menu
  • My Page

    Yalnızlık

    Bela mı, yoksa Deva mı ?

    Learn More
  • My Page

    Sponsorluk Muhabbeti

    Hayır işi mi, yoksa Kandırmaca mı ?

    Learn More

    Pek yakında...

  • My Page

    ÖMÜR TÖRPÜLERİ - 4 'Yeni Irkçılık: Elitizm'

    Learn More

    ÖMÜR TÖRPÜLERİ - 3

    Yaşadığımız hayattan memnun değilim. Ve elimden geldiğince bunu değiştirmek istiyorum. Çünkü tıpkı benim gibi başka çoğu insanın da çok mutsuz ve çaresiz hissettiğini görüyorum: Bir şeylerin yanlış olduğunu biliyor ama ne yapabileceklerini bilmiyorlar…

    Hiç fikrimiz alınmadan içine bırakılmış olduğumuz ve son derece fazla değişkenin birbirleriyle etkileşerek oluşturduğu bu hayatı değiştirmek pek kolay değil… Ama bu hayatı algılayışımızın temeli olan, ve evrensel zekadan değil de hayatta kalma mücadelesinden evrimleşmiş bazı varsayımlarımızı değiştirerek hayatımızın kalitesini yükseltmemiz mümkün. Hatta, türümüzü devam ettirip hayatın daha yüksek seviyelerini deneyimleyeceksek bu bir seçenek değil bir zorunluluk gibi geliyor bana…

    Değiştirmemiz gereken bu varsayımları ben: “Ömür Törpüleri” olarak adlandırıyorum. Ve bu sayfalarda hayatımızın akışını bozan bu yanlış yaklaşımlarımızla ilgili düşüncelerimi paylaşmaya çalışacağım…



    'BAŞARI' IRKÇILIĞI

    Irkçılığın en geniş kapsamlısı…


    devam edecek…

  • My Page

    ÖMÜR TÖRPÜLERİ - 3 'Popüler'in Azabı

    Learn More

    ÖMÜR TÖRPÜLERİ - 3

    Yaşadığımız hayattan memnun değilim. Ve elimden geldiğince bunu değiştirmek istiyorum. Çünkü tıpkı benim gibi başka çoğu insanın da çok mutsuz ve çaresiz hissettiğini görüyorum: Bir şeylerin yanlış olduğunu biliyor ama ne yapabileceklerini bilmiyorlar…

    Hiç fikrimiz alınmadan içine bırakılmış olduğumuz ve son derece fazla değişkenin birbirleriyle etkileşerek oluşturduğu bu hayatı değiştirmek pek kolay değil… Ama bu hayatı algılayışımızın temeli olan, ve evrensel zekadan değil de hayatta kalma mücadelesinden evrimleşmiş bazı varsayımlarımızı değiştirerek hayatımızın kalitesini yükseltmemiz mümkün. Hatta, türümüzü devam ettirip hayatın daha yüksek seviyelerini deneyimleyeceksek bu bir seçenek değil bir zorunluluk gibi geliyor bana…

    Değiştirmemiz gereken bu varsayımları ben: “Ömür Törpüleri” olarak adlandırıyorum. Ve bu sayfalarda hayatımızın akışını bozan bu yanlış yaklaşımlarımızla ilgili düşüncelerimi paylaşmaya çalışacağım…



    'POPÜLER'İN AZABI

    Şöhret ve zenginlik nimet mi, yoksa külfet mi?


    devam edecek…

  • My Page

    ÖMÜR TÖRPÜLERİ - 2 'BEN': Her Şeyin Sebebi Olmanın Dayanılmaz Cazibesi

    Learn More

    ÖMÜR TÖRPÜLERİ - 1

    Yaşadığımız hayattan memnun değilim. Ve elimden geldiğince bunu değiştirmek istiyorum. Çünkü tıpkı benim gibi başka çoğu insanın da çok mutsuz ve çaresiz hissettiğini görüyorum: Bir şeylerin yanlış olduğunu biliyor ama ne yapabileceklerini bilmiyorlar…

    Hiç fikrimiz alınmadan içine bırakılmış olduğumuz ve son derece fazla değişkenin birbirleriyle etkileşerek oluşturduğu bu hayatı değiştirmek pek kolay değil… Ama bu hayatı algılayışımızın temeli olan, ve evrensel zekadan değil de hayatta kalma mücadelesinden evrimleşmiş bazı varsayımlarımızı değiştirerek hayatımızın kalitesini yükseltmemiz mümkün. Hatta, türümüzü devam ettirip hayatın daha yüksek seviyelerini deneyimleyeceksek bu bir seçenek değil bir zorunluluk gibi geliyor bana…

    Değiştirmemiz gereken bu varsayımları ben: “Ömür Törpüleri” olarak adlandırıyorum. Ve bu sayfalarda hayatımızın akışını bozan bu yanlış yaklaşımlarımızla ilgili düşüncelerimi paylaşmaya çalışacağım…



    EGO: HER ŞEYİN SEBEBİ OLMANIN DAYANILMAZ CAZİBESİ

    Kim olduğumuzu sandığımız Evren'in umurunda mı gerçekten? Yoksa sadece emrettiği gibi; "Hayatta kalıp, neslimizi sürdürebilmemiz" için içimize yerleştirdiği şifresi kırılamaz bir programdan mı ibaret o her şeyin üzerinde gördüğümüz "Ego"muz ?!


    devam edecek…

  • My Page

    En İyi Bisiklet

    Learn More

    En İyi Bisiklet…

    En iyi bisiklet hangisi? O kadar çok soruluyor ki, bildiğimce anlatıp kurtulayım istedim.

    Aslında çok basit; en iyi bisiklet diye bir şey yok! Sürüş tarzından bağımsız olarak, kendini üzerinde en iyi hissettiğin, akşama kadar bindiğin ve bir an önce sabah olsa da tekrar bineyim dediğin bisiklet var.

    Teknik açıdan bakıldığında bana göre bu bisiklet kendisini unutturan, sanki yokmuş hissi veren bisiklet. Yol bisikletleri ile uzun sürüş hayatım boyunca bunu sağladığını tecrübe ettiğim en önemli iki özellik ise:

    1) Yol ile iletişim
    2) Sezgisel Sürüş

    Yol ile iletişim: Bu özelliği yüksek olan bisikletlerin varlığını bile hissetmezsin. Sanki yol ile arandan çekilirler. Kendini koşuyormuşsun veya yürüyormuşsun gibi özgür hissedersin, ama büyülü bir şekilde bunu son derece hızlı yapıyorsundur. Burada temel belirleyici olan kadronun, maşanın ve özellikle tekerleklerin malzeme seçimlerinin birbirleriyle ve senin sürüş tarzınla uyumudur. Gereğinden sert bisikletler takunyayla koşuyormuş hissi yaratırken, aşırı esnek olanlar da ayağında pranga varmış duygusu verir. Yol ile iletişimi yüksek bir bisiklet oluşturabilmek için öncelikle kendini, sonra da malzemeleri çok iyi tanıman gerekir.

    Sezgisel sürüş: Bu özelliği yüksek bisikletler ise sanki gitmek istediğin yeri ve yönü sen karar verdiğin anda hissedip oraya yönlenirler. Hatta en akıcı sürüş için yeri ve yönü senden daha önce belirleyip seni yönlendirirler. Kendini sürekli bir o yana bir bu yana süzülürken bulur, uçuyormuş gibi hissedersin. Böyle bir bisiklete sahip olmanın püf noktası ise mümkün olduğunca her açısı ve ölçüsü senin özel vücut ölçülerine ve arzu ettiğin sürüş tarzına uygun bir kadroya sahip olmaktır. Geometrisi ve ölçüleri sana uygun olmayan bir bisiklette kendini çarpışan arabaya binmiş bir centilmen veya otobüs süren bir F1 yarışçısı gibi hissedersin. Kazaların ve sakatlıkların çoğu da bu yüzden olur zaten.

    Bu iki özelliği taşımayan bisikletler dünyanın en pahalı bisikletleri de olsa bir süre sonra batmaya, sıkmaya, keyif vermemeye, oranda buranda ağrılar oluşturmaya başlar. Haftanın her günü yaptığın sürüşler önce hafta sonlarına kalır sonra da ayda bire düşer. Sen de ilk fırsatta bisikletini satıp yenisini alır ve bu sefer farklı olacağını umut edersin…

    Peki doğru bisiklet nasıl bulunur ?

    Bence öncelikle kendini tanımalı ve ne yapmak istediğini bilmelisin… Bunun için de öncelikle sektörün estetiği ön plana alarak satmayı dayattığı ürünlerin tüketimini pompalayan reklamlardan ve talebi dizayn ettiği çakma yarışmalar ile etkinliklerden kendini kurtarıp salim kafayla düşünebilmen gerekiyor.

    Teknik olarak bisiklet dört ana bileşenden oluşuyor;

    • Tekerlekler
    • Kadro/maşa
    • Gidon, sele vs gibi çevre elemanları
    • Grupset

    Bu bileşenler için karar alırken seçebileceğin üç tane değişken var

    1) Hafiflik
    2) Sağlamlık
    3) Ucuzluk

    Maalesef bu üçünden sadece ikisi bir arada olabiliyor: hafif ve sağlam olan ucuz olamıyor, sağlam ve ucuz olan hafif olamıyor, hafif ve ucuz olan da sağlam olamıyor, vs vs…

    Bunlara üç tane de ben ekliyorum:

    1) Hız
    2) Konfor
    3) Dayanıklılık

    Maalesef bu üçünden de aynı anda sadece ikisini seçmen gerekecek.


    Şimdi strateji:

    Bence en iyi strateji hazır bir bisiklet almak yerine kendi bisikletini oluşturmak. Bu hem kendini hem de bisiklet malzeme ve parçalarını çok iyi tanımanı sağlayarak aslında sürüş kaliteni de üst düzeye çıkaracak en önemli etkenlerden birisi. Ayrıca hazır bir bisiklet alıp orasını burasını değiştirdikçe aslında çok daha fazla para harcıyoruz ve sonuç bir türlü tam arzu ettiğimiz gibi olmuyor.

    Dolayısıyla tavsiyem, öncelikle bol bol nasıl bir sürüşün seni heyecanlandıracağına dair hayaller kurmak. Bir kere ne istediğini kavradığında ise yukarıdaki iki set değişkeni (Hız, Konfor, Dayanıklılık, Hafiflik, Sağlamlık, Ucuzluk) gözeterek,

    1) Kendine uygun teker seti/teker setlerini oluştur. Bisiklet kelimesinin anlamı yaklaşık olarak Bi-Cycle/İki-Teker. Yani aslında bisikletin en önemli bileşeni tekerlekler. Eğer disk fren kullanırsan seçeceğin ölçü, malzeme jant çemberi, jant telleri, göbek ve lastiklerle neredeyse arzu ettiğin sürüş/ler için sonsuz seçenek mevcut. Ve bence iyi bir bisikletin sırrı burada yatıyor.
    2) Bu setleri alabilecek teker toleransına sahip ve beden ölçülerinle mümkün olduğunca uyumlu bir kadro edin. Bence karbon, alüminyum, çelik veya titanyum malzeme ikincil önemde, asıl önemli olan vücut ölçülerinle ve arzuladığın sürüş tarzı ve teker setlerinle birebir uyum içinde olması.
    3) Teker ve kadro/maşa seçimlerini, uygun çevre elemanları ile destekle.
    4) Grupset seçimini yap. Piyasada tam aksi geçerli olsa da bana göre en önemsiz değişken bu. Tekerlerin, kadron ve çevre elemanların iyiyse ucuz veya pahalı bir grup setin yaratacağı fark son derece marjinal kalacaktır.

    Peki doğru bisikleti yaptığını nereden anlayacaksın? Çok kolay, bu bisiklete bindikçe vücudunun doğal temposu ortaya çıkacak, ortalama hızın, menzilin ve yüzündeki gülücükler artacak, kısacası yemeğini ve suyunu aldıkça sonsuza kadar sürebilirmişsin gibi hissedeceksin…

    Teknik kısmı buraya kadar. Şimdi gelelim bir de işin albeni kısmına. Girişte de yazdığım gibi; eğer bisikletini çok beğeniyorsan ve üzerinden inmek istemiyorsan, teknik açıdan çok kötü olsa bile senin için en iyi bisiklet odur. İşe yararlık da güzellik de doğal seçilim sonucu milyonlarca yıldır hayatta kalmayı başarmış iki farklı strateji. Ve maalesef çoğu zaman birbirlerini desteklemeleri eşyanın tabiatına ters. Genelde güzellik kaygısı işe yararlığı, işe yararlık da güzelliği azaltıyor. Ne biri ne de diğeri daha iyidir diyemiyorum. Burada da arzu ettiğin dengeyi bulmak sana kalmış. Sektör, hem kolayına geldiği için, hem de çabuk eskidiği ve yenileme hızı yüksek olduğu için “Güzel” olana oynuyor diye düşünüyorum. Eğer günün sonunda seni mutlu ediyorsa ve sık sık bisiklet değiştirmekten hoşlanıyorsan sorun yok. Ama yok, gerçekten vücudumun uzantısı gibi hissedeceğim bir bisikletim olsun ve sürüşün tadını çıkartayım diyorsan, umarım yukarıda yazdıklarım bir nebze de olsa işine yarar.

    Selamlar, sevgiler…

    İstanbul / Haziran 2023


  • My Page

    YANLIŞ ANLAŞILDIM - 2 'Ne TATİLCİ'yim ne TURCU, kendine doğru bir 'YOLCU'

    Learn More

    YANLIŞ ANLAŞILDIM - 2

    Sürekli anlatmama rağmen hala karşılaştığım tekerrür eden sorular ve yanlış anlaşılmaları sona erdirmek üzere bir kere de buraya yazıveriyorum derdimi…

    'Ne Tatilci'yim ne Turcu, sadece kendinden kendine seyahat eden bir Yolcu'



    Konuştuğum insanların çoğu; artık ağız alışkanlığından mıdır yoksa genel geçeri tekrarlamak mı bilemeyeceğim; yaptığım bisiklet yolculuklarından bahsederken; “Tatil” veya “Bisiklet Turu” tabirini kullanıyorlar. Oysa ki bunlar ne “Tatil” ne de “Tur" değil, birer “Yolculuk”. Hem de hep tekrarladığım gibi; her seferinde kendimi ve yaşadığım hayatı biraz daha keşfettiğim “Kendimden Kendime Yolculuk”lar…

    Şimdi biraz açıklayayım:

    İlk olarak, bu yolculuklar birer “Tatil” değil çünkü Tatil esas itibarıyla; hayatınızı idame ettirebilmek için özgürlüğünüzü askıya alarak ömrünüzü vakfettiğiniz işinizden gücünüzden arta kalan zamanlarınızda motoru soğutmanız için, yine o işin kendisi tarafından icat edilmiş, aslında doğal olmayan, kafayı sıyırıp işe yaramaz hale gelmeyesiniz diye zarureten ortaya çıkmış bir süreç.

    Her ne kadar düşüncesi keyifli olsa da zaruretten kaynaklandığı için kendi içerisinde de pek çok zorunluluk barındırıyor; hazırlanmak zorundasın, belirli bir süreye sığdırmak zorundasın, o kısacık sürede eğlenip dinlenmek zorundasın ve döndüğünde tekrar adapte olmak zorundasın, vs, vs…

    Ayrıca, temel hedefi olan özgürlüğü askıya alan çalışma zorunluluğundan türemiş bir olgu olduğu için aslında çok büyük bir paradoks.

    Ha, bu arada “Evet ama yaptığın işi seviyorsan hep tatildesin demektir” diyenleri duyar gibi oluyorum. Cevabım ise; “Tabi tabi!”…

    Ardından; “İyi ama çalışmadan nasıl yaşayabilirsin ki?” gelecek eminim! Buna cevabım ise; “İnsanlar temel ihtiyaçlarını değil, ihtiraslarını doyurmak için bu kadar çok çalışıyorlar, o ev, o araba, o giysi, o mücevher, o özel okul vs vs… Ve bedelini de en temel ihtiyaçları olan özgürlükle ödemekte bir sorun görmüyorlar. Saygı duyuyorum, en azından bu seçimi yapma “Özgürlük”lerini kullanıyorlar sonuçta.

    Sonuç olarak özgürlüğü taklit etmeye çalışan “Tatil”, benim için esaretten bağımsız var olamayan, 2-3 haftalık çakma bir özgürleşme çabası. Ve çoktan “İhtiraslar Karşılığı Esaret” defterini kapattığım için benim sözlüğümde pek bir anlam ifade etmiyor.

    Şimdi gelelim ikinci düzeltmeye, yani “Bisiklet Tur”u meselesine.

    Kariyer, karşı cins, alışveriş, alkol, hobiler vs gibi uyuşturucuların yardımıyla, seçmediğin ama sürdürmek zorunda olduğun hayatının hala güzel bir şey olduğu hipnozundayken, bu sanrıyı uzatabilmek için yaptığın şeydir tur. Afrika’da Karavan Turu, Uzakdoğu’da Seks Turu, Paris’te Alışveriş Turu, Las Vegas’ta Kumar Turu, Paskalya Adasında Kültür Turu, Umre Turu, New York’ta İş Dünyasının Guruları İle Kariyer Fuarı, St. Moritz’de Red Bull Extreme Kayak Turu, Hindistan’da Kendini Bulma Turu, vs, vs…

    Gidip yeni yerler/şeyler tüketip, bir süre daha düşüncelerini hayatın anlamsızlığından ve hedefsizliğinden uzak tutar, sonra biraz nefes almış halde ama yine aynı kişi olarak kaldığın yere geri dönersin. Üstelik çıta daha da yükselmiştir artık, bir sonraki tur daha da ilginç olmak zorundadır ki ruhunu bir nebze de olsa serinletebilsin. Tıpkı alkol ile geçen her eğlenceli gecenin sabahında duyduğun, yine aynı yere, üstelik içkiye bir nebze daha aç bir halde dönmenin verdiği hisle uyanmak gibi…

    “Budur Tur”! En kısa tanımıyla; yeni bir oyuncakla oynadıktan sonra başladığın yere, sıkıcı hayatına geri dönmek…

    Ya da, yıllar boyunca hep hayal kırıklığıyla sonuçlanan bütün o bir anlam ve değer bulma çabalarının ardından, ne kendini ne de içine doğacağın hikayeyi seçemediğin bir hayatta yine seçmediğin bir rolü oynamak zorunda olmanın çaresizliğini kendine itiraf edip, ama bunun da bir anlamı olması gerektiğini düşünerek bir seyahate çıkarsın: İşte bu ise “Yolculuk”tur.

    Belki hayatın beyhudeliğini değiştiremezsin ama bu yolculuğun ardından asla kaldığın yere dönmez ve asla başladığındaki kişi de olmazsın…

    Budur “Yolculuk”! En kısa tanımıyla, oyuncaklarını ardında bırakıp daima ileri doğru hareket etmeye cesaret edebilmek…

    Tatil’e göre daha yorucu, Tur’a göre daha riskli görünebilir. Ama bana sorarsanız; elindekileri bırakamadığın için hep aynı kısır dairenin içerisinde dönüp durmaktan çok daha gerçek ve heyecan vericidir…

    "Ve en önemlisi; Hayat ne bizim icatlarımız olan ‘Tatil’dir ne de ‘Tur’dur! O; seçemediğimiz, heyecanlı bir “Yolculuk”tur… 

  • My Page

    YANLIŞ ANLAŞILDIM - 1 'Ben Spordan Hoşlanmıyorum!'

    Learn More

    YANLIŞ ANLAŞILDIM - 1

    Sürekli anlatmama rağmen hala karşılaştığım tekerrür eden sorular ve yanlış anlaşılmaları sona erdirmek üzere bir kere de buraya yazıveriyorum derdimi…

    'Ben Spordan Hoşlanmıyorum!'


    Modern hayatın fabrika üretimini andıran eğlencesiz, makina tarzı ve kitlesel spor anlayışından  hoşlanmıyorum! Hatta doğru da bulmuyorum…
     
    Bahsettiğim spor hani şu konfor düşkünlüğü yüzünden kaybettiğimiz sağlığımızı (aslında daha çok şeklimizi) yeniden kazanmak için yapılanı. Yoksa bilinmezin aşkıyla kendini aşmak için yapılanına saygım sonsuz, öylesini fırsat buldukça kendim de yapıyorum zaten...
     
    Konfor aşkıyla, en eğlenceli, neşeli ve yaratıcı olduğumuz yılları hiç ilgimizi çekmeyen şeyleri öğrenmekle harcayıp beyaz yakalı bir iş bulabilmek için kıçımızı yırttıktan sonra ödülümüz ne oluyor: günümüzün üçte birini başında pinekleyerek geçirdiğimiz bir masa! Diğer üçte bir de uykuya gidiyor zaten. Kalan üçte bir? Yarısı fiziksel ihtiyaçlar için: ulaşım, yemek, temizlik vs, yarısı da psikolojik ihtiyaçlar için internet başında bir şeyler sipariş ederek silahlanmakla geçince, göt ve göbek şişip ego da sönüveriyor haliyle…
     
    Ve işte burada modern hayatın dahice çözümü giriyor devreye: ‘Sağlık için Spor’. Internet başında onlarca inceleme okuduktan sonra, masa başında pinekleyerek kazandığınız paralarla alınan o havalı kıyafetler, pırıl pırıl bisikletler, testosteron yüklü grup aktiviteleri ve aşk kokan spor tatilleri hem götü göbeği küçültmek, hem de egoyu şişirmek için bulunmaz nimet sanki. Kapitalist ekonomiye olan katkısından bahsetmeye gerek bile duymuyorum haliyle…
     
    Ama bana sorarsanız: en halisinden paradoks bu! Konfor aşkı ile iyi fizik, masa başında yalnızlıkla iyi zihin olmaz. Olsa olsa pahalı şeylerle donanmış depresif bir insan olur.
     
    Oysa aslında hiç ihtiyacımız olmayan şeyler için duyduğumuz o ihtiraslara dur deyip, daha az yıpratıcı bir işte mümkünse daha az çalışınca, her gün biraz yürüyünce ya da bisiklete binince, çarşı pazarda gezip selamlaştığın kişilerden alış veriş yapınca, sevdiklerin için yemekler pişirip, çocuklarınla koşmaca oynayınca, ara sıra bir eşya yapıp, yılda bir kere de olsa gücün yettiğince hayatın görkemini hatırlatacak ilham verici bir yolculuğa çıkınca ne göt kalıyor, ne göbek, ne de yalnızlık…
     
    Tecrübeyle sabittir, bilginize ;)

  • My Page

    ÖMÜR TÖRPÜLERİ - 1 Yarışmak: Kazanmak Kültürü

    Learn More

    ÖMÜR TÖRPÜLERİ - 1

    Yaşadığımız hayattan memnun değilim. Ve elimden geldiğince bunu değiştirmek istiyorum. Çünkü tıpkı benim gibi başka çoğu insanın da çok mutsuz ve çaresiz hissettiğini görüyorum: Bir şeylerin yanlış olduğunu biliyor ama ne yapabileceklerini bilmiyorlar…

    Hiç fikrimiz alınmadan içine bırakılmış olduğumuz ve son derece fazla değişkenin birbirleriyle etkileşerek oluşturduğu bu hayatı değiştirmek pek kolay değil… Ama bu hayatı algılayışımızın temeli olan, ve evrensel zekadan değil de hayatta kalma mücadelesinden evrimleşmiş bazı varsayımlarımızı değiştirerek hayatımızın kalitesini yükseltmemiz mümkün. Hatta, türümüzü devam ettirip hayatın daha yüksek seviyelerini deneyimleyeceksek bu bir seçenek değil bir zorunluluk gibi geliyor bana…

    Değiştirmemiz gereken bu varsayımları ben: “Ömür Törpüleri” olarak adlandırıyorum. Ve bu sayfalarda hayatımızın akışını bozan bu yanlış yaklaşımlarımızla ilgili düşüncelerimi paylaşmaya çalışacağım…



    YARIŞMAK: REKABET KÜLTÜRÜ

    Temelinde bir ‘Ben’ oyunu ‘Yarışmak’. ‘Ben’i kabartan ise bir şeyleri kendimiz yaptığımız yanılgısı… Oysa hiç bir şeyimizi kendimiz seçmiyoruz. Ne aklımızı seçiyoruz, ne bedenimizi, ne cinsiyetimizi, ne huylarımızı, ne ailemizi, ne de içine doğacağımız ülkeyi, kültürü veya zamanı… Ondan sonra kalkıp her söze ‘Ben’ diyerek başlamak biraz abes kaçıyor o yüzden…

    Yarışmalar insan az gelişmişliğini gösteren en tipik örnekler aslında. Temel özelliği ise tıpkı savaşlar gibi “Sıfır” toplamlı bir oyun olması… Birisinin kazanabilmesi için bir başkasının veya başkalarının kaybetmesi gerekiyor. Zaten özünde güzel bir şey olsaydı, katılımcıları çekmek için bir ödüle gerek olmazdı herhalde!!!…

    Altı üstü bir eğlence denecek kadar masum bir şey de değil bu yarışmalar; güzellik yarışmalarıyla karınızdan, üniversite sınavıyla da çocuğunuzdan soğutuyorlar…

    En kötüsü de; Yarışmak en basit ifadesiyle ırkçılık taraftarı aslında. O yüzden mesela İngilizce “Yarışma: Race” kelimesi ile “Racist:Irkçı” kelimelerinde olduğu gibi, dünya dillerinin pek çoğunda bu iki kelimenin kökleri aynı. Çünkü yarışmak eylemi ile ırkçı anlayışın dayandığı temel düşünce de aynı: “Ben senden iyiyim, o yüzden dünyanın nimetlerinden daha çok pay almayı hak ediyorum”.


    TİRANLARIN EĞLENCESİ

    Modern yarışmaların atalarının, çok eski zamanlarda Tiranların eğlencesi olarak doğduğu söyleniyor. Antik çağlarda insanları insanlara veya insanları hayvanlara kırdırarak başlamış bu eğlence binlerce kişinin doluştuğu arenalarda. O zamanki ödül hayatta kalmakmış, daha sonra evrilerek bugünkü sözüm ona medeni haline dönüşmüş. Ama temel düşünce hala aynı: “Birileri birbirleri ile didişsin, biz de o birileri biz olmadığımız için keyifle seyredelim. Karşılığında da bir ödül verelim ki didişmekten vaz geçmesinler!”.

    Tabi o sırada uyanık tiranlar da fark ediyorlar ki aslında arenalar ve yarışmalar insanlara ayar vermek için harika bir fırsat, tıpkı ekonomik sistemimizin karar alıcılarının da fark edip her yeni ürün sokuşturmada bu altın manivelayı kullanması gibi. Ve işte bu amacını aşan süper fonksiyonu sayesinde bu kadar popüler oluyor günümüze gelene kadar yarışmalar…


    YARIŞMAK VE KU KLUX KLAN

    Her ne kadar masum bir eğlence gibi görünse de yarışmalar aslında son derece ilkel ve ırkçı etkinlikler. Çünkü temel mantığı “Diğerinden daha iyi olmak”a dayanıyor. Zaten İngilizce “Race” ve “Racist”te olduğu gibi çoğu dünya dilinde “Yarış” ve “Irkçılık” kelimelerinin aynı kökten türemesi de son derece manidar.

    İster bir pistte, ister iş yerimizde yarışırken veya kazanmaya çalışırken aslında vermeye çalıştığımız ve, primat kuzenlerimizin de hala tepe tepe kullandığı mesaj şu; “Ben senden daha iyiyim, o yüzden de dünya nimetlerinden daha çok pay almayı hak ediyorum!”.

    Çoğunlukla fark edemesek de gündelik hayatımızın her yanına sızmış olan bu ilkel rekabet kültürü pek çok mutsuzluğumuzun da faili aslında. Güzellik yarışmaları ile eşimizden, üniversite sınavları ile çocuğumuzdan, performans değerlemeleri ile iş arkadaşlarımızdan soğuyoruz hiç farkında olmadan…


    YARIŞMALARIN EKONOMİSİ ?

    “İyi ama rekabet olmayınca gelişme de olmuyor.” dediğinizi duyar gibi oluyorum.

    Bence bu da pazarlamacıların bulduğu ve çeşitli yollarla bilinçaltımıza yerleştirdikleri bir mit. Bir cinayeti araştıran her dedektif ilk olarak “Bu işten çıkarı olan kim?” diye sorar. Ben de aynı soruyu konumuza uyarlayarak sormak istiyorum; “İnsanların böylesine rekabet etmesinden kim yarar sağlar?” Cevabın; “İnsanların Kendisi” olmadığı çok açık… Bugüne kadar şahit olduğum yarışmaların hepsinde gerçek kazanan; ya yarışmayı düzenleyenler ya da bu yarışmaların perde arkasındaki sahipleri olan patronlar ve sponsorlardı…

    Hatta geçen izlediğim “Atletizm’de Doping” konulu belgeselde; doping kaynaklı ölümlerin çoğunun müsebbibinin, bu ölümleri araştıran Dünya Atletizm Federasyonu’nun yayıncı kuruluşların ve sponsorların “Daha hızlı koşulsun, yoksa insanlar takip etmiyor!” ısrarlarına dayanamayıp, çoğu kez doping yapılırken başka tarafa bakmayı tercih ettiği için bizzat kendisi olabileceğine dikkat çekiliyordu.


    AKILCI TÜR

    Homo Sapiens, gezegenimizdeki en zeki tür olmasına rağmen, bir türlü ‘Akılcı’ olamadığı için (buna en güzel örnekler olarak; zararlı olduğunu bile bile sigara içmesi veya belli bir anda park halinde bekleyip hiç bir işe yaramayan milyonlarca araç gösterilebilir), insanları birbirlerine düşürüp daha sonra da mal/silah satmak çok karlı bir iş. İki ülkeyi birbirine düşürüp silah satabileceğiniz gibi, kadın ile erkeği birbirine düşürüp silah olarak kıyafet, parfüm, saat, otomobil vs satabilirsiniz, oysa ki kadın ile erkeğin önünde aslında birbirlerini sevmelerini engelleyen doğal bir engel yoktur. Veya iki bisikletçi arkadaşı yarış yapmaya ikna edebilirseniz onlara “Daha İyi” bisiklet satabilirsiniz, aslında bisiklet sürmek ve dostluklarının tadını çıkarmak için önlerinde hiç bir engel olmamasına rağmen olduğu gibi. Vs, vs…

    Dolayısıyla bu “Rekabet olmazsa gelişme olmaz” miti, yalnızca rekabeti pompalayanların gelişmesine yardımcı oluyor gibi görünüyor.


    KAZANMAK MI, BAŞARMAK MI

    Gelişme arzusu doğal olarak güzel bir şey ve zaten doğduğumuzdan itibaren içimizde. Çünkü o evrenin arzusu, ve bu arzunun içimizde maddeleşmiş hali. Kötü olan ise bir takım uyanıkların bunu kendi çıkarlarına kullanıyor olmaları.

    Rekabet istiyorsanız en güzeli; kendinizle giriştiğiniz rekabet aslında. Buna “Kendini Aşmaya Çalışmak” veya “Başarmak Arzusu” da diyebilirsiniz.

    Yarışmaların dayattığı “Kazanmak” yerine, kendinizle rekabet ederek ulaştığınız “Başarmak” her zaman çok daha mutluluk verici aslında. Üstelik kazanmak için diğerleri ile rekabet etmeniz gerekirken; ki bu “sıfır” toplamlı bir oyun, yani birisi kazanırken bir diğeri kaybeder, başarmak için tek ihtiyacınız olan kendinizsiniz ve bu oyunun sonunda bütün evren kazanır.

    Bir güzergahta bisikletinizle dünya rekoru kırabilmeniz için illa ki bir yarış olması gerektiği kocaman bir yalan!!! Ve bu rekoru kıran kişinin başarma duygusundan başka bir ödülü hak ettiği ise son derece ırkçı bir düşünce… Bu ödülleri hiç de seçemedikleri hayatlarında acı çekme rekoru, aç kalma rekoru veya haksız yere aşağılanma rekoru kıranlara şefkat göstermek için kullansak çok daha iyi olmaz mıydı acaba?!


    İKİNCİ BÜYÜK YALAN

    Gelelim piyasanın en sevdiği ikinci büyük yalana: “Hayat rekabet etmek üzerine kuruludur, daha ana rahminde rekabet etmeye başlıyoruz!”

    Piyasadan maaşlı bilim adamları ve belgesel yapımcıları bizi bu konuda ikna etmek için ne kadar büyük çaba harcasalar da, ben şahsen aksine inanmak için etrafımızda çok fazla kanıt olduğunu düşünüyorum.

    Çok uzağa gitmeye gerek yok. Vicdanını yoklayan herkes, birbirine yardım etmenin, rekabet etmekten çok daha mutluluk verici olduğunu bizzat kendi içinde tecrübe edecektir zaten.

    Ayrıca, uzun bisiklet yolculuklarım boyunca, hayvanların her zaman birbirlerine destek olduklarına ve çok mecbur kalmadıkça hiç bir zaman birbirleri ile rekabete girişmediklerine çok defa bizzat şahit oldum.

    Yine o bilim adamları ve belgeselcilerin itici bir şekilde “Asalak Yaşam” diye niteledikleri ortaklıkları ise ben bir sevgi hikayesi olarak adlandırmayı tercih ediyorum. Eğer öyle değilse, bebekler de annelerinin Asalağı veya Paraziti o zaman…

    Rekabet yerine işbirliğinin çok daha kalıcı ve evrim açısından kararlı bir strateji olduğunu görebilmek için doğaya bakmak gerçekten yetiyor. Bu konuda en sevdiğim örnek ise sosyal böcekler, yani arılar, karıncalar ve termitler. Temel stratejileri işbirliği olan bu yaratıklar şu anda gezegenimiz üzerindeki en büyük canlı nüfusunu oluşturuyorlar. O kadar ki toplam ağırlıkları diğer tüm canlılarınkinden kat be kat fazla. Üstelik yüz elli milyon yıldır aynı evrim hattında türlerini devam ettiriyorlar. İnsanların sadece iki milyon yıl olan ve böyle giderse daha ne kadar süreceği son derece belirsiz olan tür hattı ile karşılaştırıldığında sizce de son derece manidar değil mi?

    Neden başka hiç bir türde olmayan zekamızı bu işbirliği örneğinin üzerine ekleyip potansiyelimizi gerçekleştirmek varken, hala ilkel türler gibi birbirimizle didişip durmaya devam edelim ki ?!


    PARADOKS

    Şimdi, neredeyse on yıldan fazladır uluslararası düzeyde yarışmalara katılmakta olan elit bir sporcunun babası olarak tüm bunları yazıyor olmam bir paradoks olarak gözükebilir.

    Ama gerek kızımın ve kendisi gibi sporcu arkadaşlarının, gerek antrenörlerinin ve gerekse spor yöneticilerinin benimle aynı düşünceleri paylaştıklarına hiç şüphem yok. Zaten tüm bu düşüncelerimin oluşmasında en büyük katkıyı sağlayanlar da onlar ve son on yılda edindiğim tecrübeler.

    Şöyle bir şey var ki; “Selin içindeysen ıslanmama şansın kalmıyor!”. İşte ben o selin içerisinde durduğum yerden “Kurumamız lazım” diye dil dökerken, bu çocuklar ve spora gerçek amatör ruhuyla emek veren herkes o kuru yerlere doğru balık gibi yüzüyorlar aslında. Çünkü başarmanın muhteşem gururu ile kazanma/kaybetme’nin ilkel zulmünü en iyi bilenler onlar…

    Ve ben onları gördükçe, sporun bir gün kazanma kültürünün cenderesinden kurtulup, yeniden başarma odaklı amatör ruhuna geri döneceğine olan inancım daha da artıyor.


    YARIŞMAMA SORUMLULUĞU

    Bence artık rasyonel yani akılcı olmamızın ve bazı kişiler için çok kazançlı olsa da genel insan hayatına pek bir katkısı olmayan bu kazanma kültüründen vazgeçmemizin vakti çoktan geldi çattı.

    Sabah kalktığımızda otomatikman hissettiğimiz o sıkıntının büyük kısmının failinin bu kazanma kültürü olduğu bilincine ulaşabilirsek uyanmamız daha bir kolay ve keyifli olacak sanki…


    O yüzden; “yarışMAmak sosyal bir sorumluluktur!” diyerek bitirirken, hepinize ‘Ömür Törpüleri’nizden kurtulacağınız özgür günler diliyorum.


    Sevgilerimle…



    Kartal Kendirci
    İstanbul / Şubat 2022

  • My Page

    Bilgece…

    Einstein’dan 10 hayat dersi

    Learn More

    Einstein’dan 10 hayat dersi

    Albert Einstein çoğu insan tarafından dahi olarak görülür. Şu ana kadar yaşamış en etkili bilim insanı olmanın yanında teorik fizikçi, filozof ve yazardı. Bilime birçok katkı sağlamış Einstein’ın başarı sırlarını merak ediyor musunuz?

    1) Merakınızın peşinden gidin

    "Benim özel bir yeteneğim yok. Yalnızca tutkulu bir meraklıyım.”

    Sizin merakınızı çeken nedir? Neyi en çok merak ediyorsunuz? Benim merak ettiğim neden bazı insanların başarılı olup bazılarının olamadığıdır. Bu yüzden yıllarca başarı üzerine çalıştım. Merakınızın peşinden giderseniz başarıya ulaşırsınız.

    2) Azim paha biçilmezdir

    "Çok zeki olduğumdan değil, sorunlarla uğraşmaktan vazgeçmediğimden başarıyorum."

    Belirlediğiniz yolun sonuna ulaşacak kadar sabırlı mısınız? Posta pullarının gideceği yere varasıya kadar mektuba yapışıp kalmasından ötürü çok değerli olduğu söylenir. Posta pulu gibi olun ve başladığınız işi bitirin.

    3) Bugüne odaklanın

    " Güzel bir kızı öperken düzgün araba kullanan birisi, öpücüğe hak ettiği dikkati vermiyor demektir."

    İki atı aynı anda süremezsiniz. Bir şeyler yapabilirsiniz ama her şeyi yapamazsınız. Şimdiye odaklanın ve bütün enerjinizi şu anda yaptığınız işe verin.

    4) Hayal gücü güç verir

    "Hayal gücü her şeydir. Sizi bekleyen güzelliklerin önizlemesi gibidir. Hayal gücü bilgiden daha önemlidir."

    Hayal gücünüz geleceğinizi belirler. Einstein şöyle der: ‘‘Zekanın gerçek göstergesi hayal gücüdür, bilgi değil’’. Bu yüzden hayal gücünüzün hantallaşmasına izin vermeyin.

    5) Hata yapın

    "Hiç hata yapmamış bir insan yeni bir şey denememiş demektir."
 Hata yapmaktan korkmayın. Eğer nasıl okuyacağınızı bilirseniz hatalar sizi daha iyi bir konuma getirebilir. Başarılı olmak istiyorsanız yaptığınız hataları üçe katlayın.

    6) Anı yaşayın

    "Ben geleceği hiç düşünmem, ne de olsa gelecektir."

    Geleceği ayarlamanın tek yolu olabilidiğiniz kadar şimdide olmaktır. Şu anda dünü ya da yarını değiştiremezsiniz. Önemli olan tek an şimdidir.

    7) Değer yaratın

    "Başarılı olmaya değil, değerli olmaya çalışın."

    Zamanınızı başarılı olmak için harcamayın, değerler yaratın. Eğer değerli olursanız başarı kendiliğinden gelecektir.

    8) Farklı sonuçlar beklemeyin

    "Delilik: Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek."
 Hergün aynı rutinde yaşayarak farklı görünmeyi bekleyemezsiniz. Hayatınızın değişmesini istiyorsanız kendinizi değiştirmelisiniz.

    9) Bilgi deneyimden gelir

    " Bilgi malumat değildir. Bilmenin tek yolu deneyimlemektir."

    Bir konuyu tartışabilirsiniz ama bu size sadece felsefi bir anlayış kazandırır. Bir konuyu bilmek istiyorsanız onu deneyimlemelisiniz.

    10) Kuralları öğrenin, daha iyi oynayın

    " Oyunun kurallarını öğrenmek zorundasınız. Böylece herkesten iyi oynayabilirsiniz."
 Yapmanız gereken iki şey var. Birincisi oynadığınız oyunun kurallarını öğrenmek. İkincisi ise oyunu herkesten iyi oynamayı istemek. Bu iki şeyi yaparsanız başarı sizinle olur!

  • My Page

    İklim Değişikliği…

    Tehdit mi? Fırsat mı? Yoksa yine hiç bir şey değişmeyecek mi :)

    Learn More

    İklim Değişikliği...

    İşte düzeni sürdürmenin yeni ticari yolu. Timsah gözyaşlarından yapılmış yeni kampanyanın masum yüzü İsveçli bir kız. 16 yaşında. Adı: Greta Thunberg. Trajik bir şekilde konuşup şöyle diyor; “Benim çocukluğumu çaldınız. Protesto yapmak yerine okulda olmam gerekiyordu". Aynen katılıyorum, çünkü iyi bir iklim bilimci olabilmek için on yıldan fazla okumak-çalışmak gerekiyormuş... Her neyse, kısa zamanda diğer ülkelerden çocukları da görmeye başlarız. Bakalım Türkiye'de kim akıllı davranıp bu işin öncüsü olarak parsayı kapacak…

    Bence mesele şu ki, bugün geçerli olan 'bencilliğimize ve tüketim arzumuza' dayalı ticari dünya düzenimiz, temel sebebi olduğu için bu 'İklim Değişikliği' meselesini çözemeyeceği gibi, doğası gereği durumu dramatize ederek insanları söğüşlemeye devam etmenin yollarını da arayacaktır. Hatta bu yolları bulduğunu ve yürürlüğe koyduğunu görebiliyoruz Greta Thunberg üzerinden gösterime sokulan bu yeni "show"da.

    Ama haksızlık etmeyelim, kanı canı olmayan bir sistem tüm bunlardan sorumlu olamaz her halde. Şüphesiz ki asıl sorumlu bu sistemi işler tutmayı tercih eden insanlar. Ve onlar da aslında dünyamızı koruyabilmek için değil, kendi tüketimlerini devam ettirebilecek bir dünyaları olabilsin diye iklim değişikliğini önlemek istiyorlar. Yalnız anlamadığımız şey şu; çıkarlarımızdan ve tüketmekten vaz geçip, doğanın efendisi değil de bir parçası olmayı kabullenmediğimiz sürece pek bir şey değişmeyecek gibi görünüyor. Daha anlaşılır bir şekilde söylemek gerekirse; o güzel ayakkabıyı almaktan veya o güzel arabaya binmekten vaz geçmedikçe pek bir şey değişmeyecek. Bu sistemin hediyeleri bu oyuncaklarsa, bedeli de bu iklim değişikliği. Her şeyin bir bedeli var. Yerse...

    Paradoks şu ki: insan arzu ve ihtirasları üzerinde temellenmiş faydacılık ve ticaret üzerine kurulu sistemimizin, iklim değişikliğini önlemek adına kendi bekasına halel getirecek bir girişimde bulunarak intihar etmesi beklenemez. Tıpkı iklim değişikliğini önlemeyi de; 'kendi tüketimini sürdürebileceği ortamın güvenli bir şekilde devam etmesi' şeklinde bir fayda olarak gören insanların, gereksiz lükslerinden vaz geçmek yerine bu sorunu çözmek uğrunda başka problemlere de yol açmamasının beklenemeyeceği gibi.

    Ama bu noktada unutmamamız gereken şöyle bir şey var; aslında problemler İnsan ırkının tarihçesinde "Gelişmenin Yakıtı” olagelmiştir. Her ne kadar bu "Gelişme" kavramı tartışmaya açık ise de… Ve eğer ben biraz tarihimizden ders çıkarabiliyorsam, İnsan ırkının arzularından ve ihtiraslarından vaz geçip yeşil-mavi güzel Dünya’mızı rahat bırakmaktansa, Mars gibi çöllerle kaplı bir gezegene gidecek teknolojiyi geliştirmeyi tercih edeceğini tahmin edebilirim. Bu güzel dünya, bugüne kadar İnsan'ın arzu ve ihtiraslarını tatmin etmeye yetmemişse bundan sonra da yetemeyecektir.

    Fakat ne kadar uzun sürecek olsa da, ilkesel olarak, tatminsizliğimiz yüzünden Evren’i sonsuza dek kendi faydamıza kullanıp pisletmek gibi bir lüksün (çünkü Egosentrik/Antroposantrik yani İnsan-Merkezci kafa yapımızla bir şeyi ne olursa olsun sadece kendi faydamıza kullanmak demek, diğer her şeyin olası faydalarına zarar vermek demek olacaktır.) bir gün mutlaka sona ermesi gerektiğini kabul etmemiz gerekir. Dolayısıyla bu sorunu sakız gibi uzatıp sonsuza kadar ertelemek yerine ne kadar erken bir çözüm üretebilirsek, bu çözüm aslında kısa vadeli ve bencil çıkarlarımız yüzünden sürekli ertelediğimiz “Hepimizin ve her şeyin uzun vadeli çıkarı"na katkı sağlar.

    Sözün özü şu galiba; iklim değişikliğini önlemeyi veya yaşadığımız evrenin duvarına pislemekten vaz geçmeyi kendimiz için, yani “Evrenin Efendisi İnsan!!!”ın bekası İçin istemekten vaz geçmedikçe bu işi halledebileceğimizi pek zannetmiyorum.

    Doğadaki düzen ne kadar kırılgansa, arzu ve ihtiraslarımız da aynı ölçüde tüketimimizin kısılmasına razı gelemeyecek kadar hassas.

    İşte paradoks burada: Bu kör kuyudan tüketimi kısarak değil, ancak yeni bir değerler sistemi yaratarak çıkmamız mümkün diye düşünüyorum. “Ben” yerine “Herşey” diyebilmemiz gerekiyor artık. Yoksa sonsuz uzayın yaşadığımız coğrafyasında şu sıralar var olmak için “İnsan"ı ve diğer canlıları kullanıyor olan "Evrensel Zeka ve Sevgi" kendisine akacak yeni mecralar bulmak için daha bütüncül alternatifleri gündeme getirmeye başlayacaktır.

    Bu konuda pek zorlanacağını zannetmiyorum, çünkü kaynakları da, zamanı da sonsuz görünüyor...

  • My Page

    Şuradan, Buradan Ortaya Karışık

    Learn More

    ……….

    Kendini kendinden çekip çıkartmak, kılıcı kınından azad etmek ne kadar da zor !!!

    ……….

    Sadece gerçeklerle yaşamak… Ne büyük israf !!!

    ……….

    Doğru cevaba ulaşabilmek için, önce doğru soruyu sormak gerekir… Hayatın seni cevaba götüren o doğru sorunun ta kendisi olmasın sakın!!!

    ……….

    Kimsin sen ? Aynada gördüğün şey mi ? Yoksa ona bakan şey mi ?

    ……….

    Gereksiz yükleri taşımaktan vazgeçtiğin hafif bir hayat, Olduğun gibi görünebildiğin bir eş, Maddi-manevi borç takmayan dostluklar, Güneşle doğan neşe ve yağmurla inen hüzün, Üzerine pisleyen martının hediyesi mizah, Bakması bedava envai çeşit güzellik, Kaslarında hayatın uzantısı yerinde duramayan bir sevinç, Ve en kutsal görevini yerine getirmiş olmanın gururu bir iki tane evlat…

    Daha ne isteyebilirsin ki !!!

    ……….

  • My Page

    Learn More

    Zamanda yolculuk etmeye değer mi ? Aşk mı bizim için var, yoksa biz mi onun yakıtıyız ? Hayatın gittiği bir yer var mıdır, her şey tamamına erer mi ? Sonsuz bir varlığın yavruları sonlu olabilir mi ? Tanrıya giden yol aşkın tünelinden mi geçiyor ? Sadece gerçeklere inanarak yaşamak israf mı, yoksa Hayalgücü öncü birliğimiz, Rüyalar da içerideki muhbirimiz olabilir mi ? Bir aşk ne kadar garip olabilir ? Tanrıya şantaj yapabilir miyiz ?

    Bu gibi düşünceler zihninizi ateşliyorsa…

    Pek yakında

    Görüşmek üzere…