menu
My Image


BİSİKLETLE AKDENİZ

ANTALYA > ADANA

Gerçekten inanılmaz: İstanbul buz gibiydi ama buralara şimdiden bahar gelmiş. Otların baharla gelen deli yeşili, meyve ağaçlarının dallarındaki bembeyaz mısır patlaklarıyla atışıyor sanki. Renkler o kadar kışkırtıcı ki, insanın otları ve çiçekleri çiğ çiğ yiyesi geliyor. Dağlar heybetli, deniz uçsuz bucaksız. Güneş ile bulutlar tiyatro ışıkçısı gibi bir dağları bir denizi pozluyorlar sahnede. İkisi de gelinlik kızlar gibi, ben güzelliklerini idrak ettikçe sanki daha da coşup en cazibeli pozlarını vermenin yarışına girişiyorlar. Ve yine oluyor, aklım duruyor, pedallamaktan hipnoz olmuş bir halde, artık düşünmeyi bırakıp ağzım bir karış açık, ilkel halime dönüşüveriyorum… Budur…

My Image


Evet, iki teker üzerinde kendimden kendime yolculuklar yapmaya ve kendi çapımda minik gezi yazıları yazmaya devam ediyorum. 
Önceki yazımı okumuş olanlar hatırlayacaklardır, “Avustralya Kıta Geçişi” öncesi bu son antrenman turum olacak. Kızıl Kıta’nın önce zorlu çöllerinde, sonra da karlı dağlarında sürüşe başlamadan önce hem kendimi, yani bedenimi ama özellikle zihnimi, hem de ekipmanlarımı denemek için artık bu son fırsat…

Şans yüzüme güldü ve yine haftalar süren hava durumu takibi sonucunda, Antalya-Anamur-Silifke-Mersin-Adana hattında dört günlük bir açıklık yakalayabildim. Zaten bu mevsimde Türkiye’nin başka bir yerinde uzun sürüş yapmak pek olası değil.

Açıklığı görür görmez THY’den dört gün aralıklı gidiş-dönüş biletimi alıyorum. Biraz iddialı oldu sanki ama sorun çıkmazsa beş yüz altmış kilometrelik yolu dört günde alabilirmişim gibime geliyor. Hem zaten ortalamamı bu seviyelere çekmezsem Avustralya’da işim çok zor olacak, o yüzden kendimi biraz zorlamayı uygun görüyorum.

BAKALIM HANGİMİZ DAHA ÇABUK VARACAK

Uçak biletimi neredeyse otobüsten daha ucuza alınca pek keyifleniyorum. En çok da muavinlerle bagaj çekişmesi yaşamayacağım için seviniyorum. THY, kilosu uygunsa bisikletleri kayak, sörf veya snowboard gibi spor aletleri kapsamına sokarak hiç sorun etmeden taşıyordu. Yalnız son zamanlarda bisikletlerin paketlenmesi zorunluluğunu getirdiği için işler biraz sıkıntılı. Ama ben de şöyle bir yol bularak bu sorunu aştım: Soft-case yani sert olmayan bir bisiklet çantası aldım. Tekerlekleri söktüğümde bisiklet rahatça bu çantaya sığıyor ve kolayca uçağın bagajına verebiliyorum. Çantanın boş haliyle kapladığı alan ise katlandığında bir sırt çantası kadar. Uçaktan inince çantayı katlayıp, en yakın kargo ofisinden gideceğim şehirdeki havaalanına en yakın şubelerine kendi adıma postalıyorum. Böylelikle vardığımda hazır halde beni bekliyor oluyor. Hatta “Bakalım hangimiz daha çabuk gideceğiz?” diye kendime motivasyon bile yapıyorum.

Yalnız burada dikkat edilmesi gereken bir iki husus var. Birincisi, uçuş esnasında lastikleri indirmek gerekiyor yoksa uçak gökyüzündeyken basınç azalması yüzünden patlayabiliyorlar. Diğeri ise çantayı özel bagaj konumunda vermek. Bunun için çantayı check-in kontuarının yakınında duran özel taşıma aracına bırakmanız gerekiyor. Ben bir de aracı almaya gelen görevliyi bekleyip, çantanın içinde bisiklet olduğu için mümkünse özenli davranmalarını rica ediyorum. Bir de çantayı uçağa en son yükleyebilirlerse çok memnun olacağımı söylüyorum, bu sayede varış havaalanında uçaktan ilk inen çanta olduğu için bisiklete herhangi bir zarar gelmiyor.

1.GÜN / ANTALYA-GAZİPAŞA / 160 km yol - 700 mt irtifa

En erken uçuşa bilet aldım ve sabah dört buçuk gibi uyanıp havaalanına yollandım. Ama yine de indi, bindi, bisikleti kurdu vs derken ancak on buçuk gibi sürüşe başlayabileceğim için canım biraz sıkkın. Çünkü yolum uzun ama mevsim dolayısıyla gündüz sürüş saatleri hala sınırlı. Bugün yüzotuz kilometre civarı sürüp Alanya’ya varabilirsem iyi diye düşünüyorum. Zaten çok erken kalktığım ve yol yorgunu olduğum için kendimi ilk günden çok fazla zorlayıp kalan günlerde sıkıntı yaşamak istemiyorum.

My Image

Sorunsuz bir uçuşun ardından tam vaktinde Antalya’ya varıyorum. Yolda bir yarım saat kestirdim ama yine de biraz yorgun hissediyorum. Çıkış salonuna vardığımda tam tahmin ettiğim gibi çantayı beni beklerken buluyorum. Son yüklenen çanta olduğu için ilk olarak o çıkmış ve daha diğer valizler banda düşmeden gelmiş beni bekliyor.

Vakit kaybetmemek için hemen çantayı dışarı taşıyıp, Karayel’i yeniden tek parça haline getirmeye başlıyorum. Önceki yazımı okumayanlar için hatırlatayım: Karayel bisikletimin daha doğrusu yol arkadaşımın adı.

Karayel’i kurarken çocukluk arkadaşım Volkan geliyor. Kendisi Antalya’da yaşıyor ve fırsat bu fırsat beş on dakika laflarız diye gelmeden önce aramıştım. O da sağolsun kırmayıp gelmiş. Bir de rica ettim çantayı benim için kargolayıp bana en azından kıymetli bir sürüş saati kazandıracak.

Karayel’i kamyonetinin arkasına yerleştirip havaalanı yakınlarındaki bir benzinlikte laflamaya gidiyoruz. İçine şeker boca ettiğim iki duble çayın ve kısa zamana sıkıştırmaya çalıştığımız yoğun muhabbetin ardından helalleşiyoruz. O kamyonetine atlayıp Antalya’ya dönerken, ben de Karayel’e atlayıp Alanya’ya doğru yola çıkıyorum.

YENİDEN YOLLARDA

İşte oldu, yine yollardayız. Turdan önceki son gün ve seyahat genelde stresli oluyor ama daha ilk pedalla birlikte bütün kaygılarım uçup gidiveriyor. Yeniden bir özgürlük duygusu her yanımı sarmaya başlıyor. Hava çok güzel. Güneş karşımdan gözlerime vuruyor ama olsun rüzgar arkamda ve neredeyse kayar gibi gidiyoruz. Keyfim iyice yerine gelince bir de ıslık tutturuyorum. Şeritler akmaya, yol artık geri saymaya başlıyor. Budur…

Önceki yazımın ardından yapılan yorumlarda en çok sorulan soru bu işi neden yalnız yaptığımdı. Dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım. Yalnız sürmek yerine grup halinde tura çıkarken aslında iki basit takas yapıyorsun: Birincisi, özgürlük yerine güvenliği, diğeri de kendine yolculuk etmek yerine arkadaşlarınla eğlenmeyi tercih ediyorsun. Basitçe söylemek istersek: Benim şu anki seçimlerim özgürlük ve kendini keşiften yana olduğu için yalnız takılmayı tercih ediyorum. Eğer siz de kendinizi tanıdığınızı düşünüyorsanız, o kadar emin olmayın. Bir kaç günlük bir bisiklet turu yapın, ne demek istediğimi anlarsınız. Ha bir de, kendinizi keşfederken etrafınızda kimseler olmasa daha iyi olur diye düşünüyorum…

Çok özgürleştirici bir şey bu bisiklet turu. Ne astını çalıştırmak için korkutmak ne de üstünü yağlamak için yalakalık yapmak zorundasın. Veya çocuklarının ne işe yarayacağından emin olmadığın orta eğitimini, ölünce kime kalacağını bilemediğin evin taksitini, ya da daha gitmeden ödemesinin dert olduğu gelecek yaz tatilini de düşünmüyorsun. Tek düşündüğün pedalları döndürmek. O da zaten bir noktadan sonra, tıpkı mevlevilerin dönmesi gibi seni alıp başka diyarlara götürüveriyor.

Gittiğin sürece kendinden başka kimse ile ne rekabet etmek ne de iş birliği yapmak zorunda değilsin. Sadece sen varsın bir de inanıyorsan yukarıdaki Tanrı veya hayat veya adına her ne diyorsanız o yaratıcı güç. O yüzden de yol boyunca Tanrı’nın biricik sevgili kulu sadece sen oluyorsun. O kadar özel bir şey ki bu!!!

My Image
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara

ÇİLEKÇİ HEMŞERİM MÜSLÜM

İşte yine tam da böyle hissederken yol kenarında çilek standları belirmeye başlıyor. Fotoğrafını çekmek için bir tanesinin önünde duruyorum ki yolun karşısından güleç yüzlü bir genç seyirtip yanıma geliveriyor. Daha kulaklıklarımı çıkartamadan kocaman bir çileği elime tutuşturuyor: “Abi ye” diyerek. Gülümsemem daha da büyürken neşeyle ısırıveriyorum kan kırmızısı meyvayı. Ummadığım kadar lezzetli. Hayret edip kalanını da atıveriyorum ağzıma. Adını soruyorum; “Müslüm” deyiveriyor. Sıradaki soru tabi ki kaçınılmaz: “Nerelisin Müslüm?” oluyor. “Urfalıyım abi” deyince, hemşerimi bulmanın sevinciyle daha da neşelenip elini sıkıyorum güler yüzlü hemşerimin.

Laf lafı açıyor. Derken beklenen soru geliyor: “Yolculuk nereye abi?”. Gülerek “Adana’ya” deyince önce gözleri büyüyor, ardından da: “Gidebilir misin abi oraya kadar?” diye hayretle soruyor. Gözlerinde hem şaşkınlık var hem de bu turlarda Müslüm gibi insanların gözlerinde görmeye bayıldığım şey: inanamazlıkla karışmış bir hayranlık duygusu. Bu öyle bir şey ki sanki hem inanamadıkları o şeyi yaptığım için bana teşekkür ediyor, hem de kafalarındaki kalıpları kırdığım için, mümkünsüz görünen şeyin imkanlı olabileceği umudunu yeşerttiğim için bana minnet duyuyorlar… Biraz da Turnusol testi oluyor aslında bu soru. Müslüm gibileri böyle tepki verirken, kimileri -hadi insana dair umutlarını çoktan ipe asmış olanlar diyelim- de tam tersi bir reaksiyonla: “Manyak mısın oğlum?!” demeye getiren bakışlar atıyorlar…

Hemşerimle helalleşip tekrar yola düşüyorum. Bu düşünceler içerisinde kilometreler birbirini kovalıyor, şeritler akıyor. Yolun bu kısmı biraz tekdüze. Sağlı sollu seraların arasında ufka doğru dümdüz uzanıyor. Çok heyecanlandırıcı değil ama tatlı bir huzur veriyor. Kendimi pedalların dönüşüne kaptırıyor, yavaş yavaş evrenin hiç mola vermeyen döngülerine dahil oluyorum.

Bu şekilde epey gittikten sonra -epey diyorum çünkü bu durumda insan zaman algısını kaybediyor- sağ tarafımda denizi görünce aniden uyanır gibi olup neşeleniyorum. Sanki güneş üzerine misafir gelmiş, binlerece ışık tanesiyle göz kırpıp duruyor. Önce kesik kesik görüyorum denizi minik kum tepelerinin arasından . Derken hepten bütün ihtişamıyla ortaya çıkıveriyor. Güneye doğru, uçsuz bucaksız göz alabildiğine uzanıyor. Onu öyle görünce içime bir ferahlama geliyor. Düşüncelerimin, hatta duygularımın bile genişlediğini hissediyorum.

BİR BAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM

Derken Antalya körfezinin o muhteşem kumsalları kendilerini sergilemeye başlıyorlar. Bir kere daha ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyorum böylesine güzel bir ülkede yaşadığımız için. Deniz var, dağ var, çöl var, nehir var, orman var, göl var, envai çeşit kaya var, dört mevsim var, yağmur, çamur, kar, güneş var… Bu ülkede var oğlu var…

Sevincim kısa sürüyor. Biraz daha sürünce çocukluğumun muhteşem kumsalı İncekum çıkıyor karşıma. Hollywood filmlerinin aşk sahnelerindeki kumsallara taş çıkartacak güzellikte bir doğa harikası… Yetmişli yılların sonları ve seksenli yılların başları boyunca ne çok tatil yapmıştık burada. O zamanlar inle cin gerçekten de top oynuyorlardı buralarda. Çadırımızı kurup, gece Samanyoluna karışır, gündüz de ayaklarımız yanmadan kumsalı aşıp da denize varabilmek için bin takla atardık. Su içmek için bile dönmezdik denizden çadıra ayaklarımız yanar diye. Akşama kadar o billur suların içerisinde aç biilaç hoplayıp zıplayıp dururduk çakma yunuslar misali… Oysa şimdi gördüğüm şey o kadar farklı ki. Bırakın o muhteşem kumsalın kenarını, içinde bile oteller var. Üstelik eminim ki kumsalı dolduran karınca tertip yaratıkların ağırlıklı olarak konuştuğu dil de Türkçe değil! Tamam, turizm iyiydi, bacasız sanayiydi, garibanlara iş kapısıydı vs de, be müslümanlar insan bizim gibi kitle tatilinden hoşlanmayan, doğayla birlikte olmayı sevenler için de bir iki parça yer ayırabilirdi yani… Şimdi kumsal zengini kendi cennet ülkemizde, arzu ettiğimiz gibi bir tatil yapacak bir tanecik koy bulamıyoruz.

Bu düşünceler keyfimi kaçırınca, bakışlarımı tekrar ışıl ışıl yanmakta olan denize odaklıyorum. O beni anlar. Derdimi alıverir birazdan. Sağlık olsun…

KOŞTURMAYALIM

Kendimi bir şeylerle oyalamak isteyip, aklımı çarkıfelek misali döndürünce şöyle bir soru geliyor: “İnsan koşarak mı daha çok yol alır, yoksa yürüyerek mi ?”. Aslında biraz hileli bir soru. Anlamaya çalıştığım şey, uzun bir süre verildiğinde hangisiyle daha fazla yol alınabileceği. Biraz düşününce “Eşit olmalı herhalde” diyorum. Sonuçta fizik bu. Biraz Tavşan-Kaplumbağa hikayesini hatırlatıyor. Bilgelik dolu mesaj çok eski aslında: “Koşsanda yürüsen de aslında pek bir şey fark etmiyor”. Sadece birisinde yol almak dışında daha çok vaktin kalıyor. İşte kimilerine göre medeniyet, kimilerine göre de bütün kötülükler insana kalan o boş vakitten çıkıyor… Kafam karışıyor… Ben her ne kadar yerimde duramasam da yürümeyi daha çok sevdiğimi düşünüyorum. Diğeri kadar vakit tasarruf ettirmiyor belki ama en azından koşmak kadar stres yaratmıyor. Evet, sanayi devrimiyle birlikte “koşturmaca” fiilini icat eden modern insanın sıkıntısı da bu olmalı herhalde: O kadar çok koşmak zorunda ki paçasını stresten kurtaramıyor. Ondan sonra bir de o boş vaktinde ne yapacağının stresini yaşıyor. Sonra oraya da bir koşturmaca ekliyor. Ve bu böylece sürüp gidiyor… Yok yok, hiç bana göre değil…

bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara

İncekum nostaljisinin üzerine bu felsefi buluşum iyi geliyor. Kendimi şimdi daha iyi hissediyorum. Zaten pedallamanın etkisiyle büyükşehirde sıvanmış sırlarım yavaş yavaş çatlayıp dökülmeye başladı. Biliminsanlarının deyişiyle: temiz havadaki bol oksijenle daha da coşan ciğerlerim, sportif çabalarım sonucu beynimin iyiden iyiye endorfin pompalaya başlamasıyla birlikte, zihnimde tam bir bahar havası estiriyor….

Yolun sol tarafındaki envai çeşit temalı otellere bakmamaya çalışarak denizle yarenlik ede ede sürüyorum. Ama bu sefer de sol omzuma ağrı giriyor! Yine de bakmıyorum; omuz ağrısı göz sancısından daha iyidir.

Neyse, gide gide bir köşeyi dönünce Alanya olduğu gibi karşıma çıkıveriyor. Tanrım bu ne kadar bina! Nedense sağlıklı bir bedene yapışmış parazit hücrelerini andırıyorlar bana uzaktan. Bakışlarımı kaçırıp, dikkatimi Alanya’nın alamet-i farikası heybetli tepeye ve üzerinde silueti görünen kaleye veriyorum.

Saatlerdir sürüyorum ama yine de tahminimden erken geldim. Çok acıktım ve bir şeyler yemezsem artık pek gidebileceğimi zannetmiyorum. Şöyle güzel bir yemek çok iyi giderdi ama şehrin içine girmektense çevre yolunda bir şeyler atıştırıp, bir kaç saat daha sürebilirsem akşama Gazipaşa’yı tutabilirim diye düşünüyorum. Alanya’da beni çeken pek bir şey yok. İstanbul’un bir ilçesinin kopyala-yapıştır metodu ile buraya iliştirilmiş hali gibi zaten.

AÇKEN SEN SEN DEĞİLSİN

Şehre girmeden devam edip, çıkışına doğru bir pideci görünce duruyorum. İşte en sevdiğim anlardan birisi. Sanki içimde bir elektrikli süpürge var ve ağzıma ne atarsam hop diye yutuverecek. Yüzyirmi kilometre yol yaptıktan sonra midemde dipsiz bir kuyu varmış gibi geliyor. Garsonla yine her zamanki ritüelimizi yaşıyoruz. Ben sipariş veriyorum o da inanmaz gözlerle bu kadar yemeği nereme sokuşturacağımı merak ederek kafa sallıyor. Birazdan bütün yemekleri silip süpürürken gözleri daha da büyüyecek, ama yapacak bir şey yok…

Reklamda dedikleri gibi: “Açken sen sen değilsin!”. Aynen öyle… Şimdi kendimi dürtmem lazım. Çünkü biraz fazla oturursam uykum gelmeye başlayacak… Kan kaslarım yerine mideye gideceği için yemeğin üstüne sürmek de hiç zevkli olmayacak biliyorum ama başka şansım yok. Akşama Gazipaşa’da olmak istiyorsam hemen yola koyulmam lazım.

Tekrar yola çıkıyorum. Tahmin ettiğim gibi ilk kilometreler biraz sıkıntı oluyor. Ama neyse ki Alanya’dan çıktıktan sonrası -burası Mahmutpaşa oluyor- çok güzel. Tıpkı Suadiye sahili gibi, bir anda evimdeymiş gibi hissedince keyfim yerine geliyor. O kadar ki bir kaç fotoğraf çekmek için durmaktan kendimi alamıyorum.

Deniz’e nazır yerleştirdiğim Karayel’in fotoğraflarını çekerken bir çift yaklaşıyor. Fotoğraflarını çekebilir miyim diye sorunca “Hay hay“ diyorum. İki poz fotoğraflarını çekiyorum ki adam Karayel’in önünde benimle de fotoğraf çektirmek istediğini söyleyince önce şaşırıyor, sonra da hafiften gururlanıyorum. Eşi fotoğraflarımızı çekerken çaktırmamaya çalışıyorum ama pek bir keyiflendim. Karşılıklı teşekkür ettikten sonra tekrar yola koyuluyorum.

Yol artık çok güzel, yeşillikler içindeki tek tük binaların arasından sahil boyunca hafiften kıvrıla kıvrıla ilerliyor. Hem beşeri hem de fiziki coğrafya aniden değişti. Alman ve Rus’lara benzeyen yanık tenli ama donuk bakışlı tipler yerini biraz sakil ama yine de gözleri parlayan yurdum insanına bırakmaya, etrafta hafiften belirmeye başlayan muz ağaçları giderek floraya hakim olmaya başlıyor.

Coğrafya çok daha iyi ama benim de pilim tükendi. Bacaklarım giderek ağırlaşıyor ve her pedal daha zor dönmeye başlıyor. Tüm bunların üstüne en zorlu olanı da geliyor. Sürüşün sonuna denk gelen rampa!!! Gücün en azaldığı zamana denk geldiği için en zorlu rampalar bunlar. Çünkü hem bedenen hem de zihnen artık tükenmiş ve bir an önce kalacağınız yere varmaya odaklanmış olduğunuzu için zorlukları katlanıyor…

GAZİPAŞA'DA BİSİKLET OTOYOLU

İki yüz elli metre rakımlı, çok zor olmayan bir rampa ama bir de bana sorun… Neyse ki her zor şey gibi o da kararlılık karşısında teslim bayrağını çekiyor ve ter içinde kalan vücudumu titreten bir inişin ardından mutlu mesut Gazipaşa’ya varıyorum.

bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara

Tahmin ettiğimden daha büyük Gazipaşa. Sebebini pek de düşünmeden, içgüdüsel bir hareketle anayoldan sağa, sahile kırıyorum. Ve bir kere daha şaşırıyorum. Karşıma kilometrelerce uzanan ve kaymak gibi bir bisiklet yolu çıkıyor. Saatler süren karayolu sürüşünden sonra, sanki tatile gelmiş gibiyim.

Hiç acele etmeden, keyfini çıkarta çıkarta sahile doğru sürüyorum. Deniz kıyısına ulaştığımda güneş palmiyelerin arasından ufukta batmak üzere göz kırpıyor. Durup mutlu mutlu batışını izliyorum.

O kadar yorulmuşum ki güneşin batışını seyrederken neredeyse ayakta uyuyordum. Güneşin batmasıyla birlikte hafiften üşüyünce silkinip kendime geliyorum. Kalacak bir yer bulmam lazım ve bu mevsimde çok fazla seçenek yok.

Ben hala otel ararken Trivago vs bakmak yerine eski usul esnafa soruyorum. Böylelikle hem seçmediğim diğer otellerin bütün kaçırdığım özelliklerinden dolayı vicdan azabı çekmem gerekmiyor, hem de o yörenin insanıyla temasa geçmiş oluyorum.

Sağa sola bakınınca bir bakkal görüp sürüyorum. Selam verip sorunca hemen tarif ediyor yakındaki tek açık oteli. Yurdum insanı her zaman yardımcı. “Medeniyet bu işte, içten, dipten, topraktan geliyor” diye düşünüyorum, yoksa kitaplarca kanun yazıp sonra uymayanları cezalandırmaktan değil…

Bir iki dakika sürmüyor oteli bulmam. Yine ilk iş Karayel’i odama alıp alamayacağımı soruyorum ve ekliyorum; “Onsuz olmaz!”. O yorgunlukla başka bir yer aramak çok zor olacak ama yapacak bir şey yok. Bu konuda tavrımız çok net: Ya birlikte kalırız, ya da başka bir yere bakarız…

Neyse ki izin çıkıyor. Yepyeni tertemiz bir otel. Otel dediğim apart aslında ve içinde yok yok. Bu tam düşeş oldu, çünkü otel odalarını sevmiyorum. Apartlarda daha bir ev havası oluyor. Uyanır uyanmaz bir kahve yapıp, pencerenden manzaraya bakarken sıcak sıcak içebiliyorsun en azından. İki saat oda servisini bekleyip, sonra gelen buz gibi kahve ile yetinmek zorunda kalmıyorsun. Hem ben zaten kalkar kalkmaz üç tane içtiğim için otellerde bu işi çözmek imkansız; oda servisine beş dakika arayla üç kahve siparişi vermem gerekli ki, bu da biraz gerilim yaratabiliyor…

Ve günün bir diğer muhteşem anı başlıyor: Sıcak suyun altına giriyorum ama bir türlü çıkamıyorum. Dakikalar geçiyor, karnım zil çalıyor ama ben bir türlü kendime söz geçirip o duşun altından çıkamıyorum. Derken mayışmış bir halde tam gözlerim kapanırken zar zor atıveriyorum kendimi dışarıya.

KASİYERLE DÜET

Sanki yeniden doğmuş gibiyim, karnımı da doyurdum mu benden iyisi olmaz artık. Dışarı çıkıp yürümeye başlıyorum. İlerideki bir markete girip meyve alıyorum. Keyfim o kadar yerindeki, bir sonraki koridorda rafları düzeltirken benden habersiz şarkı söyleyen kasiyer kızla düet yapıyorum. Şaşkınlıkla etrafına bakınıp bir süre sonra beni görüyor. Önce biraz utanıyor ama sonra kendini tutamayıp benimle birlikte o da gülmeye başlıyor…

Hazır temas kurulmuşken hemen istihbarat faaliyetlerine girişip civardaki en güzel lokantayı soruyorum. Internet vs iyi ama, yine de yerel istihbarat gibisi yok… Beni nokta atışı öyle bir yere gönderiyorlar ki yerken gerçekten dibim düşüyor… Yazının sonuna doğru tekrar bahsedeceğim, Gazipaşa sınırları itibarı ile gastronomi gerçekten şahlanıyor, ta ki Adana’ya kadar. Vaktim olmadığı için devam edemedim ama zaten sıradakileri de biliyorsunuz: Hatay, Gaziantep, Urfa, Diyarbakır, Mardin… Bir kaç kilo almadan gelmek mümkün değil. Seviyorum bu ülkeyi… Hem de çok…

Malum bisiklet turu. Hızlı gidebilmek için yanıma mümkün olduğunca az eşya aldığımdan, lokantaya giderken de üstümde bisiklet montu var. Yemekten fırsat bulup zar zor bir iki nefes aldığım sırada garsonlardan birisi yanıma gelip: “Abi yarışçı mısınız?” diye soruyor… İşte bu da bisiklet gezilerinin sevdiğim bir diğer yönü. O kadar sosyal bir şey ki, masanız asla boş kalmıyor. Gerek: “Yolculuk nire?”, gerekse “Abi bu kaç yapıyo?” şeklinde başlayan muhabbetler asla eksik olmuyor.

Her neyse garson Eray ile laf lafı açıyor. O da zamanında bisiklet sporu yapmış, yarışmalara katılmış, ama malum Türkiye’de futbol harici spor yapmaya çalışan her Türk genci gibi hüsrana uğrayıp sporu bırakmış. Ve bunun acısını çıkartmak istermişçesine beni şımarttıkça şımartıyor. Çaylar, tatlılar gırla gidiyor.

Göbeğimin çeneme değmesiyle irkilip saatime bakıyorum. Hem yatma zamanı gelmiş, hem de o kadar yemekten tek gözü açık halde zar zor durabiliyorum. Kibar garsonum Eray ile vedalaşıp, otelin yolunu tutuyorum. Ertesi gün artık rampalar başlıyor ve çok zorlu olacak. İki tane beşyüz, bir tane üçyüzelli, ve bir tane de ikiyüzelli olmak üzere diğer irili ufaklıları da ekleyince toplamda ikibin metre irtifa aşmam gerekiyor. Bu arada yüzkırk kilometre yol yapmak da cabası tabi ki.

Yatağa doğru alçalışa başlıyorum. Daha başım yastığa değmeden, Alanya’da durmayıp Gazipaşa’ya gelmekle ne iyi ettiğimi düşünmeye başladığım anda uykuya dalıyorum. Daha doğrusu o bana dalıyor…

bisiklet istanbul ankara

2.GÜN / GAZİPAŞA-AYDINCIK / 140 km yol - 2.000 mt irtifa

Sabah daha hava ağarmadan uyanıyorum. Uyanıyorum dediğim, aklım uyanıp geliyor gittiği diyarlardan ama aynı şeyi bedenim için söyleyemeyeceğim. Bütün olarak yataktan çıkmam bir on dakikamı alıyor. İki fincan kahve takviyesiyle gözlerim ancak açılır hale geliyor.

Ufaktan hazırlanmaya başlıyorum. Bugün yol hem uzun hem de zorlu. Daha başlar başlamaz beşyüz metre irtifa yapacağımdan acaba kahvaltı yapmasam mı diye düşünüyorum. Evet tok karınla rampa tırmanmak çok zor ama, bir sonrakinden önce yiyecek bir şeyler bulamazsam bu sefer de o tırmanış tehlikeye girecek. Zor bir karar vermem gerek…

SIKIYSA YEME

Bu düşünceler içerisinde otelin lobisine indiğimde ikilemim anında çözülüveriyor. Otelde kalan tek kişi ben olmama rağmen, biri bayan iki çalışan sabahın kör karanlığında gelip benim için kahvaltı hazırlamışlar. Ama ne kahvaltı, krepler, börekler, menemenler… Bir kuş sütü eksik…

Şaşırmış gözlerle nasıl yani diye bakarken: “Yol yapacaksınız sizin yemeniz lazım” deyince o kadar duygulanıyorum ki, istemeden gözlerim doluyor. Bir yandan gözlerimi saklamaya çalışırken, bir yandan da: “Bu kadar uğraşmışlar, şimdi ben bunları nasıl yemem? Diyelim yedim, o kadar yemekten sonra o yokuşları nasıl tırmanacağım?!” diye için için kendimi yiyorum. Bir de başımda durup tatlı tatlı bakmazlar mı…

Kem küm ediyorum. “Ben bunları yersem hayatta gidemem” diyorum, ama dinletemiyorum. Sonunda melül melül bakarak her şeyden birer lokma alıyorum. Kreple börekleri de paket yapıp ceplerime doldurarak beni yolcu ediyorlar.

Neyse ki ilk rampa düşündüğümden daha uzun çıkıyor, dolayısıyla da eğim tahmin ettiğimden daha az. İlk iki yüz elli metre irtifaya tırmanana kadar epey bir vakit geçiyor ve ben de yediklerimi eritmeye başladığım için rahatlıyorum. Derken yokuş başlıyor sekiz, dokuz, on derken eğim oniki derecelere kadar çıkıyor. Ama sabah erken olduğundan gücüm yerinde ve hazım sorunumda kalmadığı için ilk zirvemi kolayca yapıyorum.

Manzara müthiş. Aşağılarda Akdeniz çarşaf gibi uzanıyor. Yolum uzun olduğu için hızlıca bir fotoğraf çekip hemen inişe geçiyorum. Harika bir şey. İşte o yokuşları tırmanılabilir yapan şey tam da bu, eninde sonunda inişin geleceğini bilmek…

Yol da boş olduğu için, bir virajla sağa, bir diğeriyle sola yatarak aşağılardaki denize doğru dans eder gibi kayıyorum son hızla. Rüzgar kah gözlerimi yaşartıyor, kah arkamdan beni yakalamaya çalışıyor. Tam da rüzgarın oğlunu oynuyorum anlayacağınız. Ve tabi ki tırmanmam ne kadar uzun sürdüyse, inişim de o kadar çabuk bitiyor…

ÜÇTE BİR KURALI

Olsun, zararı yok… İlk zirvemi aştım ve ardından minicik çok güzel bir koya indim. Yol güzel, gücüm yerinde, keyfim müthiş… Gelsin sıradaki diyorum ama yine de soluklanmak için beş dakikalık bir mola veriyorum. Önümdeki rampa çok daha zorlu. Daha ilk metrelerinden on derecelik eğimle başlıyor ve bir buçuk kilometre böyle devam edeceğine dair bir tabela var. Bu da demek oluyor ki bir buçuk kilometre sonra yüzelli metre irtifaya çıkmış olacağım. İkinci zirvenin neredeyse üçte biri.

bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara

İşte burada hemen aklıma “Üçte Biri” kuralı geliyor. Bu daha önceki turlarımda tecrübe edip, artık genel geçer bir kaide olduğuna iyice kanaat getirdiğim bir saptama. Şöyle ki: üçte birini bitirdiğim her şeyin sonunu da getirebiliyorum. Bisiklet turlarında keşfettiğim bu kuralın sonraları hayatın diğer alanlarında da geçerli olduğunu gördüm. Anlatayım, belki sizin işinize de yarar…

Bu kurala göre başladığım her şeyde en zorlu kısım, sürecin üçte birlik ilk bölümü oluyor. Çünkü bu bölüm boyunca, “Acaba yapabilecek miyim ? Neden yapıyorum ki ?” vs gibi zihinsel bir mücadele yaşıyorum. Ben buna “Yolun Başı” diyorum. Ne zamanki bu bölüm bitiyor, o zaman ikinci üçte birlik kısım başlıyor ki bu da “Yolun Gövdesi” oluyor. Yolun Başı’nı bitirdikten sonraki mücadele daha çok bedensel oluyor ama bu bence baştakine nazaran çok daha kolay ve yönetilebilir bir şey. Hele ki yolun yarısı geçildikten sonra gerisi çok daha hızlı akmaya başlıyor. Derken sıra son üçte birlik bölüm olan “Yolun Sonu”na geliyor ki bu en kolay kısım.

Örnek vermek gerekirse şöyle bir şey; mesela bir günlük rotanın veya bir yokuşun başında ilk üçte birlik bölümü bitirene kadar zihinsel olarak akla karayı seçiyorsun. Başarma şansı da, vazgeçme kararı da bu bölümde alınıyor. Diyelim ki bu bölümün sonunda devam etmeye karar verdin, işte aslında o anda o yokuş veya o günkü yol bitmiş oluyor. Çünkü ikinci kısımda zihnin dinginleşmiş halde sadece fiziksel çaba harcayarak devam ediyor, üçüncü bölümde ise deyim yerindeyse neredeyse erken kutlama yapıyorsun…

İşte bunu bildiğin zaman, yolun sadece üçte birini bitirdiğin halde turu tamamlayacak şekilde bir zihinsel zafer elde etmiş oluyorsun. Ha unutmadan “Üçte Biri” kuralı olduğu gibi bir de “Üç Katı” kuralı var. O da şöyle bir şey; tur boyunca yediğin her yemek, içtiğin her şey ve uyuduğun her uyku, gündelik hayatta yaşadıklarına göre “Üç katı” daha tatlı geliyor…

Yine bu şekilde rampanın ilk üçte biri bitirmiş, yokuşun ortasına doğru yaklaşırken, telefonum acı acı çalmaya başlıyor. Yani daha iyi bir zamanlama olamazdı herhalde… Neyse deyip, kenara çekiyorum. Arayan annem. Merak etmiş. Gülsem mi, ağlasam mı…

Biraz su içip, tekrar tırmanmaya başlıyorum. Yokuş gerçekten fena. Aslında beni zorlayan ne eğimi ne de uzunluğu. Beni en çok zorlayan şey en düşük hıza geriliyor olmak. Bu hızdayken git git bitmeyecekmiş gibi hissediyor insan. Ama derinden bildiğim şekilde, her pedalla birlikte minicik te olsa o yokuş azalıyor. Bir kere daha emin oluyorum ki, hayattaki en büyük güçlerden birisi devamlılık. Yeterince zamanın varsa, ve azimliysen karşında hiç bir şey duramaz. Bir milyon adımlık bir yola da çıksan, hep bir adım bir adım gidiyorsun. Devam etmeyi bırakmadığın sürece başarmamaman imkansız!!!

Ve yine aynen öyle oluyor,gıdım gıdım da olsa o koca yokuş giderek eriyor ve sonunda yine zirvedeyim.

Karayel’i korkuluklara dayayıp, matarayı kafama dikerken, pedallamaktan büyülenmiş bir şekilde muhteşem manzarayı seyre dalıyorum.

EN GÜZEL TİYATRO

Gerçekten inanılmaz: İstanbul buz gibiydi ama buralara şimdiden bahar gelmiş. Otların baharla gelen deli yeşili, meyve ağaçlarının dallarındaki bembeyaz mısır patlaklarıyla atışıyor sanki. Renkler o kadar kışkırtıcı ki, insanın otları ve çiçekleri çiğ çiğ yiyesi geliyor. Dağlar heybetli, deniz uçsuz bucaksız. Güneş ile bulutlar tiyatro ışıkçısı gibi bir dağları bir denizi pozluyorlar sahnede. İkisi de gelinlik kızlar gibi, ben güzelliklerini idrak ettikçe sanki daha da coşup en cazibeli pozlarını vermenin yarışına girişiyorlar. Ve yine oluyor, aklım duruyor, pedallamaktan hipnoz olmuş bir halde, artık düşünmeyi bırakıp ağzım bir karış açık, ilkel halime dönüşüveriyorum… Budur…

bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara

Orada öylece ne kadar durduğumu bilemiyorum. Ama o kadar dingin, huzurlu ve mutluyum ki… Kendimi doğrudan o doğanın bir parçası gibi hissediyorum. Sanki bir denizin içindeyim ve kalbim oradaki her şey ile birlikte atıyor.

Art arda geçen kamyonların gürültüsüyle kendime gelip bu kısa rüyadan uyanıveriyorum. Bir kaç yüz metre ilerimde bir kır kahvesi var. Arkamdan gelen keskin bir ıslık sesine dönünce aynısından bir tane de bir kaç yüz metre gerimde olduğunu görüyorum. Derken ıslıklar çoğalıyor. Birden farkediyorum ki, kır kahvelerini işletenler ıslıkla anlaşıyorlar. Bildiğin lisan, acayip hoşuma gidiyor. İnsanların çoğu vıdı vıdı konuşmalarına rağmen anlaşamazken, buradakilerin ıslıkla konuştuğuna şahit olunca, insanoğluna duyduğum ümit yeniden yeşeriyor, son derece mutlu oluyorum.

İkinci büyük zirveyi de geçtiğim için keyfim son derece yerinde. teorik olarak en zorlu kısmı bitirdiğimi biliyorum ama tecrübelerim kendimi erken salıvermememi söylüyor. Ben de öyle yapıyorum. Artık iniş zamanı. Hem de ne manzaralı bir iniş. yeniden Rüzgarın Oğlu’na dönüşüp, kendimi yokuşun kollarına bırakıveriyorum.

UÇMANIN BİR TIK ALTI

Hani uçmak kadar olmasa da, bir tık altı gibi bir şey bu. Karayel sanki altımda yunusmuş, biz de denizin içinde son hız bir sağa bir sola manevra yaparak gidiyormuşuz gibi hissediyorum. Öyle kesintisiz bir iniş ki, sonlarına doğru artık omuzlarım ağrımaya başlıyor. Derken yol upuzun dümdüz ve bomboş bir yokuş haline gelince hız rekorumu da kırıyorum: saatte yetmiş altı nokta sekiz kilometre…

Ve sonunda yokuş bitiyor. Yeniden pedallamaya başlıyorum. Yalnız bir gariplik var. Her bir kaç pedalda bir ayaklarım boşa dönüyor. ne olduğunu anlamaya çalışıyorum ama o anda pek bir fikrim yok. “İnşallah göbeklerde veya aktarma grubunda bir şey yoktur!” diye dua ediyorum içimden. Tam da Allah’ın dağbaşı dedikleri bir yerdeyim! Yani başınıza arıza gelmesini, hele ki aktarma ile ilgili bir arıza gelmesini isteyeceğiniz en son yer…

Bir kaç garip sesin ardından zincir de atınca durmak zorunda kalıyorum. Az önce kuşlar gibi uçuyorken, şimdi şu halime bak! Hayat, sürprizlerle dolusun…

Kontrol ediyorum ama ne olduğunu anlayamıyorum. Son derece sinir bozucu bir durum. Zinciri takıp, yeniden gitmeyi deniyorum ama bir kaç pedal sonra yine aynı şey oluyor… tam da ne güzel hızımı almış gidiyordum, olacak şeymiydi bu?! Elimde olmadan sinirlenmeye başlıyorum. Ve tabi ki rasyonelliğimi yitiriyorum. Anında “Nazar değdi, nazar!” diye kendi kendime konuştuğumu farkedince ürperip, kendimi toparlamaya çalışıyorum.

Nazar mı ? Tabi ki hayır. Kuvvetle muhtemel ki sürücü hatası. Kesin az önce yokuşu inerken gaza gelmekten olmuş olmalı. Zaten dikkat edin başınıza ne geldiyse iyi hissettiğinizde veya “artık tamam, oldu bu iş!” deyip gaza geldiğinizde olmuştur !!!

Biraz dikkatli inceleyince sorunu fark ediyorum. Zincir baklalarından biri eğilmiş. Yokuş aşağı inerken aniden vites büyütmeye çalıştığımda olmuş olmalı. Zincir o bakladan itibaren otuz derecelik bir açıyla dışa dönük halde durduğundan, çarkları karşılamayıp otomatikman boşa dönüyor veya tamamen çıkıyor. Yani tamir edilmeden bu şekilde devam etmesi mümkün değil.

Çoklu aleti çıkarıp, eğilen baklayı düzeltmeye çalışıyorum ama pense veya ikinci bir aletim olmadığı için başaramıyorum. Artık ya yoldan geçen birisini durdurup beni yirmi kilometre ilerideki Anamur’a bırakmasını rica edeceğim, ya da riski göze alıp zinciri ameliyat edeceğim. Neyse ki en korktuğum arızalardan olduğu için yanıma yedek zincir baklası almıştım.

AMELİYAT ZAMANI

Bir süre durumumu tarttıktan sonra kararımı veriyorum. Zaten bu noktada başınıza gelebilecek en kötü şey kararsız kalmak. Geçen araçlardan birisine rica edip Karayel ile birlikte Anamur’a gitmek daha güvenli görünüyor ama hem bisikletçi ararken vakit kaybedeceğim, hem de tekrar buraya dönüp başlamak biraz zor olacak. Diğer taraftan ameliyata girişirsem bir şansım var ama beni ne kadar idare edeceğini kestiremiyorum. Üstelik hepten bozup, Anamur’da tamir ettirememe ihtimali de var. İçgüdülerimi dinleyip, ameliyatta karar kılıyorum…

İşler istediğim gibi gidiyor. Önce kurşunu, yani eğik zincir baklasını çıkarıyor, ardından yenisini yerleştiriyorum. Gerisi artık hastaya kalmış… Neyse ki Karayel güçlü bir kişilik ve çabucak iyileşmiş görünüyor. Bir iki deneme yapıp, yeniden yola düşüyorum. Tamirattan üstüm başım yağ içinde… Gariptir ama pislendiğim için özgürleşmiş hissediyorum. Ne de olsa artık kirlenme derdi kalmadı. Üstüne ameliyatın başarılı geçtiğini de hatırlayınca keyfim iyice yerine geliyor.

bisiklet istanbul ankara

Anamur’a kalan yolda günün üçüncü rampasını tırmanırken zincirin iyice yerine oturduğunu görüp iyice rahatlıyorum. O neşe ile rampa hemencecik bitiveriyor. Karayel’in yönü aşağıya döndüğünde hem zincirimizi, hem de kendimize güvenimizi tazelemiş haldeyiz. Yol da yeni yapılmış, o kadar pürüzsüz, düz ve güzel ki. Etrafta kimsenin olmayışından cesaret alarak bir Kızılderili narası atıp, ipleri karayel’e devrediyorum. Ve bu sefer gerçekten uçmaya başlıyoruz. Öyle ki gözlük takıyor olmama rağmen gözlerimden yaşlar akıyor. Ve o yaşların arasından zar zor yeni rekorumuzu görüyorum: saatte seksenüç nokta sekiz kilometre!!!

Yokuşun eğiminin düzleşmeye yüz tutmasıyla birlikte, Anamur da önümüzde olduğu gibi arzı endam ediyor. Hayatımda hiç böyle bir şey görmemiştim: Eğer daha önce Anamur’a gelmediyseniz, sakın ha “Ben daha önce sera gördüm.” demeyin! İnanılır gibi değil ama yukarıdan bakınca burası koca bir sera kent gibi görünüyor. Kendimi sanki bir bilimkurgu filmindeymiş gibi hissediyorum…

BAŞKÖŞE KEBAP

Kısa bir sürüşün ardından kentin ana caddesinde salına salına süzülmeye başlıyoruz. Güneş parlıyor, etraf sakin ve havada bir “Her şey yolunda” hissi hakim… Oldukça büyük olmasına rağmen, son derece huzurlu bir yer burası. Daha şimdiden içim ısındı Anamur’a.

Merkeze gelince yine gidonu sahile doğru kırıyorum. Hem rampalar, hem de ameliyat stresi yüzünden kurt gibi acıktım. Tamiratla epey vakit kaybetmeme rağmen, yine de şöyle güzelce oturup leziz bir yemek yedikten sonra üstüne bir iki çay içip dinlenecek kadar zamanım var. Üstelik bugün bunu gerçekten de hak ettik…

Sahilde irili ufaklı kafeler, incik-boncukçular vs var. Ama hem sezon dolayısıyla hem de güneşten olsa gerek ortalıkta pek kimse görünmüyor. Bense gözü dönmüş bir şekilde pideci veya kebapçı arıyorum. Rampaları tırmanırken çok fazla kalori harcadığımdan, daha dağ başındayken pide kokuları almaya başlamıştım zaten. Bu genelde oluyor: Vücut karbonhidrata ihtiyaç duyduğu için dağın başında bile pide veya pizza kokuları olmaya başlıyorsun. On kilometre çapında ne pideci ne de pizzacı olmadığını bilmene rağmen, oralarda bir yerde pide veya pizza yapıldığına yemin edebilirsin, o derece yani…

Derken ufak tefek, salaş ama hislerime göre çok şey vaad eden “Başköşe Kebap”ı keşfedip, bodozlama dalıyorum. Saat öğleden sonra dört sularında olduğu için benden başka kimse yok. Süper, rahat rahat yayılabilirim…

Hemen bir çorba sipariş edip, üzerimi değiştiriyorum. Üzerimden çıkan ıslak giysileri astığım Karayel şu anda çamaşır ipi gibi görünüyor! Ellerimi yıkamaya kalmadan çorba görünüyor. Ama daha o gelmeden masanın üstü envai çeşit salatalarla kaplanmış halde zaten… Sadece görüntüsüyle bile içim gıcıklanıp kendimden geçiyorum: Tanrım, hayat çok güzel!!!

Size bir tavsiye: Mersin il sınırından içeri adımınızı attığınız andan itibaren önünüze getirilen hiç bir domatesi, hele ki üzerine nar ekşisi dökülmüşse sakın ha geri çevirmeyin! Bunun sırrı nedir bilmiyorum ama, ben ömrü hayatımda Mersin’de yediklerim kadar güzel domates yemedim. Hele ki bir de o domateslerden ezme salata yapmışlarsa, eyvah eyvah…

Çorba ve salatalarla başlayan, başrolünde domates, kebap ve pide olan o yarım saatlik zevk fırtınasını tarif etmem pek mümkün değil. Ne desem boş…

Ve işte tam da yemeğimi bitirdiğim o anda, bisiklet turunun mucizelerinden birisi daha ortaya çıkıyor. O açlığın üstüne yenen yemek insanı o kadar mutlu ediyor ki, ister istemez aşçıyı iltifatlara boğuyorsun. Ve tabi ki takdir edilen aşçı senden yayılan bu enerjiyi katlayarak çay, tatlı, vs eşliğinde sana geri gönderince, ister istemez aranızda hayatın güzel yanlarından dem vuran bir sohbet alevleniyor. Tahminimce o pozitif enerji o gün hem benim, hem de o aşçının çevresindekiler dahil bir şekilde ulaşabildiği herkese bulaşıveriyor. Bundan daha faydalı olduğum zamanlar nadirdir diye düşünmeden edemiyorum…

bisiklet istanbul ankara

GÖZSÜZCE RAMPASINDA GERÇEK ÜSTÜ FİLM

Yemekten ve sohbetten sarhoş bir şekilde tekrar yola düşüyorum. Tedbiri elden bırakıp yine yemeği abarttım. Çok yemekten bahsetmiyorum, bu bildiğin abartmaktan başka bir şey olmadı. Önümde bugünün son rampası, üstelik en alçak olanı kaldı ama yine de iyi biliyorum ki en alçağı bile olsa günün son rampaları asla hafife almaya gelmez…

Ve “Gözsüzce” rampası beni yanıltmıyor. Hatta bütün beklentilerimi de aşmayı başarıyor. Hayatımda ilk defa “Onbeş” derece eğimli, üstelik bunu tabelasıyla tüm dünyaya ilan eden bir rampayla karşılaşıyorum.

Önce çok yediğim için rüya falan gördüğümü düşünüp gözlerimi ovuşturuyorum ama maalesef hiç bir işe yaramıyor. Ahanda oracıkta olduğu gibi duruyor. Üstelik bir de akşam güneşi vurmuş ki ışıl ışıl yanarken sanki “Gel gel, kucağa gel” yapıyor…

Gerçekten şaka gibi. Üstelik yol o kadar dar ki, ne sağa sola manevra yapıp eğimi yumuşatacak, ne de durup dinlenecek bir yer var…

Öylece durup, hiç bir şey düşünmeden bekliyorum. Sanki birden bir şeyler olacak da o yokuş başka bir hale dönüşecek. Ya da ne bileyim gizli bir geçit falan açılıp ben aniden dağın öbür tarafına geçivereceğim… Ama tabi ki olmuyor… Umutla gözlerimi açıp açıp kapıyorum ama hiç bir şey değişmiyor…

Üstelik tam da yolun sonuna gelmişken… Dağın arkası Aydıncık… Sıcak su, duş, yemek, uyku… Hepsi o dağın arkasında beni bekliyor… İyi ama ben oraya nasıl geçeceğim? Ağlasam işe yarar mı ki acaba?!

Hayır yaramıyor… Öyle ya da böyle bu rampa geçilecek… “Haydi: Üçte Bir” falan diyecek oluyorum kendime ama yok arkadaş “Beşte Bir” falan da olsa nafile…

Sonunda gözümü karartıp pedallara asılıyorum. tabelaya göre on beş derece eğim yedi yüz elli metre sonra bitecek. Ama sonrası da pek umut verici görünmüyor ki… Kendi içime dönüp, “Başlamak bitirmektir” diye kendimi hipnoz etmeye çalışırken, kaplumbağa hızıyla rampayı tırmanmaya başlıyorum.

Demiştim ya rampalarda bana en çok koyan yavaş gidiyor olmak diye. Şu anda resmen yeni bir standart belirleniyor bu konuda. Yavaşlıktan devrilmemek için bütün hünerlerimi sergilerken, burnumun ucundan Karayel’in kadrosuna şıpır şıpır terler damlamaya başlıyor. Ve o anda bir şey oluyor: Hayatımda ilk defa bir rampada kamyon solluyorum. Üstelik kaplumbağa hızıyla. Resmen gerçeküstü bir filmde gibiyim. Hem de ağır çekim bir gerçeküstü filmde…

Derken bacaklarım iflas ediyor. Durmak zorunda kalınca az önce solladığım kamyonun şöförü yine gerçeküstü bir filmdeymişçesine ağır çekimde sırıtarak yanımdan geçiveriyor…

Devam edebilecek miyim? Bedenime sorarsan hayır… Zihnime sorarsan o da pes etmiş gibi… Geriye kala kala bir tek deli gönlüm kalıyor. Tüm gücümle ona tutunup son bir gayretle tekrar yola düşüyorum…

Bir pedal, bir pedal daha, bir tane daha… Derken yediyüzelli metre bitiveriyor. On derecelik eğime sevineceğimi söyleselerdi hayatta inanmazdım… Ama hayat bu işte, çok acayip…

Yaklaşık bir kilometre de bu şekilde tırmanıyorum ve hayatımın rampası son buluyor. Altimetreler için küçük, ama benim için çok büyük bir adım!!!

Evet, her zaman olduğu gibi kural değişmiyor, ve yine dersimizi alıyoruz: “Ne kadar az kalsa da, ne kadar alçak olsa da, kalan yolu asla küçümseme!!!”

Tüm bunların üzerine Aydıncık tam bir hayal kırıklığı. Sapada kaldığı için turizmin deforme edici etkilerinden korunup bozulmamış olacağını düşündüğüm Aydıncık, hiç te tahmin ettiğim gibi bir yer çıkmıyor. Evet, turizmden nasibini almamış ama, sanki bir sahil kasabası değil de herhangi bir iç anadolu kentinin deniz kenarına sürülmüş bir ilçesi gibi…

Zaten yorgunluktan ölmek üzereyim. Zar zor bir lokanta bulup sadece doymak için bir şeyler atıştırdıktan sonra, yine zar zor bulduğum otelime gidip, hızlıca bir duş alıyor ve her ne kadar rüyamda rampa canavarları tarafından kovalansam da, kalktığımda hiç bir şey hatırlamayacağım deliksiz bir uykuya gark oluyorum.

bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara

3.GÜN / AYDINCIK-ADANA / 220 km yol - 1.600 mt irtifa

Yine şafakla uyandım. Tam da yolun çoğu, üstelik en zorlu kısımları bitti diye keyiflenecek gibi olacakken, önceki akşam başıma gelenleri hatırlayıp tövbe etmeye başlıyorum…

Planladığımdan hızlıyım. Normalde dört günde bitirmeyi düşündüğüm yol üç buçuk günde bitecekmiş gibi görünüyor. Tabi ki sadece görünüyor. Yol tanrısı benim için daha ne gibi sürprizler hazırladı hiç bir fikrim olmadığı için mütevazı takılmaya karar veriyorum.

Aydıncık’tan pek hazzetmediğim için, kahvaltı bile etmeden bir an önce yola çıkmak istiyorum. Aydıncık girişindeki rampa tek kelimeyle harikaydı. Acaba çıkışındaki rampa da öyle midir diye düşününce içim titriyor. Yalnız dün akşam dikkatimi çekmişti, Aydıncık’tan önceki yol eski iken, Aydıncık’tan itibaren Mersin’e doğru giden yol yeni yapılmış görünüyordu. Bu da demek oluyor ki “Onbeş derece” gibi güzel eğimlerle maalesef tekrar karşılaşamayacaktım… Tüh!!!

Çabucak hazırlanıp, arkama bile bakmadan yola koyuluyorum. yol gerçekten de yeni yapılmış ve oldukça güzel. Önümde üç yüz elli metre irtifaya çıkacağım bir rampa var. Metanetle kaderimi kabullenip, “Üçte Bir” moduma geçiyorum. Zaten dünkü rampadan sonra bunlar pek bir tatlı geliyor. Yalnız sabah ayazı epey soğuk ve rampa dağın gölgeli tarafında kaldığı için bayağı üşüyorum.

BELALIM

Her neyse al takke, ver külah zirveyi buluyorum. Tam derin bir nefes alıp inişe geçiyorum ki en illet olduğum şey başıma geliyor. karabasanım: Önden esen rüzgar! Yokuş aşağı olmasına rağmen gitmiyor Karayel, öyle gıcık bir şey ki. İnsanın bütün sürüş zevkini alıyor. Bir dahaki rampayı, keyifli iniş umudu olmadan nasıl çıkacağım şimdi ben ? Zaten olmayan keyfim hepten kaçıyor.

Rüzgar: Belalım… Sinsi rakip… Yokuş tanrı gibidir yukarıdan basar, çalışıp uğraşıp ona ulaşmaya çalışır, sonunda bir şekilde varırsın… Oysa ki rüzgar tam bir şeytan, ne zaman nereden çıkacağı hiç belli olmuyor ve seni seninle sınamaktan hiç usanmıyor…

Yokuş aşağı gidebilmek için bile acayip güç harcıyorum. Bu gerçekten rampa çıkmaktan çok daha yıldırıcı… Ha geçti, ha geçecek diyorum. Ama sanki benimle alay edermişçesine, azıcık yavaşlayıp her seferinde daha kuvvetle geri dönüyor.

Derken kahvaltı etmemiş olmamın da etkisi de kendisini göstermeye başlıyor. Gerçekten zorlanmaya başlıyorum. Ne keyfim var ne de enerjim. bakalım ne olacak. Bir şey olması lazım, çünkü böyle devam etmem pek mümkün görünmüyor…

Yavaş yavaş yeniden deniz seviyesine iniyorum. Bundan sonrası artık Allah kerim. Derken bir virajı alınca kurtarıcım görünüveriyor, minicik bir bakkal. Bu gerçek bir mucize çünkü: çölde vaha gibi; Allah’ın unuttuğu yerde minicik bir bakkal, üstüne üstlük enerji içeceği satıyor!!! Daha ne kanıt istersin ki?!

Hemen depoyu fulleyip, iki tane de çikolatayı da mideye indirdikten sonra, motorların yeniden çalışması için oturup beklemeye başlıyorum. Bu turların en güzel yanlarından bir diğeri de bu: Hiç kilo endişesi yaşamadan dilediğin kadar kola vs içip, çikolata yiyebiliyorsun… Çok sürmüyor, on dakika sonra yeniden kendime geliyorum.

Vakit kaybetmeden son büyük rampaya doğru yola çıkıyorum. Onu da aştım mı artık gerisi irili ufaklı iniş çıkışlar. O şevkle pek bir sorun yaşamadan yokuşu tırmanıyorum. Ama tepeye varır varmaz kabusum yine beni karşılıyor. Bu rüzgar gerçekten ölümcül. Bu tepeyi aşmamla birlikte çok büyük bir düzlüğe geliyorum. Ve rüzgar alabildiğine tadını çıkarıyor bu düzlüğün …

Dakikalar geçmek bilmiyor. Gittikçe gidiyorum ama ne düzlük bitiyor, ne de rüzgar çekilip gidiyor. Aydıncık’tan çıkalı neredeyse altmış kilometre olmuşken ve bu hayatımın en zor altmış kilometrelerinden biri olarak kalbimdeki yerini almışken sonunda düzlük sona eriyor ve rüzgar da hiç olmazsa biraz azalıyor.

Artık deniz kenarından Silifke’ye doğru yol alıyorum. Rüzgar hala ön-sağ tarafımdan beni zorluyor. Ama en azından düzlükteki kadar yıldırıcı değil. Aklımda sadece bir an önce Silifkeye varabilmek var. Onu becerebilirsem, gerisini oturup biraz kendime geldikten sonra orada düşüneceğim.

İyice uyuşup, tüm dikkatimi yola ve pedallamaya veriyorum. Gözlerimi kilometre saatinden bir an bile ayırmadan, geçmekte olduğum her metreyi teker teker sayıyorum. Bir, iki, üç, beş, on, yirmi, yüz, beşyüz derken sonunda bu ızdırap bitiyor. Silifke’nin ara sokaklarına girmemle birlikte rüzgardan kurtuluyor, uzun süre sonra ilk kez derin bir nefes alıyorum…

bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara

ESNAF LOKANTALARININ ŞAMPİYONU: KURU-PİLAV

Acıktım ama, rüzgar beni o kadar yıldırdı ki geri dönmeden bir an önce yol alayım diye durmak bile istemiyorum. Aç bi ilaç bir on kilometre daha gidip Silifke’den çıkarken, kenarda gördüğüm bir esnaf lokantası bütün kararlılığımı yerle bir ediyor. Kuru fasülye pilavı hem görüyorum, hem de nefis kokusunu alıyorum. Sürekli kebap vs yedikten sonra birden dünyanın en güzel yemeğiymiş gibi gelip aklımı alıyor. Hemen durup masaya yerleşiveriyorum…

Karnım doydu ama dayak yemiş gibiyim, rüzgar gerçekten de insanı perişan ediyor. Ama yağma yok, devam etmem lazım. Yolun yarısı tamam. Bu kadar daha gidersem akşama Mersin’deyim. Orada acısını çıkarırırm diye kendimi gazlayıp, yeniden yola düşüyorum.

Ve anladığım kadarıyla iyilik perileri sahne alıp sonunda rüzgarı ikna ediyorlar. Allah’ım kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum. Pedala basıyorum ve Karayel gidiyor, inanılmaz!!!

Yeniden neşelenince, üstüne üstlük yol almaya da başlayınca, nasıl olduğunu anlamadan saat dört sularında kendimi Mersin girişinde buluyorum. Rüzgarın kapana aldığı bacaklarım, özgürlüklerine kavuşunca beni yay gibi fırlatmış olmalılar. Şaka maka yüz altmış kilometre yol yaptım, hem de ne yol… Üstüne üstlük hala sürüş yapabileceğim bir kaç saatim ve daha da önemlisi gücüm var…

Yalnız bu trafikte Mersin’i boydan boya geçmek biraz sıkıntı verecekmiş gibi duruyor. yine de pedallara asılıp yönümü Adana’ya çeviriyorum. eğer becerebilirsem, üçüncü günde turu tamamlamış olma şansım var. Harika…

Bu durum bana öyle bir gaz veriyor ki anlatamam. Yeniden otomatiğe alıp makine gibi pedallamaya başlıyorum. Keyfim de yerine geldi ya, arabalara otostop çeken bir öğrenciye: “Kusura bakma, yerim yok” gibi bir hareket yapıyorum, o da bana gülüyor. Ardından yolda yürüyen ergen kızlara göz kırpıp onları kikirdetiyorum vs. Sanki “vaz geçmeme” hediyem olarak her şey tekrar yoluna girmiş gibi görünüyor…

Sonunda Mersin’den de çıkıp Tarsus yolunda devam etmeye başlıyorum. Artık denizden tamamen uzaklaştığım için rüzgar da yok. Adana’yla aramızda sadece kilometreler ve çevirilecek pedallar kalmış gibi görünüyor.

Karayel ile ilk defa bir günde bu kadar uzun bir mesafe yapıyoruz. o yüzden gittikçe daha çok gidesimiz geliyor. Artık tek sınır zaman ve karanlık. Derken kalan mesafe de yavaş yavaş eriyip yok oluyor ve sabahtan beri yaptığımız ikiyüzyirmi zorlu kilometrenin ardından Karayel ile planladığımızdan bir gün önce Adana tabelasının altına ulaşıyoruz.

bisiklet istanbul ankara

İşte oldu… Bitirdik…

Üç gündür içimde şişmekte balon yine yavaş yavaş sönmeye başlıyor. Öbür gün uçağa binip, görmeden, duymadan, koklamadan, hayatın kaslarımdaki gücünü hissedip onları tapagaz çalıştırarak hızlanmanın coşkusunu yaşamadan, insanlara dokunup verip almadan, tatmadan, minnetle gözlerim dolmadan, doğanın azametini farkedip huşu duygusunu hissetmeden, rüzgarla kapışıp gücümün son damlasına kadar zorlanmadan ve içimin ta derinliklerinden gelen çığlıklar atmadan, aşağı yukarı bir saat sürecek, son derece teknolojik, rahat ama bir o kadar da sıkıcı bir uçak yolculuğunun ardından eve döneceğim. Ve her tur sonrası olduğu en az bir haftalık bir depresyon kaçınılmaz… Neyse, sağlık olsun, önümde kebap mabedi Adana’da geçireceğim koca bir gün var...

YİNE YUMUŞATTIK TAŞLAŞAN KALBİMİZİ

Kendimi yorgun ama mutlu ve minnet dolu hissediyorum: Ne güzeldir ki yaptığım her tur beni olgunlaştırıyor, değiştiriyor, dönüştürüyor… En basitinden, artık alglarım eskisine göre çok farklı. Ne büyük mesafeler artık bana o kadar büyükmüş gibi geliyor, ne de iki boyutlu medyadan süzülüp gelen sanal görüntüleri gerçekleriyle karıştırıyorum. Tıpkı televizyonda futbol maçı izledikten sonra sahaya gidip çıplak gözle izlediğinde olduğu gibi, ben de artık her yeri daha yakındaymış gibi, ve her şeyi daha canlıymış gibi hissediyorum… Her turla birlikte dünya daha da küçülüyor, kafamda büyüttüğüm mesafeler, gerçek yerlerine, yani benim onlar için uygun gördüğüm büyüklüklere oturuyorlar...

İşte… Yine bir yolculuğun daha sonuna geldim. Neyse ki hala şehirin kaotik ortamında alamadığım kokular burnumda, duyamadığım sesler kulaklarımda. En güzeli de, yine en taşlaşmış kalpleri bile eritecek kadar enerji biriktirdim her geçtiğim coğrafyadan, yediğim her güzel yemekten, yaptığım her samimi sohbetten…

Ne diyeyim: “Büyülüsün hayat!”

Ha bu arada, bisiklet çantası da daha bugün gelmiş!!!

Sevgiler…

Kartal Kendirci
Şubat 2019

bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara