu’. Evet, Denizin Oğlu bu çöllerde çok çekti, ama buraları terk ettiği bu son anda anlıyor ki galiba buralara aşık olmuş.

    Bugüne kadar pek çok güzel yer gördüm. Hatta aşık olunabilecek kadar güzel pek çok yer. Ama Batı Avustralya kırsalı gerçekten çok farklıydı. Bu resmen Mars’a gelmek gibi bir şeydi…

    Hissettiklerim o kadar farklı ve anlatılmaz ki… Sanki bir ucubeye, onun eşsiz garipliğine, kalbindeki uçsuz bucaksız ve bambaşka doğasına aşık olmuş gibiyim. Sanki tanrının nefesi olan aşk, dibime kadar gelip beni sarmaladıktan sonra, nanik yaparak çekip gitmiş gibi hissediyorum. Ama yağma yok, yine geleceğim!!!

    Uçaktan aşağıyı süzerken, binbir zahmetle geçtiğim, ip gibi görünen o ıssız yolda kendimi bisiklet sürerken hayal edip, “Ben bu kadar yolu nasıl gelmişim?” diye hayret ederek gülümsekten kendimi alamıyorum…

    Ve artık kendimi tutamıyorum; gözyaşlarım boşanıveriyor…

    Kahretsin uçak da tıka basa doluydu!!!

    My Image
  • My Page

    Bisikletle Akdeniz

    Torosların Eteklerinden Sahil Boyunca Akdeniz

    Learn More

    Şubat 2019

    Learn More
    My Image

    Gerçekten inanılmaz: İstanbul buz gibiydi ama buralara şimdiden bahar gelmiş. Otların baharla gelen deli yeşili, meyve ağaçlarının dallarındaki bembeyaz mısır patlaklarıyla atışıyor sanki. Renkler o kadar kışkırtıcı ki, insanın otları ve çiçekleri çiğ çiğ yiyesi geliyor. Dağlar heybetli, deniz uçsuz bucaksız. Güneş ile bulutlar tiyatro ışıkçısı gibi bir dağları bir denizi pozluyorlar sahnede. İkisi de gelinlik kızlar gibi, ben güzelliklerini idrak ettikçe sanki daha da coşup en cazibeli pozlarını vermenin yarışına girişiyorlar. Ve yine oluyor, aklım duruyor, pedallamaktan hipnoz olmuş bir halde, artık düşünmeyi bırakıp ağzım bir karış açık, ilkel halime dönüşüveriyorum… Budur…


    Evet, iki teker üzerinde kendimden kendime yolculuklar yapmaya ve kendi çapımda minik gezi yazıları yazmaya devam ediyorum. 
    Önceki yazımı okumuş olanlar hatırlayacaklardır, “Avustralya Kıta Geçişi” öncesi bu son antrenman turum olacak. Kızıl Kıta’nın önce zorlu çöllerinde, sonra da karlı dağlarında sürüşe başlamadan önce hem kendimi, yani bedenimi ama özellikle zihnimi, hem de ekipmanlarımı denemek için artık bu son fırsat…

    Şans yüzüme güldü ve yine haftalar süren hava durumu takibi sonucunda, Antalya-Anamur-Silifke-Mersin-Adana hattında dört günlük bir açıklık yakalayabildim. Zaten bu mevsimde Türkiye’nin başka bir yerinde uzun sürüş yapmak pek olası değil.

    Açıklığı görür görmez THY’den dört gün aralıklı gidiş-dönüş biletimi alıyorum. Biraz iddialı oldu sanki ama sorun çıkmazsa beş yüz altmış kilometrelik yolu dört günde alabilirmişim gibime geliyor. Hem zaten ortalamamı bu seviyelere çekmezsem Avustralya’da işim çok zor olacak, o yüzden kendimi biraz zorlamayı uygun görüyorum.

    BAKALIM HANGİMİZ DAHA ÇABUK VARACAK

    Uçak biletimi neredeyse otobüsten daha ucuza alınca pek keyifleniyorum. En çok da muavinlerle bagaj çekişmesi yaşamayacağım için seviniyorum. THY, kilosu uygunsa bisikletleri kayak, sörf veya snowboard gibi spor aletleri kapsamına sokarak hiç sorun etmeden taşıyordu. Yalnız son zamanlarda bisikletlerin paketlenmesi zorunluluğunu getirdiği için işler biraz sıkıntılı. Ama ben de şöyle bir yol bularak bu sorunu aştım: Soft-case yani sert olmayan bir bisiklet çantası aldım. Tekerlekleri söktüğümde bisiklet rahatça bu çantaya sığıyor ve kolayca uçağın bagajına verebiliyorum. Çantanın boş haliyle kapladığı alan ise katlandığında bir sırt çantası kadar. Uçaktan inince çantayı katlayıp, en yakın kargo ofisinden gideceğim şehirdeki havaalanına en yakın şubelerine kendi adıma postalıyorum. Böylelikle vardığımda hazır halde beni bekliyor oluyor. Hatta “Bakalım hangimiz daha çabuk gideceğiz?” diye kendime motivasyon bile yapıyorum.

    Yalnız burada dikkat edilmesi gereken bir iki husus var. Birincisi, uçuş esnasında lastikleri indirmek gerekiyor yoksa uçak gökyüzündeyken basınç azalması yüzünden patlayabiliyorlar. Diğeri ise çantayı özel bagaj konumunda vermek. Bunun için çantayı check-in kontuarının yakınında duran özel taşıma aracına bırakmanız gerekiyor. Ben bir de aracı almaya gelen görevliyi bekleyip, çantanın içinde bisiklet olduğu için mümkünse özenli davranmalarını rica ediyorum. Bir de çantayı uçağa en son yükleyebilirlerse çok memnun olacağımı söylüyorum, bu sayede varış havaalanında uçaktan ilk inen çanta olduğu için bisiklete herhangi bir zarar gelmiyor.

    1.GÜN / ANTALYA-GAZİPAŞA / 160 km yol - 700 mt irtifa

    En erken uçuşa bilet aldım ve sabah dört buçuk gibi uyanıp havaalanına yollandım. Ama yine de indi, bindi, bisikleti kurdu vs derken ancak on buçuk gibi sürüşe başlayabileceğim için canım biraz sıkkın. Çünkü yolum uzun ama mevsim dolayısıyla gündüz sürüş saatleri hala sınırlı. Bugün yüzotuz kilometre civarı sürüp Alanya’ya varabilirsem iyi diye düşünüyorum. Zaten çok erken kalktığım ve yol yorgunu olduğum için kendimi ilk günden çok fazla zorlayıp kalan günlerde sıkıntı yaşamak istemiyorum.

    My Image

    Sorunsuz bir uçuşun ardından tam vaktinde Antalya’ya varıyorum. Yolda bir yarım saat kestirdim ama yine de biraz yorgun hissediyorum. Çıkış salonuna vardığımda tam tahmin ettiğim gibi çantayı beni beklerken buluyorum. Son yüklenen çanta olduğu için ilk olarak o çıkmış ve daha diğer valizler banda düşmeden gelmiş beni bekliyor.

    Vakit kaybetmemek için hemen çantayı dışarı taşıyıp, Karayel’i yeniden tek parça haline getirmeye başlıyorum. Önceki yazımı okumayanlar için hatırlatayım: Karayel bisikletimin daha doğrusu yol arkadaşımın adı.

    Karayel’i kurarken çocukluk arkadaşım Volkan geliyor. Kendisi Antalya’da yaşıyor ve fırsat bu fırsat beş on dakika laflarız diye gelmeden önce aramıştım. O da sağolsun kırmayıp gelmiş. Bir de rica ettim çantayı benim için kargolayıp bana en azından kıymetli bir sürüş saati kazandıracak.

    Karayel’i kamyonetinin arkasına yerleştirip havaalanı yakınlarındaki bir benzinlikte laflamaya gidiyoruz. İçine şeker boca ettiğim iki duble çayın ve kısa zamana sıkıştırmaya çalıştığımız yoğun muhabbetin ardından helalleşiyoruz. O kamyonetine atlayıp Antalya’ya dönerken, ben de Karayel’e atlayıp Alanya’ya doğru yola çıkıyorum.

    YENİDEN YOLLARDA

    İşte oldu, yine yollardayız. Turdan önceki son gün ve seyahat genelde stresli oluyor ama daha ilk pedalla birlikte bütün kaygılarım uçup gidiveriyor. Yeniden bir özgürlük duygusu her yanımı sarmaya başlıyor. Hava çok güzel. Güneş karşımdan gözlerime vuruyor ama olsun rüzgar arkamda ve neredeyse kayar gibi gidiyoruz. Keyfim iyice yerine gelince bir de ıslık tutturuyorum. Şeritler akmaya, yol artık geri saymaya başlıyor. Budur…

    Önceki yazımın ardından yapılan yorumlarda en çok sorulan soru bu işi neden yalnız yaptığımdı. Dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım. Yalnız sürmek yerine grup halinde tura çıkarken aslında iki basit takas yapıyorsun: Birincisi, özgürlük yerine güvenliği, diğeri de kendine yolculuk etmek yerine arkadaşlarınla eğlenmeyi tercih ediyorsun. Basitçe söylemek istersek: Benim şu anki seçimlerim özgürlük ve kendini keşiften yana olduğu için yalnız takılmayı tercih ediyorum. Eğer siz de kendinizi tanıdığınızı düşünüyorsanız, o kadar emin olmayın. Bir kaç günlük bir bisiklet turu yapın, ne demek istediğimi anlarsınız. Ha bir de, kendinizi keşfederken etrafınızda kimseler olmasa daha iyi olur diye düşünüyorum…

    Çok özgürleştirici bir şey bu bisiklet turu. Ne astını çalıştırmak için korkutmak ne de üstünü yağlamak için yalakalık yapmak zorundasın. Veya çocuklarının ne işe yarayacağından emin olmadığın orta eğitimini, ölünce kime kalacağını bilemediğin evin taksitini, ya da daha gitmeden ödemesinin dert olduğu gelecek yaz tatilini de düşünmüyorsun. Tek düşündüğün pedalları döndürmek. O da zaten bir noktadan sonra, tıpkı mevlevilerin dönmesi gibi seni alıp başka diyarlara götürüveriyor.

    Gittiğin sürece kendinden başka kimse ile ne rekabet etmek ne de iş birliği yapmak zorunda değilsin. Sadece sen varsın bir de inanıyorsan yukarıdaki Tanrı veya hayat veya adına her ne diyorsanız o yaratıcı güç. O yüzden de yol boyunca Tanrı’nın biricik sevgili kulu sadece sen oluyorsun. O kadar özel bir şey ki bu!!!

    My Image
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara

    ÇİLEKÇİ HEMŞERİM MÜSLÜM

    İşte yine tam da böyle hissederken yol kenarında çilek standları belirmeye başlıyor. Fotoğrafını çekmek için bir tanesinin önünde duruyorum ki yolun karşısından güleç yüzlü bir genç seyirtip yanıma geliveriyor. Daha kulaklıklarımı çıkartamadan kocaman bir çileği elime tutuşturuyor: “Abi ye” diyerek. Gülümsemem daha da büyürken neşeyle ısırıveriyorum kan kırmızısı meyvayı. Ummadığım kadar lezzetli. Hayret edip kalanını da atıveriyorum ağzıma. Adını soruyorum; “Müslüm” deyiveriyor. Sıradaki soru tabi ki kaçınılmaz: “Nerelisin Müslüm?” oluyor. “Urfalıyım abi” deyince, hemşerimi bulmanın sevinciyle daha da neşelenip elini sıkıyorum güler yüzlü hemşerimin.

    Laf lafı açıyor. Derken beklenen soru geliyor: “Yolculuk nereye abi?”. Gülerek “Adana’ya” deyince önce gözleri büyüyor, ardından da: “Gidebilir misin abi oraya kadar?” diye hayretle soruyor. Gözlerinde hem şaşkınlık var hem de bu turlarda Müslüm gibi insanların gözlerinde görmeye bayıldığım şey: inanamazlıkla karışmış bir hayranlık duygusu. Bu öyle bir şey ki sanki hem inanamadıkları o şeyi yaptığım için bana teşekkür ediyor, hem de kafalarındaki kalıpları kırdığım için, mümkünsüz görünen şeyin imkanlı olabileceği umudunu yeşerttiğim için bana minnet duyuyorlar… Biraz da Turnusol testi oluyor aslında bu soru. Müslüm gibileri böyle tepki verirken, kimileri -hadi insana dair umutlarını çoktan ipe asmış olanlar diyelim- de tam tersi bir reaksiyonla: “Manyak mısın oğlum?!” demeye getiren bakışlar atıyorlar…

    Hemşerimle helalleşip tekrar yola düşüyorum. Bu düşünceler içerisinde kilometreler birbirini kovalıyor, şeritler akıyor. Yolun bu kısmı biraz tekdüze. Sağlı sollu seraların arasında ufka doğru dümdüz uzanıyor. Çok heyecanlandırıcı değil ama tatlı bir huzur veriyor. Kendimi pedalların dönüşüne kaptırıyor, yavaş yavaş evrenin hiç mola vermeyen döngülerine dahil oluyorum.

    Bu şekilde epey gittikten sonra -epey diyorum çünkü bu durumda insan zaman algısını kaybediyor- sağ tarafımda denizi görünce aniden uyanır gibi olup neşeleniyorum. Sanki güneş üzerine misafir gelmiş, binlerece ışık tanesiyle göz kırpıp duruyor. Önce kesik kesik görüyorum denizi minik kum tepelerinin arasından . Derken hepten bütün ihtişamıyla ortaya çıkıveriyor. Güneye doğru, uçsuz bucaksız göz alabildiğine uzanıyor. Onu öyle görünce içime bir ferahlama geliyor. Düşüncelerimin, hatta duygularımın bile genişlediğini hissediyorum.

    BİR BAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM

    Derken Antalya körfezinin o muhteşem kumsalları kendilerini sergilemeye başlıyorlar. Bir kere daha ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyorum böylesine güzel bir ülkede yaşadığımız için. Deniz var, dağ var, çöl var, nehir var, orman var, göl var, envai çeşit kaya var, dört mevsim var, yağmur, çamur, kar, güneş var… Bu ülkede var oğlu var…

    Sevincim kısa sürüyor. Biraz daha sürünce çocukluğumun muhteşem kumsalı İncekum çıkıyor karşıma. Hollywood filmlerinin aşk sahnelerindeki kumsallara taş çıkartacak güzellikte bir doğa harikası… Yetmişli yılların sonları ve seksenli yılların başları boyunca ne çok tatil yapmıştık burada. O zamanlar inle cin gerçekten de top oynuyorlardı buralarda. Çadırımızı kurup, gece Samanyoluna karışır, gündüz de ayaklarımız yanmadan kumsalı aşıp da denize varabilmek için bin takla atardık. Su içmek için bile dönmezdik denizden çadıra ayaklarımız yanar diye. Akşama kadar o billur suların içerisinde aç biilaç hoplayıp zıplayıp dururduk çakma yunuslar misali… Oysa şimdi gördüğüm şey o kadar farklı ki. Bırakın o muhteşem kumsalın kenarını, içinde bile oteller var. Üstelik eminim ki kumsalı dolduran karınca tertip yaratıkların ağırlıklı olarak konuştuğu dil de Türkçe değil! Tamam, turizm iyiydi, bacasız sanayiydi, garibanlara iş kapısıydı vs de, be müslümanlar insan bizim gibi kitle tatilinden hoşlanmayan, doğayla birlikte olmayı sevenler için de bir iki parça yer ayırabilirdi yani… Şimdi kumsal zengini kendi cennet ülkemizde, arzu ettiğimiz gibi bir tatil yapacak bir tanecik koy bulamıyoruz.

    Bu düşünceler keyfimi kaçırınca, bakışlarımı tekrar ışıl ışıl yanmakta olan denize odaklıyorum. O beni anlar. Derdimi alıverir birazdan. Sağlık olsun…

    KOŞTURMAYALIM

    Kendimi bir şeylerle oyalamak isteyip, aklımı çarkıfelek misali döndürünce şöyle bir soru geliyor: “İnsan koşarak mı daha çok yol alır, yoksa yürüyerek mi ?”. Aslında biraz hileli bir soru. Anlamaya çalıştığım şey, uzun bir süre verildiğinde hangisiyle daha fazla yol alınabileceği. Biraz düşününce “Eşit olmalı herhalde” diyorum. Sonuçta fizik bu. Biraz Tavşan-Kaplumbağa hikayesini hatırlatıyor. Bilgelik dolu mesaj çok eski aslında: “Koşsanda yürüsen de aslında pek bir şey fark etmiyor”. Sadece birisinde yol almak dışında daha çok vaktin kalıyor. İşte kimilerine göre medeniyet, kimilerine göre de bütün kötülükler insana kalan o boş vakitten çıkıyor… Kafam karışıyor… Ben her ne kadar yerimde duramasam da yürümeyi daha çok sevdiğimi düşünüyorum. Diğeri kadar vakit tasarruf ettirmiyor belki ama en azından koşmak kadar stres yaratmıyor. Evet, sanayi devrimiyle birlikte “koşturmaca” fiilini icat eden modern insanın sıkıntısı da bu olmalı herhalde: O kadar çok koşmak zorunda ki paçasını stresten kurtaramıyor. Ondan sonra bir de o boş vaktinde ne yapacağının stresini yaşıyor. Sonra oraya da bir koşturmaca ekliyor. Ve bu böylece sürüp gidiyor… Yok yok, hiç bana göre değil…

    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara

    İncekum nostaljisinin üzerine bu felsefi buluşum iyi geliyor. Kendimi şimdi daha iyi hissediyorum. Zaten pedallamanın etkisiyle büyükşehirde sıvanmış sırlarım yavaş yavaş çatlayıp dökülmeye başladı. Biliminsanlarının deyişiyle: temiz havadaki bol oksijenle daha da coşan ciğerlerim, sportif çabalarım sonucu beynimin iyiden iyiye endorfin pompalaya başlamasıyla birlikte, zihnimde tam bir bahar havası estiriyor….

    Yolun sol tarafındaki envai çeşit temalı otellere bakmamaya çalışarak denizle yarenlik ede ede sürüyorum. Ama bu sefer de sol omzuma ağrı giriyor! Yine de bakmıyorum; omuz ağrısı göz sancısından daha iyidir.

    Neyse, gide gide bir köşeyi dönünce Alanya olduğu gibi karşıma çıkıveriyor. Tanrım bu ne kadar bina! Nedense sağlıklı bir bedene yapışmış parazit hücrelerini andırıyorlar bana uzaktan. Bakışlarımı kaçırıp, dikkatimi Alanya’nın alamet-i farikası heybetli tepeye ve üzerinde silueti görünen kaleye veriyorum.

    Saatlerdir sürüyorum ama yine de tahminimden erken geldim. Çok acıktım ve bir şeyler yemezsem artık pek gidebileceğimi zannetmiyorum. Şöyle güzel bir yemek çok iyi giderdi ama şehrin içine girmektense çevre yolunda bir şeyler atıştırıp, bir kaç saat daha sürebilirsem akşama Gazipaşa’yı tutabilirim diye düşünüyorum. Alanya’da beni çeken pek bir şey yok. İstanbul’un bir ilçesinin kopyala-yapıştır metodu ile buraya iliştirilmiş hali gibi zaten.

    AÇKEN SEN SEN DEĞİLSİN

    Şehre girmeden devam edip, çıkışına doğru bir pideci görünce duruyorum. İşte en sevdiğim anlardan birisi. Sanki içimde bir elektrikli süpürge var ve ağzıma ne atarsam hop diye yutuverecek. Yüzyirmi kilometre yol yaptıktan sonra midemde dipsiz bir kuyu varmış gibi geliyor. Garsonla yine her zamanki ritüelimizi yaşıyoruz. Ben sipariş veriyorum o da inanmaz gözlerle bu kadar yemeği nereme sokuşturacağımı merak ederek kafa sallıyor. Birazdan bütün yemekleri silip süpürürken gözleri daha da büyüyecek, ama yapacak bir şey yok…

    Reklamda dedikleri gibi: “Açken sen sen değilsin!”. Aynen öyle… Şimdi kendimi dürtmem lazım. Çünkü biraz fazla oturursam uykum gelmeye başlayacak… Kan kaslarım yerine mideye gideceği için yemeğin üstüne sürmek de hiç zevkli olmayacak biliyorum ama başka şansım yok. Akşama Gazipaşa’da olmak istiyorsam hemen yola koyulmam lazım.

    Tekrar yola çıkıyorum. Tahmin ettiğim gibi ilk kilometreler biraz sıkıntı oluyor. Ama neyse ki Alanya’dan çıktıktan sonrası -burası Mahmutpaşa oluyor- çok güzel. Tıpkı Suadiye sahili gibi, bir anda evimdeymiş gibi hissedince keyfim yerine geliyor. O kadar ki bir kaç fotoğraf çekmek için durmaktan kendimi alamıyorum.

    Deniz’e nazır yerleştirdiğim Karayel’in fotoğraflarını çekerken bir çift yaklaşıyor. Fotoğraflarını çekebilir miyim diye sorunca “Hay hay“ diyorum. İki poz fotoğraflarını çekiyorum ki adam Karayel’in önünde benimle de fotoğraf çektirmek istediğini söyleyince önce şaşırıyor, sonra da hafiften gururlanıyorum. Eşi fotoğraflarımızı çekerken çaktırmamaya çalışıyorum ama pek bir keyiflendim. Karşılıklı teşekkür ettikten sonra tekrar yola koyuluyorum.

    Yol artık çok güzel, yeşillikler içindeki tek tük binaların arasından sahil boyunca hafiften kıvrıla kıvrıla ilerliyor. Hem beşeri hem de fiziki coğrafya aniden değişti. Alman ve Rus’lara benzeyen yanık tenli ama donuk bakışlı tipler yerini biraz sakil ama yine de gözleri parlayan yurdum insanına bırakmaya, etrafta hafiften belirmeye başlayan muz ağaçları giderek floraya hakim olmaya başlıyor.

    Coğrafya çok daha iyi ama benim de pilim tükendi. Bacaklarım giderek ağırlaşıyor ve her pedal daha zor dönmeye başlıyor. Tüm bunların üstüne en zorlu olanı da geliyor. Sürüşün sonuna denk gelen rampa!!! Gücün en azaldığı zamana denk geldiği için en zorlu rampalar bunlar. Çünkü hem bedenen hem de zihnen artık tükenmiş ve bir an önce kalacağınız yere varmaya odaklanmış olduğunuzu için zorlukları katlanıyor…

    GAZİPAŞA'DA BİSİKLET OTOYOLU

    İki yüz elli metre rakımlı, çok zor olmayan bir rampa ama bir de bana sorun… Neyse ki her zor şey gibi o da kararlılık karşısında teslim bayrağını çekiyor ve ter içinde kalan vücudumu titreten bir inişin ardından mutlu mesut Gazipaşa’ya varıyorum.

    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara

    Tahmin ettiğimden daha büyük Gazipaşa. Sebebini pek de düşünmeden, içgüdüsel bir hareketle anayoldan sağa, sahile kırıyorum. Ve bir kere daha şaşırıyorum. Karşıma kilometrelerce uzanan ve kaymak gibi bir bisiklet yolu çıkıyor. Saatler süren karayolu sürüşünden sonra, sanki tatile gelmiş gibiyim.

    Hiç acele etmeden, keyfini çıkarta çıkarta sahile doğru sürüyorum. Deniz kıyısına ulaştığımda güneş palmiyelerin arasından ufukta batmak üzere göz kırpıyor. Durup mutlu mutlu batışını izliyorum.

    O kadar yorulmuşum ki güneşin batışını seyrederken neredeyse ayakta uyuyordum. Güneşin batmasıyla birlikte hafiften üşüyünce silkinip kendime geliyorum. Kalacak bir yer bulmam lazım ve bu mevsimde çok fazla seçenek yok.

    Ben hala otel ararken Trivago vs bakmak yerine eski usul esnafa soruyorum. Böylelikle hem seçmediğim diğer otellerin bütün kaçırdığım özelliklerinden dolayı vicdan azabı çekmem gerekmiyor, hem de o yörenin insanıyla temasa geçmiş oluyorum.

    Sağa sola bakınınca bir bakkal görüp sürüyorum. Selam verip sorunca hemen tarif ediyor yakındaki tek açık oteli. Yurdum insanı her zaman yardımcı. “Medeniyet bu işte, içten, dipten, topraktan geliyor” diye düşünüyorum, yoksa kitaplarca kanun yazıp sonra uymayanları cezalandırmaktan değil…

    Bir iki dakika sürmüyor oteli bulmam. Yine ilk iş Karayel’i odama alıp alamayacağımı soruyorum ve ekliyorum; “Onsuz olmaz!”. O yorgunlukla başka bir yer aramak çok zor olacak ama yapacak bir şey yok. Bu konuda tavrımız çok net: Ya birlikte kalırız, ya da başka bir yere bakarız…

    Neyse ki izin çıkıyor. Yepyeni tertemiz bir otel. Otel dediğim apart aslında ve içinde yok yok. Bu tam düşeş oldu, çünkü otel odalarını sevmiyorum. Apartlarda daha bir ev havası oluyor. Uyanır uyanmaz bir kahve yapıp, pencerenden manzaraya bakarken sıcak sıcak içebiliyorsun en azından. İki saat oda servisini bekleyip, sonra gelen buz gibi kahve ile yetinmek zorunda kalmıyorsun. Hem ben zaten kalkar kalkmaz üç tane içtiğim için otellerde bu işi çözmek imkansız; oda servisine beş dakika arayla üç kahve siparişi vermem gerekli ki, bu da biraz gerilim yaratabiliyor…

    Ve günün bir diğer muhteşem anı başlıyor: Sıcak suyun altına giriyorum ama bir türlü çıkamıyorum. Dakikalar geçiyor, karnım zil çalıyor ama ben bir türlü kendime söz geçirip o duşun altından çıkamıyorum. Derken mayışmış bir halde tam gözlerim kapanırken zar zor atıveriyorum kendimi dışarıya.

    KASİYERLE DÜET

    Sanki yeniden doğmuş gibiyim, karnımı da doyurdum mu benden iyisi olmaz artık. Dışarı çıkıp yürümeye başlıyorum. İlerideki bir markete girip meyve alıyorum. Keyfim o kadar yerindeki, bir sonraki koridorda rafları düzeltirken benden habersiz şarkı söyleyen kasiyer kızla düet yapıyorum. Şaşkınlıkla etrafına bakınıp bir süre sonra beni görüyor. Önce biraz utanıyor ama sonra kendini tutamayıp benimle birlikte o da gülmeye başlıyor…

    Hazır temas kurulmuşken hemen istihbarat faaliyetlerine girişip civardaki en güzel lokantayı soruyorum. Internet vs iyi ama, yine de yerel istihbarat gibisi yok… Beni nokta atışı öyle bir yere gönderiyorlar ki yerken gerçekten dibim düşüyor… Yazının sonuna doğru tekrar bahsedeceğim, Gazipaşa sınırları itibarı ile gastronomi gerçekten şahlanıyor, ta ki Adana’ya kadar. Vaktim olmadığı için devam edemedim ama zaten sıradakileri de biliyorsunuz: Hatay, Gaziantep, Urfa, Diyarbakır, Mardin… Bir kaç kilo almadan gelmek mümkün değil. Seviyorum bu ülkeyi… Hem de çok…

    Malum bisiklet turu. Hızlı gidebilmek için yanıma mümkün olduğunca az eşya aldığımdan, lokantaya giderken de üstümde bisiklet montu var. Yemekten fırsat bulup zar zor bir iki nefes aldığım sırada garsonlardan birisi yanıma gelip: “Abi yarışçı mısınız?” diye soruyor… İşte bu da bisiklet gezilerinin sevdiğim bir diğer yönü. O kadar sosyal bir şey ki, masanız asla boş kalmıyor. Gerek: “Yolculuk nire?”, gerekse “Abi bu kaç yapıyo?” şeklinde başlayan muhabbetler asla eksik olmuyor.

    Her neyse garson Eray ile laf lafı açıyor. O da zamanında bisiklet sporu yapmış, yarışmalara katılmış, ama malum Türkiye’de futbol harici spor yapmaya çalışan her Türk genci gibi hüsrana uğrayıp sporu bırakmış. Ve bunun acısını çıkartmak istermişçesine beni şımarttıkça şımartıyor. Çaylar, tatlılar gırla gidiyor.

    Göbeğimin çeneme değmesiyle irkilip saatime bakıyorum. Hem yatma zamanı gelmiş, hem de o kadar yemekten tek gözü açık halde zar zor durabiliyorum. Kibar garsonum Eray ile vedalaşıp, otelin yolunu tutuyorum. Ertesi gün artık rampalar başlıyor ve çok zorlu olacak. İki tane beşyüz, bir tane üçyüzelli, ve bir tane de ikiyüzelli olmak üzere diğer irili ufaklıları da ekleyince toplamda ikibin metre irtifa aşmam gerekiyor. Bu arada yüzkırk kilometre yol yapmak da cabası tabi ki.

    Yatağa doğru alçalışa başlıyorum. Daha başım yastığa değmeden, Alanya’da durmayıp Gazipaşa’ya gelmekle ne iyi ettiğimi düşünmeye başladığım anda uykuya dalıyorum. Daha doğrusu o bana dalıyor…

    bisiklet istanbul ankara

    2.GÜN / GAZİPAŞA-AYDINCIK / 140 km yol - 2.000 mt irtifa

    Sabah daha hava ağarmadan uyanıyorum. Uyanıyorum dediğim, aklım uyanıp geliyor gittiği diyarlardan ama aynı şeyi bedenim için söyleyemeyeceğim. Bütün olarak yataktan çıkmam bir on dakikamı alıyor. İki fincan kahve takviyesiyle gözlerim ancak açılır hale geliyor.

    Ufaktan hazırlanmaya başlıyorum. Bugün yol hem uzun hem de zorlu. Daha başlar başlamaz beşyüz metre irtifa yapacağımdan acaba kahvaltı yapmasam mı diye düşünüyorum. Evet tok karınla rampa tırmanmak çok zor ama, bir sonrakinden önce yiyecek bir şeyler bulamazsam bu sefer de o tırmanış tehlikeye girecek. Zor bir karar vermem gerek…

    SIKIYSA YEME

    Bu düşünceler içerisinde otelin lobisine indiğimde ikilemim anında çözülüveriyor. Otelde kalan tek kişi ben olmama rağmen, biri bayan iki çalışan sabahın kör karanlığında gelip benim için kahvaltı hazırlamışlar. Ama ne kahvaltı, krepler, börekler, menemenler… Bir kuş sütü eksik…

    Şaşırmış gözlerle nasıl yani diye bakarken: “Yol yapacaksınız sizin yemeniz lazım” deyince o kadar duygulanıyorum ki, istemeden gözlerim doluyor. Bir yandan gözlerimi saklamaya çalışırken, bir yandan da: “Bu kadar uğraşmışlar, şimdi ben bunları nasıl yemem? Diyelim yedim, o kadar yemekten sonra o yokuşları nasıl tırmanacağım?!” diye için için kendimi yiyorum. Bir de başımda durup tatlı tatlı bakmazlar mı…

    Kem küm ediyorum. “Ben bunları yersem hayatta gidemem” diyorum, ama dinletemiyorum. Sonunda melül melül bakarak her şeyden birer lokma alıyorum. Kreple börekleri de paket yapıp ceplerime doldurarak beni yolcu ediyorlar.

    Neyse ki ilk rampa düşündüğümden daha uzun çıkıyor, dolayısıyla da eğim tahmin ettiğimden daha az. İlk iki yüz elli metre irtifaya tırmanana kadar epey bir vakit geçiyor ve ben de yediklerimi eritmeye başladığım için rahatlıyorum. Derken yokuş başlıyor sekiz, dokuz, on derken eğim oniki derecelere kadar çıkıyor. Ama sabah erken olduğundan gücüm yerinde ve hazım sorunumda kalmadığı için ilk zirvemi kolayca yapıyorum.

    Manzara müthiş. Aşağılarda Akdeniz çarşaf gibi uzanıyor. Yolum uzun olduğu için hızlıca bir fotoğraf çekip hemen inişe geçiyorum. Harika bir şey. İşte o yokuşları tırmanılabilir yapan şey tam da bu, eninde sonunda inişin geleceğini bilmek…

    Yol da boş olduğu için, bir virajla sağa, bir diğeriyle sola yatarak aşağılardaki denize doğru dans eder gibi kayıyorum son hızla. Rüzgar kah gözlerimi yaşartıyor, kah arkamdan beni yakalamaya çalışıyor. Tam da rüzgarın oğlunu oynuyorum anlayacağınız. Ve tabi ki tırmanmam ne kadar uzun sürdüyse, inişim de o kadar çabuk bitiyor…

    ÜÇTE BİR KURALI

    Olsun, zararı yok… İlk zirvemi aştım ve ardından minicik çok güzel bir koya indim. Yol güzel, gücüm yerinde, keyfim müthiş… Gelsin sıradaki diyorum ama yine de soluklanmak için beş dakikalık bir mola veriyorum. Önümdeki rampa çok daha zorlu. Daha ilk metrelerinden on derecelik eğimle başlıyor ve bir buçuk kilometre böyle devam edeceğine dair bir tabela var. Bu da demek oluyor ki bir buçuk kilometre sonra yüzelli metre irtifaya çıkmış olacağım. İkinci zirvenin neredeyse üçte biri.

    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara

    İşte burada hemen aklıma “Üçte Biri” kuralı geliyor. Bu daha önceki turlarımda tecrübe edip, artık genel geçer bir kaide olduğuna iyice kanaat getirdiğim bir saptama. Şöyle ki: üçte birini bitirdiğim her şeyin sonunu da getirebiliyorum. Bisiklet turlarında keşfettiğim bu kuralın sonraları hayatın diğer alanlarında da geçerli olduğunu gördüm. Anlatayım, belki sizin işinize de yarar…

    Bu kurala göre başladığım her şeyde en zorlu kısım, sürecin üçte birlik ilk bölümü oluyor. Çünkü bu bölüm boyunca, “Acaba yapabilecek miyim ? Neden yapıyorum ki ?” vs gibi zihinsel bir mücadele yaşıyorum. Ben buna “Yolun Başı” diyorum. Ne zamanki bu bölüm bitiyor, o zaman ikinci üçte birlik kısım başlıyor ki bu da “Yolun Gövdesi” oluyor. Yolun Başı’nı bitirdikten sonraki mücadele daha çok bedensel oluyor ama bu bence baştakine nazaran çok daha kolay ve yönetilebilir bir şey. Hele ki yolun yarısı geçildikten sonra gerisi çok daha hızlı akmaya başlıyor. Derken sıra son üçte birlik bölüm olan “Yolun Sonu”na geliyor ki bu en kolay kısım.

    Örnek vermek gerekirse şöyle bir şey; mesela bir günlük rotanın veya bir yokuşun başında ilk üçte birlik bölümü bitirene kadar zihinsel olarak akla karayı seçiyorsun. Başarma şansı da, vazgeçme kararı da bu bölümde alınıyor. Diyelim ki bu bölümün sonunda devam etmeye karar verdin, işte aslında o anda o yokuş veya o günkü yol bitmiş oluyor. Çünkü ikinci kısımda zihnin dinginleşmiş halde sadece fiziksel çaba harcayarak devam ediyor, üçüncü bölümde ise deyim yerindeyse neredeyse erken kutlama yapıyorsun…

    İşte bunu bildiğin zaman, yolun sadece üçte birini bitirdiğin halde turu tamamlayacak şekilde bir zihinsel zafer elde etmiş oluyorsun. Ha unutmadan “Üçte Biri” kuralı olduğu gibi bir de “Üç Katı” kuralı var. O da şöyle bir şey; tur boyunca yediğin her yemek, içtiğin her şey ve uyuduğun her uyku, gündelik hayatta yaşadıklarına göre “Üç katı” daha tatlı geliyor…

    Yine bu şekilde rampanın ilk üçte biri bitirmiş, yokuşun ortasına doğru yaklaşırken, telefonum acı acı çalmaya başlıyor. Yani daha iyi bir zamanlama olamazdı herhalde… Neyse deyip, kenara çekiyorum. Arayan annem. Merak etmiş. Gülsem mi, ağlasam mı…

    Biraz su içip, tekrar tırmanmaya başlıyorum. Yokuş gerçekten fena. Aslında beni zorlayan ne eğimi ne de uzunluğu. Beni en çok zorlayan şey en düşük hıza geriliyor olmak. Bu hızdayken git git bitmeyecekmiş gibi hissediyor insan. Ama derinden bildiğim şekilde, her pedalla birlikte minicik te olsa o yokuş azalıyor. Bir kere daha emin oluyorum ki, hayattaki en büyük güçlerden birisi devamlılık. Yeterince zamanın varsa, ve azimliysen karşında hiç bir şey duramaz. Bir milyon adımlık bir yola da çıksan, hep bir adım bir adım gidiyorsun. Devam etmeyi bırakmadığın sürece başarmamaman imkansız!!!

    Ve yine aynen öyle oluyor,gıdım gıdım da olsa o koca yokuş giderek eriyor ve sonunda yine zirvedeyim.

    Karayel’i korkuluklara dayayıp, matarayı kafama dikerken, pedallamaktan büyülenmiş bir şekilde muhteşem manzarayı seyre dalıyorum.

    EN GÜZEL TİYATRO

    Gerçekten inanılmaz: İstanbul buz gibiydi ama buralara şimdiden bahar gelmiş. Otların baharla gelen deli yeşili, meyve ağaçlarının dallarındaki bembeyaz mısır patlaklarıyla atışıyor sanki. Renkler o kadar kışkırtıcı ki, insanın otları ve çiçekleri çiğ çiğ yiyesi geliyor. Dağlar heybetli, deniz uçsuz bucaksız. Güneş ile bulutlar tiyatro ışıkçısı gibi bir dağları bir denizi pozluyorlar sahnede. İkisi de gelinlik kızlar gibi, ben güzelliklerini idrak ettikçe sanki daha da coşup en cazibeli pozlarını vermenin yarışına girişiyorlar. Ve yine oluyor, aklım duruyor, pedallamaktan hipnoz olmuş bir halde, artık düşünmeyi bırakıp ağzım bir karış açık, ilkel halime dönüşüveriyorum… Budur…

    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara

    Orada öylece ne kadar durduğumu bilemiyorum. Ama o kadar dingin, huzurlu ve mutluyum ki… Kendimi doğrudan o doğanın bir parçası gibi hissediyorum. Sanki bir denizin içindeyim ve kalbim oradaki her şey ile birlikte atıyor.

    Art arda geçen kamyonların gürültüsüyle kendime gelip bu kısa rüyadan uyanıveriyorum. Bir kaç yüz metre ilerimde bir kır kahvesi var. Arkamdan gelen keskin bir ıslık sesine dönünce aynısından bir tane de bir kaç yüz metre gerimde olduğunu görüyorum. Derken ıslıklar çoğalıyor. Birden farkediyorum ki, kır kahvelerini işletenler ıslıkla anlaşıyorlar. Bildiğin lisan, acayip hoşuma gidiyor. İnsanların çoğu vıdı vıdı konuşmalarına rağmen anlaşamazken, buradakilerin ıslıkla konuştuğuna şahit olunca, insanoğluna duyduğum ümit yeniden yeşeriyor, son derece mutlu oluyorum.

    İkinci büyük zirveyi de geçtiğim için keyfim son derece yerinde. teorik olarak en zorlu kısmı bitirdiğimi biliyorum ama tecrübelerim kendimi erken salıvermememi söylüyor. Ben de öyle yapıyorum. Artık iniş zamanı. Hem de ne manzaralı bir iniş. yeniden Rüzgarın Oğlu’na dönüşüp, kendimi yokuşun kollarına bırakıveriyorum.

    UÇMANIN BİR TIK ALTI

    Hani uçmak kadar olmasa da, bir tık altı gibi bir şey bu. Karayel sanki altımda yunusmuş, biz de denizin içinde son hız bir sağa bir sola manevra yaparak gidiyormuşuz gibi hissediyorum. Öyle kesintisiz bir iniş ki, sonlarına doğru artık omuzlarım ağrımaya başlıyor. Derken yol upuzun dümdüz ve bomboş bir yokuş haline gelince hız rekorumu da kırıyorum: saatte yetmiş altı nokta sekiz kilometre…

    Ve sonunda yokuş bitiyor. Yeniden pedallamaya başlıyorum. Yalnız bir gariplik var. Her bir kaç pedalda bir ayaklarım boşa dönüyor. ne olduğunu anlamaya çalışıyorum ama o anda pek bir fikrim yok. “İnşallah göbeklerde veya aktarma grubunda bir şey yoktur!” diye dua ediyorum içimden. Tam da Allah’ın dağbaşı dedikleri bir yerdeyim! Yani başınıza arıza gelmesini, hele ki aktarma ile ilgili bir arıza gelmesini isteyeceğiniz en son yer…

    Bir kaç garip sesin ardından zincir de atınca durmak zorunda kalıyorum. Az önce kuşlar gibi uçuyorken, şimdi şu halime bak! Hayat, sürprizlerle dolusun…

    Kontrol ediyorum ama ne olduğunu anlayamıyorum. Son derece sinir bozucu bir durum. Zinciri takıp, yeniden gitmeyi deniyorum ama bir kaç pedal sonra yine aynı şey oluyor… tam da ne güzel hızımı almış gidiyordum, olacak şeymiydi bu?! Elimde olmadan sinirlenmeye başlıyorum. Ve tabi ki rasyonelliğimi yitiriyorum. Anında “Nazar değdi, nazar!” diye kendi kendime konuştuğumu farkedince ürperip, kendimi toparlamaya çalışıyorum.

    Nazar mı ? Tabi ki hayır. Kuvvetle muhtemel ki sürücü hatası. Kesin az önce yokuşu inerken gaza gelmekten olmuş olmalı. Zaten dikkat edin başınıza ne geldiyse iyi hissettiğinizde veya “artık tamam, oldu bu iş!” deyip gaza geldiğinizde olmuştur !!!

    Biraz dikkatli inceleyince sorunu fark ediyorum. Zincir baklalarından biri eğilmiş. Yokuş aşağı inerken aniden vites büyütmeye çalıştığımda olmuş olmalı. Zincir o bakladan itibaren otuz derecelik bir açıyla dışa dönük halde durduğundan, çarkları karşılamayıp otomatikman boşa dönüyor veya tamamen çıkıyor. Yani tamir edilmeden bu şekilde devam etmesi mümkün değil.

    Çoklu aleti çıkarıp, eğilen baklayı düzeltmeye çalışıyorum ama pense veya ikinci bir aletim olmadığı için başaramıyorum. Artık ya yoldan geçen birisini durdurup beni yirmi kilometre ilerideki Anamur’a bırakmasını rica edeceğim, ya da riski göze alıp zinciri ameliyat edeceğim. Neyse ki en korktuğum arızalardan olduğu için yanıma yedek zincir baklası almıştım.

    AMELİYAT ZAMANI

    Bir süre durumumu tarttıktan sonra kararımı veriyorum. Zaten bu noktada başınıza gelebilecek en kötü şey kararsız kalmak. Geçen araçlardan birisine rica edip Karayel ile birlikte Anamur’a gitmek daha güvenli görünüyor ama hem bisikletçi ararken vakit kaybedeceğim, hem de tekrar buraya dönüp başlamak biraz zor olacak. Diğer taraftan ameliyata girişirsem bir şansım var ama beni ne kadar idare edeceğini kestiremiyorum. Üstelik hepten bozup, Anamur’da tamir ettirememe ihtimali de var. İçgüdülerimi dinleyip, ameliyatta karar kılıyorum…

    İşler istediğim gibi gidiyor. Önce kurşunu, yani eğik zincir baklasını çıkarıyor, ardından yenisini yerleştiriyorum. Gerisi artık hastaya kalmış… Neyse ki Karayel güçlü bir kişilik ve çabucak iyileşmiş görünüyor. Bir iki deneme yapıp, yeniden yola düşüyorum. Tamirattan üstüm başım yağ içinde… Gariptir ama pislendiğim için özgürleşmiş hissediyorum. Ne de olsa artık kirlenme derdi kalmadı. Üstüne ameliyatın başarılı geçtiğini de hatırlayınca keyfim iyice yerine geliyor.

    bisiklet istanbul ankara

    Anamur’a kalan yolda günün üçüncü rampasını tırmanırken zincirin iyice yerine oturduğunu görüp iyice rahatlıyorum. O neşe ile rampa hemencecik bitiveriyor. Karayel’in yönü aşağıya döndüğünde hem zincirimizi, hem de kendimize güvenimizi tazelemiş haldeyiz. Yol da yeni yapılmış, o kadar pürüzsüz, düz ve güzel ki. Etrafta kimsenin olmayışından cesaret alarak bir Kızılderili narası atıp, ipleri karayel’e devrediyorum. Ve bu sefer gerçekten uçmaya başlıyoruz. Öyle ki gözlük takıyor olmama rağmen gözlerimden yaşlar akıyor. Ve o yaşların arasından zar zor yeni rekorumuzu görüyorum: saatte seksenüç nokta sekiz kilometre!!!

    Yokuşun eğiminin düzleşmeye yüz tutmasıyla birlikte, Anamur da önümüzde olduğu gibi arzı endam ediyor. Hayatımda hiç böyle bir şey görmemiştim: Eğer daha önce Anamur’a gelmediyseniz, sakın ha “Ben daha önce sera gördüm.” demeyin! İnanılır gibi değil ama yukarıdan bakınca burası koca bir sera kent gibi görünüyor. Kendimi sanki bir bilimkurgu filmindeymiş gibi hissediyorum…

    BAŞKÖŞE KEBAP

    Kısa bir sürüşün ardından kentin ana caddesinde salına salına süzülmeye başlıyoruz. Güneş parlıyor, etraf sakin ve havada bir “Her şey yolunda” hissi hakim… Oldukça büyük olmasına rağmen, son derece huzurlu bir yer burası. Daha şimdiden içim ısındı Anamur’a.

    Merkeze gelince yine gidonu sahile doğru kırıyorum. Hem rampalar, hem de ameliyat stresi yüzünden kurt gibi acıktım. Tamiratla epey vakit kaybetmeme rağmen, yine de şöyle güzelce oturup leziz bir yemek yedikten sonra üstüne bir iki çay içip dinlenecek kadar zamanım var. Üstelik bugün bunu gerçekten de hak ettik…

    Sahilde irili ufaklı kafeler, incik-boncukçular vs var. Ama hem sezon dolayısıyla hem de güneşten olsa gerek ortalıkta pek kimse görünmüyor. Bense gözü dönmüş bir şekilde pideci veya kebapçı arıyorum. Rampaları tırmanırken çok fazla kalori harcadığımdan, daha dağ başındayken pide kokuları almaya başlamıştım zaten. Bu genelde oluyor: Vücut karbonhidrata ihtiyaç duyduğu için dağın başında bile pide veya pizza kokuları olmaya başlıyorsun. On kilometre çapında ne pideci ne de pizzacı olmadığını bilmene rağmen, oralarda bir yerde pide veya pizza yapıldığına yemin edebilirsin, o derece yani…

    Derken ufak tefek, salaş ama hislerime göre çok şey vaad eden “Başköşe Kebap”ı keşfedip, bodozlama dalıyorum. Saat öğleden sonra dört sularında olduğu için benden başka kimse yok. Süper, rahat rahat yayılabilirim…

    Hemen bir çorba sipariş edip, üzerimi değiştiriyorum. Üzerimden çıkan ıslak giysileri astığım Karayel şu anda çamaşır ipi gibi görünüyor! Ellerimi yıkamaya kalmadan çorba görünüyor. Ama daha o gelmeden masanın üstü envai çeşit salatalarla kaplanmış halde zaten… Sadece görüntüsüyle bile içim gıcıklanıp kendimden geçiyorum: Tanrım, hayat çok güzel!!!

    Size bir tavsiye: Mersin il sınırından içeri adımınızı attığınız andan itibaren önünüze getirilen hiç bir domatesi, hele ki üzerine nar ekşisi dökülmüşse sakın ha geri çevirmeyin! Bunun sırrı nedir bilmiyorum ama, ben ömrü hayatımda Mersin’de yediklerim kadar güzel domates yemedim. Hele ki bir de o domateslerden ezme salata yapmışlarsa, eyvah eyvah…

    Çorba ve salatalarla başlayan, başrolünde domates, kebap ve pide olan o yarım saatlik zevk fırtınasını tarif etmem pek mümkün değil. Ne desem boş…

    Ve işte tam da yemeğimi bitirdiğim o anda, bisiklet turunun mucizelerinden birisi daha ortaya çıkıyor. O açlığın üstüne yenen yemek insanı o kadar mutlu ediyor ki, ister istemez aşçıyı iltifatlara boğuyorsun. Ve tabi ki takdir edilen aşçı senden yayılan bu enerjiyi katlayarak çay, tatlı, vs eşliğinde sana geri gönderince, ister istemez aranızda hayatın güzel yanlarından dem vuran bir sohbet alevleniyor. Tahminimce o pozitif enerji o gün hem benim, hem de o aşçının çevresindekiler dahil bir şekilde ulaşabildiği herkese bulaşıveriyor. Bundan daha faydalı olduğum zamanlar nadirdir diye düşünmeden edemiyorum…

    bisiklet istanbul ankara

    GÖZSÜZCE RAMPASINDA GERÇEK ÜSTÜ FİLM

    Yemekten ve sohbetten sarhoş bir şekilde tekrar yola düşüyorum. Tedbiri elden bırakıp yine yemeği abarttım. Çok yemekten bahsetmiyorum, bu bildiğin abartmaktan başka bir şey olmadı. Önümde bugünün son rampası, üstelik en alçak olanı kaldı ama yine de iyi biliyorum ki en alçağı bile olsa günün son rampaları asla hafife almaya gelmez…

    Ve “Gözsüzce” rampası beni yanıltmıyor. Hatta bütün beklentilerimi de aşmayı başarıyor. Hayatımda ilk defa “Onbeş” derece eğimli, üstelik bunu tabelasıyla tüm dünyaya ilan eden bir rampayla karşılaşıyorum.

    Önce çok yediğim için rüya falan gördüğümü düşünüp gözlerimi ovuşturuyorum ama maalesef hiç bir işe yaramıyor. Ahanda oracıkta olduğu gibi duruyor. Üstelik bir de akşam güneşi vurmuş ki ışıl ışıl yanarken sanki “Gel gel, kucağa gel” yapıyor…

    Gerçekten şaka gibi. Üstelik yol o kadar dar ki, ne sağa sola manevra yapıp eğimi yumuşatacak, ne de durup dinlenecek bir yer var…

    Öylece durup, hiç bir şey düşünmeden bekliyorum. Sanki birden bir şeyler olacak da o yokuş başka bir hale dönüşecek. Ya da ne bileyim gizli bir geçit falan açılıp ben aniden dağın öbür tarafına geçivereceğim… Ama tabi ki olmuyor… Umutla gözlerimi açıp açıp kapıyorum ama hiç bir şey değişmiyor…

    Üstelik tam da yolun sonuna gelmişken… Dağın arkası Aydıncık… Sıcak su, duş, yemek, uyku… Hepsi o dağın arkasında beni bekliyor… İyi ama ben oraya nasıl geçeceğim? Ağlasam işe yarar mı ki acaba?!

    Hayır yaramıyor… Öyle ya da böyle bu rampa geçilecek… “Haydi: Üçte Bir” falan diyecek oluyorum kendime ama yok arkadaş “Beşte Bir” falan da olsa nafile…

    Sonunda gözümü karartıp pedallara asılıyorum. tabelaya göre on beş derece eğim yedi yüz elli metre sonra bitecek. Ama sonrası da pek umut verici görünmüyor ki… Kendi içime dönüp, “Başlamak bitirmektir” diye kendimi hipnoz etmeye çalışırken, kaplumbağa hızıyla rampayı tırmanmaya başlıyorum.

    Demiştim ya rampalarda bana en çok koyan yavaş gidiyor olmak diye. Şu anda resmen yeni bir standart belirleniyor bu konuda. Yavaşlıktan devrilmemek için bütün hünerlerimi sergilerken, burnumun ucundan Karayel’in kadrosuna şıpır şıpır terler damlamaya başlıyor. Ve o anda bir şey oluyor: Hayatımda ilk defa bir rampada kamyon solluyorum. Üstelik kaplumbağa hızıyla. Resmen gerçeküstü bir filmde gibiyim. Hem de ağır çekim bir gerçeküstü filmde…

    Derken bacaklarım iflas ediyor. Durmak zorunda kalınca az önce solladığım kamyonun şöförü yine gerçeküstü bir filmdeymişçesine ağır çekimde sırıtarak yanımdan geçiveriyor…

    Devam edebilecek miyim? Bedenime sorarsan hayır… Zihnime sorarsan o da pes etmiş gibi… Geriye kala kala bir tek deli gönlüm kalıyor. Tüm gücümle ona tutunup son bir gayretle tekrar yola düşüyorum…

    Bir pedal, bir pedal daha, bir tane daha… Derken yediyüzelli metre bitiveriyor. On derecelik eğime sevineceğimi söyleselerdi hayatta inanmazdım… Ama hayat bu işte, çok acayip…

    Yaklaşık bir kilometre de bu şekilde tırmanıyorum ve hayatımın rampası son buluyor. Altimetreler için küçük, ama benim için çok büyük bir adım!!!

    Evet, her zaman olduğu gibi kural değişmiyor, ve yine dersimizi alıyoruz: “Ne kadar az kalsa da, ne kadar alçak olsa da, kalan yolu asla küçümseme!!!”

    Tüm bunların üzerine Aydıncık tam bir hayal kırıklığı. Sapada kaldığı için turizmin deforme edici etkilerinden korunup bozulmamış olacağını düşündüğüm Aydıncık, hiç te tahmin ettiğim gibi bir yer çıkmıyor. Evet, turizmden nasibini almamış ama, sanki bir sahil kasabası değil de herhangi bir iç anadolu kentinin deniz kenarına sürülmüş bir ilçesi gibi…

    Zaten yorgunluktan ölmek üzereyim. Zar zor bir lokanta bulup sadece doymak için bir şeyler atıştırdıktan sonra, yine zar zor bulduğum otelime gidip, hızlıca bir duş alıyor ve her ne kadar rüyamda rampa canavarları tarafından kovalansam da, kalktığımda hiç bir şey hatırlamayacağım deliksiz bir uykuya gark oluyorum.

    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara

    3.GÜN / AYDINCIK-ADANA / 220 km yol - 1.600 mt irtifa

    Yine şafakla uyandım. Tam da yolun çoğu, üstelik en zorlu kısımları bitti diye keyiflenecek gibi olacakken, önceki akşam başıma gelenleri hatırlayıp tövbe etmeye başlıyorum…

    Planladığımdan hızlıyım. Normalde dört günde bitirmeyi düşündüğüm yol üç buçuk günde bitecekmiş gibi görünüyor. Tabi ki sadece görünüyor. Yol tanrısı benim için daha ne gibi sürprizler hazırladı hiç bir fikrim olmadığı için mütevazı takılmaya karar veriyorum.

    Aydıncık’tan pek hazzetmediğim için, kahvaltı bile etmeden bir an önce yola çıkmak istiyorum. Aydıncık girişindeki rampa tek kelimeyle harikaydı. Acaba çıkışındaki rampa da öyle midir diye düşününce içim titriyor. Yalnız dün akşam dikkatimi çekmişti, Aydıncık’tan önceki yol eski iken, Aydıncık’tan itibaren Mersin’e doğru giden yol yeni yapılmış görünüyordu. Bu da demek oluyor ki “Onbeş derece” gibi güzel eğimlerle maalesef tekrar karşılaşamayacaktım… Tüh!!!

    Çabucak hazırlanıp, arkama bile bakmadan yola koyuluyorum. yol gerçekten de yeni yapılmış ve oldukça güzel. Önümde üç yüz elli metre irtifaya çıkacağım bir rampa var. Metanetle kaderimi kabullenip, “Üçte Bir” moduma geçiyorum. Zaten dünkü rampadan sonra bunlar pek bir tatlı geliyor. Yalnız sabah ayazı epey soğuk ve rampa dağın gölgeli tarafında kaldığı için bayağı üşüyorum.

    BELALIM

    Her neyse al takke, ver külah zirveyi buluyorum. Tam derin bir nefes alıp inişe geçiyorum ki en illet olduğum şey başıma geliyor. karabasanım: Önden esen rüzgar! Yokuş aşağı olmasına rağmen gitmiyor Karayel, öyle gıcık bir şey ki. İnsanın bütün sürüş zevkini alıyor. Bir dahaki rampayı, keyifli iniş umudu olmadan nasıl çıkacağım şimdi ben ? Zaten olmayan keyfim hepten kaçıyor.

    Rüzgar: Belalım… Sinsi rakip… Yokuş tanrı gibidir yukarıdan basar, çalışıp uğraşıp ona ulaşmaya çalışır, sonunda bir şekilde varırsın… Oysa ki rüzgar tam bir şeytan, ne zaman nereden çıkacağı hiç belli olmuyor ve seni seninle sınamaktan hiç usanmıyor…

    Yokuş aşağı gidebilmek için bile acayip güç harcıyorum. Bu gerçekten rampa çıkmaktan çok daha yıldırıcı… Ha geçti, ha geçecek diyorum. Ama sanki benimle alay edermişçesine, azıcık yavaşlayıp her seferinde daha kuvvetle geri dönüyor.

    Derken kahvaltı etmemiş olmamın da etkisi de kendisini göstermeye başlıyor. Gerçekten zorlanmaya başlıyorum. Ne keyfim var ne de enerjim. bakalım ne olacak. Bir şey olması lazım, çünkü böyle devam etmem pek mümkün görünmüyor…

    Yavaş yavaş yeniden deniz seviyesine iniyorum. Bundan sonrası artık Allah kerim. Derken bir virajı alınca kurtarıcım görünüveriyor, minicik bir bakkal. Bu gerçek bir mucize çünkü: çölde vaha gibi; Allah’ın unuttuğu yerde minicik bir bakkal, üstüne üstlük enerji içeceği satıyor!!! Daha ne kanıt istersin ki?!

    Hemen depoyu fulleyip, iki tane de çikolatayı da mideye indirdikten sonra, motorların yeniden çalışması için oturup beklemeye başlıyorum. Bu turların en güzel yanlarından bir diğeri de bu: Hiç kilo endişesi yaşamadan dilediğin kadar kola vs içip, çikolata yiyebiliyorsun… Çok sürmüyor, on dakika sonra yeniden kendime geliyorum.

    Vakit kaybetmeden son büyük rampaya doğru yola çıkıyorum. Onu da aştım mı artık gerisi irili ufaklı iniş çıkışlar. O şevkle pek bir sorun yaşamadan yokuşu tırmanıyorum. Ama tepeye varır varmaz kabusum yine beni karşılıyor. Bu rüzgar gerçekten ölümcül. Bu tepeyi aşmamla birlikte çok büyük bir düzlüğe geliyorum. Ve rüzgar alabildiğine tadını çıkarıyor bu düzlüğün …

    Dakikalar geçmek bilmiyor. Gittikçe gidiyorum ama ne düzlük bitiyor, ne de rüzgar çekilip gidiyor. Aydıncık’tan çıkalı neredeyse altmış kilometre olmuşken ve bu hayatımın en zor altmış kilometrelerinden biri olarak kalbimdeki yerini almışken sonunda düzlük sona eriyor ve rüzgar da hiç olmazsa biraz azalıyor.

    Artık deniz kenarından Silifke’ye doğru yol alıyorum. Rüzgar hala ön-sağ tarafımdan beni zorluyor. Ama en azından düzlükteki kadar yıldırıcı değil. Aklımda sadece bir an önce Silifkeye varabilmek var. Onu becerebilirsem, gerisini oturup biraz kendime geldikten sonra orada düşüneceğim.

    İyice uyuşup, tüm dikkatimi yola ve pedallamaya veriyorum. Gözlerimi kilometre saatinden bir an bile ayırmadan, geçmekte olduğum her metreyi teker teker sayıyorum. Bir, iki, üç, beş, on, yirmi, yüz, beşyüz derken sonunda bu ızdırap bitiyor. Silifke’nin ara sokaklarına girmemle birlikte rüzgardan kurtuluyor, uzun süre sonra ilk kez derin bir nefes alıyorum…

    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara

    ESNAF LOKANTALARININ ŞAMPİYONU: KURU-PİLAV

    Acıktım ama, rüzgar beni o kadar yıldırdı ki geri dönmeden bir an önce yol alayım diye durmak bile istemiyorum. Aç bi ilaç bir on kilometre daha gidip Silifke’den çıkarken, kenarda gördüğüm bir esnaf lokantası bütün kararlılığımı yerle bir ediyor. Kuru fasülye pilavı hem görüyorum, hem de nefis kokusunu alıyorum. Sürekli kebap vs yedikten sonra birden dünyanın en güzel yemeğiymiş gibi gelip aklımı alıyor. Hemen durup masaya yerleşiveriyorum…

    Karnım doydu ama dayak yemiş gibiyim, rüzgar gerçekten de insanı perişan ediyor. Ama yağma yok, devam etmem lazım. Yolun yarısı tamam. Bu kadar daha gidersem akşama Mersin’deyim. Orada acısını çıkarırırm diye kendimi gazlayıp, yeniden yola düşüyorum.

    Ve anladığım kadarıyla iyilik perileri sahne alıp sonunda rüzgarı ikna ediyorlar. Allah’ım kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum. Pedala basıyorum ve Karayel gidiyor, inanılmaz!!!

    Yeniden neşelenince, üstüne üstlük yol almaya da başlayınca, nasıl olduğunu anlamadan saat dört sularında kendimi Mersin girişinde buluyorum. Rüzgarın kapana aldığı bacaklarım, özgürlüklerine kavuşunca beni yay gibi fırlatmış olmalılar. Şaka maka yüz altmış kilometre yol yaptım, hem de ne yol… Üstüne üstlük hala sürüş yapabileceğim bir kaç saatim ve daha da önemlisi gücüm var…

    Yalnız bu trafikte Mersin’i boydan boya geçmek biraz sıkıntı verecekmiş gibi duruyor. yine de pedallara asılıp yönümü Adana’ya çeviriyorum. eğer becerebilirsem, üçüncü günde turu tamamlamış olma şansım var. Harika…

    Bu durum bana öyle bir gaz veriyor ki anlatamam. Yeniden otomatiğe alıp makine gibi pedallamaya başlıyorum. Keyfim de yerine geldi ya, arabalara otostop çeken bir öğrenciye: “Kusura bakma, yerim yok” gibi bir hareket yapıyorum, o da bana gülüyor. Ardından yolda yürüyen ergen kızlara göz kırpıp onları kikirdetiyorum vs. Sanki “vaz geçmeme” hediyem olarak her şey tekrar yoluna girmiş gibi görünüyor…

    Sonunda Mersin’den de çıkıp Tarsus yolunda devam etmeye başlıyorum. Artık denizden tamamen uzaklaştığım için rüzgar da yok. Adana’yla aramızda sadece kilometreler ve çevirilecek pedallar kalmış gibi görünüyor.

    Karayel ile ilk defa bir günde bu kadar uzun bir mesafe yapıyoruz. o yüzden gittikçe daha çok gidesimiz geliyor. Artık tek sınır zaman ve karanlık. Derken kalan mesafe de yavaş yavaş eriyip yok oluyor ve sabahtan beri yaptığımız ikiyüzyirmi zorlu kilometrenin ardından Karayel ile planladığımızdan bir gün önce Adana tabelasının altına ulaşıyoruz.

    bisiklet istanbul ankara

    İşte oldu… Bitirdik…

    Üç gündür içimde şişmekte balon yine yavaş yavaş sönmeye başlıyor. Öbür gün uçağa binip, görmeden, duymadan, koklamadan, hayatın kaslarımdaki gücünü hissedip onları tapagaz çalıştırarak hızlanmanın coşkusunu yaşamadan, insanlara dokunup verip almadan, tatmadan, minnetle gözlerim dolmadan, doğanın azametini farkedip huşu duygusunu hissetmeden, rüzgarla kapışıp gücümün son damlasına kadar zorlanmadan ve içimin ta derinliklerinden gelen çığlıklar atmadan, aşağı yukarı bir saat sürecek, son derece teknolojik, rahat ama bir o kadar da sıkıcı bir uçak yolculuğunun ardından eve döneceğim. Ve her tur sonrası olduğu en az bir haftalık bir depresyon kaçınılmaz… Neyse, sağlık olsun, önümde kebap mabedi Adana’da geçireceğim koca bir gün var...

    YİNE YUMUŞATTIK TAŞLAŞAN KALBİMİZİ

    Kendimi yorgun ama mutlu ve minnet dolu hissediyorum: Ne güzeldir ki yaptığım her tur beni olgunlaştırıyor, değiştiriyor, dönüştürüyor… En basitinden, artık alglarım eskisine göre çok farklı. Ne büyük mesafeler artık bana o kadar büyükmüş gibi geliyor, ne de iki boyutlu medyadan süzülüp gelen sanal görüntüleri gerçekleriyle karıştırıyorum. Tıpkı televizyonda futbol maçı izledikten sonra sahaya gidip çıplak gözle izlediğinde olduğu gibi, ben de artık her yeri daha yakındaymış gibi, ve her şeyi daha canlıymış gibi hissediyorum… Her turla birlikte dünya daha da küçülüyor, kafamda büyüttüğüm mesafeler, gerçek yerlerine, yani benim onlar için uygun gördüğüm büyüklüklere oturuyorlar...

    İşte… Yine bir yolculuğun daha sonuna geldim. Neyse ki hala şehirin kaotik ortamında alamadığım kokular burnumda, duyamadığım sesler kulaklarımda. En güzeli de, yine en taşlaşmış kalpleri bile eritecek kadar enerji biriktirdim her geçtiğim coğrafyadan, yediğim her güzel yemekten, yaptığım her samimi sohbetten…

    Ne diyeyim: “Büyülüsün hayat!”

    Ha bu arada, bisiklet çantası da daha bugün gelmiş!!!

    Sevgiler…

    Kartal Kendirci
    Şubat 2019

    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
  • My Page

    Yürüyerek Çatalçeşme'den Caddebostan'a

    Sahilden Alternatif Manzaralar

    Learn More

    Ocak 2019

    Learn More
    My Image

    Dün gece bir rüya gördüm! Aklımdaki bütün soruların cevaplarını nerede bulacağımı anlatıyordu. Ama uyanınca bir türlü hatırlayamadım. Yeniden uyumayı denedim. İşe yaradı… Rüyamı tekrar göremedim ama, beni hazineme ulaştıracak ipuçları görmeye başladım. Film şeridi gibi akıp geçiyorlardı önümden. “Hop hop, bi dakka yaa” diyerek, uzanıp yakalamaya çalıştım ama, göç eden leylekler misali uzaklaşırverdiler. Sadece sonuncusunu yakalayabildim zor bela…


    Dün gece bir rüya gördüm!

    Paulo Coelho’nun çok sevdiğim Simyacı kitabındaki gibi, doğduğumdan beri beni bekleyen hazineyi; ama para, mücevher vs değil de, aklımdaki bütün soruların cevaplarını nerede bulacağımı anlatıyordu. İçim erimişti rüyayı görürken. Öyle sevinmiştim ki… Ama uyanınca bir türlü hatırlayamadım. Görürken ne kadar mutlu olduysam hatırlayamayınca da o kadar gıcık oldum haliyle. Güzel şeylerin bedeli de bu işte; kaybetmesi pek fena oluyor…

    Her neyse, belki yeniden görürüm diye tekrar uyumayı denedim. İşe yaradı… Rüyamı tekrar göremedim ama, beni hazineme ulaştıracak ipuçlarını görmeye başladım. Film şeridi gibi akıp geçiyorlardı önümden. “Hop hop” diyerek, uzanıp yakalamaya çalıştım ama, göç eden leylekler misali uzaklaşıverdiler. Sadece sonuncusunu yakalayabildim zor bela. Her zaman yürüyüş yaptığım Bostancı-Fenerbahçe sahil yolunda, Çatalçeşme’deki Beltur Cafe’nin görüntüsüydü zihnimde kalan…

    Uyanıp dünyaya dönmem biraz vakit aldı. Gözlerimi ovuştururken hala ne gerçek, ne değil kestirmeye çalışıyordum. Hafta sonu olmuştu zaten. Yürümek de istiyordum. Derken Cafe’nin imgesi de zihnimde sabitleşince, pek inanmasam da hazinemi bulmak umuduyla kendimi sahile attım.

    Fazlasını bulacağımı nereden bilebilirdim ki ?!

    Yaz kış demeden, bazen soğukta bazen de kızgın güneşin altında sürekli yürüye yürüye kavun gibi olgunlaştım bu sahilde. Geçen hesapladım milyonlarca adım atmışım. Her birinde başka bir düşünce ile. Bu yüzden çok seviyorum yürümeyi, hem vücudumu çalıştırıyor, hem de aklımı… Hele ki kulaklıklarımı takıp, sesi sonuna kadar açtım mı, benden iyisi yok. Bir tek dans etmemek için kendini tutmak sıkıntı oluyor bazen! Onu da gece geç saatlerde yapıyorum, hafiften deli olduğum anlaşılmasın diye :)

    Neler geliyor aklıma yürürken paylaşsam inanamazsınız. Neyse, en azından sakıncalı olmayanları yazmaya çalışıyorum işte…

    My Image

    Sahile varınca ilk iş martılara uğruyorum. Kedileri obez eden teyzelerin bıraktığı mamaları yürütmekle meşguller. Yine aklıma takılıyor; “Bu teyzeler bu hayvanları neden obez etmeye çalışıyorlar ki?!”. Biliyorum; “Onlar iyilik edip hayvanları besliyorlar, vs.” diyeceksiniz ama bence pek öyle değil. Sanki biraz bir şeylerin kendilerine ihtiyaç duymasının eksikliğini çekiyorlarmış gibi geliyor bana. Yani bazen gerçekten abartıyorlar. Peki o mamaları yapmak için ne kadar tavuk, kuzu, vs telef edildiği hiç akıllarına gelmiyor mu acaba? Yani en azından çocukken her etkinin bir tepki yaratacağını öğrenmiş olmalılar. Tıpkı yaptıkları muzır deneylerin etkilerinin, şamarlar olarak tepkimesi gibi…

    Bir de şöyle düşünüyorum, bu kediler de pek uyanık aslında; yahu arkadaş Afrika savanlarında gerçek aslanlar, ağır abilikten ödün verip, ot yemeye yanaşmadıkları için açlıktan telef olurken, bunlar burayı mesken tutmuş, ekmek elden su gölden tıkınıyorlar durmadan. Bir tane zayıf olanını da göremezsiniz… Yani aslanların soyu tükenme tehlikesi altında ama maşallah bunlar iki üç gezegen doldurur bence. Yanlış anlaşılmasın, kedileri severim. Ama uyanıkların, cesur ve kişilik sahibi olanlara göre hayatta daha başarılı olmalarına pek dayanamıyorum, aslında hikaye bu…

    Dedim ya attığım her adımla aklıma başka düşünceler geliyor diye, aslanlarla birlikte Afrika’ya uçuveriyor zihnim ve kendimi şu soruyu sorurken buluyorum; “İyi de o güzelim ceylanlara, antiloplara yazık değil mi aslanlar paramparça edip yerken ?”. Aslında değil gibi… Yani belgeselciler bayılıyorlar o vahşet anlarını kaydedip kaydedip temcit pilavı gibi önümüze getirmeye. Çünkü sanırım onun dışında izleyenlerin ilgisini çekececek pek bir aksiyon yok. Yani sen o kadar yol git, geceleri çöllerde kal, ondan sonra millete hayvanların üreme ritüellerini, aşk mevzularını mı seyrettireceksin? O işin endüstrisi, üstelik de gerçek insanlarla çoktan kurulmuş zaten…

    Her neyse, kimsenin ekmeğine mani olmak istemem ama, bu belgeselci arkadaşların bize izlettikleri aslında olan bitenin sadece küçük bir kısmıymış. Aslında gariban aslanların her beş av denemesinden sadece birisi başarı ile sonuçlanıyormuş. Ama ceylan, antilop vs için otlar her zaman hazır; ye yiyebildiğin kadar.

    O zaman asıl önemli soru şu galiba; aslan gibi gururlu kalmak ama sürekli açlık çekmek mi daha zor, yoksa hiç açlık çekmeyen ceylan gibi binlerce üyelik sürünün içinde, her beş avdan sadece birisinde yem olmak tehlikesi ile yaşamak mı ? Basit bir hesap yaparsak; aslanın aç kalma olasılığı % 80 iken, Ceylanın yem olma olasılığı %20 bölü 1.000, yani neredeyse 'on binde iki'!!! Ceylan için hiç fena değil aslında değil mi ? Üstelik ot bol ve bedava olduğu için, yavrularını da beslemesi gerekmiyor. Oysa ki aslan hem kendisini hem de yavrularını doyurmak zorunda. Beceremezse evlat acısı da cabası… Zaten o yüzden antilop, ceylan, vs’nin soyu hiç tükenme tehlikesi altında olmuyor… Ne acayip değil mi; en büyük ölüm korkusunu ceylanlar yaşamasına rağmen, en çok ölen hep aslanlar oluyor… Acaba sorma şansımız olsaydı: “Yer değiştirmek ister misiniz?” diye ne cevap verirlerdi ? Hele ki ölüm bir son değilse ve sonrası varsa, hiç kimse Aslan olup da açlık içinde yaşamayı seçmezdi galiba. Nedense belgeseller açlıktan ölen aslanları hiç konu edinmiyor, veya açlıktan ölen Aslan yavrularını pek nadir gösteriyor ?! Bir terslik var ama. Yani aslan ormanın kralıysa, neden soyu tükenme tehlikesi altında ?!

    Şimdi anlaşılıyor, ceylanlar o kadar tehlike altında olmalarına rağmen neden gülümsüyormuş gibi bakarken, Aslanların o kadar heybete rağmen neden gergin gergin dolaştıkları… E kolay mı; ekmek aslanın ağzında !!!

    Bence sorumun cevabı açık: “En iyisi Çatalçeşme sahilde kedi olmak!”.

    İnsanların çoğunluğu da benimle aynı fikirde olmalı ki, bu davranış biçimini kendilerinde sıkça gözlemleyebiliyoruz… Evet, ne yazık ki artık aslan olmak pek para etmiyor…

    My Image

    Of, içim sıkıldı… Kafamı dağıtmak için sağa sola bakınca martı kardeşimle göz göze geliyoruz. Aval aval bana bakıyor. Hoşuma gittiği için ben de aval aval ona bakıyorum. Sonra merak ediyorum: “Ne düşünüyor acaba?” diye. Derken sorum: “Düşünüyor mu ki acaba?” olarak evriliyor. Ve düşünmenin sınırı nerede başlar nerede biter diye merak etmeye başlıyorum. Yani beni görüyordur herhalde. Gördüğünü de biliyor olmalı ki ona yöneldiğim zaman kaçıyor. O zaman, peki benim aslanlar hakkındaki düşüncelerimi bilse etkilenir miydi ki acaba? Bilebileceğini zannetmiyorum. İyi de neden ben öyle şeyler düşünebilirken o düşünemiyor? Acaba akıl bana hali hazırda verilmiş bir şey olduğu için mi ? Yok ya, okulda öğrettiler ya; fiziksel olarak martıdan farklı olduğumdan dolayı, yani mesela yürüyebildiğim için, ellerimle alet vs yapabildiğim için, dilimi kullanıp konuşabildiğim için gelişmiş bu beynim. Yani o zaman ellerim ve ayaklarım yerine sadece bir çift martı pençem olsaydı ve konuşamasaydım, ebatlarım da onun kadar olsaydı, yani uzun lafın kısası fiziksel olarak aynı onun gibi olsaydım, benim de ondan bir farkım kalmayacaktı. Yani o ne yapıyorsa ben de onu yapıyor olacaktım. Yani aslında özümüz aynı! Yani aslında onu veya herhangi bir başka şeyi yaptıklarından dolayı yargılamam için hiç bir sebep yok!!! Bu düşünceyle öyle mutlu oluyorum ki!! Çünkü böyle düşündüğüm zaman onun bütün yaptıkları bir anlam kazanıyor. Artık o beceriksiz aptal bir hayvan değil, sadece benim farklı bir formdaki kopyam. Sadece o mu ? Diğer her şey, insanlar, kediler, köpekler, ağaçlar, kayalar, hava, deniz, vs… Evet… Walla 'Empati'nin dibine vurdum. Keyfim yeniden yerinde, işte budur…

    Beltur Cafe’nin önüne geliyorum. Aynen rüyamda gördüğüm gibi. Sırtımı ona çevirip denize bakınca iyiden iyiye keyifleniyorum. Yürüyüşlerime hep buradan başlıyorum çünkü burası yürüyüşe başlamak için harika bir yer. Tıpkı minyatürize edilmiş bir balıkçı köyü gibi. Sahne o kadar zengin ki. Küçük bir kumsal, bir balıkçı barınağı ile tekneler, bir de göz alabildiğine deniz. Martılar hop kalkıp hop iniyorlar. Kimisi de çift olmuş, dans eder gibi kıvrak hareketlerle gözlerimi peşlerine takıp sürüklüyorlar. Tam pike yapıyorlar ki, görünmeyen avını kovalarken suyun sadece on santim üzerinden jet gibi giden bir Karabatak bakışlarımı devralıyor. Artık kulaklıklarımı da taktım. Müzik de başlayınca benden iyisi yok.

    Tekrar kafeye dönüp araştıran gözlerle süzmeye başlıyorum. Neydi, neydi, neydi, ney… Hatırlayabilmek için kendimi zorluyorum. “Kafamdaki tüm soruların cevabı!”. O kadar cezbedici ki. Uzunca bir ipin öbür ucunda ve ipin başlangıcı da bu kafede. Bakıyorum, bakıyorum ama sıra dışı bir şey göremiyorum. Tam kendime güvenim azalmaya başlarken, önlem almak istercesine “Biraz etrafa bakayım bari” diye düşünüp harekete geçiyorum.

    Neyse ki hava güzel. Bir şey bulamasam bile sahilin tadını çıkarmış olacağım en azından. Ve sağa sola bakarak yürürken gözüm aniden rüyamda görmüş olduğum bir şeye takılıyor. Bingooo. Kafenin sağında iki tane arıtma bacası var. Üzeri rengarenk resimlerle dolu. Görür görmez anlıyorum, ipucunun o resimlerin içinde olduğunu. O kadar eminim ki… Yoksa değil miyim ? Yoksa bu da benimle her zaman dalga geçen zihnimin ve haylaz hayal gücümün bana oynadığı bir oyun mu ? Öyle ya, sürekli buralarda yürüyüp dururken, bu bacaları görüp bilinçaltıma kaydetmiş olmayayım? Yeterince sıkılınca da hop, al sana yeni bir eğlence…

    Olsun varsın. Hayat da bir oyun değil mi ki zaten ? Ne başlangıcını bilen var, ne de sonrasını. Zihnimin benimle geçtiği dalganın hayli hayli fazlasını hayat da insanlarla geçiyor? Hem bu kadar yıl ciddi ciddi yaşadık ta ne oldu ki ? Bir dert bitiyor, öbürü başlıyor. Yalnız şöyle bir şey keşfettim, dert sadece sen onu ciddiye aldığında dert oluyor…

    bisiklet istanbul ankara

    Her neyse, bu düşüncelerle bir solukta bacaların dibine geliyorum ve bakışlarımla resmin altını üstüne getirip ipucunu bulmaya çalışıyorum. Resim çok güzel. Renkler de nefis. Eee ? Ben ona bakıyorum. O da bana bakıyor. Sanki bir şeyler söyemeye çalışıyor ama ne ?

    Biraz daha kafa patlatıyorum ama nafile. Acaba ipucu resimde olmayıp burası da başka bir kerteriz noktası olmasın diye düşününce hafiften heyecanlanıyorum yeniden. Sırtımı bacalara verip iki yönde de çevreyi dikkatlice tarıyorum. Derken beklediğim şey oluyor. Kınalıada yönünde denize doğru bakarken, sahilde standlarının üzerinde park etmiş teknelerin yanındaki kavak ağaçları flaş gibi patlayıveriyorlar gözümde! Evet onları da görmüştüm rüyamda. Hemen seğirtiveriyorum oraya doğru. Daha doğrusu hızlıca yürüyorum, sağı solu keserek. Hani biraz çatlak olabilirim ama bunu herkese ilan etmenin de pek bir alemi yok…

    Çok seviyorum bu kavak ağaçlarını. Birbirine yaren olmuş, tek sıra halinde on tane ağaç. En altta kalan yaprakları kafamın hizasında kalıyorlar. Ben de yürüyüş yaparken her seferinde elimi kaldırıp dokunuveriyorum yapraklarına, “Çak Beşlik” yapar gibi.

    Yine dikkatle araştırıyorum ağaçları ama pek dikkatimi çeken bir şey göremiyorum. Bir tek sahile en yakın ağaçtaki 3-18141 rakamı pek gizemli geliyor. Bir şifre falan mı acaba ? Biraz daha araştırıyorum ama nafile.

    Başlarım hazinesinden de. Hayal gücüm bugün yine fazla çalışıyor. Son bir kez daha kolaçan ediyorum. Artık canım sıkılıyor, laf olsun diye rakamın fotoğrafını çekip tekrar yürümeye başlıyorum.

    “Hayat zaten oyun gibi, yeniden oyunlar üretmenin pek bir alemi yok.” diyerek Fenerbahçe’ye doğru yola koyuluyorum. Hem sıkıldım, hem de biraz hayal kırıklığı yaşıyorum. O yüzden sağa sola bakınıyorum kendimi oyalayabilmek için. Sahil yine çok güzel. Hava taptaze ve canlandırıcı. Her adımda sıkıntım biraz daha geride kalıyor. Bir kaç dakika içinde ritmimi buluyorum. Hareket etmek çok güzel…

    Gözüm yerdeki “İBB” ibaresine takılıyor. Evirip çevirip kendimi eğlendirmeye çalışıyorum. “BB” Belediye Başkanı olsun da, “İ” ne olsun acaba ? Aklıma feci seçenekler geliyor ama ben: “İyi Kalpli Belediye Başkanı”nda karar kılıyorum. Öyle ya, iyi kalpli olmasalar bu işi neden yapsınlar ki ?! Birisi de sprey boya ile: “İBB Sosyal Tesisleri” yazmış deniz tarafındaki alçak duvarın üzerine; doğru söze ne denir! Burası bayağı eğlenceli aslında, biraz daha gidince bu sefer şu cümleyi görüyorum: “Koşun AMK”. Bence de öyle… Derken bir başkası geliyor. Yine sprey boyayla ama bu sefer belli ki biraz daha özenli çalışılmış. Muhtemelen bir şablonun üzerinden boyanmış. Üzeri “çatal-bıçak”la çaprazlanmış bir inek kafası size bakıyor, altında da “Şiddeti durdurmaya tabağından başla” yazıyor.

    “Şiddeti durdurmaya tabağınızdan başlayabilirsiniz” falan olsa anlayacağım ama… Faşizm öldü, bitti, tarih oldu diyorlar ama buraya bakılırsa sanki altın çağını yaşıyor gibi. Herkes aslında kendi fikrinin ırkçısı olmuş, “Onu yap, bunu yapma” vs diye birbirine akıl verip duruyor. Hızını alamayan sprey boyasını kapıp sahile geliyor. Daha sofistike olanlar film çekiyorlar, kitap yazıyorlar, “Deha Yönetmen”, “Saygın Yazar”, “Kanaat Önderi”, “Akil adam” vs gibi havalı şeyler olmaya çalışıyorlar. En son nokta ise tabii ki Politika!

    Herkes bir şeyler biliyormuş gibi birbirine ahkam kesiyor. Ailesi çocuğa, patronu çalışana, karısı kocasına, kocası karısına, komşu komşuya ve yönetenler herkese. Ama kimsenin bir şey bildiği yok? En basitinden: “Kimsin sen? Ne işin var bu hayatta? Kim gönderdi seni buraya? Görev kağıdını göster bakiim!” dediğin zaman kimse anlamlı bir cevap veremiyor: “Ya biz oraya çalışmamıştık!!!” Oysa cevap basit: “Valla ben de bilmiyorum ki!”. Bir diyebilseler özgürlükleri başlayacak, başkalarını da rahatsız etmeyecekler belki ama… 

    Yani ne bileyim: “Onu yap. Bunu yapma.” diyeceğimize: “Nasılsın, hava da bu gün ne kadar güzel, birlikte gezelim mi?” vs desek olmuyor mu ki ? Yine beni aşan konulara dalıyorum. Hop. Derin nefes al. Sağa sola bak. Güneşin sıcaklığını hisset. Evet, toparlamaya başladın. Budur…

    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara

    Evet, içimden “Budur!” dediğim anda, sahilimizi temiz tutmak adına herkese hitaben yazılmış “İBB Yazıt”larından birini görünce birden kafamda bir şimşek çakıyor. Betondan yapılıp, kahverengi taşla kaplanmış bloğun üzerindeki yazılara bakarken kavak ağacında gördüğüm 3-18141 rakamı aklımda patlayıveriyor. Çabucak yanına gidip, üçüncü satırın birinci harfine bakıyorum. Ardından bu harften sonra gelen sekizinci harfe, sonra onu takip eden birinci, ondan sonraki dördüncü ve son olarak ardından gelen birinci harfe! Aman Allah’ım! Gerçekten de anlamlı bir kelime çıktı: “K-E-M-E-R”. Gülüp geçeceğim ama sanki kelimede geçen şeyin nerede olduğunu da biliyorum! Bu iş yeniden eğlenceli bir hale gelmeye başladı…

    “Hadi bakalım” deyip, keyifle tekrar yola koyuluyorum.

    Merak içinde ve kafamda olasılıkları tartarken spor aletlerinin olduğu yere geldim. Bu adacıklardan yol boyunca dört beş tane var. Buralara bayılıyorum, eğlencesi hiç eksik olmuyor. Genelde yaşlılar kullanıyor bu aletleri ama bazen iyi kısa-filmler de olmuyor değil.

    İşte yine güzel (burayı biraz açalım, eşofmanlıyken bile kendilerini bu kadar güzel gösterebilecek teknikleri uygulamalarındaki başarılarından dolayı kadınları gerçekten takdir etmek lazım) bir kız, elleriyle saplarından tutup, ayaklarını biri öne diğeri arkaya sürekli ileri geri ittirdiği o alette son derece ciddi bir şekilde müzik dinliyor. Abartısız bütün kadınlar bu alete bayılıyorlar. Spor aletinden çok salıncağa benziyor zaten. Anladığım kadarıyla bacakları da güzelleştiriyor, çok fazla kas yapmadan ;)

    Ve tabii yandaki spor aletlerinde de en az iki testosteron yüklü yakışıklı kan-ter içinde rekabete girişmişler…

    Bu kadar tiyatroya ne gerek var ki? Biraz karikatürize etmiş gibi olacak ama eğer seslendirebilsek triologları üç aşağı beş yukarı şöyle bir şey olacak:

    1. oğlan: “Hayat çok anlamsız, çok yalnızım, kimim, neden doğdum bilmiyorum, biliminsanlarına göre bedenim bir çeşit makine, beynim bilgisayar, ruhum da elektrikmiş, sadece genlerim kendini kopyalayabilsin diye varmışım. Ve bir gün ölüp, yok olacağım!”

    2. oğlan: “Yok ya ben biliyorum, cennetten kovulmuşuz da, Tanrı’nın yazdığı kaderimizin oyuncağıymışız! Yani sıkılcaz mıkılcaz ama n’apalım ölene kadar hayat böyle işte!”

    Sonra ikisi birden: “Her neyse iki şekilde de hayat çok anlamsız ya, bir sürü şeyle uğraştık; playstation, x-box vs bile sıkıntımızı geçirmiyor. Acımızı biraz da seninle uyuştursak ?! Biliyoruz bundan da sıkılacağız ama birlikte ev araba vs alırız, gezeriz, tozarız, çoluk çocuk yaparız falan filan!”

    Dedikleri anda alımlı ablamız cevap veriyor: “Onu bunu bilmem, ben de çok sıkılıyorum ama güzel olan benim, siz kıllı ve kaba olansınız, o yüzden sizin bir şeyler yapmanız gerekiyor... Yalnız elinizi çabuk tutun çünkü güzelliğim geçiyor!”

    İçimden: “E tamam da, hayat hala anlamsız, o n’oolcak?!” diyorum.

    Kız tekrar lafı alıyor: “Başlatma hayatın anlamından, güzellik geçiyor dedik ya…"

    Uzun lafın kısası; çok şaşkın, çaresiz ve yalnızız ama hiç de değilmişiz taklidi yapıyoruz… Hastayız. Hepimiz hastayız. Hem de çok hastayız…

    bisiklet istanbul ankara

    Galiba kadınların da erkeklerin de biraz daha empati yapmaları lazım. Bende eksik olan parça olduğu için, veya ne bileyim farklı bir bakış açıları olduğu için sürekli karşı cinsi düşünüp anlamaya çalışıyorum. Biliyorum ki onların gözünden bakabilirsem vizyonum genişleyecek.

    Sanırım şöyle bir şey var: “Evrimsel Tekamül” yapısı gereği ve neslin devamını garanti etmek adına canlıları cinslere ayırıp, üremeleri için onları cesaretlendiriyor. Ama ne yazık ki bunu gerçekleştirirken; erkekleri kadın delisi, kadınları da bebek delisi yapıyor.

    Evrim birer atımlık biyokimyasal barutlarını, yani hormonları aslında son derece verimli kullanmış. Kadının cazibesine kapılması için erkeğe testosteron vs verirken, kadını da bunun ikizi ile donatmamış. Nasıl olsa erkek, testosteronun kendisine oynayacağı oyunlar sebebiyle, ne olursa olsun bir şekilde kadını elde edip, cinsel görevini yerine getireceği için, Evrim kalan barutunu bu hormonun kadındaki karşılığını oluşturmak yerine, kadınları bebeklere aşık edecek bir sıvı yaratmak için kullanmış. Belki böyle bir hormon henüz bulunmamıştır ama bebekle oynayan her kadın gördüğümde ben bunun varlığına yüzde yüz emin oluyorum…

    Her ne kadar bu durum cinsler arası münasebetleri oldukça karıştırsa da, buradan hareketle güzel bir empati yakalama şansımız olduğunu düşünüyorum! Kadın olmadığım için, erkek kimliğimle yapabileceğim öneri şu: Eğer hanım arkadaşlarımız kör olmayasıca, seks delisi, açgözlü erkekleri anlamak istiyorlarsa, kadının erkekler için ifade ettiği anlam ile, bebeğin kendileri için ifade ettiği anlamın aynı olduğunu düşünebilirler.

    Mesela şunlar gibi;

    Nasıl ki bir kadın bebek gördüğünde bakmadan duramazsa, bir erkek de kadın gördüğünde bakmadan duramaz,

    Nasıl ki bir kadın, bir bebek ona gülücük attığında kendisini tutamayıp saçmalamaya başlarsa, bir erkek de bir kadın ona gülücük attığında kendini tutamayıp saçmalamadan duramaz,

    Nasıl ki bir kadın, bir bebeğin açık poposunu gördüğünde ısırmadan duramazsa, bir erkek de… Bunu yazmasam da olur herhalde çünkü her halükarda sansürlenecektir zaten!

    Her neyse, siz ne demek istediğimi anladınız sanırım. Sakın yanlış anlaşılmasın, amacım hemcinslerimin fırsatçı davranışlarını aklamak değil. Sadece işin doğasına dair kendimce yakaladığım naçizane ipuçlarını paylaşmak istiyorum.

    Hal böyle olunca, aşık olmak erkek için şıppadanak gerçekleşebilen bir şeyken, bizim hormon kadınların aklını başından almadığı için ve üstüne üstlük biz erkekler bırakın kadınlar gibi güzel olmayı, hem tüylü ve köşeli olduğumuz, hem de testosteronun yan etkileri sebebiyle baya bir odunsulaştığımız için, belki aşık olmak değil ama ilişkiye girmek kadınlar için baya zorlu bir meydan okuma haline geliyor.

    Bu da aslında kadınların aşık olduğuna karar vermesinin neden daha uzun sürdüğünü açıklıyor… Hormonların desteğinden mahrum kalan kadınlar maalesef mantıklarının insafına kalıp mecburen, güvenilirlik, kibarlık, anlayış, mizah vs gibi daha daha derin ve kalıcı kişisel özelliklerin arayışına girmek zorunda kalıyorlar. Ne zor…

    O yüzden bu bilgilerin ışığında tavsiyelerim şu yönde olacak;

    Kadınlar: eğer bir erkek size mal mal bakıyorsa, onu mazur görün ve bebek görüp kendinden geçmiş bir kadın olduğunu farzedin.

    Ve erkekler, bir kadın sizi süzüyorsa, muhtemelen sizi beğenmiştir ama bu onlar için yeterli olmadığından aynı zamanda adam olabilme kapasitenizi de ölçmeye çalışıyordur. Sakın ha poponuzu ısırmak için sabırsızlandığı hissine kapılmayın. Çünkü her ne kadar anneniz size öyle davransa da artık bebek değilsiniz. Üstelik kıllı ve kabasınız. Ve her yeni bebek gördüğünüzde poposunu ısırma bağımlılığın esiri olmak yerine, bebeğinizi büyütüp harika bir çocuk olma macerasında ona eşlik etmek istiyorsanız, bir an önce daha derin ve duygusal yönden tatmin edici ilişkiler geliştirebilmek için çalışmaya, güvenilir, kibar, anlayışlı ve eğlenceli biri olmak yolunda çaba göstermeye başlayın.

    bisiklet istanbul ankara

    Aslında kadın ve erkek olarak benzerliklerimiz farklılıklarımızdan çok daha fazla. Ama maalesef iletişimimiz yeterince iyi değil. İki tarafın da derinden eksikliğini çektiği ve umutsuzca beklediği şey aslında aynı; sadece kendisi olduğu için beğenilmek, kabullenilmek, karşısındaki için değerli olduğunu hissetmek. Aslında karşınızdakine bir merhaba demek, korktuğunuz gibi onun sonsuza dek kölesi olacağınız anlamına gelmiyor. Üstelik o da gülerek size merhaba dediğinde aslında “artık benimsin, yaktım çıranı” manasına da gelmiyor…

    Düşlediğimiz şey varlığımızın başkaları tarafından bir gülücükle onaylanması aslında, yoksa karşımızdakinin özeline kabul edilmek için can atmıyoruz. Hatta herkesin bundan ödü patlıyor. Daha kendisiyle bile barışık değilken bir başkasının yükünü nasıl taşıyacak ki zaten?! O yüzden birbirimize gülümsesek yetecek, illa da yatmamıza gerek yok. Ama gerçek ilişkilerden korkan kendimiz mi desem, yoksa daha çok mal satmak için cinsel zaaflarımızı kullanan sistem mi desem, bu durumu pek bir güzel kullanıyor. Yani iş içimizdeki çocuklara kalsa, veya zihnen daha özgür olabilsek sekse bu kadar düşkün olur muyduk, pek emin değilim. Düşünsenize yürümeye bile üşenen bir toplumun, bu kadar efor gerektiren bir iş için her zaman hazır ve amade olmadı sizce de biraz garip değil mi ?

    Şu kanıya vardım ki: Erkekler de kadınlar da birbirlerini sandıklarının yaklaşık iki katı daha fazla beğeniyorlar. Muhtemelen çok hoş olduğunu düşündüğünüz kişi de sizin çok hoş olduğunuzu düşünüyor. Yine muhtemelen aslında sizinle ilgili olarak, onu hoş bulduğunuzu bilmekten daha öte bir ihtirası yok. Ve yine muhtemelen bunu birbirinizle paylaştığınız anda kendinizi kuş gibi hafiflemiş ve güneş ışığı kadar mutlu hissettirmekten başka birbirinize vereceğiniz bir yük olmayacak.

    Fakat bu konularda kendimize güvenimiz öylesine az ki. Böylesine ağır bir bedel ödememize rağmen yine de ördüğümüz duvarların arkasında kalmayı tercih ediyoruz. Ama bu büyük bir paradoks. Çünkü böyle yaptıkça yalnızlığımızı büyütüyor, sonra bu gazla ilk fırsatta hastalıklı ilişkiler geliştiriyoruz.

    Zaten bu durum ekonominin çok işine geldiği için değiştirmek de iyice zor. Kapitalizmin tam da arzuladığı gibi mutsuzluğumuz bizi çevreliyor ve kendimizi iyi hissedebilmek için aslında ihtiyacımız olmayan bir sürü şeye sahip olmaya yönleniyoruz. Evet, ekonomiler için en kötü şey herkesin mutlu olmasıdır. Çünkü o zaman kimse ihtiyacı olan dışında bir şey yapmak için yeltenmiyor ve sistem çöküyor. O yüzden sistem savaşları körüklüyor. Çünkü biliyor ki savaş olduğunda br şeyler satılır, hem de olabilecek en yüksek fiyattan. Mesela kadın ile erkeğin arasında savaş çıkartıyor, sonra onlara parfüm, güzellik, araba, statü vs satarak karına kar ekliyor…

    Şimdi sistem sistem deyip, bütün faturayı ona çıkarmak da haksızlık aslında. Bu sistem uzaydan gelmedi ya! Aslında şu anki popüler ekonomik sistem olarak kapitalizm, bizim yani insanların ekonomik izdüşümünden başka bir şey değil. Ve ana teması da bencillik!!! Dolayısıyla biz insanlar, “Ne pahasına olduğunu pek umursamadan, Hep Bana’cılıktan vaz geçmedikçe” sistemin değişmesini ummak da hayalcilikten başka bir şey olmayacak.

    Zaten oldum olası anlayabilmiş değilim, nereden geliyor bu değirmenin suyu ? Eğer kaynaklar sınırlı ise, birileri zenginleşirken birilerinin de fakirleşmesi gerekmez mi ? Ya da diyelim ki çoğunluk zenginleşiyor o zaman kaynağın, yani dünyanın fakirleşmesi gerekmiyor mu ? Haa doğru ya, zaten bir sürü fakir var ve gezegenin de neredeyse içine etmiş durumdayız. Tabii bir de bilançoda gelecekte ödenecek borçlar denen ve çocuklarımıza ait bir kalem var. Şimdi oldu, hesap denkleşiyor… Ama bir daha sorayım: Kendileri bile ne işe yarayacağını bilmeden üç beş kişinin bu kadar gereksizce zenginleşmesi için, bizim, dünyamızın ve çocuklarımızın bu kadar sıkıntı çekmesine gerçekten değer mi ? Üstüne üstlük birbirimize merhaba diyebilmek için beş kuruş paraya da ihtiyacımız yokken !!!

    bisiklet istanbul ankara

    Aslında korktuğumuz gibi değil. Belki ihtiyacımız olmayan bir sürü şey çok pahalı ve para gerektiriyor ama mutluluğumuz için gereken her şey bedava: sevgi, umut, inanç, cesaret, tutku, onur . Tek yapmamız gereken o anda hangisini ışıldatmak istediğimize karar vermek ve bunun için çalışmaya başlamak. “Daha ne isteyebiliriz ki ?

    Korkunun ecele faydası yok. Bencillik ise tam bir fecaat. “Bence oturup yeniden düşünmemizin vakti çoktan geldi de geçiyor” derken bir de bakıyorum ki : “KEMER”e gelmişim ve geçiyorum. Kemer dediğim şey eski bir iskele aslında. Denizin on beş yirmi metre içerisinde öylece duruyor. Zamanla üzeri yıkılmış ve şu an tıpkı antik bir Bizans kemerine benziyor.

    Gözlerimi kısıp incelemeye başlıyorum. Bundaki sır ne ola ki? Soldan bakıyorum bir şey yok, sağdan bakıyorum bir şey yok. Doğrultusunu takip edip bir şeyler bulmaya çalışıyorum, nafile… Gel zaman git zaman epey bir uğraştıktan sonra pes ediyorum. Tek bulabildiğim sekiz tane ayağı olduğu. Nedense bu aklıma takılıyor ama ciddiye almayıp bir süre sonra pes ediyorum.

    Bir kez daha: “Belki de fazla zorluyorum. Yürüyüşün keyfini çıkarsam sanki daha iyi olacak.” deyip tekrar yola düşüyorum. Zaten gördüğünüz gibi kafam da pek eğlenceli çalışıyor bugün. Bu düşünceyle tekrar keyfim yerine geliyor. Müziğin sesini de iyice açınca bacaklarım anında uyuveriyor tempoya. Yeniden sahilde kayar gibi gitmeye başlıyorum.

    Bu duyguyu tarif etmem lazım. Çünkü bence yürüyüş yapmanın en keyifli taraflarından birisi bu. Aslında yürümekten çok bir hareket halinde olma duygusu. Ya da durağan kalmama, hayatın ritmine katılma duygusu.

    Hani manzarası güzel olan yerlerde oturup, dakikalarca o manzarayı seyrederler ya?! İşte ben bunu bir türlü anlayamıyorum. Mesela bu bana yapılabilecek en büyük zalimlik. Orada her şey devinirken, dalgalar denizi dans ettirip martılar gösterilerini sergilerken, güneş renkten renge girip insanlar neşeli neşeli dolanırken, benim buna katılmamam, yani hareket etmeden bir yerde durup, tabiri caizse kendimi jiletle keserek bu manzaranın dışarısına çıkarıp, öylece ona bakmam neredeyse imkansız. İmkansız değilse bile az önce söylediğim gibi bana yapılabilecek en büyük zalimlik. Sanırım bu duyguyu sonuna kadar paylaştığım bir sürü arkadaşım da var. Kim mi onlar? Tabi ki çocuklar! Bence onlar yaşamayı daha iyi beceriyorlar. Ha bir de kapı gıcırtısı duyunca bile oynamaktan kendini alamayan hanımlar ne demek istediğimi çok iyi anlayacaktır eminim…

    Her neyse, benim bu yaşımdayken sahilde çocuklar gibi hoplayıp zıplamam ya da dansetmem pek uygun karşılanmıyor ama, kulaklarımda sevdiğim bir müziğin enerjisi ve bacaklarımda hayatın dans ettiren gücünü hissederek yürümek de en az onun kadar keyifli oluyor. Sanki bu şekilde hayatın o büyülü devrine, döngüsüne katılmış, deyim yerindeyese kaynağa dönmüş oluyorum. Sanki bu şekilde o güzel manzarayı, denizi, güneşi, martıları, çocukları kendimce ve elimden geldiğince taltif etmiş, onurlandırmış oluyorum. Öylesine kıvanç verici ki.

    bisiklet istanbul ankara

    Dinamik bir şekilde ve tempomu bozmadan yürürken, bir müddet sonra hipnoz gibi bir şey oluyor. Yol altımdan akarken, etrafımdaki manzara da bir araçla giderken film çekimi yapıyormuşçasına arkamda kalıyormuş, ve ben aslında yürümüyormuşum da kayarak ileriye doğru hareket ediyormuşum hissine kapılıyorum. İşte o anda istemeden ağzım kulaklarıma varmaya başlıyor…

    Ve anında bu duygunun geri dönüşünü almaya başlıyorum. Karşıdan gelen ve bu halimi gören insanlar, önce biraz kastırıp sağa sola bakarak yanımdan geçmeye çalışıyorlar ama sonra dayanamayıp selam veriyor, hatta merhabalaşıyorlar. O anda sanki vücudumun çeperinde bir hare varmış gibi hissetmeye başlıyorum. Belki şaşırtıcı olacak ama bunca zamandır bu durum hiç şaşmadı. Ne zaman kendimi böyle iyi ve mutlu hissetsem, başka zaman yere, sağa, sola bakarak yanımdan geçen herkes benimle selamlaşmaya başlıyor.

    Bir ara bu durumu kendime iş edinip üzerinde baya çalıştım. Önce bulabildiğim bütün “Vücut Dili” kitaplarını okudum, sonra da günler boyunca sahilde yürüyüş yapıp karşımdan gelen insanları izledim ve davranışlarını anlamaya çalıştım.

    Ve sonunda ortaya şöyle bir fotoğraf çıktı; insanlar, sanırım güvende hissetmek için veya utangaçlıklarından veya her ne derseniz deyin; karşısındakine daha uzaktayken, yani arada mesafe varken, yani karşısındaki kişi onu süzdüğünüzden emin olamayacakken rahat bir şekilde bakıyor ve ilgisini çekip çekmediğine karar vererek o kişiyi aklında işaretliyor. Fark edilme mesafesine girdiği anda ise bakışların yönü değişip, aşağıdakilerden birisini uygulamak üzere sahne alınıyor:

    Eğer pek ilgisini çekmediyseniz, şöyle bir bakıp geçiyor.

    Eğer ilgisini çektiyseniz ve kendisiyle barışık birisiyse, direk gözlerinize bakıp, sizden bir hareket bekliyor, hatta selam veriyor. Böyle birisiyle hiç düşünmeden arkadaş olup neler olacağına bakabilirsiniz...

    Eğer yanınızdan geçerken, “siz hariç her şeye” bakıyorsa; görünenin aksine, sizinle çok ilgilendi ama bunu anlamanızdan ödü patlıyor… Çok utangaç ve ne yapacağını bilemiyor…

    Sizinle göz göze geldikten sonra yere bakıyorsa; sizden hoşlandı ama ilk hareketi sizin yapmanızı bekliyor...

    Yanınızdan geçerken arka arkaya iki kez baktıysa; kesinlikle sizinle ilgilendi. Bir daha karşılaşırsanız selam verip, konuşmayı deneyin...

    Birkaç saniyeden fazla aval aval bakıyorsa; ya salağın teki ya da kara-sevda başlangıcı. Ne yapacağınızın kararını size bırakıyorum…

    Şunu da eklememde fayda var: insanlar kadın veya erkek olun fark etmez eğer sizi önemsemişse daha uzaktayken saçını, kıyafetini vs düzeltmek için ufak tefek hareketler yapmaya başlıyor ve size yaklaşınca birden dünyanın en kendine güvenen insanıymış yürüyüşü moduna geçiyor.

    Yine genel bir tespit: Düşünülenin aksine görünüşünüz iyileştikçe ve kendinize güveniniz arttıkça karşı tarafın size olan ilgisi azalıyor. Ben buna “Güzellerin Yalnızlığı Sendromu” diyorum. Sanırım büyük çoğunluğu utangaç ve kendine güvensiz insanlardan oluşan bir toplum olduğumuzdan, karşımızdaki kişinin iyi görünüşü ve kendine güveni bizim üzerimizde yıldırıcı bir etki yaratıyor ve “Yok ya bu hayatta bana bakmaz.” tarzı bir tepki vererek hem güvensiz olduğumuz için kendimizi hem de iyi göründüğü için karşımızdakini cezalandırmış oluyoruz. Halbuki sorsak herkes iyi görünüşlü ve kendisine güvenen birileriyle birlikte olmak istiyor! Bu durum sizce de traji-komik değil mi?!

    bisiklet istanbul ankara

    Bunları sadece ben söylemiyorum, biraz literatür karıştırınca göreceksiniz ki beden dili araştırmaları da aynı şeylerden bahsediyor. Benim yaptığım sadece bunları alıp saha çalışmasına çevirmek oldu. Biliyorum, belki çok fazla deşifre ediyorum ama, diğer türlüsü, yani bu kadar yalnız hissederken böylesine iletişimsiz kalmak da gerçekten çok saçma… Üstelik bence sahil, insanların tanışıp, arkadaş, dost, sevgili vs olabileceği dünya üzerindeki en güzel ve uygun atmosferlerden birisi. Bunu değerlendirememek çok üzücü oluyor. O yüzden üzerime düşeni yapmaya, insanların biraz daha cesur davranıp birbirleri ile daha çok etkileşebilmesi için tespitlerimi paylaşmaya çalışıyorum.

    Ve son olarak yine genel bir tespitim: Hayvanlar, deliler, çocuklar ve yaşlılar bu davranış kalıplarını hiç iplemiyorlar. O kadar samimi, içten ve hesapsızlar ki. Sanırım bunun sebebi şöyle bir şey: Siz de takdir edersiniz ki insanın en yalnız ve Tanrı’ya en uzak olduğu nokta, en aklı başında ve rasyonel olduğu orta yaşlar. İşte biz bu noktadayken hayvanlar, deliler, çocuklar ve yaşlılar Tanrı’ya bizden çok daha yakın oldukları için bu saçma sapan benmerkezci ve savunmacı zihin oyunlarından da bir o kadar uzak kalabiliyor ve gerçek kendileri olabiliyorlar…

    Şimdi size bir bonus vereceğim. Bunu kendim defalarca denedim ve her seferinde işe yaradı.

    Bir aralar Bollywood-Hint filmlerine takmıştım. Hollywood’un o endüstriyel ve mekanik gişe rekortmeni filmleri ile Avrupa’nın iç karartıcı kendinle hesaplaşma hikayelerinden sonra, yeniden doğan güneş gibi gelmişti bana. Hala da çok seviyor ve izliyorum. Bazen çok saçma olsalar da hem çok insaniler, hem umut dolular, hem de müzik ve danslar gerçekten çok güzel. Bu arada bilmeyenler için söyleyeyim, hali hazırda bir yılda Hindistan’da çekilen filmlerin sayısı Hollywood’dan fazla, dolayısıyla film endüstrisi oldukça gelişmiş. Çekimleri ve müzikleri gerçekten en üst seviyede filmler izleyebiliyorsunuz. Özellikle Amir Khan’ın oynadığı filmleri hiç çekincesiz hepinize önerebilirim…

    İşte bu merakımı takiben, güncel Hint müziklerini keşfetmem de pek uzun sürmedi. Biraz bakarsanız göreceksiniz ki; film jeneriklerinin başını çektiği ve oldukça güçlü bir Hint Pop müziği stoğu oluşmuş durumda. Ben de bunları kurcalarken: “Tashreef Song” adlı bir şarkı keşfettim. “Rochak Kohli” söylüyor ve “Bank Chor” isimli filmin jenerik müziği. Peki bu şarkının özelliği ne? Bu şarkının özelliği, acayip komik olması! Hintçe anlamamama rağmen, bu şarkıyı her duyduğumda ister istemez ağzım kulaklarıma varıyor. Deneyin, eminim siz de bana hak vereceksiniz…

    Ve bir gün yine sahilde yürüyüş yaparken, kulaklıklarımı takıp, bu şarkıyı açmamla birlikte ağzım kulaklarıma varınca bir de baktım ki karşımdan gelen insanların çoğu bana selam veriyor… Önce pek anlam veremedim ama biraz düşününce fark ettim ki, karşımdakine içten bir şekilde gülümsediğim anda, genelde insanlar buna karşılık vermeden geçemiyorlar. Artık ne zaman keyfim pek yerinde olmasa sahile gidip bu şarkıyı dinleyerek yürüyüş yapıyorum. Ve bir süre sonra insanlarla merhabalaştıkça, başka hiç bir şekilde satın alamayacağım bir enerji bedenime dolup beni yeniden hayatın keyifli kısımlarına döndürüveriyor… Bende işe yaradı. Siz de bir deneyin derim!!!

    bisiklet istanbul ankara

    Artık Suadiye’yi geçtim, yavaş yavaş Şaşkınbakkal’a doğru geliyorum. Sahilde yürüyüş yapmanın o tatlı hazzı ile yine mutlu mutlu yürürken sekiz gözlü meşe ağacı birden gözüme takılıyor. Bu ağacı çok seviyorum. Şu anda yaprakları yok ama yazın öyle zengin ve babacan duruyor ki anlatamam. Bir de önceki yıllarda yapılan budamalar yüzünden gövdesinde oluşmuş sekiz tane budak var. Bunların her biri neredeyse bir karış çapında birer göze benziyor. O yüzden ben de ona “Sekiz Gözlü” adını taktım. Arada geçerken selamlaşıyoruz. Komik belki ama, konuşamasa bile sahilde kimse yoksa kendimi yalnız hissetmememe yardımı oluyor.

    Her neyse, onun sekiz gözlü gövdesini görünce aklım ister istemez bizim sekiz ayaklı Kemer’e kayıyor. İpuçlarından birisi de burada olmasın sakın?! Bir heyecan çimenlerin üstünden geçip yanına varıyorum… Tabi ki ben ona bakıyorum, o da bana!!! Tamam sekiz gözü var da… Başka?! Başka da bir şey yok…

    Sırtımı ağaca verip sağı solu taramaya başlıyorum: “Bakalım dikkat çekici bir şeyler görebilecek miyim?” diye. Ama hayır, sıra dışı hiç bir şey yok. Dikkat dağıtıcı tek şey, ağacın dibindeki hortumun ucundan şırıl şırıl akan su…

    Yürürken hafiften yoruldum sanki. Suyun şırıltısını dinleyerek hortuma bakarken tatlı tatlı gözlerim dalıyor. Çok güzel bir duygu. Böyle uykuyla uyanıklık arasında olmaya bayılıyorum. Ne maddesin ne de ruh, tam ortasındasın sanki…

    Ve bu büyülü anda hop yeniden bir flash-back yaşıyorum. Düşünce aklımda hızla patlıyor ama aslında öncesinde ağır çekimde yükseldiğini hissediyorum. Akan suyun parlayan görüntüsü ve artık derinlerden gelmeye başlayan şırıltısı önce gözlerimden ve kulaklarımdan beynime ulaşıyor, ardından da bacaklarımın arasına doğru hücüm edip, mesanemde baskıya dönüşüyor.

    Evet şırıl şırıl akan suyun etkisiyle bir anda acayip çişimin geldiğini hissediyorum. Bunu hissetmemle birlikte bakışlarım ilerideki İBB’nin umumi tuvaletlerine dönüyor ve işte onun o turuncu rengini gördüğüm anda da flash-back gerçekleşiyor.

    Rüyamda bu tuvaleti gördüğümü hatırlıyorum. Evet, cevap orada. Bunu zaten bildiğimin farkına varıyorum. Artık çok kalmadı, birazdan cevabı bulacağım. Keyfim yerine geliyor, yüzüm gülmeye başlıyor…

    bisiklet istanbul ankara

    O keyifle telefonumu çıkarıp, hareketli bir parça seçiyorum. Anında kulaklıktan geçen enerji bütün vücuduma doluveriyor. “Tanrı’nın dili olsaydı bu olurdu” herhalde diyorum kendi kendime. Yani iletişim kurmak için müziği seçerdi kesin…

    Meşhur soru vardır ya: “Issız adaya düşsen yanına alacağın üç şey ne olurdu?” diye. Diğer ikisi değişebilir benim için ama üçüncüsü muhakkak müzik olurdu. Yani bir şeyler hissedemedikten sonra yaşamak pek kayda değer değilmiş gibi geliyor bana…

    Müziği ne kadar seviyorsam, müzik videolarına da o kadar gıcık oluyorum sanırım… Yani bazıları gerçekten güzel, özel ve yaratıcı sahnelerle dolu ama çoğunluğu, paylaşmaktan çok tüketimi körüklemek üzerine kurulmuş. Onlar da tıpkı reklam filmleri gibi. Küçükken kediler ile oynadığım bir oyunu hatırlatıyorlar bana. Güneşli havalarda saatimden yansıyan ışığı bir duvara tutup dakikalarca işkence çektirirdim hayvanlara, bir oraya bir buraya zıplatarak. Işıltı aklını başından alıyor olmalı neden bilmiyorum ama, tam patilerini üzerine kapatıp yakaladığını sandığı anda, yansımayı başka bir yere kaydırınca deli olup hop oraya zıplardı bu sefer de. Çocukluk işte… O zamanlar sadistçe eğlenmem dışında pek bir anlamı yoktu benim için ama şimdi düşününce koca koca dersler çıkıyor altından.

    Birincisi, o kedi o ışığa neden o kadar düşkün, sorusu ? Ki bence bu insan olarak bizim için: “Neden güzelliğe ve güzel şeylere bu kadar düşkünüz?!” sorusuna tekabül ediyor ve başlı başına bir kitap konusu. Belki ileride bu konu hakkında detaylıca konuşma fırsatımız olur…

    İkincisi ve asıl hakkında konuşmak istediğim şey ise, bunu fark etmiş olup da bizi o kedi gibi oynatmakta olan sistem ve saati oynatıp duran reklamcıların marifetleri!!! Evet, güzelliğe olan düşkünlüğümüzü kötüye kullanıp, o kedi gibi oynatıp duruyorlar bizleri aslında. Önce ışığı bir noktaya tutup ağzımıza balı çalıyorlar, sonra da tam ışığı yakaladığımızı sandığımız anda hop, yansımayı başka yere kaçırıyorlar.

    Buna en güzel örnek az önce bahsettiğim müzik videoları. Önce çok güzel bir kız, yakışıklı bir oğlan, bir manzara, bir araba, kıyafet vs ekrana geliyor, tam dikkatlice bakacakken hop görüntü yok olup bir başkası geliveriyor… Çünkü bunu yapanlar çok iyi biliyorlar ki: eğer yeterince o görüntüye bakabilirsek, görünen şeyden sıkılmaya başlayacağız.

    Çünkü:

    1- O görünen şey cansız, dünyanın en güzel şeyi bile olsa bir süre sonra ilgimizi kaybedeceğiz,

    2- Üzerine tonlarca makyaj veya fotoşap uygulanmış, yeterince bakarsak bunun da farkına varacağız,

    3- Her ne kadar artık zihinsel olarak tavsamış olsak da, hem ekrandaki hem de basılı materyaldeki görüntüler iki boyutlu. Üstüne üstlük görmek ve duymak dışında bize ulaşma şansları yok. Yani mesela, eğer isterseniz ekrandaki veya dergideki görüntünün içine girip, görmekte olduğunuz güzel kızın-yakışıklı oğlanın yanağından bir makas alamıyorsunuz.

    İşte bunun çok iyi farkında olan ve geçimleri işlerini yaptıkları firmaların ürünlerini satmaya bağımlı olan zevat, tam bizler bu sahte vaatlerin farkına varacakken hoppadanak görüntüyü, müziği, vs değiştiriveriyorlar.

    bisiklet istanbul ankara

    Bir de şu “Dijital Dünya” meselesi var bu aralar pek revaçta ve pek bir enerjimizi alan. Hem de pek bir evlere şenlik ve o da ayrıca bir kitap konusu, o yüzden hiç girmiyorum… İşte o Dijital Dünya’nın sıfır ve birlerinden, iki kere ikinin dört etmesinden gerçekten o kadar sıkıldım ki! En önemli meselelerde iki kere iki, dört etmiyor ki zaten! Ne aşkta çalışıyor o formül, ne de eğer varsa Tanrı’ya ulaşmakta… Biliminsanlarının sıkıcı formüllerindense Shakespeare’in içimi eriten sonelerini veya Yunus’un burnumu sızlatan dörtlüklerini tercih etmişimdir her zaman. O yüzden, artık karını maksimize etmek zorundaki “Gösterip de Vermeyen” değil de Aşk Pröfesörü olmak istiyorum!. Veya Sevgi Doktoru. İyilik İşleri Genel Müdürü de olabilir. Ya da Kötü Kalpler yarışması sonuncusu!

    Yine konu dağıldı… Her neyse artık tuvaletin önündeyim ve neredeyse altıma yapmak üzereyim. Birazdan bitiyor bu işkence/eğlence…

    Turnikeden geçip, soluğu pisuvarın önünde alıyorum. Yemişim aklımdaki bütün soruları da cevaplarını da… Mesanede panik varken diğer her şey ağırlığını yitiriyor gerçekten. Bence açlıktan bile daha kötü bu. Çünkü acıkınca bir şeyi tutman gerekmiyor. O yüzden bebeklerde kaka-çiş eğitimi de bu kadar zor oluyor herhalde.

    Her neyse, epi topu bir dakika bile sürmese de gerçek mutluluğu iliklerime kadar hissediyorum. Yahu kıssadan hisse, rüyamdaki mesaj bu muydu yoksa: “Soruları cevapları boş ver. Hayat küçük mutluluklarla dolu. Tadını çıkartmaya bak!” mı demek istiyordu acaba rüyam?

    Yeniden dünyaya dönerken kafam karışıyor. Ama bu pek fazla sürmüyor. Ellerimi yıkamak için lavaboya yönelip de aynada kendimi görmemle birlikte düğüm de çözülüveriyor.

    Ve sonunda hazineme ulaştım. “Tabi ya, nasıl da akıl edemedim ki!!!” diyorum içimden.

    Aynadaki aksim, tamı tamına rüyamdaki görüntüyle örtüşüyor. Evet, aklımdaki bütün soruların cevabını bulacağım yer tam karşımda aynada duruyor. O yer benim pişmiş kellem. Öyle ya bu kafadan çıkan deli saçması soruların cevapları, yine bu çatlak kafadan başka nerede olabilir ki ?

    Ayrıca ironik de olsa rüyamın sebep olduğu bu kısa yolculukta yine ne çok şey düşünüp, sizlere anlatmaya çalışırken ne çok şeyin farkına vardığıma şaşırıyorum.

    Hafiften hayal kırıklığına uğramama rağmen yine de kendimi bu sabaha göre daha bilgeleşmiş hissediyorum. O yüzden keyfim yerinde. Ayrıca, hava güzel, harika bir sahilde heyecanlı bir yürüyüş yaptım. Üstelik az önce de bahsettiğim gibi ihtiyacım olan her şey bedava…

    Sallanarak dışarı çıkıp kendimi sırt üstü çimenlerin üzerine bırakıyorum. Gülümsemem yüzümde büyüyor. Hazinemi bulmuş olmanın keyfiyle gökyüzünü seyrederken aklımdan şuna yakın bir şeyler geçiyor: “Bugünü de zaten bilinçaltından bildiğim bir şeyi, her cevabın bende saklı olduğunu bilinç düzeyine çıkararak bitirdim. Sanırım görevimiz bu: Hayata bilinç getirmek…”

    Birden daha önceden okumuş olduğum bir cümleyi hatırlıyorum; “Bilim tarihinin tamamı, şeylerin hiç de sandığımız gibi olmadığının ispatlarından ibarettir!”. Ardından nedense gözümün önüne bir sihirbazın kurnazca gülümseyerek gösterisindeki hileyi anlatışı geliyor…

    İşte bu… Hayat koca bir sihir gösterisi ve biz de aslında hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığını keşfederek ilerliyoruz. Ne hoş…

    Sanırım öldüğüm anda da aynı şey gerçekleşecek ve bu bedendeki son sözlerim veya bir sonraki hayatımın ilk düşünceleri şöyle bir şeyler olacak:

    “Tabii ya, nasıl da düşünemedim ki?!!!”

    Sevgiler…

    Kartal Kendirci
    İstanbul, Ocak 2019

    bisiklet istanbul ankara
  • My Page

    Bisikletle İstanbul'dan Ankara'ya

    İki Teker Üzerinden Minik Bir Modern Hayat Eleştirisi

    Learn More

    Aralık 2018

    Learn More
    My Image

    Sanki bir tane bu dnyaya ait ve beni yere doğru çeken, bir tane de tanrının yanından gelen ve beni göğe götrmeye uğraşan iki tane “benliğim” var… Yerdeki “Hayır boşuna uğraşma yapamazsın, haddini bil ki mutlu olabilesin” derken, gökteki srekli; “Hayır yapabilirsin, kalk ve uğraş, başarmanın ilk kuralı cesaret etmektir.” deyip duruyor. Ve ben yerdekini her dinlediğimde konforlu ama mutsuz bir hayat sryorken, yukarıdakini her dinlediğimde canım çıkıyor ama sonuçta kendimi tanrının yanına varmış gibi hissediyorum.


    Evet… Günlerdir haftalık hava tahminleriyle yaşadığım cebelleşmenin ardından, sonunda dört günlük bir aralık buldum. Her iki rotada da hem yağış, hem de soğuk vardı. Şimdi kuzey rotası yağışlı, güney rotası ise soğuk veriyor. Kısa bir kararsızlıktan sonra güney rotasını, yani soğuğu seçiyorum. Öyle büyük bir sebebi yok aslında bu seçimin. Zaten mevsim kış ve sürüş aralığı bulmak zor, bir de yeni lastiklerimi ıslak zeminde test ederken bu geziyi riske etmek istemiyorum, hepsi bu.

    Her ne kadar kulağa eğlenceli gelse de, oldukça karmaşık bir iş “uzun mesafe bisiklet” binişi yapmak. Hayli detaylı bir hazırlanma dönemi gerektiriyor. Özellikle de vaktiniz kısıtlıysa ve mevsimden dolayı kısalan sürüş saatleri yüzünden bu vakti sonuna kadar değerlendirmeniz gerekiyorsa.

    Neredeyse gecenin en uzun olduğu zamanlardayız. Gün sekizden sonra ağarıp, beşten hemen sonra kararıyor. Üstelik ağardıktan sonra ve batmadan önce bir iki saat hava yeterince ısınmıyor. Kısacası kaliteli sürüş saatleri günlük dört beş saat ile sınırlı. Bu da aslında yaz aylarının neredeyse yarısı kadar bir sürüş imkanı veriyor.

    “İyi de deli mi öptü ki, kara kışta bu yolculuğa çıkıyorsun” dediğinizi duyar gibi oluyorum, ama inanın bunun da makul sebepleri var… Başta da söylediğim gibi aslında her şey büyük ve detaylı bir planın parçası. Bu kış kıyamette bisikletle İstanbul’dan Ankara’ya gitmeye kalkışıyorum çünkü Mart ayında beş bin kilometrelik Trans-Avustralya bisiklet geçişini yapacağım ve o güne kadar performansımı giderek arttırmak için sürekli turlar yapmam gerekiyor ve antrenmanlar için havaların düzelmesini beklemek gibi bir şansım yok.

    Çocukluktan beri hayalimdi Avustralya’nın kızıl çöllerini geçmek ama aslında o tur da daha büyük bir planın, dünyanın çevresini bisikletle dolaşmanın bir parçası, hatta ilk ayağı olacak. Bu sefer de; “İyi ama neden ta dünyanın öbür ucundan başlıyorsun ?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Onun cevabı da şöyle: Orta yaşımı geçtiğim ve fiziksel kuvvetim giderek azaldığı için en zorlu etabı en başta yapıp, kolay olanları sona bırakmak gibi stratejik bir karar vermem gerekti.

    Demiştim ya ancak bulaştığınızda anlıyorsunuz bu “uzun mesafe bisiklet” sporunun aslında nasıl karmaşık bir iş olduğunu. Ama bu aşk gibi bir şey olduğundan, çoktan iş işten geçmiş oluyor…

    Her neyse… Zaten yazıyı okudukça bunun nasıl bir tutku olduğunu, neden böylesine zorlu bir şeyle böylesine şevkle uğraştığımı anlamaya başlayacağınıza eminim. Umarım size de bulaşır. Ama umarım bulaştırdığım için ileride bana lanet okumazsınız!

    KARAYEL İLE ET VE TIRNAK GİBİ

    Evet.. Tekrar turumuza dönelim. Aslında İstanbul deniz seviyesindeyken, yüksekliği 850 metre olan Ankara’dan başlamak daha mantıklı olurdu. Sonuçta yokuş aşağı gitmek gibisi yok. Ama maalesef hava durumu buna izin vermiyor. İstanbul’dan başlarsam ve her şey yolunda giderse, arkamdan beni takip edecek olan yağmurla ıslanmadan Ankara’ya varmam için bir şansım var ama o da kesin değil. O yüzden çabucak kararımı verip, toplanıp, yola çıkmam gerekiyor.

    Ve bu sporun gerektirdiği en önemli meziyetlerden birini kullanıp, müspet-menfi anında kararımı veriyorum; bir sonraki sabah şafakla birlikte yola çıkacağım…

    My Image

    Hazırlanmak için sadece bir günüm var. Vaktimi çok iyi değerlendirmem gerekiyor. İlk iş bu sporun en önemli isimlerinden Gürsel abiye (Akay) uğrayıp planımdan bahsediyor, akıl istiyorum. Kendisi ayak başparmağından saçlarına kadar tecrübe olduğu için; yollar, kıyafet, lastik seçimi, yedeklenecek malzeme vesaire aklıma takılan ne varsa soruyorum.

    Oradan çıkıp bisikletimi, yani “Karayel”i bakıma götürüyorum. Biraz ondan da bahsetmem lazım. Kendisi artık benim vücudumun bir uzantısı gibi. Uzun yollar boyunca birbirimize yarenlik etmekten etle tırnak gibi olduk. Bazen o beni taşıyor, bazen de ben onu… Geceleri uyurken yanımda olmazsa rahat edemediğimden, her konaklama tesisinde ilk şartım Karayel’i odama koyabilmek oluyor. Kabul görmezse başka bir yere gidiyorum. Belki acayip gelecek ama yolculuk sırasında ondan uzaklaştığım anlarda kendimi çıplak gibi hissediyorum…

    Bike&Outdoor’da Karayel’in bakımını yapan küçük dev adam Abbas da, bu işe gönül vermiş herkes gibi ayrı bir dünya. Bakım yapılırken ben de eksik malzemeleri tamamlıyorum. Aklımda, yanıma alacağım şeylerin listesi fır dönüyor… En zoru ise bu listeyi mümkün olduğunca kısaltmak. Çünkü uzun yol boyunca fazladan taşıyacağım 50 gr bile çok büyük yük haline geliyor. Bu yüzden mümkün olduğunca seçici davranıp, gerçekten işe yaramayacak hiçbir şeyi yük etmemek lazım. Aslında bu durum biraz da yolculuğun cazibesini arttıran şey. O birkaç gün boyunca mecburen o kadar mütevazı bir hayat sürmeye başlıyorsunuz ki… Ne giyeceğinizi düşünmek zorunda kalmadığınızda bunun aslında ne büyük bir özgürlük olduğunu, her gün “acaba bu gün ne giysem ?” diye kederlenmenin zamanla ne büyük bir yük haline geldiğini fark ediveriyorsunuz.

    Sırada yolculuk için aldığım yeni lastiklerin takılması var. Bu esnada gitmeye bayıldığım mağazalardan Decathlon’un bisiklet bölümünde Mert ile tanışıyorum. Daha ilk görüşte güçlü bakışlarından, akıcı hareketlerinden ve kendinden emin konuşmasından, sıkı bir bisikletçi ile tanıştığıma eminim. Laf lafı açıyor, oradan buradan derken bir de bakıyoruz ki iki lastik de hazır. Tekrar görüşmek üzere Mert ile sözleşip, mağazadan ayrılıyorum.

    1.GÜN / İSTANBUL-İNEGÖL / 120 km yol - 1.500 metre irtifa

    Kısa hazırlık günü çabucak geçiyor ve akşamla birlikte telaş yerini tatlı bir gerginlik ve heyecana bırakıyor. Bir yanda nelerle karşılaşacağını bilememenin verdiği gerginlik, diğer tarafta ise kısa bir süreliğine de olsa gündelik hayatın tekdüzeliğinden kurtulacak olmanın yarattığı heyecan ve canlılık hissi. Ve tabi ki en iyi uyumanız gereken gecede bir türlü uyku tutmuyor. Yarım yamalak bir uykunun ardından, vaktin gelmiş olmasına şükrederek uyanıyorum. Akşamdan hazırladığım malzemeleri tek tek kontrol edip çantalara doldurduktan sonra, artık harekete geçiyor olmanın verdiği sevinçle kapıyı açıp yola koyuluyorum.

    My Image
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara

    Etraf hala zifiri karanlık. Birkaç taksi ve uykulu insan dışında ortalıkta hiç hareket yok. Hava soğuk ama üşütmek yerine daha çok canlandırıyor. İstem dışı gülümserken, derin bir nefes alıp ilk pedala basıyorum. Pendik’e kadar olan 20 km’lik yol çabucak geçiveriyor.

    Bekleme odasına girmemle birlikte, feribot bekleyen uykulu yüzler aniden bana dönüyor. Sıradan olmayan bir şeyler görüyor olmanın verdiği merak ve ilgiyle süzüyorlar beni. Derken feribot yanaşıyor ve biniyoruz. Karayel’i güvertede bırakıp, kantine çıkıyorum. Gün boyunca belki de rahat rahat bir şeyler yiyip içmek için tek şansım bu olacağı için iyi değerlendirmem gerek. Çay ve simitleri hızlıca mideye indirip, rehaveti de fırsat bilerek bir köşede uyumaya çalışıyorum.

    Bir saat geçmeden Yalova’dayız. Yol boyunca epey uyudum. Kısa ama, geceki bölük pörçük uykudan sonra dinlendiriciydi. Hemen camdan aşağıdaki Karayel’i kontrol ediyorum. Biliyorum aptalca, denizin ortasında bir yere kaçacak hali yok ama, sanırım onsuz bütün plan suya düşeceğinden, insan bir miktar paranoyaklaşıyor.

    Güverteye inip Karayel’i ve kendimi hazırlıyor, seleye oturup hareket pozisyonunda karaya çıkmayı bekliyorum. Ve evet, kapak açılıyor, herkes bir koşu feribottan çıkmaya başlarken, ben de ilk pedalıma basıyorum. Yaşasın, tekrar yollardayız…

    Hava aydınlandı ama soğuk sürüyor. Birkaç dakika pedalladıktan sonra hem ısınıyor, hem de karayoluna çıkıyoruz. Artık şehrin tantanasını ve gündelik hayatın tekdüze klişelerini arkamıza alıp, bilinmeyene doğru hareket etme zamanı…

    Yola koyulup, rutin pedallama ritüeline başlar başlamaz içimi bir ferahlık sarıyor. Sert düşüncelerim yumuşayıp kendiliğinden akar hale gelirken, mevzu ister istemez ben bunu niye yapıyorum meselesine geliyor. Kendi kendime şuna yakın bir monolog yaşıyorum;

    - “Spor için desem değil, onu salonda da yapabilirim. Gezmek için desem o da değil, arabayla da gezebilirim. Oyun desem o hiç değil, böyle saatlerce tek başına kalmak yerine arkadaşlarımla bir şeyler yapıp daha çok eğlenebilirim.”

    - “Bu daha çok Yunus’un kendini yollara vurması gibi bir şey.”

    - “Epik ve ruhani…

    - “İbadet gibi...“

    - “Rutin bir şekilde pedalı çevirirken sarhoş olup uçtuğun, her sesi duyup, her kokuyu alırken doğanın döngüsüne uyumlanıp bütünleştiğin, kendi derinliklerinde kaybolduktan sonra giderek yükselip yukarıdakine yaklaştığın bir şey…”


    - “Bu dünyadan buharlaşıp başka bir aleme geçtiğin, her şeyin tek başına anlamını kaybedip ardından topyekun olarak bir anlam kazanmasına şahit olduğun bir şey sanki...“

    Bu düşünceler içinde yarı uçmuşken, dikleşen eğimle birlikte kendime geliyorum. Önceki gün bilgisayar başında bütün yolu etüd ettiğim için, önümdeki uzun rampanın farkındayım. Birkaç kilometre içinde 400 mt yüksekliğe çıkabilmek için konsantre olmam gerekiyor ve oluyorum…

    BACAKLARIM MAKİNE MİSALİ

    Genelde insanlar rampaların daha zorlayıcı olduğunu düşünür ama bence asıl zorlayıcı olan düz yollar. Özellikle düz yolların ne kadar zorlayıcı olabileceği konusuna ilerleyen satırlarda değineceğim ama şimdilik biraz daha rampalardan bahsetmek istiyorum.

    Rampalarda kendinle bir mücadeleye girişiyorsun. Aslında tüm bu yolculuk kendinle giriştiğin bir mücadele ve bunu en sağlam hissettiğin yerler de rampalar. Sanki bir tane bu dünyaya ait ve beni yere doğru çeken, bir tane de tanrının yanından gelen ve beni göğe götürmeye uğraşan iki “benliğim” var… Yerdeki “Hayır boşuna uğraşma yapamazsın, haddini bil ki mutlu olabilesin” derken, gökteki sürekli; “Hayır yapabilirsin, kalk ve uğraş, başarmanın ilk kuralı cesaret etmektir.” deyip duruyor. Ve ben yerdekini her dinlediğimde konforlu ama mutsuz bir hayat sürüyorken, yukarıdakini her dinlediğimde canım çıkıyor ama sonuçta kendimi Tanrı’nın yanına varmış gibi hissediyorum. Aynen kan ter içinde rampanın tepesine çıktıktan sonra bir yudum suyun bana verdiği serinliği, veya yokuş aşağı kendimi bıraktığımda hissettiğim coşkuyu kelimelerle ifade edemeyeceğim gibi, bu duyguyu tarif etmek de kesinlikle imkansız…

    Ve işte ben yine bu iştahla rampaya doğru girişiveriyorum. Bacaklarım makine misali çalışıp dakikalar birbirini kovalarken hafiften uçuşa geçmeye başlıyorum. Zaman ve mekan anlamını yitiriyor. Etraf her zamanki kimliğini yavaş yavaş kaybedip yerini daha buğulu bir ortama, kendiliğinden akan bir dansa bırakıyor ve ben de o dansın bir parçası oluveriyorum. Artık ne bacaklarıma emirler vermem gerekiyor, ne de kollarımı yönetmem. Her şey sanki çok önceden yazılmış bir oyunun sahnelenmesi misali kendiliğinden olurken ben de o nehirle birlikte akıveriyorum…

    ŞEHİRLERDE FİKİRLERİMİZ KÜÇÜLÜYOR OLABİLİR Mİ?

    Rampanın bitişiyle birlikte tekrar dünyaya dönüp, yol kenarında ufak bir mola veriyorum. Uzun zamandır böyle iyi hissetmemiştim. Birkaç yudum su içerken bir yandan da manzaranın tadını çıkarıyorum. Tepedeyken her şey ne kadar da farklı görünüyor. “Şehirlerde üç aşağı beş yukarı hep aynı yüksekliklerde yaşamak zorunda kalmak aslında bakış açımızı ne kadar tekdüze hale getiriyor” diye düşünmekten kendimi alamıyor, “Göz alabildiğine bakamadığımız için, fikirlerimiz de küçülüyor olabilir mi acaba ?” diye endişeleniyorum… Derken bu düşüncelerle keyfimi kaçırdığım için hayıflanıyor, yokuş aşağı sürüşün tadını çıkarmak için hemen tekrar yola koyuluyorum.

    Şimdi İstanbul ile aramızda bir de dağ var, o yüzden iyice bir rahatlayıp dikkatimi ardıma değil önüme çevirmek için kendi kendime söz veriyorum. Bundan sonra her anın tadını çıkartmamak çok büyük ayıp olacak…

    Hafiflik ve özgürlük… Bu duyguyu ifade etmek için aklıma gelen ilk kelimeler bunlar. Az önce rampayı çıkarken yaptığım yatırımın karşılığını fazlasıyla alırken, uçarcasına akıveriyorum İznik Gölü’nün parıldayan sularına doğru…

    İçimde ilk ciddi yokuşu tırmanmış olmanın rahatlığı, önümde ise pırıl pırıl parlayan bir göl. Keyfime diyecek yok doğrusu. İster istemez çocukluğumda kaydıraktan kayışlarım geliyor aklıma yokuştan aşağı süzülürken. Birkaç kilometrelik sürüşün ardından anayoldan çıkıp göl kenarına iniyorum. Martılar ve benden başka kimsecikler yok. Derin derin nefes alıp gölün kendine has kokusunu içime çekerken, bir yandan da martıların neşe dolu çığlıklarını dinliyorum. Ve bir kez daha hayret ediyorum gölün bu kadar düz olmasına. O dümdüz yüzeyinin üzerinde hayatın başka bir temsili yaşanırken, altında da kim bilir neler oluyor. Yaşam nasıl da dopdolu ve her yerde aslında…

    İşte yine oldu. Gündelik tasalar, parazit düşünceler uçup giderek yerlerini büyük gizemler hakkında kafa yormaya bıraktılar. Belki de korunma amaçlı olarak ve bilinçdışı bir şekilde kendimizi içine hapsettiğimiz gündelik yaşamın hayhuyunda gizlemeye çalıştığımız bütün o basit sorular teker teker gün yüzüne çıkmaya başlıyor; kimiz biz, neden varız, bütün bunların anlamı ne…

    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara

    Bu sorularla meşgul bir halde göl kenarında pedallıyorum. Solumda ipeksi görünüşüyle ışıl ışıl göl, sağımda zümrüt yeşilinin içine dağılmış sonbahar renkleri, önümde ise çıkıp çıkıp indiğim minicik rampalar. Bıraksalar bu şekilde sonsuza kadar gidebileceğimi düşünürken, artık gölü bırakıp dağlara döneceğim Sölöz’e geliyorum.

    SEKEN KUŞLARIN AYAK SESLERİ

    Kendi halinde minik bir yerleşim yeri Sölöz. Yazın da gelmiştim ve oldukça hareketli sayfiye kasabalarını andırıyordu ama bu mevsimde kendi içine kapanmış. Kasaba sakinleri dışında ortalıkta pek kimse yok. Onlar da gündelik rutinlerinin peşine takılmış, ağır çekim dolaşıyorlar ortalıkta.

    Vakit öğlen oldu ve ilk niyetim burada yemek molası vermekti. Gerçi burada yiyecek bir şeyler bulabilir miyim diye kaygılanıyordum ama açık bir Lahmacun Salonu bile buldum. Fakat yine de elim bir türlü frenleri sıkmaya varmıyor. Sürüşten dolayı kendimi o kadar iyi hissediyorum ve dağ yoluna dönmek için o kadar sabırsızlanıyorum ki…

    Karnım çok acıktı ama lokantada tıka basa yiyip, hazmetmek de dahil en azından iki saati burada heba etmek hiç de cazip gelmiyor. Onun yerine ani bir karar verip, köy bakkalında kısa bir mola ile geçiştiriyorum öğlen arasını. Çantamdaki tahıl barlardan iki tanesini neredeyse birer lokmada yutuveriyorum. Sanki içimde bir elektrik süpürgesi var da ağzıma ne koyarsam hop içeri çekiveriyor. Üstüne bakkaldan aldığım iki şişe maden suyu hem midemi şenlendiriyor, hem de kabarcıklarını neredeyse beynimde hissediyorum. Budur...

    Issız dağ yolunun güzelliğini tarif etmek imkansız. O yüzden durup fotoğraf çekmekten bisiklet süremez haldeyim. Nerdeyse her elli metrede bir, ağzım hayranlıkla bir karış açılmış durmak zorunda kalıyorum. Renkler, renkler… Doğa burada renkler konusunda o kadar cömert ki. Etrafta kimsecikler yok ve çıt çıkmıyor. Öyle ki seken kuşların ayak sesleri bile sanki konser salonundaymışçasına net geliyor.

    Kendimi zorlayıp Karayel’e biniyor, ve tekrar pedallamaya başlıyorum. Pedal döndükçe dönüyor ve ben yine düşüncelere dalıyorum.

    Pedal dönüyor, güneş dönüyor, dünya dönüyor, mevsimler dönüyor. Evrenimizde neredeyse her şey dönmek üzerine kurulmuş. Sonsuzluk bile bir döngü aslında, aynı dairenin üzerindeki başlangıç ile bitiş noktasının aslında aynı olması gibi, dönüp dolaşıp son yerine hep başa gelmek gibi… İşte sanırım bu kurguyu kendi minik hayat ölçeğimize uyarladığı için, pedallarken aynı dönme duygusunu yaşattığı için ve hayatın döngüleriyle bizi kaynaştırdığı için bisiklet sürmek böylesine bir kapı oluveriyor bahsettiğim o diğer aleme açılan...

    Uçtu uçtu Kartal uçtu… Harika… Başım dumanlı, sürüveriyorum bisikletimi sonbaharın muhteşem renklerinin arasında. Ne kadar gittik bilmiyorum ama artık yokuş bitti ve dağların tepesindeki bir platoda dümdüz bir yolda akıveriyoruz Karayel ile birlikte…

    Derken bu rüya da sona eriyor ve önümüzü kesen bölünmüş karayolu beliriveriyor, üzerinde vızır vızır işleyen araçların gürültüsüyle. İşte o vızır vızır işleyen araçların gürültüsü bende anında bir çağrışım yapıyor. Çevremdekilere ne zaman bisikletle uzun yol yapacağımı söylesem, genellikle şöyle bir tepki alıyorum; “Aaa harika… Ama motosikletle yapsan daha iyi değil mi, hem yorulmazdın!”. E doğruluk payı yok değil aslında ama yine de yapmak istediğim şeyin ruhunun pek kavranamadığına güzel bir örnek. O yüzden bu konuyu biraz açmak ve konfor nimet midir yoksa külfet midir biraz dertleşmek istiyorum.

    MOTORLU ARAÇLAR SADECE ULAŞMAK İÇİN

    Öncelikle motosikleti denememi söyleyenlere verdiğim cevap şöyle bir şey oluyor; “Daha önce motosikletim vardı ve bu hiç de aynı şey değil. Çünkü motorun gürültüsü, rüzgarın dayağı ve özellikle ne bir şey duyabildiğin ne de bir koku alabildiğin, üstüne üstlük görüşünü de kısıtlayan kask sebebiyle yolu yaşaman imkansız. O yüzden motosiklette veya herhangi başka bir motorlu araçta, yoldan izole olup, çevre ile tam olarak bütünleşemediğin için; yolu yaşamaktan ziyade varılacak noktaya bir an önce ulaşmak daha önemli hale geliyor. O zaman tavsiyem Yüksek Hızlı Tren olacak; çünkü bence o sınıftaki en rahat ve manzaralı taşıma aracı o. Tam bir konfor abidesi; manzarayı izlerken yiyip içebilir, sıkılırsan kalkıp dolaşabilirsin, mükemmel değil mi?! Hatta bunun bir sonraki aşaması daha güzel, onun adı da televizyon; evinde oturduğun yerden bütün dünyayı dolaşabilir, üstelik bu sırada ne istersen yiyebilir, telefonunla internette gezebilir, hatta uyuklayıp şekerleme bile yapabilirsin…

    Şaka bir yana; konsantrasyon motorlu bir araçla bir noktadan diğer bir noktaya gitmek olunca; “Artık varsak da dinlensek, bir şeyler yiyip içsek” vesaire diye düşünürken, bisiklet seni tam anlamıyla yolda yaşananlara odakladığı için “Mola bitse de yola çıksak” diye sabırsızlanıyor, “Sabah olsa da yine binsek” diye uykularından oluyorsun.

    Motorlu araçlar geleceğe ulaşmak için kullandığın bir araçken, bisiklet seni yaşamakta olduğun ana odaklayıp, şimdiki anı bütün kasların, hücrelerin, açlığın, susuzluğun, yorgunluğun vs. ile yaşamanın belki de en eğlenceli yollarından biri oluyor...

    E peki elektrikli bisiklet de olamaz mı diye şansını zorlayabilirsin belki ama bu sefer de kasların ve vücudunla hayata katılmadığın için sadece seyirci oluyorsun ve asıl ödül olan o canlılık duygusu yine eksik kalıyor. Üzgünüm ama sanırım o canlılık ve hayata katılma hissini yaşayabilmek için illa ki o konfor alanından çıkmak gerekiyor…

    Komik bir şekilde; kendilerinin küçükken sokakta oynadığı ile övünüp, çocuklarının ise aynı oyunları ancak bilgisayarda oynayabildiğinden o mutluluğu asla yaşayamayacağını anlatan insanlar, benden bisikleti bırakıp, aynı yolculuğu motosikletle yapmamı bekliyorlar…

    Takılmak için “Ama o biraz şişme kadınla veya bilgisayarda seks yapmaya benzemiyor mu?!” deyince de aval aval yüzüme bakıyorlar…

    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara

    Bu düşünceler içerisinde bölünmüş karayolunu geçip, karşıdaki köy yolundan devam ediyorum. Sessiz, sakin kıvrıla kıvrıla giden minik bir yol. Öyle mütevazı ki içimi bir sıcaklık kaplıyor. Derken her turda olan ve benim çok hoşuma giden bir şey oluyor; yolumu kaybediyorum. Harika!

    Bir köyden geçiyorum, derken bir başkasından. Bir üçüncüsünden geçiyorum ki sanki kaybolmanın o kadar da harika olmadığını bana hatırlatmak istercesine iki kocaman kangal bana yüksek sesle merhaba diyorlar. Keyiften yol adetlerini, evlere fazla yakınlaşmanın kabalık olduğunu unutuvermişim. Kibarca özür dileyip, hemen sıvışıveriyorum.

    Bugünkü hedefim olan İnegöl’e varabilmek için son 20 km’de maalesef o işlek karayoluna bağlanmam gerekiyor. Pek fena değil ama dağ yollarından sonra tabi ki biraz sıkıcı. Yaklaşık 100 km’lik sürüşün ardından, biraz da yorgunluk basmaya başlayınca, bir an önce varmak için düşüncelerimi rölantiye alıp, güzel bir tempo tutturarak pedallamaya odaklanıyorum.

    Ve işte vardım. Açlıktan ölmek üzereyim ve adı üzerinde; köfte diyarı İnegöl’deyim. Gerisini artık siz düşünün…

    Köftesi, tatlısı, çayı, rehaveti, tekrar çayı, tekrar rehaveti, tekrar çayı vesaire derken, yemek masasından kalkmam iki saati buluyor. Restorandakilerin yardımıyla çok yakında kalacak bir yer ayarlıyorum. Sıcak su ve duş… Aman Allah’ım, resmen cennetteyim. Suyun altından bir türlü çıkamıyorum. Zar zor kendimi banyodan çıkarıp, yatağıma boylu boyunca uzandığımda havada uçuyormuşum gibi geliyor. İster istemez gülümsüyorum…

    Yarım saatlik şekerlemenin ardından dışarı çıktım. Yürümeye çalışıyorum ama onca bisiklet sürmenin ardından sanki adımlarım havada dönüyormuş gibi geliyor…

    İnegöl’ün güzel insanları var. Bana nedense Hititleri, Frigleri vs bu topraklarda yaşamış eski ulusları hatırlatan, güzel hatlı, temiz yüzlü, sıcak bakışlı insanlar…

    Sokakları da güzel İnegöl’ün, temiz, bakımlı ve düzenli. Üstelik üzerleri lokanta dolu. Daha iki saat önce ayı gibi yemiş olmama rağmen hala kurt gibi aç olduğumu fark edip şaşkınlıktan gülüyorum. Bütün caddeleri kolaçan edip, ardından gözüme kestirdiğim pide salonuna dalıveriyorum. Ortalık nefis kokuyor; buğday ile odun ateşinin o muhteşem karışımı, burnumdan girip, beynimde dans ederken, garsonun önüme bıraktığı menüdeki her şeyi ısmarlamamak için kendimi zor tutuyorum.

    Ayıptır söylemesi, yine ayı gibi yedim… Karnım burnumda gerisin geri otelime dönüyorum İnegöl’ün güzel caddelerinden. Saat dokuz civarı ama önceki akşam heyecandan uyuyamadığım için üzerimde bir ağırlık var. Zar zor otele varıyor, daha yatağa yatarken havada uykuya dalıyorum.

    bisiklet istanbul ankara


    2.GÜN / İNEGÖL-ESKİŞEHİR / 110 km yol - 1.250 metre irtifa

    Deliksiz uyumak dedikleri bu olsa gerek. Sanki gözlerimi bir saniye önce kapatmışım gibi uyanıyorum. Saat altı ve, dışarısı hala karanlık. Günün ağarması yedi buçuğu bulacak ve o saatte yola koyulmuş olmam gerekiyor. Bugünkü rotam biraz daha zorlu; 1.200 m yüksekliğe tırmanacağım ve ardından epey bir yolu daha kat edip, akşam Eskişehir’e ulaşmam gerekiyor.

    Hazırlanıp çıktım. Tekrar yollardayız. Hava çok soğuk. Bir de yükseklere tırmanmam gerektiğini hatırlayınca biraz endişeleniyorum. Daha önce bu mevsimde tur yapmamıştım. O yüzden kıyafetlerimin, özellikle de eldivenlerimin ve ayakkabılarımın yeterli gelip gelmeyeceğinden emin değilim.

    Yola konsantre olup, çok fazla düşünmemeye çalışarak yaklaşık bir 20 km gidiyorum. Yol düz, sakin ve soğuk. Büyük rampadan önceki son yerleşim olan Kurşunlu’dayım. Tipik Anadolu kasabası; minik bir meydan, ortalıkta ağır ağır dolaşan bir iki kişi, orada burada köpekler. Kurşuni ortam ile tezat kıpkırmızı tabelalı benzin istasyonuna yanaşıyorum. Biraz da endişemi azaltmak için pompacı çocuğun yanında aniden durup; “Fulle!” diyorum. Bir anlık şaşkınlığın ardından ikimiz de gülüyoruz.

    Taşra insanları hep içimi ısıtıyor. Samimi, sahici ve güler yüzlüler. Yardım severlikleri ise anlatmakla bitmez. Derken nereden geldiklerini anlamadığım bir iki kişi daha beliriveriyor. Sabahın bu saatinde, buralarda, benim gibi bir tip, baya ilgi çekiyor anlaşılan.

    HER VİRAJDAN SONRA EĞİM AZALACAK UMUDU

    Hemen, önümdeki rampayı soruyorum. “Vah zavallı” türünde bakışları ile geçen birkaç saniyenin ardından anlatmaya, “Gidersin, gidersin.” diyerek bana moral vermeye çalışıyorlar. Bir tanesi; “Ben traktörle, 20 gazla, 25 dakikada gidiveriyorum, var sen hesap et.” diyor… Hesap edince, ben de kendime “Vah zavallı” diyorum gayri ihtiyari.

    Neyse, kaçış yok. O rampa çıkılacak. Ve bunun için yapılacak en iyi şey bir an önce yola koyulmak. Enerji niyetine iki tahıl bar daha hüpletip yola çıkıyorum. İlk bir iki kilometre nispeten az eğimli ama yokuş giderek dikleşiyor. Allahtan yol çok dar değil. 600 mt yükseklikte ilk molamı veriyorum. Arkamı dönüp aşağıya baktığımda manzara gerçekten de muhteşem görünüyor.

    Biraz su içip tekrar yola koyuluyorum. Gerçekten de zor bir rampa. Yol ıssız ve kıvrıla kıvrıla ilerliyor. Her virajın ardından eğim biraz azalacak umuduyla pedallıyorsun ama hiç de öyle olmuyor. İşte bu en zor anlardan biri, çünkü ümidin kırıldığı anda sürüş zevki de azalmaya başlıyor. Neyse ki tecrübelerim imdada yetişiyor ve kendime bu tırmanışın illa ki biteceğini hatırlatıyorum.

    Artık her 1,5 kilometrede bir mola vermeye başladım. Benzincideki hesaptan anladığım kadarıyla rampa 10 km civarında ve şu anda ortalarına gelmiş olmalıyım. Kısa bir su molasının ardından tekrar tırmanmaya başlıyorum. Artık her yerimden ter damlıyor.

    İşte o anda içimdeki benlerden dünyaya ait olanı devreye girip, geri dönmem için bir sürü bahane üretmeye başlıyor. Bu en tehlikeli nokta. Sanılanın aksine bu yolculuklarda en öldürücü şey fiziksel tükenme değil de zihinsel tükeniş. Çünkü yorulduğunuz zaman biraz dinlenip devam edebilirsiniz ama hedefiniz zihninizden silindiği anda o tur artık bitmiş demektir.

    Yokuşla, ama daha çok kendi içimdeki hainle mücadele ediyorum. Öylesine cazip fikirlerle geliyor ki dayanmak neredeyse imkansız. Ve bunun üzerine son darbe iniyor. Tam yine eğim azalır umuduyla bir virajı döndüğüm anda, üzerime doğru dört nala gelen köpek sürüsü görüş alanıma giriyor. Çok güzel koştuklarına mı hayran kalsam, yoksa beni yiyecekmiş gibi gelmelerine mi üzülsem bilemiyorum. Zaten biraz da benliğimde yaşadığım mücadeleden uçmuş vaziyetteyim. İçimdeki hain yeniden ortaya çıkıyor ve bu sefer geri döneceğimizden son derece emin bir şekilde köpeklerin bana yapacakları ile ilgili kısa filmler göstermeye başlıyor.

    Artık dibimdeler ve parlak dişleri bacaklarımdan sadece birkaç santim ötede deli gibi hırlayıp havlayarak yanım sıra geliyorlar. İşte o an sanki zaman duruyor. Daha doğrusu düşüncelerim o kadar hızlanıyor ki diğer her şey çok yavaş kalıyor. İçimdeki kızgınlık önce öfkeye sonra da büyük bir güce dönüşüyor. Ve ben son derece net bir şekilde, hiçbir şey yapmadan yoluma devam etmeye karar veriyorum. O kadar tırmanmayı, içimdeki haine de, üç beş köpeğe de feda edecek değilim…

    Nasıl olduğunu bilmemekle birlikte, hiçbir şey olmayacağından son derece emin bir halde yokuşu tırmanmaya devam ediyorum. Köpekler de bunu anlamış gibi susup, bu sefer bana eşlik etmeye başlıyorlar. Sanki çabama saygı gösteriyorlar. Bu düşünceyle o kadar mutlu olup gaza geliyorum ki, yokuşun kalan kısmı dakikalar içinde hiç anlamadan tükeniveriyor. Büyük bir zafer bu; hem yokuşu, hem köpekleri, ve en önemlisi; hem de içimdeki haini dize getiriyorum. O anda o kadar gururluyum ki…

    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara

    BİR BARDAK ÇAY OLSAYDI

    Bu gazla rampayı bitirirken, yükseldikçe havanın ne kadar soğuduğunu ancak tepedeki iki üç haneli Nazifpaşa’da durunca fark ediyorum. Termal içliğim sırılsıklam ve fırından yeni çıkmış bir ekmek gibi üzerimden buharlar tütüyor. Küçük köyde sığınacak bir yer ararken, köyün imamı ile karşılaşıyorum. Sımsıkı giyinmiş ve inanmaz gözlerle beni süzüyor. Bırakın bisikletliyi, buradan araba bile kırk yılın başı geçiyor olmalı. Ağzı sorularıyla dolu ama nereden başlayacağını bilemiyor. Ben inisiyatifi alıp “Merhaba” deyince de, çuvalın ağzı açılıyor, sorular çorap söküğü gibi gelmeye başlıyor.

    Neşeli sorgu esnasında “Buralarda kahvehane var mı ?” diye sorabiliyorum” ancak. Maalesef yok ama bana camide üzerimi değişebileceğimi söylüyor. Tüten buharımdan o da anladı; acilen üzerimi değişmem gerek yoksa hasta olmam an meselesi. Camiyi boşverip, oracıkta soyunuveriyorum. Metabolizmam o kadar hızlanmış ki, zerre kadar üşümüyorum üzerimi değişirken. Ve yeni içlikle gelen konfor duygusu iliklerime kadar işliyor. Bir bardak da çay olsaydı… Ama maalesef yok. Çok küçük bir yer burası. 15 km ilerideki Pazaryeri kasabasında her şey var diyor , misafirperver imam.

    Biraz daha çene çalıyoruz, oradan buradan. Bana soğuk sıkım keçi boynuzu pekmezi içmemi öneriyor kuvvet ihtiyacımı karşılayabilmem için. Kendisi kullanıyormuş ve son derece memnunmuş. Allah’ın dağında sanki bizi duyabilecek birileri varmış gibi, bir sağına bir de soluna baktıktan sonra kulağıma eğilip ekliyor; “Bir tek yan etkisi var; biraz fazla gaz çıkarttırıyor.” Gülerken buz gibi havadan dişlerim birbirine vuruyor. Artık yola koyulmam lazım yoksa soğuyan kaslarım başıma işler açacak.

    Helalleşip, tekrar yola koyuluyorum. Hava gerçekten çok soğuk; -3, -4 derece civarında olmalı. Ufak bir rampa daha tırmandıktan sonra artık inişe geçiyorum. Hızlandıkça artan rüzgar, soğuğun etkisini daha da güçlendiriyor. Kısa bir süre sonra artık ellerim ve ayaklarımı hissetmez oluyorum. Yol boş ve çukursuz ama soğuk asfalt olduğu için keskin taşlarla dolu. İşte o an gerçekten korkmaya başlıyorum. Şu anda başıma gelebilecek en kötü şey lastiğimin patlaması. Yanımda yedek lastik var ama bu donmuş parmaklarla değiştirmem imkansız. Üstelik kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdeyim. En yakın yerleşim 15 km ötede ve lastik patlarsa tek yapabileceğim, Karayel’i yedeğime alıp bu soğukta 2-3 saat yürümek, bu da ciddi bir donma tehlikesi demek. Bir kez daha teslim ediyorum ki insan için en büyük tehlike hava şartları. Kendi kurallarını hiç esnetmeyen doğa, bazen o kadar acımasız olabiliyor ve insan bunun karşısında o kadar çaresiz kalabiliyor ki…

    İçimden dualar ederek ve son derece kontrollü bir inişle 800 mt yükseklikteki platoya varıyorum. Yol artık düz ve hava nispeten biraz daha sıcak. Hafiften keyiflenip güzel bir tempo tutturuyorum. Zamanlamam iyi, öğlen olmadan dağları aştım. Akşama Eskişehir’de olmayı hedefliyorum ve bir aksilik çıkmazsa bu mümkün gibi görünüyor.

    Bu yolculukta beni en çok zorlayan şey mevsim sebebiyle sürüş saatlerinin çok az olması. Hava çok geç ağarıp çok erken kararıyor. Üstelik ağardıktan iki saat sonra ve kararmadan iki saat önce çok soğuk oluyor. Bu durumda ancak 4-5 saat kaliteli sürüş yapabiliyorum. Saatte ortalama 20 km hızla yol aldığım düşünülürse bu günde 100-120 km’ye tekabül ediyor. Tabi ki herhangi bir aksaklık olmadığı takdirde. İşte o aksaklık olması ihtimali bütün planı bozabilir ve bu beni çok huzursuz ediyor.

    bisiklet istanbul ankara

    Bu düşüncelerle Pazaryeri’nde mola vermekten vazgeçip yola devam ediyorum. Bozüyük’e varana kadar durmak yok. Pazaryeri’ne kadar platoda baya ters rüzgar yedim ve sürüş pek de keyifli olmadı ama Bozüyük yolundaki vadilere dönmemle birlikte rüzgar çekilip gidiyor. İşte sürüş keyfi geri geldi. Platoda yokuş aşağı gidebilmek için bile çabalarken, burada meyil hafif yukarı doğru olmasına rağmen Karayel yağ gibi akıyor. Zirveden bu yana baya gerilmiştim ama şimdi çok mutluyum…

    STRESİN KAYNAĞI BOLLUK

    Bu keyifle yol hemencecik bitiveriyor haliyle. Bozüyük epey büyük ve canlı. Tam bir kavşak şehir. Kentin kaosuna girmeden çevre yolundan devam edip, güzel bir dinlenme tesisinde mola veriyorum. Hem soğuktan, hem de tırmanıştan kurt gibi acıktım…

    Tesis kocaman ve neredeyse bomboş. Üzerimi değişecek bir yer ararken garsonların teşvikiyle mesciti keşfediyorum. Molalarda kullanmak için harika bir yer ve yol boyunca her daim kullanıyorum. Tuvaletlerin ıslak ortamındansa halı kaplı mescitlerde üzerini değişebilmek çok büyük lüks gerçekten. Fırsatı kaçırmıyor, hemen kot pantolonumu ve polarımı giyerek tekrar insan olmanın keyfini çıkarıyorum. Yemeği bu kıyafetlerle yiyebilmek harika olacak.

    Ve işte büyük çıkmaz; her zaman olduğu gibi dinlenme tesisi harika yemeklerle dolu ve ben hangisini seçsem diye kafamı kaşıyıp duruyorum. Belki komik gelecek ama yol boyunca yaşadığım en büyük sıkıntılardan birisi bu. Aslında başımızın belası “stres”in kaynağı da bu bolluk; yani seçim yapmak zorunda kalmak. Stresin kelime anlamı gerginlik, ve bizim seçim yapmak zorunda kalınca gerilmemizden kaynaklanıyor.

    İşin içinden çıkamayıp, her şeyden yarım porsiyon söylüyorum. Garson inanmaz gözlerle yüzüme bakarken hınzırca gülümsüyor, az sonra hepsini bitirdiğimde bakalım ne yapacak diye düşünerek keyifleniyorum… Yemekler gerçekten harika. Bir de üstüne bu kadar aç olunca sofra tam bir şölen oluyor.

    Bu şöleni saatlerce sürdürebilirim ama Eskişehir’e varmak için yola koyulmam gerek. Mescitte üzerimi değiştirip, garson çocuklardan yol ile ilgili istihbarat almaya çalışıyorum. En gözde sorum yolun eğimi ile ilgili tabi ki. “Yok abi yok, yol dümdüz.” diyorlar ama ben içten içe biliyorum ki o yol hiç de öyle dümdüz değil. Sürekli motorlu araçlarla seyahat eden insanlar zeminin gerçek eğimini fark edemiyorlar. Bisiklette ise yeryüzündeki en ufak değişimi bile iliklerinizde hissediyorsunuz. Nitekim tahmin ettiğim gibi oluyor ve neredeyse kalan yolun yarısı boyunca hafif de olsa sürekli tırmanıyorum. Bunun dışında bir sorun çıkmıyor ve hava tam soğumaya başlarken Eskişehir’e varıyorum.

    DELİSİN SEN

    Artık yolun yarısı bitti ve tırmanma ağırlıklı olan zor kısmını atlattığımı düşünüyorum. O keyifle Eskişehir’de yaşayan kızımın ve eşinin kapısını çalıyorum. Tepkisi tipik; “Delisin sen ?!”. Hak vermemek elde değil…

    Yine sıcak suyun altına giriyorum ve tabi ki çıkamıyorum. Sağaltıcı sıcak suyun sızım sızım sızlayan kaslarımın üzerinden akması muhteşem bir şey.

    Zar zor çıkıp hazırlanıyorum. Yürüyerek Çiğ Börek partisi vermeye, şehir merkezine gidiyoruz. Eskişehir çok güzel bir şehir. Alt yapı sorunu yok. Nüfusun yarısını oluşturan ve çoğu dışarıdan gelen öğrenci ve askerler yüzünden çok kültürlü ve rengarenk. Havadaki dinamizm sizi bir anda etkisi altına alıveriyor.

    Çiğ Börek kesmiyor, bir de kokoreç patlatıyorum yol üstünde. Mütevazi minicik bir dükkan gibi görünüyor ama yer yemez anlıyorsun kesinlikle muhteşem bir tarihe sahip olduğunu. Zaten eski usül yapmalarından, ve üzerlerinden akan kendine güvenden her şey anlaşılıyor.

    Şimdi biraz doydum sanki. Umarım biraz sürer diye düşünürken, rengarenk caddeleri ve hareketli sokakları arşınlamaya başlıyoruz. Günlerden Cumartesi ve sanırım herkes dışarıda. En çok da gençler var etrafta. Giyinmiş, süslenmiş aleme akıvermişler. Sadece seyretmesi bile çok keyifli. Eskişehir’i ne kadar sevdiğimi unutmuşum, en kısa zamanda yeniden geleceğim.

    bisiklet istanbul ankara

    3.GÜN / ESKİŞEHİR - SİVRİHİSAR / 110 km yol - 750 metre irtifa

    Yine deliksiz bir uyku ve yine şafakla birlikte ayaktayım. Bu gün erken çıkmaya karar veriyorum, yoksa yolu planladığım sürede tamamlayamayacağım. Sıcaklık -4 derece olarak görünüyor ama ben akıllıyım ya, pencereden göz kırpan güneşe aldanıp yola koyuluyorum.

    Aslında artık iç Anadolu platosundayım ve bundan sonra pek tırmanış yok. Üstelik yol da dümdüz. Gökyüzü açık, güneş parlıyor. Her şey yolunda olmalı…

    İnsanoğlu beşer şaşar. Kural değişmiyor. Ve işte kendimi en güçlü hissettiğim anda gafil avlanıyorum. 15 km gitmeden her yerim buz kesiyor. Bacaklarımı çevirmeye çalışıyorum ama beni dinlemiyorlar. Üstelik artık beni oyalayan dönemeçler, tırmanışlar, köpekler vesaire de yok. Buz gibi bir hava, dümdüz bir yol ve sıkılmış kendimle baş başayım.

    HER TAŞ YERİNDE AĞIR

    O anda ne kadar yanıldığımı öğrenmeye başlıyorum. Soğuk berbat ama, monoton yol soğuğun yıldırıcı etkisini iki katına çıkarıyor. Kendimi oyalayabileceğim hiç bir şey olmadığı için aklım sadece soğuğa ve çektiğim sıkıntıya odaklanıyor. Böyle olunca her şey batmaya, yoldaki en ufak tümsek veya minicik bir taş bile sıkıntı olmaya başlıyor. Einstein’ın görecelik kuramını yeniden keşfediyorum; evet her taş yerinde ağır…

    Yerdeki benliğim sazı eline alıp başlıyor şikayet etmeye; en minik kasımdaki ağrıyı bile beynimde hissediyorum artık. Bir şeyler olması gerek. Bu böyle devam edemeyecek. Plato boyunca kilometrelerce hiç yerleşim yok ve sanırım yol çok rahat olduğu için kimse bir dinlenme tesisi veya en azından bir benzin istasyonu yapma ihtiyacı duymamış. Gidiyorum da gidiyorum, ama bir türlü görüş alanımda bozkır dışında bir şey belirmiyor.

    Birden Jack London’ın kutup hikayeleri üşüşüyor aklıma. En çok da donan parmakları yüzünden kibritini çakamadığı için soğuktan ölen adamı hatırlıyorum. Hatırlamak da değil, zihnime yerleşiyor ve bir türlü gitmek bilmiyor. Kendimi o kadar yılgın ve çaresiz hissediyorum ki.

    O an göklerden gelen benliğim yardımıma yetişip, başlıyor anlatmaya; bak diyor, hayatın da böyle işte, en yüksekte olduğunu sandığın anda en dibe düşebiliyorsun, düzlükler kolay olabilir, ama içinde en tehlikeliyi, yani her şeyi devleştiren sıkıntıyı saklıyor diyor. Rahatlık bu yüzden batar diyor. İnsanlar bu yüzden aptal aptal işlere bulaşır, hem kendilerine, hem diğerlerine, hem de çevrelerine zarar verecek işlere girişirler diyor. Ama yine de etraflarındaki güzellikleri sıkıntı sayıp, bıkmadan usanmadan o düzlüğe ulaşmak için çabalayıp dururlar diyor.

    O kadar duygulanıyorum ki… O anda içten yanmalı motorum yeniden devreye giriyor ve hınçla asılıyorum pedallara. Yine bir zafer anı… Sıkıntım veya soğuğun yakıcı etkisi geçmiş değil ama araya zihin perdemi koyduğum için artık bana pek işleyemiyor.

    bisiklet istanbul ankara

    Avustralya’da neredeyse Türkiye kadar bir çöl geçmem gerekecek. Ve o yol dümdüz. İşte o anda neye çalışmam gerektiğini fark ediyorum. Demek ki bu yaşadığım sıkıntının da varlık sebebi bu. Endişeleniyorum ama sıkıntı yerini yavaşça çalışma kararlılığına bırakıyor. Daha çok çalışıp, zihnimi daha güçlü hale getirmeliyim, yoksa iki bin kilometrelik çölü geçmem çok zor olacak…

    Ve sonunda benzinci görünüyor. Neler hissettiğimi anlatmaya gerek yok sanırım. Rahatladım, ama hayatı hafife aldığım için kendime kızgınım. Derin bir nefes alıp duble çay söylüyorum. Soğuktan o kadar çişim geldi ki patlamak üzereyim. Yolda duramadığım için tutmam gerekti ve bunun verdiği sıkıntı da bence başlı başına bir yazı konusu. Tuvalet bile çok soğuk ve işerken buharlar tütüyor. Ama o buharla birlikte sanki bütün sıkıntım da uçup gidiyor.

    Çayımı yudumlarken ayakkabılarımı çıkarıp kaloriferle akraba oluyorum. Ne kadar da güzel… Yaşlı garson bıyık altından gülüyor ama acıdı belli ki hiç bir şey söylemiyor. Çay üstüne çay içiyorum. Artık sayılarını unuttum ama bir kez daha tuvalete gittim onu hatırlıyorum.

    Sanki beynim buzlanmıştı da yavaş yavaş çözülmeye, bana yine akıllar vermeye başlıyor; “Aslında bu tur hayatın minik bir kopyası; bir yerden gelip, bir yere gidiyor, arada bunu neden yaptığını anlamaya çalışıyor, yolda hem dışarıdan ama daha çok da kendi içinden gelen bir sürü sorunla boğuşuyorsun. Nasıl ki hayat başına envai tür çorap örüp, o meseleler üzerinden kendisini anlaman için çabalayıp duruyorsa, bu yolculuk da tıpkı hayat gibi karşına çeşit türlü sıkıntılar çıkararak, seni kendine döndürüp, anlamaya, kendi derinliklerini keşfetmeye zorluyor. Şöyle diyor sanki muzip şey; ben büyük gizem filmiyim sen de beni var eden seyircim. Sana söylemeden senin içine gizlendim, beni anlamak için kendi derinliklerini keşfetmen, bunun için de kendini hayatın her türlü yollarına sokman gerekiyor. Cevaplar karşılaştığın sıkıntılara verdiğin tepkiler olarak ağzından dökülüverecek.” Aman ne hoş…

    Soğuğun beynimde yarattığı bu garip düşünceler geçince garsona yolu soruyorum. Özellikle de yol üstünde başka benzinci olup olmadığını. Haberler kötü, kilometrelerce bir şey yok. Ama sanırım en zor saatler geçti çünkü artık hava artık eskisi kadar soğuk değil. Disiplini elden bırakmazsam, öğleden sonra hava tekrar soğumaya başlamadan Sivrihisar’da olabilirim. Ama bunun için öğlen yemek molası vermemem gerekiyor. Hoş, gerçi önümde yemek yiyebileceğim bir yer de yokmuş zaten…

    Bugünlük bundan sonrası için yazabileceğim pek bir şey yok; düz, düz, düz, düz, düz, düz ve düz, hatta dümdüz bir yol. Uzadıkça uzuyor, bir türlü bitmiyor. Neyse ki sonunda hedeflediğim saatte, üşümüş, yorgun ve ruhen düşmüş olarak Sivrihisar’a varıyorum.

    bisiklet istanbul ankara

    BUNUN TEKERİ KIL GİBİ

    Ballı kaymaklı gözleme yazısını görür görmez dalıveriyorum tesise. Çölü geçerken vahaya gelmiş gibiyim. Yiyorum da yiyorum. Can sıkıntımın hıncını, kebaplardan, gözlemelerden çıkartıyorum. Hiç fena da olmuyor hani. Karnımın doyması ve ısınmamla birlikte keyfim de yeniden yerine gelmeye başlıyor.

    Derken tesisin sahibi yanıma geliyor ve sohbetle birlikte kendimi çok daha iyi hissetmeye başlıyorum. Yolda yaşanan onca yalnızlıktan sonra iyi bir sohbet yeniden dünyaya dönmek için en iyi yol. Ve bisiklet turlarımda hep olan şey yine gerçekleşiyor. Ben buna tersine-pazarlık diyorum. Ne zaman kalacak bir yer sorsam, perişan halime bakıp şuna benzer bir şey söylüyorlar; “50
    ama sana 30 olur”. Yine memnuniyetle kabul ediyorum. Cimrilikten değil ama bu gerçekten çok hoşuma gidiyor.

    Sivrihisar büyük değil. Havada epey bir kömür kokusu var. Ortalıkta ise pek kimse yok. Otel temiz, insanlar kibar. Temizlikçi bayanı bisikletime hayran hayran bakarken yakalayınca dayanamayıp; “Bir tur bin istersen” diyorum. Neşeyle kıkırdayıp; “Yok yok, bunun tekeri kıl gibi, ben binemem.” deyince ben de gülmeye başlıyorum.

    Toz içinde gri yollar, metruk evler ve sessizlik. Tipik bir taşra kasabası Sivrihisar. Ama içinde iki tane muhteşem mücevher sakladığını keşfedince çok şaşırıyorum. Birincisi; aynı anda 2.500 kişinin ibadet edebildiği 8 asırlık Ulu Cami. Ahşap ve taş karışık mimarisi gerçekten inanılmaz. Bildiğiniz bozkır mücevheri. Diğeri ise bugüne kadar Türkiye’de görmüş olduklarım arasında en görkemlilerinden biri olan saat kulesi. İkisi de gerçekten görülmeye değer.

    Sadece bir günüm kaldığı için endişeliyim. Bu arada Ankara’daki arkadaşım Mehmet mesaj atıp, endişelerimi iyice arttırıyor; “Yarın yağmur geliyor”. Benim hesaplarıma göre yarın akşam yağacaktı ama işte hesap şaşacak galiba. Gitmem gereken 135 km yol ve çok az sürüş saatim var. Bugün soğukla çok kötü bir sınav vermiş olmama rağmen, yarın sabah da erken çıkmaktan başka çarem yok. Bu düşünceyle iyice geriliyorum. Haliyle uyumak da zorlaşıyor. neyse, “Sabah ola, hayrola.” deyip yatağa giriyorum.

    bisiklet istanbul ankara

    4.GÜN / SİVRİHİSAR - ANKARA / 125 km yol - 1.000 metre irtifa

    Sabah ezanıyla uyandım. Bir umut, hava durumunu kontrol ediyorum. Maalesef yine -4. Ama sanki gökyüzü açık gibi. Hazırlanmaya başlıyorum. En geç saat sekizde yola düşmüş olmalıyım, yoksa akşama Ankara’da olmam imkansız. Kötü olan şu ki Polatlı’ya kadar 60 km durabilecek bir yer yok. Gelmekte olan yağmur da cabası…

    Güneş yükselmeye başladı. Hava çok soğuk ama sanki güneş biraz olsun etkisini kırıyor. Kendimi umutla doldurup yola koyuluyorum. İlk kilometreler sorunsuz geçiyor. Üşüyorum ama dayanılmayacak gibi değil. Yeniden umutlanıyorum.

    Derken inişe geçiyorum. Ve yine gafil avlandığımı anlıyorum. İnişle birlikte bir bulutun altına girince güneş aniden yok oluyor. Hava birden karardı, her yer gri ve göz gözü görmüyor. Yeniden donmaya başlıyorum. Bu dünkünden daha ciddi, çünkü göz gözü görmüyor. Üstelik hiç araba da geçmiyor…

    Disiplini elden bırakmadan sürmeye devam ediyorum. Çünkü ne geri dönmeyi istiyorum, ne de geri dönüp o rampayı tırmanacak gücüm ve motivasyonum var. Tek yol ilerleyip, uygun bir yerde durmak. Az önce birden buğulanan gözlüklerim şu anda buz tuttuğu için çıkarmak zorunda kaldım. Artık kısık gözlerle ilerlemeye çalışıyorum. Ellerimi ve ayaklarımı hissetmemeye başladım.

    15 km oldu ve hiç bir şey yok. 20 km, yine bir şey yok. Derken sisin içinde bir iki ev ve sağa çekmiş bir kamyonet görüp duruyorum. Ohhh… Kamyonetin buğulu camına tıklatınca kapıyı açıp şaşkın gözlerle beni süzen İsmail amca, evinde sıkılınca kamyonetine yüklediği patatesleri satmak için yol kenarına çıkmış. “Gel çay yapayım sana.” diyor. İçim gidiyor ama; “Yolum uzun. En yakın tesis nerede?” diyorum. “İki km sonra bir benzinci var” deyince dünyalar benim oluyor. Helalleşip gitmeye çalışıyorum, ama bir türlü bırakmıyor beni İsmail amca. “Gel” diyor, “çay yapayım,” diyor, “anlat bakayım,” diyor. Aslında; “Oğlum sen manyak mısın, bu havada, bu halde, buralarda ne işin var?” demeye getiriyor. Ben kibarca izin isteyip, bir daha geçersem mutlaka duracağıma da söz verince, “Tamam o zaman.” deyip salıveriyor beni benzinciye doğru.

    GALİBA YIRTTIM

    “Galiba yırttım”. İşte aynen böyle düşünüyorum benzincinin sıcak çay ocağına girer girmez. Yine önce doğru tuvalete, ardından da gelsin çaylar. Kendi kendime şımarıyorum. Az önce korkudan sapsarı kesmişken, şimdi benden iyisi yok. Tesiste bir tek Afgan bir çocuk var çalışan, Türkçesi pek yok ama ne istersem anlayıp getiriyor. Ben ise o keyifle çocuğa anlatıp duruyorum hikayelerimi. İnsanoğlu ne acayipsin…

    Bir saatlik çay molamın ardından sis hafifçe kalkıp güneş yeniden yüzünü göstermeye başlıyor. Sanırım en zoru bitti. Bundan sonra Polatlı’ya kadar 35 km bir yolum var ama hava artık müsait. Ondan sonra Ankara’ya 75 km yolum kalıyor. Yağmur yağmazsa pek bir sıkıntı yok.

    Tahmin ettiğim gibi pek bir güçlük yaşamadan Polatlı’ya varıyorum. Burada öğle yemeği yerim diye planlamıştım ama yağmur olasılığı yüzünden ve hazır iyi bir tempo da yakalamışken durmayıp devam ediyorum.

    Dümdüz yolda kilometreler birbirini kovalarken, tesisler giderek çoğalmaya başlıyor. Artık endişelenecek pek bir şey kalmadı. Son tepeyi de aşınca Ankara karşımda olduğu gibi beliriveriyor. İşte oldu, yağmura yakalanmadan gelmeyi başardık…

    DÖRT GÜNLÜK YOLU KIRK BEŞ DAKİKADA GERİ DÖNMEK

    Ankara tabelasının yanında durup fotoğraf çekiyorum. Herhalde çok sevinmeliyim. Ama öyle olmuyor işte. İçimde dört gündür şişmekte olan balon sanki aniden sönüveriyor. Bitti. Keyfim kaçıyor…

    bisiklet istanbul ankara

    “Neyse, en azından geçtiğim yolları izleye izleye trenle geri dönerim” diyerek kendimi keyiflendirmeye çalışıyorum ama nafile. Zaten Yüksek Hızlı Tren’e bisiklet almadıklarını öğrenince iyice sıkılıyorum. Ertesi sabah uçağa binip, dört gün boyunca kat ettiğim onca yolu 45 dakikada gerisin geriye geliveriyorum. Gerçekten ilham verici…

    Evet. Artık sözün sonuna geldik. Benim için yine unutulmayacak bir deneyim oldu. Kendimden kendime yolculuk yaparken, yine hem kendimle, hem de hayatla ilgili pek çok keşifte bulundum. Yazı boyunca anlatmaya çalıştığım gibi; benim için bisiklet yolculuğu bir adrenalin arayışı, veya kendini heyecanlandırmanın bir başka yolu değil. Bu daha çok içimdeki varlığı, konfora feda etmiş olduğum canlı özümü ortaya çıkarmak için araladığım bir kapı…

    Bu konfor denen şey iyi bir şey olsaydı, güzel bedenlerimizi şişkolukla gizlemezdi zaten, değil mi? Ama neyse ki Fitness salonları var. Aslında sadece görüntümüzü düzeltmeye çalışırken, hem kendimizi, hem de etrafımızdakileri spor yapıyoruz diye kandırabiliyoruz. Cin işi insan buluşu işte. Oysa ki içinde hayatın kıvılcımı olmayan spor, hareket etmekten başka nedir ki gerçekten? Siz hiç fitness yaparak ava hazırlanan bir aslan yavrusu düşünebiliyor musunuz? Ya da kanatlarını aç-kapa aç-kapa yaparak pike yapmayı öğrenebilecek bir martı ?

    ASLAN FITNESS YAPARAK AVA HAZIRLANMAZ

    Yaptığım şeyi anlatınca genelde “Sen insan değilsin ki zaten!” diyorlar. Onlardan farklı olduğum hususuna katılıyorum ama söyledikleri şey bana biraz garip geliyor. “İnsani özelliklerimi kullanmaktan vazgeçerek vücudumu çalıştırmak yerine konfora teslim olursam, sonra da kendimden esirgediğim bu heyecan-coşkuyu iş, güç, alış-veriş, seks, alkol, kumar, uyuşturucu, adrenalin vs de arayıp her seferinde hüsrana uğrarsam, ama yine de inatla aynı şeyleri denemeye devam edersem mi insan oluyorum acaba?” diye kendime sormadan edemiyorum…

    Sakın bu yazıyı okuduktan sonra bir bisiklet alarak yollara düşüp, sonra da hayatınızın aniden güllük gülistanlık olmasını beklemeyin! Çünkü aslında bu da konfor alanınızdan çıkmamanız, mutlu olmak için yine kendi büyünüz dışında bir şeyden medet umduğunuz anlamına geliyor... Bunu yapmaktansa bir dakika durun ve konfor aşkıyla sizi yere çekip durmakta olan benliğiniz yerine, sizi yukarılara doğru uçurmak için hazırda bekleyen içinizdeki o heyecanlı çocuğa bir şans verin. İnanın bana arkası çorap söküğü gibi gelecektir…

    Sevgiler…

    Kartal Kendirci
    İstanbul, Aralık 2018.

    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
    bisiklet istanbul ankara
  • My Page

    Trans Malay

    Bangkok > Kuala Lumpur

    Learn More

    Tropik cennette Ekvator'a doğru bisikletle 2K km

    Şubat 2021

    Learn More


    PEK YAKINDA :)