menu
My Image

Dün gece bir rüya gördüm! Aklımdaki bütün soruların cevaplarını nerede bulacağımı anlatıyordu. Ama uyanınca bir türlü hatırlayamadım. Yeniden uyumayı denedim. İşe yaradı… Rüyamı tekrar göremedim ama, beni hazineme ulaştıracak ipuçları görmeye başladım. Film şeridi gibi akıp geçiyorlardı önümden. “Hop hop, bi dakka yaa” diyerek, uzanıp yakalamaya çalıştım ama, göç eden leylekler misali uzaklaşırverdiler. Sadece sonuncusunu yakalayabildim zor bela…


Dün gece bir rüya gördüm!

Paulo Coelho’nun çok sevdiğim Simyacı kitabındaki gibi, doğduğumdan beri beni bekleyen hazineyi; ama para, mücevher vs değil de, aklımdaki bütün soruların cevaplarını nerede bulacağımı anlatıyordu. İçim erimişti rüyayı görürken. Öyle sevinmiştim ki… Ama uyanınca bir türlü hatırlayamadım. Görürken ne kadar mutlu olduysam hatırlayamayınca da o kadar gıcık oldum haliyle. Güzel şeylerin bedeli de bu işte; kaybetmesi pek fena oluyor…

Her neyse, belki yeniden görürüm diye tekrar uyumayı denedim. İşe yaradı… Rüyamı tekrar göremedim ama, beni hazineme ulaştıracak ipuçlarını görmeye başladım. Film şeridi gibi akıp geçiyorlardı önümden. “Hop hop” diyerek, uzanıp yakalamaya çalıştım ama, göç eden leylekler misali uzaklaşıverdiler. Sadece sonuncusunu yakalayabildim zor bela. Her zaman yürüyüş yaptığım Bostancı-Fenerbahçe sahil yolunda, Çatalçeşme’deki Beltur Cafe’nin görüntüsüydü zihnimde kalan…

Uyanıp dünyaya dönmem biraz vakit aldı. Gözlerimi ovuştururken hala ne gerçek, ne değil kestirmeye çalışıyordum. Hafta sonu olmuştu zaten. Yürümek de istiyordum. Derken Cafe’nin imgesi de zihnimde sabitleşince, pek inanmasam da hazinemi bulmak umuduyla kendimi sahile attım.

Fazlasını bulacağımı nereden bilebilirdim ki ?!

Yaz kış demeden, bazen soğukta bazen de kızgın güneşin altında sürekli yürüye yürüye kavun gibi olgunlaştım bu sahilde. Geçen hesapladım milyonlarca adım atmışım. Her birinde başka bir düşünce ile. Bu yüzden çok seviyorum yürümeyi, hem vücudumu çalıştırıyor, hem de aklımı… Hele ki kulaklıklarımı takıp, sesi sonuna kadar açtım mı, benden iyisi yok. Bir tek dans etmemek için kendini tutmak sıkıntı oluyor bazen! Onu da gece geç saatlerde yapıyorum, hafiften deli olduğum anlaşılmasın diye :)

Neler geliyor aklıma yürürken paylaşsam inanamazsınız. Neyse, en azından sakıncalı olmayanları yazmaya çalışıyorum işte…

My Image

Sahile varınca ilk iş martılara uğruyorum. Kedileri obez eden teyzelerin bıraktığı mamaları yürütmekle meşguller. Yine aklıma takılıyor; “Bu teyzeler bu hayvanları neden obez etmeye çalışıyorlar ki?!”. Biliyorum; “Onlar iyilik edip hayvanları besliyorlar, vs.” diyeceksiniz ama bence pek öyle değil. Sanki biraz bir şeylerin kendilerine ihtiyaç duymasının eksikliğini çekiyorlarmış gibi geliyor bana. Yani bazen gerçekten abartıyorlar. Peki o mamaları yapmak için ne kadar tavuk, kuzu, vs telef edildiği hiç akıllarına gelmiyor mu acaba? Yani en azından çocukken her etkinin bir tepki yaratacağını öğrenmiş olmalılar. Tıpkı yaptıkları muzır deneylerin etkilerinin, şamarlar olarak tepkimesi gibi…

Bir de şöyle düşünüyorum, bu kediler de pek uyanık aslında; yahu arkadaş Afrika savanlarında gerçek aslanlar, ağır abilikten ödün verip, ot yemeye yanaşmadıkları için açlıktan telef olurken, bunlar burayı mesken tutmuş, ekmek elden su gölden tıkınıyorlar durmadan. Bir tane zayıf olanını da göremezsiniz… Yani aslanların soyu tükenme tehlikesi altında ama maşallah bunlar iki üç gezegen doldurur bence. Yanlış anlaşılmasın, kedileri severim. Ama uyanıkların, cesur ve kişilik sahibi olanlara göre hayatta daha başarılı olmalarına pek dayanamıyorum, aslında hikaye bu…

Dedim ya attığım her adımla aklıma başka düşünceler geliyor diye, aslanlarla birlikte Afrika’ya uçuveriyor zihnim ve kendimi şu soruyu sorurken buluyorum; “İyi de o güzelim ceylanlara, antiloplara yazık değil mi aslanlar paramparça edip yerken ?”. Aslında değil gibi… Yani belgeselciler bayılıyorlar o vahşet anlarını kaydedip kaydedip temcit pilavı gibi önümüze getirmeye. Çünkü sanırım onun dışında izleyenlerin ilgisini çekececek pek bir aksiyon yok. Yani sen o kadar yol git, geceleri çöllerde kal, ondan sonra millete hayvanların üreme ritüellerini, aşk mevzularını mı seyrettireceksin? O işin endüstrisi, üstelik de gerçek insanlarla çoktan kurulmuş zaten…

Her neyse, kimsenin ekmeğine mani olmak istemem ama, bu belgeselci arkadaşların bize izlettikleri aslında olan bitenin sadece küçük bir kısmıymış. Aslında gariban aslanların her beş av denemesinden sadece birisi başarı ile sonuçlanıyormuş. Ama ceylan, antilop vs için otlar her zaman hazır; ye yiyebildiğin kadar.

O zaman asıl önemli soru şu galiba; aslan gibi gururlu kalmak ama sürekli açlık çekmek mi daha zor, yoksa hiç açlık çekmeyen ceylan gibi binlerce üyelik sürünün içinde, her beş avdan sadece birisinde yem olmak tehlikesi ile yaşamak mı ? Basit bir hesap yaparsak; aslanın aç kalma olasılığı % 80 iken, Ceylanın yem olma olasılığı %20 bölü 1.000, yani neredeyse 'on binde iki'!!! Ceylan için hiç fena değil aslında değil mi ? Üstelik ot bol ve bedava olduğu için, yavrularını da beslemesi gerekmiyor. Oysa ki aslan hem kendisini hem de yavrularını doyurmak zorunda. Beceremezse evlat acısı da cabası… Zaten o yüzden antilop, ceylan, vs’nin soyu hiç tükenme tehlikesi altında olmuyor… Ne acayip değil mi; en büyük ölüm korkusunu ceylanlar yaşamasına rağmen, en çok ölen hep aslanlar oluyor… Acaba sorma şansımız olsaydı: “Yer değiştirmek ister misiniz?” diye ne cevap verirlerdi ? Hele ki ölüm bir son değilse ve sonrası varsa, hiç kimse Aslan olup da açlık içinde yaşamayı seçmezdi galiba. Nedense belgeseller açlıktan ölen aslanları hiç konu edinmiyor, veya açlıktan ölen Aslan yavrularını pek nadir gösteriyor ?! Bir terslik var ama. Yani aslan ormanın kralıysa, neden soyu tükenme tehlikesi altında ?!

Şimdi anlaşılıyor, ceylanlar o kadar tehlike altında olmalarına rağmen neden gülümsüyormuş gibi bakarken, Aslanların o kadar heybete rağmen neden gergin gergin dolaştıkları… E kolay mı; ekmek aslanın ağzında !!!

Bence sorumun cevabı açık: “En iyisi Çatalçeşme sahilde kedi olmak!”.

İnsanların çoğunluğu da benimle aynı fikirde olmalı ki, bu davranış biçimini kendilerinde sıkça gözlemleyebiliyoruz… Evet, ne yazık ki artık aslan olmak pek para etmiyor…

My Image

Of, içim sıkıldı… Kafamı dağıtmak için sağa sola bakınca martı kardeşimle göz göze geliyoruz. Aval aval bana bakıyor. Hoşuma gittiği için ben de aval aval ona bakıyorum. Sonra merak ediyorum: “Ne düşünüyor acaba?” diye. Derken sorum: “Düşünüyor mu ki acaba?” olarak evriliyor. Ve düşünmenin sınırı nerede başlar nerede biter diye merak etmeye başlıyorum. Yani beni görüyordur herhalde. Gördüğünü de biliyor olmalı ki ona yöneldiğim zaman kaçıyor. O zaman, peki benim aslanlar hakkındaki düşüncelerimi bilse etkilenir miydi ki acaba? Bilebileceğini zannetmiyorum. İyi de neden ben öyle şeyler düşünebilirken o düşünemiyor? Acaba akıl bana hali hazırda verilmiş bir şey olduğu için mi ? Yok ya, okulda öğrettiler ya; fiziksel olarak martıdan farklı olduğumdan dolayı, yani mesela yürüyebildiğim için, ellerimle alet vs yapabildiğim için, dilimi kullanıp konuşabildiğim için gelişmiş bu beynim. Yani o zaman ellerim ve ayaklarım yerine sadece bir çift martı pençem olsaydı ve konuşamasaydım, ebatlarım da onun kadar olsaydı, yani uzun lafın kısası fiziksel olarak aynı onun gibi olsaydım, benim de ondan bir farkım kalmayacaktı. Yani o ne yapıyorsa ben de onu yapıyor olacaktım. Yani aslında özümüz aynı! Yani aslında onu veya herhangi bir başka şeyi yaptıklarından dolayı yargılamam için hiç bir sebep yok!!! Bu düşünceyle öyle mutlu oluyorum ki!! Çünkü böyle düşündüğüm zaman onun bütün yaptıkları bir anlam kazanıyor. Artık o beceriksiz aptal bir hayvan değil, sadece benim farklı bir formdaki kopyam. Sadece o mu ? Diğer her şey, insanlar, kediler, köpekler, ağaçlar, kayalar, hava, deniz, vs… Evet… Walla 'Empati'nin dibine vurdum. Keyfim yeniden yerinde, işte budur…

Beltur Cafe’nin önüne geliyorum. Aynen rüyamda gördüğüm gibi. Sırtımı ona çevirip denize bakınca iyiden iyiye keyifleniyorum. Yürüyüşlerime hep buradan başlıyorum çünkü burası yürüyüşe başlamak için harika bir yer. Tıpkı minyatürize edilmiş bir balıkçı köyü gibi. Sahne o kadar zengin ki. Küçük bir kumsal, bir balıkçı barınağı ile tekneler, bir de göz alabildiğine deniz. Martılar hop kalkıp hop iniyorlar. Kimisi de çift olmuş, dans eder gibi kıvrak hareketlerle gözlerimi peşlerine takıp sürüklüyorlar. Tam pike yapıyorlar ki, görünmeyen avını kovalarken suyun sadece on santim üzerinden jet gibi giden bir Karabatak bakışlarımı devralıyor. Artık kulaklıklarımı da taktım. Müzik de başlayınca benden iyisi yok.

Tekrar kafeye dönüp araştıran gözlerle süzmeye başlıyorum. Neydi, neydi, neydi, ney… Hatırlayabilmek için kendimi zorluyorum. “Kafamdaki tüm soruların cevabı!”. O kadar cezbedici ki. Uzunca bir ipin öbür ucunda ve ipin başlangıcı da bu kafede. Bakıyorum, bakıyorum ama sıra dışı bir şey göremiyorum. Tam kendime güvenim azalmaya başlarken, önlem almak istercesine “Biraz etrafa bakayım bari” diye düşünüp harekete geçiyorum.

Neyse ki hava güzel. Bir şey bulamasam bile sahilin tadını çıkarmış olacağım en azından. Ve sağa sola bakarak yürürken gözüm aniden rüyamda görmüş olduğum bir şeye takılıyor. Bingooo. Kafenin sağında iki tane arıtma bacası var. Üzeri rengarenk resimlerle dolu. Görür görmez anlıyorum, ipucunun o resimlerin içinde olduğunu. O kadar eminim ki… Yoksa değil miyim ? Yoksa bu da benimle her zaman dalga geçen zihnimin ve haylaz hayal gücümün bana oynadığı bir oyun mu ? Öyle ya, sürekli buralarda yürüyüp dururken, bu bacaları görüp bilinçaltıma kaydetmiş olmayayım? Yeterince sıkılınca da hop, al sana yeni bir eğlence…

Olsun varsın. Hayat da bir oyun değil mi ki zaten ? Ne başlangıcını bilen var, ne de sonrasını. Zihnimin benimle geçtiği dalganın hayli hayli fazlasını hayat da insanlarla geçiyor? Hem bu kadar yıl ciddi ciddi yaşadık ta ne oldu ki ? Bir dert bitiyor, öbürü başlıyor. Yalnız şöyle bir şey keşfettim, dert sadece sen onu ciddiye aldığında dert oluyor…

bisiklet istanbul ankara

Her neyse, bu düşüncelerle bir solukta bacaların dibine geliyorum ve bakışlarımla resmin altını üstüne getirip ipucunu bulmaya çalışıyorum. Resim çok güzel. Renkler de nefis. Eee ? Ben ona bakıyorum. O da bana bakıyor. Sanki bir şeyler söyemeye çalışıyor ama ne ?

Biraz daha kafa patlatıyorum ama nafile. Acaba ipucu resimde olmayıp burası da başka bir kerteriz noktası olmasın diye düşününce hafiften heyecanlanıyorum yeniden. Sırtımı bacalara verip iki yönde de çevreyi dikkatlice tarıyorum. Derken beklediğim şey oluyor. Kınalıada yönünde denize doğru bakarken, sahilde standlarının üzerinde park etmiş teknelerin yanındaki kavak ağaçları flaş gibi patlayıveriyorlar gözümde! Evet onları da görmüştüm rüyamda. Hemen seğirtiveriyorum oraya doğru. Daha doğrusu hızlıca yürüyorum, sağı solu keserek. Hani biraz çatlak olabilirim ama bunu herkese ilan etmenin de pek bir alemi yok…

Çok seviyorum bu kavak ağaçlarını. Birbirine yaren olmuş, tek sıra halinde on tane ağaç. En altta kalan yaprakları kafamın hizasında kalıyorlar. Ben de yürüyüş yaparken her seferinde elimi kaldırıp dokunuveriyorum yapraklarına, “Çak Beşlik” yapar gibi.

Yine dikkatle araştırıyorum ağaçları ama pek dikkatimi çeken bir şey göremiyorum. Bir tek sahile en yakın ağaçtaki 3-18141 rakamı pek gizemli geliyor. Bir şifre falan mı acaba ? Biraz daha araştırıyorum ama nafile.

Başlarım hazinesinden de. Hayal gücüm bugün yine fazla çalışıyor. Son bir kez daha kolaçan ediyorum. Artık canım sıkılıyor, laf olsun diye rakamın fotoğrafını çekip tekrar yürümeye başlıyorum.

“Hayat zaten oyun gibi, yeniden oyunlar üretmenin pek bir alemi yok.” diyerek Fenerbahçe’ye doğru yola koyuluyorum. Hem sıkıldım, hem de biraz hayal kırıklığı yaşıyorum. O yüzden sağa sola bakınıyorum kendimi oyalayabilmek için. Sahil yine çok güzel. Hava taptaze ve canlandırıcı. Her adımda sıkıntım biraz daha geride kalıyor. Bir kaç dakika içinde ritmimi buluyorum. Hareket etmek çok güzel…

Gözüm yerdeki “İBB” ibaresine takılıyor. Evirip çevirip kendimi eğlendirmeye çalışıyorum. “BB” Belediye Başkanı olsun da, “İ” ne olsun acaba ? Aklıma feci seçenekler geliyor ama ben: “İyi Kalpli Belediye Başkanı”nda karar kılıyorum. Öyle ya, iyi kalpli olmasalar bu işi neden yapsınlar ki ?! Birisi de sprey boya ile: “İBB Sosyal Tesisleri” yazmış deniz tarafındaki alçak duvarın üzerine; doğru söze ne denir! Burası bayağı eğlenceli aslında, biraz daha gidince bu sefer şu cümleyi görüyorum: “Koşun AMK”. Bence de öyle… Derken bir başkası geliyor. Yine sprey boyayla ama bu sefer belli ki biraz daha özenli çalışılmış. Muhtemelen bir şablonun üzerinden boyanmış. Üzeri “çatal-bıçak”la çaprazlanmış bir inek kafası size bakıyor, altında da “Şiddeti durdurmaya tabağından başla” yazıyor.

“Şiddeti durdurmaya tabağınızdan başlayabilirsiniz” falan olsa anlayacağım ama… Faşizm öldü, bitti, tarih oldu diyorlar ama buraya bakılırsa sanki altın çağını yaşıyor gibi. Herkes aslında kendi fikrinin ırkçısı olmuş, “Onu yap, bunu yapma” vs diye birbirine akıl verip duruyor. Hızını alamayan sprey boyasını kapıp sahile geliyor. Daha sofistike olanlar film çekiyorlar, kitap yazıyorlar, “Deha Yönetmen”, “Saygın Yazar”, “Kanaat Önderi”, “Akil adam” vs gibi havalı şeyler olmaya çalışıyorlar. En son nokta ise tabii ki Politika!

Herkes bir şeyler biliyormuş gibi birbirine ahkam kesiyor. Ailesi çocuğa, patronu çalışana, karısı kocasına, kocası karısına, komşu komşuya ve yönetenler herkese. Ama kimsenin bir şey bildiği yok? En basitinden: “Kimsin sen? Ne işin var bu hayatta? Kim gönderdi seni buraya? Görev kağıdını göster bakiim!” dediğin zaman kimse anlamlı bir cevap veremiyor: “Ya biz oraya çalışmamıştık!!!” Oysa cevap basit: “Valla ben de bilmiyorum ki!”. Bir diyebilseler özgürlükleri başlayacak, başkalarını da rahatsız etmeyecekler belki ama… 

Yani ne bileyim: “Onu yap. Bunu yapma.” diyeceğimize: “Nasılsın, hava da bu gün ne kadar güzel, birlikte gezelim mi?” vs desek olmuyor mu ki ? Yine beni aşan konulara dalıyorum. Hop. Derin nefes al. Sağa sola bak. Güneşin sıcaklığını hisset. Evet, toparlamaya başladın. Budur…

bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara

Evet, içimden “Budur!” dediğim anda, sahilimizi temiz tutmak adına herkese hitaben yazılmış “İBB Yazıt”larından birini görünce birden kafamda bir şimşek çakıyor. Betondan yapılıp, kahverengi taşla kaplanmış bloğun üzerindeki yazılara bakarken kavak ağacında gördüğüm 3-18141 rakamı aklımda patlayıveriyor. Çabucak yanına gidip, üçüncü satırın birinci harfine bakıyorum. Ardından bu harften sonra gelen sekizinci harfe, sonra onu takip eden birinci, ondan sonraki dördüncü ve son olarak ardından gelen birinci harfe! Aman Allah’ım! Gerçekten de anlamlı bir kelime çıktı: “K-E-M-E-R”. Gülüp geçeceğim ama sanki kelimede geçen şeyin nerede olduğunu da biliyorum! Bu iş yeniden eğlenceli bir hale gelmeye başladı…

“Hadi bakalım” deyip, keyifle tekrar yola koyuluyorum.

Merak içinde ve kafamda olasılıkları tartarken spor aletlerinin olduğu yere geldim. Bu adacıklardan yol boyunca dört beş tane var. Buralara bayılıyorum, eğlencesi hiç eksik olmuyor. Genelde yaşlılar kullanıyor bu aletleri ama bazen iyi kısa-filmler de olmuyor değil.

İşte yine güzel (burayı biraz açalım, eşofmanlıyken bile kendilerini bu kadar güzel gösterebilecek teknikleri uygulamalarındaki başarılarından dolayı kadınları gerçekten takdir etmek lazım) bir kız, elleriyle saplarından tutup, ayaklarını biri öne diğeri arkaya sürekli ileri geri ittirdiği o alette son derece ciddi bir şekilde müzik dinliyor. Abartısız bütün kadınlar bu alete bayılıyorlar. Spor aletinden çok salıncağa benziyor zaten. Anladığım kadarıyla bacakları da güzelleştiriyor, çok fazla kas yapmadan ;)

Ve tabii yandaki spor aletlerinde de en az iki testosteron yüklü yakışıklı kan-ter içinde rekabete girişmişler…

Bu kadar tiyatroya ne gerek var ki? Biraz karikatürize etmiş gibi olacak ama eğer seslendirebilsek triologları üç aşağı beş yukarı şöyle bir şey olacak:

1. oğlan: “Hayat çok anlamsız, çok yalnızım, kimim, neden doğdum bilmiyorum, biliminsanlarına göre bedenim bir çeşit makine, beynim bilgisayar, ruhum da elektrikmiş, sadece genlerim kendini kopyalayabilsin diye varmışım. Ve bir gün ölüp, yok olacağım!”

2. oğlan: “Yok ya ben biliyorum, cennetten kovulmuşuz da, Tanrı’nın yazdığı kaderimizin oyuncağıymışız! Yani sıkılcaz mıkılcaz ama n’apalım ölene kadar hayat böyle işte!”

Sonra ikisi birden: “Her neyse iki şekilde de hayat çok anlamsız ya, bir sürü şeyle uğraştık; playstation, x-box vs bile sıkıntımızı geçirmiyor. Acımızı biraz da seninle uyuştursak ?! Biliyoruz bundan da sıkılacağız ama birlikte ev araba vs alırız, gezeriz, tozarız, çoluk çocuk yaparız falan filan!”

Dedikleri anda alımlı ablamız cevap veriyor: “Onu bunu bilmem, ben de çok sıkılıyorum ama güzel olan benim, siz kıllı ve kaba olansınız, o yüzden sizin bir şeyler yapmanız gerekiyor... Yalnız elinizi çabuk tutun çünkü güzelliğim geçiyor!”

İçimden: “E tamam da, hayat hala anlamsız, o n’oolcak?!” diyorum.

Kız tekrar lafı alıyor: “Başlatma hayatın anlamından, güzellik geçiyor dedik ya…"

Uzun lafın kısası; çok şaşkın, çaresiz ve yalnızız ama hiç de değilmişiz taklidi yapıyoruz… Hastayız. Hepimiz hastayız. Hem de çok hastayız…

bisiklet istanbul ankara

Galiba kadınların da erkeklerin de biraz daha empati yapmaları lazım. Bende eksik olan parça olduğu için, veya ne bileyim farklı bir bakış açıları olduğu için sürekli karşı cinsi düşünüp anlamaya çalışıyorum. Biliyorum ki onların gözünden bakabilirsem vizyonum genişleyecek.

Sanırım şöyle bir şey var: “Evrimsel Tekamül” yapısı gereği ve neslin devamını garanti etmek adına canlıları cinslere ayırıp, üremeleri için onları cesaretlendiriyor. Ama ne yazık ki bunu gerçekleştirirken; erkekleri kadın delisi, kadınları da bebek delisi yapıyor.

Evrim birer atımlık biyokimyasal barutlarını, yani hormonları aslında son derece verimli kullanmış. Kadının cazibesine kapılması için erkeğe testosteron vs verirken, kadını da bunun ikizi ile donatmamış. Nasıl olsa erkek, testosteronun kendisine oynayacağı oyunlar sebebiyle, ne olursa olsun bir şekilde kadını elde edip, cinsel görevini yerine getireceği için, Evrim kalan barutunu bu hormonun kadındaki karşılığını oluşturmak yerine, kadınları bebeklere aşık edecek bir sıvı yaratmak için kullanmış. Belki böyle bir hormon henüz bulunmamıştır ama bebekle oynayan her kadın gördüğümde ben bunun varlığına yüzde yüz emin oluyorum…

Her ne kadar bu durum cinsler arası münasebetleri oldukça karıştırsa da, buradan hareketle güzel bir empati yakalama şansımız olduğunu düşünüyorum! Kadın olmadığım için, erkek kimliğimle yapabileceğim öneri şu: Eğer hanım arkadaşlarımız kör olmayasıca, seks delisi, açgözlü erkekleri anlamak istiyorlarsa, kadının erkekler için ifade ettiği anlam ile, bebeğin kendileri için ifade ettiği anlamın aynı olduğunu düşünebilirler.

Mesela şunlar gibi;

Nasıl ki bir kadın bebek gördüğünde bakmadan duramazsa, bir erkek de kadın gördüğünde bakmadan duramaz,

Nasıl ki bir kadın, bir bebek ona gülücük attığında kendisini tutamayıp saçmalamaya başlarsa, bir erkek de bir kadın ona gülücük attığında kendini tutamayıp saçmalamadan duramaz,

Nasıl ki bir kadın, bir bebeğin açık poposunu gördüğünde ısırmadan duramazsa, bir erkek de… Bunu yazmasam da olur herhalde çünkü her halükarda sansürlenecektir zaten!

Her neyse, siz ne demek istediğimi anladınız sanırım. Sakın yanlış anlaşılmasın, amacım hemcinslerimin fırsatçı davranışlarını aklamak değil. Sadece işin doğasına dair kendimce yakaladığım naçizane ipuçlarını paylaşmak istiyorum.

Hal böyle olunca, aşık olmak erkek için şıppadanak gerçekleşebilen bir şeyken, bizim hormon kadınların aklını başından almadığı için ve üstüne üstlük biz erkekler bırakın kadınlar gibi güzel olmayı, hem tüylü ve köşeli olduğumuz, hem de testosteronun yan etkileri sebebiyle baya bir odunsulaştığımız için, belki aşık olmak değil ama ilişkiye girmek kadınlar için baya zorlu bir meydan okuma haline geliyor.

Bu da aslında kadınların aşık olduğuna karar vermesinin neden daha uzun sürdüğünü açıklıyor… Hormonların desteğinden mahrum kalan kadınlar maalesef mantıklarının insafına kalıp mecburen, güvenilirlik, kibarlık, anlayış, mizah vs gibi daha daha derin ve kalıcı kişisel özelliklerin arayışına girmek zorunda kalıyorlar. Ne zor…

O yüzden bu bilgilerin ışığında tavsiyelerim şu yönde olacak;

Kadınlar: eğer bir erkek size mal mal bakıyorsa, onu mazur görün ve bebek görüp kendinden geçmiş bir kadın olduğunu farzedin.

Ve erkekler, bir kadın sizi süzüyorsa, muhtemelen sizi beğenmiştir ama bu onlar için yeterli olmadığından aynı zamanda adam olabilme kapasitenizi de ölçmeye çalışıyordur. Sakın ha poponuzu ısırmak için sabırsızlandığı hissine kapılmayın. Çünkü her ne kadar anneniz size öyle davransa da artık bebek değilsiniz. Üstelik kıllı ve kabasınız. Ve her yeni bebek gördüğünüzde poposunu ısırma bağımlılığın esiri olmak yerine, bebeğinizi büyütüp harika bir çocuk olma macerasında ona eşlik etmek istiyorsanız, bir an önce daha derin ve duygusal yönden tatmin edici ilişkiler geliştirebilmek için çalışmaya, güvenilir, kibar, anlayışlı ve eğlenceli biri olmak yolunda çaba göstermeye başlayın.

bisiklet istanbul ankara

Aslında kadın ve erkek olarak benzerliklerimiz farklılıklarımızdan çok daha fazla. Ama maalesef iletişimimiz yeterince iyi değil. İki tarafın da derinden eksikliğini çektiği ve umutsuzca beklediği şey aslında aynı; sadece kendisi olduğu için beğenilmek, kabullenilmek, karşısındaki için değerli olduğunu hissetmek. Aslında karşınızdakine bir merhaba demek, korktuğunuz gibi onun sonsuza dek kölesi olacağınız anlamına gelmiyor. Üstelik o da gülerek size merhaba dediğinde aslında “artık benimsin, yaktım çıranı” manasına da gelmiyor…

Düşlediğimiz şey varlığımızın başkaları tarafından bir gülücükle onaylanması aslında, yoksa karşımızdakinin özeline kabul edilmek için can atmıyoruz. Hatta herkesin bundan ödü patlıyor. Daha kendisiyle bile barışık değilken bir başkasının yükünü nasıl taşıyacak ki zaten?! O yüzden birbirimize gülümsesek yetecek, illa da yatmamıza gerek yok. Ama gerçek ilişkilerden korkan kendimiz mi desem, yoksa daha çok mal satmak için cinsel zaaflarımızı kullanan sistem mi desem, bu durumu pek bir güzel kullanıyor. Yani iş içimizdeki çocuklara kalsa, veya zihnen daha özgür olabilsek sekse bu kadar düşkün olur muyduk, pek emin değilim. Düşünsenize yürümeye bile üşenen bir toplumun, bu kadar efor gerektiren bir iş için her zaman hazır ve amade olmadı sizce de biraz garip değil mi ?

Şu kanıya vardım ki: Erkekler de kadınlar da birbirlerini sandıklarının yaklaşık iki katı daha fazla beğeniyorlar. Muhtemelen çok hoş olduğunu düşündüğünüz kişi de sizin çok hoş olduğunuzu düşünüyor. Yine muhtemelen aslında sizinle ilgili olarak, onu hoş bulduğunuzu bilmekten daha öte bir ihtirası yok. Ve yine muhtemelen bunu birbirinizle paylaştığınız anda kendinizi kuş gibi hafiflemiş ve güneş ışığı kadar mutlu hissettirmekten başka birbirinize vereceğiniz bir yük olmayacak.

Fakat bu konularda kendimize güvenimiz öylesine az ki. Böylesine ağır bir bedel ödememize rağmen yine de ördüğümüz duvarların arkasında kalmayı tercih ediyoruz. Ama bu büyük bir paradoks. Çünkü böyle yaptıkça yalnızlığımızı büyütüyor, sonra bu gazla ilk fırsatta hastalıklı ilişkiler geliştiriyoruz.

Zaten bu durum ekonominin çok işine geldiği için değiştirmek de iyice zor. Kapitalizmin tam da arzuladığı gibi mutsuzluğumuz bizi çevreliyor ve kendimizi iyi hissedebilmek için aslında ihtiyacımız olmayan bir sürü şeye sahip olmaya yönleniyoruz. Evet, ekonomiler için en kötü şey herkesin mutlu olmasıdır. Çünkü o zaman kimse ihtiyacı olan dışında bir şey yapmak için yeltenmiyor ve sistem çöküyor. O yüzden sistem savaşları körüklüyor. Çünkü biliyor ki savaş olduğunda br şeyler satılır, hem de olabilecek en yüksek fiyattan. Mesela kadın ile erkeğin arasında savaş çıkartıyor, sonra onlara parfüm, güzellik, araba, statü vs satarak karına kar ekliyor…

Şimdi sistem sistem deyip, bütün faturayı ona çıkarmak da haksızlık aslında. Bu sistem uzaydan gelmedi ya! Aslında şu anki popüler ekonomik sistem olarak kapitalizm, bizim yani insanların ekonomik izdüşümünden başka bir şey değil. Ve ana teması da bencillik!!! Dolayısıyla biz insanlar, “Ne pahasına olduğunu pek umursamadan, Hep Bana’cılıktan vaz geçmedikçe” sistemin değişmesini ummak da hayalcilikten başka bir şey olmayacak.

Zaten oldum olası anlayabilmiş değilim, nereden geliyor bu değirmenin suyu ? Eğer kaynaklar sınırlı ise, birileri zenginleşirken birilerinin de fakirleşmesi gerekmez mi ? Ya da diyelim ki çoğunluk zenginleşiyor o zaman kaynağın, yani dünyanın fakirleşmesi gerekmiyor mu ? Haa doğru ya, zaten bir sürü fakir var ve gezegenin de neredeyse içine etmiş durumdayız. Tabii bir de bilançoda gelecekte ödenecek borçlar denen ve çocuklarımıza ait bir kalem var. Şimdi oldu, hesap denkleşiyor… Ama bir daha sorayım: Kendileri bile ne işe yarayacağını bilmeden üç beş kişinin bu kadar gereksizce zenginleşmesi için, bizim, dünyamızın ve çocuklarımızın bu kadar sıkıntı çekmesine gerçekten değer mi ? Üstüne üstlük birbirimize merhaba diyebilmek için beş kuruş paraya da ihtiyacımız yokken !!!

bisiklet istanbul ankara

Aslında korktuğumuz gibi değil. Belki ihtiyacımız olmayan bir sürü şey çok pahalı ve para gerektiriyor ama mutluluğumuz için gereken her şey bedava: sevgi, umut, inanç, cesaret, tutku, onur . Tek yapmamız gereken o anda hangisini ışıldatmak istediğimize karar vermek ve bunun için çalışmaya başlamak. “Daha ne isteyebiliriz ki ?

Korkunun ecele faydası yok. Bencillik ise tam bir fecaat. “Bence oturup yeniden düşünmemizin vakti çoktan geldi de geçiyor” derken bir de bakıyorum ki : “KEMER”e gelmişim ve geçiyorum. Kemer dediğim şey eski bir iskele aslında. Denizin on beş yirmi metre içerisinde öylece duruyor. Zamanla üzeri yıkılmış ve şu an tıpkı antik bir Bizans kemerine benziyor.

Gözlerimi kısıp incelemeye başlıyorum. Bundaki sır ne ola ki? Soldan bakıyorum bir şey yok, sağdan bakıyorum bir şey yok. Doğrultusunu takip edip bir şeyler bulmaya çalışıyorum, nafile… Gel zaman git zaman epey bir uğraştıktan sonra pes ediyorum. Tek bulabildiğim sekiz tane ayağı olduğu. Nedense bu aklıma takılıyor ama ciddiye almayıp bir süre sonra pes ediyorum.

Bir kez daha: “Belki de fazla zorluyorum. Yürüyüşün keyfini çıkarsam sanki daha iyi olacak.” deyip tekrar yola düşüyorum. Zaten gördüğünüz gibi kafam da pek eğlenceli çalışıyor bugün. Bu düşünceyle tekrar keyfim yerine geliyor. Müziğin sesini de iyice açınca bacaklarım anında uyuveriyor tempoya. Yeniden sahilde kayar gibi gitmeye başlıyorum.

Bu duyguyu tarif etmem lazım. Çünkü bence yürüyüş yapmanın en keyifli taraflarından birisi bu. Aslında yürümekten çok bir hareket halinde olma duygusu. Ya da durağan kalmama, hayatın ritmine katılma duygusu.

Hani manzarası güzel olan yerlerde oturup, dakikalarca o manzarayı seyrederler ya?! İşte ben bunu bir türlü anlayamıyorum. Mesela bu bana yapılabilecek en büyük zalimlik. Orada her şey devinirken, dalgalar denizi dans ettirip martılar gösterilerini sergilerken, güneş renkten renge girip insanlar neşeli neşeli dolanırken, benim buna katılmamam, yani hareket etmeden bir yerde durup, tabiri caizse kendimi jiletle keserek bu manzaranın dışarısına çıkarıp, öylece ona bakmam neredeyse imkansız. İmkansız değilse bile az önce söylediğim gibi bana yapılabilecek en büyük zalimlik. Sanırım bu duyguyu sonuna kadar paylaştığım bir sürü arkadaşım da var. Kim mi onlar? Tabi ki çocuklar! Bence onlar yaşamayı daha iyi beceriyorlar. Ha bir de kapı gıcırtısı duyunca bile oynamaktan kendini alamayan hanımlar ne demek istediğimi çok iyi anlayacaktır eminim…

Her neyse, benim bu yaşımdayken sahilde çocuklar gibi hoplayıp zıplamam ya da dansetmem pek uygun karşılanmıyor ama, kulaklarımda sevdiğim bir müziğin enerjisi ve bacaklarımda hayatın dans ettiren gücünü hissederek yürümek de en az onun kadar keyifli oluyor. Sanki bu şekilde hayatın o büyülü devrine, döngüsüne katılmış, deyim yerindeyese kaynağa dönmüş oluyorum. Sanki bu şekilde o güzel manzarayı, denizi, güneşi, martıları, çocukları kendimce ve elimden geldiğince taltif etmiş, onurlandırmış oluyorum. Öylesine kıvanç verici ki.

bisiklet istanbul ankara

Dinamik bir şekilde ve tempomu bozmadan yürürken, bir müddet sonra hipnoz gibi bir şey oluyor. Yol altımdan akarken, etrafımdaki manzara da bir araçla giderken film çekimi yapıyormuşçasına arkamda kalıyormuş, ve ben aslında yürümüyormuşum da kayarak ileriye doğru hareket ediyormuşum hissine kapılıyorum. İşte o anda istemeden ağzım kulaklarıma varmaya başlıyor…

Ve anında bu duygunun geri dönüşünü almaya başlıyorum. Karşıdan gelen ve bu halimi gören insanlar, önce biraz kastırıp sağa sola bakarak yanımdan geçmeye çalışıyorlar ama sonra dayanamayıp selam veriyor, hatta merhabalaşıyorlar. O anda sanki vücudumun çeperinde bir hare varmış gibi hissetmeye başlıyorum. Belki şaşırtıcı olacak ama bunca zamandır bu durum hiç şaşmadı. Ne zaman kendimi böyle iyi ve mutlu hissetsem, başka zaman yere, sağa, sola bakarak yanımdan geçen herkes benimle selamlaşmaya başlıyor.

Bir ara bu durumu kendime iş edinip üzerinde baya çalıştım. Önce bulabildiğim bütün “Vücut Dili” kitaplarını okudum, sonra da günler boyunca sahilde yürüyüş yapıp karşımdan gelen insanları izledim ve davranışlarını anlamaya çalıştım.

Ve sonunda ortaya şöyle bir fotoğraf çıktı; insanlar, sanırım güvende hissetmek için veya utangaçlıklarından veya her ne derseniz deyin; karşısındakine daha uzaktayken, yani arada mesafe varken, yani karşısındaki kişi onu süzdüğünüzden emin olamayacakken rahat bir şekilde bakıyor ve ilgisini çekip çekmediğine karar vererek o kişiyi aklında işaretliyor. Fark edilme mesafesine girdiği anda ise bakışların yönü değişip, aşağıdakilerden birisini uygulamak üzere sahne alınıyor:

Eğer pek ilgisini çekmediyseniz, şöyle bir bakıp geçiyor.

Eğer ilgisini çektiyseniz ve kendisiyle barışık birisiyse, direk gözlerinize bakıp, sizden bir hareket bekliyor, hatta selam veriyor. Böyle birisiyle hiç düşünmeden arkadaş olup neler olacağına bakabilirsiniz...

Eğer yanınızdan geçerken, “siz hariç her şeye” bakıyorsa; görünenin aksine, sizinle çok ilgilendi ama bunu anlamanızdan ödü patlıyor… Çok utangaç ve ne yapacağını bilemiyor…

Sizinle göz göze geldikten sonra yere bakıyorsa; sizden hoşlandı ama ilk hareketi sizin yapmanızı bekliyor...

Yanınızdan geçerken arka arkaya iki kez baktıysa; kesinlikle sizinle ilgilendi. Bir daha karşılaşırsanız selam verip, konuşmayı deneyin...

Birkaç saniyeden fazla aval aval bakıyorsa; ya salağın teki ya da kara-sevda başlangıcı. Ne yapacağınızın kararını size bırakıyorum…

Şunu da eklememde fayda var: insanlar kadın veya erkek olun fark etmez eğer sizi önemsemişse daha uzaktayken saçını, kıyafetini vs düzeltmek için ufak tefek hareketler yapmaya başlıyor ve size yaklaşınca birden dünyanın en kendine güvenen insanıymış yürüyüşü moduna geçiyor.

Yine genel bir tespit: Düşünülenin aksine görünüşünüz iyileştikçe ve kendinize güveniniz arttıkça karşı tarafın size olan ilgisi azalıyor. Ben buna “Güzellerin Yalnızlığı Sendromu” diyorum. Sanırım büyük çoğunluğu utangaç ve kendine güvensiz insanlardan oluşan bir toplum olduğumuzdan, karşımızdaki kişinin iyi görünüşü ve kendine güveni bizim üzerimizde yıldırıcı bir etki yaratıyor ve “Yok ya bu hayatta bana bakmaz.” tarzı bir tepki vererek hem güvensiz olduğumuz için kendimizi hem de iyi göründüğü için karşımızdakini cezalandırmış oluyoruz. Halbuki sorsak herkes iyi görünüşlü ve kendisine güvenen birileriyle birlikte olmak istiyor! Bu durum sizce de traji-komik değil mi?!

bisiklet istanbul ankara

Bunları sadece ben söylemiyorum, biraz literatür karıştırınca göreceksiniz ki beden dili araştırmaları da aynı şeylerden bahsediyor. Benim yaptığım sadece bunları alıp saha çalışmasına çevirmek oldu. Biliyorum, belki çok fazla deşifre ediyorum ama, diğer türlüsü, yani bu kadar yalnız hissederken böylesine iletişimsiz kalmak da gerçekten çok saçma… Üstelik bence sahil, insanların tanışıp, arkadaş, dost, sevgili vs olabileceği dünya üzerindeki en güzel ve uygun atmosferlerden birisi. Bunu değerlendirememek çok üzücü oluyor. O yüzden üzerime düşeni yapmaya, insanların biraz daha cesur davranıp birbirleri ile daha çok etkileşebilmesi için tespitlerimi paylaşmaya çalışıyorum.

Ve son olarak yine genel bir tespitim: Hayvanlar, deliler, çocuklar ve yaşlılar bu davranış kalıplarını hiç iplemiyorlar. O kadar samimi, içten ve hesapsızlar ki. Sanırım bunun sebebi şöyle bir şey: Siz de takdir edersiniz ki insanın en yalnız ve Tanrı’ya en uzak olduğu nokta, en aklı başında ve rasyonel olduğu orta yaşlar. İşte biz bu noktadayken hayvanlar, deliler, çocuklar ve yaşlılar Tanrı’ya bizden çok daha yakın oldukları için bu saçma sapan benmerkezci ve savunmacı zihin oyunlarından da bir o kadar uzak kalabiliyor ve gerçek kendileri olabiliyorlar…

Şimdi size bir bonus vereceğim. Bunu kendim defalarca denedim ve her seferinde işe yaradı.

Bir aralar Bollywood-Hint filmlerine takmıştım. Hollywood’un o endüstriyel ve mekanik gişe rekortmeni filmleri ile Avrupa’nın iç karartıcı kendinle hesaplaşma hikayelerinden sonra, yeniden doğan güneş gibi gelmişti bana. Hala da çok seviyor ve izliyorum. Bazen çok saçma olsalar da hem çok insaniler, hem umut dolular, hem de müzik ve danslar gerçekten çok güzel. Bu arada bilmeyenler için söyleyeyim, hali hazırda bir yılda Hindistan’da çekilen filmlerin sayısı Hollywood’dan fazla, dolayısıyla film endüstrisi oldukça gelişmiş. Çekimleri ve müzikleri gerçekten en üst seviyede filmler izleyebiliyorsunuz. Özellikle Amir Khan’ın oynadığı filmleri hiç çekincesiz hepinize önerebilirim…

İşte bu merakımı takiben, güncel Hint müziklerini keşfetmem de pek uzun sürmedi. Biraz bakarsanız göreceksiniz ki; film jeneriklerinin başını çektiği ve oldukça güçlü bir Hint Pop müziği stoğu oluşmuş durumda. Ben de bunları kurcalarken: “Tashreef Song” adlı bir şarkı keşfettim. “Rochak Kohli” söylüyor ve “Bank Chor” isimli filmin jenerik müziği. Peki bu şarkının özelliği ne? Bu şarkının özelliği, acayip komik olması! Hintçe anlamamama rağmen, bu şarkıyı her duyduğumda ister istemez ağzım kulaklarıma varıyor. Deneyin, eminim siz de bana hak vereceksiniz…

Ve bir gün yine sahilde yürüyüş yaparken, kulaklıklarımı takıp, bu şarkıyı açmamla birlikte ağzım kulaklarıma varınca bir de baktım ki karşımdan gelen insanların çoğu bana selam veriyor… Önce pek anlam veremedim ama biraz düşününce fark ettim ki, karşımdakine içten bir şekilde gülümsediğim anda, genelde insanlar buna karşılık vermeden geçemiyorlar. Artık ne zaman keyfim pek yerinde olmasa sahile gidip bu şarkıyı dinleyerek yürüyüş yapıyorum. Ve bir süre sonra insanlarla merhabalaştıkça, başka hiç bir şekilde satın alamayacağım bir enerji bedenime dolup beni yeniden hayatın keyifli kısımlarına döndürüveriyor… Bende işe yaradı. Siz de bir deneyin derim!!!

bisiklet istanbul ankara

Artık Suadiye’yi geçtim, yavaş yavaş Şaşkınbakkal’a doğru geliyorum. Sahilde yürüyüş yapmanın o tatlı hazzı ile yine mutlu mutlu yürürken sekiz gözlü meşe ağacı birden gözüme takılıyor. Bu ağacı çok seviyorum. Şu anda yaprakları yok ama yazın öyle zengin ve babacan duruyor ki anlatamam. Bir de önceki yıllarda yapılan budamalar yüzünden gövdesinde oluşmuş sekiz tane budak var. Bunların her biri neredeyse bir karış çapında birer göze benziyor. O yüzden ben de ona “Sekiz Gözlü” adını taktım. Arada geçerken selamlaşıyoruz. Komik belki ama, konuşamasa bile sahilde kimse yoksa kendimi yalnız hissetmememe yardımı oluyor.

Her neyse, onun sekiz gözlü gövdesini görünce aklım ister istemez bizim sekiz ayaklı Kemer’e kayıyor. İpuçlarından birisi de burada olmasın sakın?! Bir heyecan çimenlerin üstünden geçip yanına varıyorum… Tabi ki ben ona bakıyorum, o da bana!!! Tamam sekiz gözü var da… Başka?! Başka da bir şey yok…

Sırtımı ağaca verip sağı solu taramaya başlıyorum: “Bakalım dikkat çekici bir şeyler görebilecek miyim?” diye. Ama hayır, sıra dışı hiç bir şey yok. Dikkat dağıtıcı tek şey, ağacın dibindeki hortumun ucundan şırıl şırıl akan su…

Yürürken hafiften yoruldum sanki. Suyun şırıltısını dinleyerek hortuma bakarken tatlı tatlı gözlerim dalıyor. Çok güzel bir duygu. Böyle uykuyla uyanıklık arasında olmaya bayılıyorum. Ne maddesin ne de ruh, tam ortasındasın sanki…

Ve bu büyülü anda hop yeniden bir flash-back yaşıyorum. Düşünce aklımda hızla patlıyor ama aslında öncesinde ağır çekimde yükseldiğini hissediyorum. Akan suyun parlayan görüntüsü ve artık derinlerden gelmeye başlayan şırıltısı önce gözlerimden ve kulaklarımdan beynime ulaşıyor, ardından da bacaklarımın arasına doğru hücüm edip, mesanemde baskıya dönüşüyor.

Evet şırıl şırıl akan suyun etkisiyle bir anda acayip çişimin geldiğini hissediyorum. Bunu hissetmemle birlikte bakışlarım ilerideki İBB’nin umumi tuvaletlerine dönüyor ve işte onun o turuncu rengini gördüğüm anda da flash-back gerçekleşiyor.

Rüyamda bu tuvaleti gördüğümü hatırlıyorum. Evet, cevap orada. Bunu zaten bildiğimin farkına varıyorum. Artık çok kalmadı, birazdan cevabı bulacağım. Keyfim yerine geliyor, yüzüm gülmeye başlıyor…

bisiklet istanbul ankara

O keyifle telefonumu çıkarıp, hareketli bir parça seçiyorum. Anında kulaklıktan geçen enerji bütün vücuduma doluveriyor. “Tanrı’nın dili olsaydı bu olurdu” herhalde diyorum kendi kendime. Yani iletişim kurmak için müziği seçerdi kesin…

Meşhur soru vardır ya: “Issız adaya düşsen yanına alacağın üç şey ne olurdu?” diye. Diğer ikisi değişebilir benim için ama üçüncüsü muhakkak müzik olurdu. Yani bir şeyler hissedemedikten sonra yaşamak pek kayda değer değilmiş gibi geliyor bana…

Müziği ne kadar seviyorsam, müzik videolarına da o kadar gıcık oluyorum sanırım… Yani bazıları gerçekten güzel, özel ve yaratıcı sahnelerle dolu ama çoğunluğu, paylaşmaktan çok tüketimi körüklemek üzerine kurulmuş. Onlar da tıpkı reklam filmleri gibi. Küçükken kediler ile oynadığım bir oyunu hatırlatıyorlar bana. Güneşli havalarda saatimden yansıyan ışığı bir duvara tutup dakikalarca işkence çektirirdim hayvanlara, bir oraya bir buraya zıplatarak. Işıltı aklını başından alıyor olmalı neden bilmiyorum ama, tam patilerini üzerine kapatıp yakaladığını sandığı anda, yansımayı başka bir yere kaydırınca deli olup hop oraya zıplardı bu sefer de. Çocukluk işte… O zamanlar sadistçe eğlenmem dışında pek bir anlamı yoktu benim için ama şimdi düşününce koca koca dersler çıkıyor altından.

Birincisi, o kedi o ışığa neden o kadar düşkün, sorusu ? Ki bence bu insan olarak bizim için: “Neden güzelliğe ve güzel şeylere bu kadar düşkünüz?!” sorusuna tekabül ediyor ve başlı başına bir kitap konusu. Belki ileride bu konu hakkında detaylıca konuşma fırsatımız olur…

İkincisi ve asıl hakkında konuşmak istediğim şey ise, bunu fark etmiş olup da bizi o kedi gibi oynatmakta olan sistem ve saati oynatıp duran reklamcıların marifetleri!!! Evet, güzelliğe olan düşkünlüğümüzü kötüye kullanıp, o kedi gibi oynatıp duruyorlar bizleri aslında. Önce ışığı bir noktaya tutup ağzımıza balı çalıyorlar, sonra da tam ışığı yakaladığımızı sandığımız anda hop, yansımayı başka yere kaçırıyorlar.

Buna en güzel örnek az önce bahsettiğim müzik videoları. Önce çok güzel bir kız, yakışıklı bir oğlan, bir manzara, bir araba, kıyafet vs ekrana geliyor, tam dikkatlice bakacakken hop görüntü yok olup bir başkası geliveriyor… Çünkü bunu yapanlar çok iyi biliyorlar ki: eğer yeterince o görüntüye bakabilirsek, görünen şeyden sıkılmaya başlayacağız.

Çünkü:

1- O görünen şey cansız, dünyanın en güzel şeyi bile olsa bir süre sonra ilgimizi kaybedeceğiz,

2- Üzerine tonlarca makyaj veya fotoşap uygulanmış, yeterince bakarsak bunun da farkına varacağız,

3- Her ne kadar artık zihinsel olarak tavsamış olsak da, hem ekrandaki hem de basılı materyaldeki görüntüler iki boyutlu. Üstüne üstlük görmek ve duymak dışında bize ulaşma şansları yok. Yani mesela, eğer isterseniz ekrandaki veya dergideki görüntünün içine girip, görmekte olduğunuz güzel kızın-yakışıklı oğlanın yanağından bir makas alamıyorsunuz.

İşte bunun çok iyi farkında olan ve geçimleri işlerini yaptıkları firmaların ürünlerini satmaya bağımlı olan zevat, tam bizler bu sahte vaatlerin farkına varacakken hoppadanak görüntüyü, müziği, vs değiştiriveriyorlar.

bisiklet istanbul ankara

Bir de şu “Dijital Dünya” meselesi var bu aralar pek revaçta ve pek bir enerjimizi alan. Hem de pek bir evlere şenlik ve o da ayrıca bir kitap konusu, o yüzden hiç girmiyorum… İşte o Dijital Dünya’nın sıfır ve birlerinden, iki kere ikinin dört etmesinden gerçekten o kadar sıkıldım ki! En önemli meselelerde iki kere iki, dört etmiyor ki zaten! Ne aşkta çalışıyor o formül, ne de eğer varsa Tanrı’ya ulaşmakta… Biliminsanlarının sıkıcı formüllerindense Shakespeare’in içimi eriten sonelerini veya Yunus’un burnumu sızlatan dörtlüklerini tercih etmişimdir her zaman. O yüzden, artık karını maksimize etmek zorundaki “Gösterip de Vermeyen” değil de Aşk Pröfesörü olmak istiyorum!. Veya Sevgi Doktoru. İyilik İşleri Genel Müdürü de olabilir. Ya da Kötü Kalpler yarışması sonuncusu!

Yine konu dağıldı… Her neyse artık tuvaletin önündeyim ve neredeyse altıma yapmak üzereyim. Birazdan bitiyor bu işkence/eğlence…

Turnikeden geçip, soluğu pisuvarın önünde alıyorum. Yemişim aklımdaki bütün soruları da cevaplarını da… Mesanede panik varken diğer her şey ağırlığını yitiriyor gerçekten. Bence açlıktan bile daha kötü bu. Çünkü acıkınca bir şeyi tutman gerekmiyor. O yüzden bebeklerde kaka-çiş eğitimi de bu kadar zor oluyor herhalde.

Her neyse, epi topu bir dakika bile sürmese de gerçek mutluluğu iliklerime kadar hissediyorum. Yahu kıssadan hisse, rüyamdaki mesaj bu muydu yoksa: “Soruları cevapları boş ver. Hayat küçük mutluluklarla dolu. Tadını çıkartmaya bak!” mı demek istiyordu acaba rüyam?

Yeniden dünyaya dönerken kafam karışıyor. Ama bu pek fazla sürmüyor. Ellerimi yıkamak için lavaboya yönelip de aynada kendimi görmemle birlikte düğüm de çözülüveriyor.

Ve sonunda hazineme ulaştım. “Tabi ya, nasıl da akıl edemedim ki!!!” diyorum içimden.

Aynadaki aksim, tamı tamına rüyamdaki görüntüyle örtüşüyor. Evet, aklımdaki bütün soruların cevabını bulacağım yer tam karşımda aynada duruyor. O yer benim pişmiş kellem. Öyle ya bu kafadan çıkan deli saçması soruların cevapları, yine bu çatlak kafadan başka nerede olabilir ki ?

Ayrıca ironik de olsa rüyamın sebep olduğu bu kısa yolculukta yine ne çok şey düşünüp, sizlere anlatmaya çalışırken ne çok şeyin farkına vardığıma şaşırıyorum.

Hafiften hayal kırıklığına uğramama rağmen yine de kendimi bu sabaha göre daha bilgeleşmiş hissediyorum. O yüzden keyfim yerinde. Ayrıca, hava güzel, harika bir sahilde heyecanlı bir yürüyüş yaptım. Üstelik az önce de bahsettiğim gibi ihtiyacım olan her şey bedava…

Sallanarak dışarı çıkıp kendimi sırt üstü çimenlerin üzerine bırakıyorum. Gülümsemem yüzümde büyüyor. Hazinemi bulmuş olmanın keyfiyle gökyüzünü seyrederken aklımdan şuna yakın bir şeyler geçiyor: “Bugünü de zaten bilinçaltından bildiğim bir şeyi, her cevabın bende saklı olduğunu bilinç düzeyine çıkararak bitirdim. Sanırım görevimiz bu: Hayata bilinç getirmek…”

Birden daha önceden okumuş olduğum bir cümleyi hatırlıyorum; “Bilim tarihinin tamamı, şeylerin hiç de sandığımız gibi olmadığının ispatlarından ibarettir!”. Ardından nedense gözümün önüne bir sihirbazın kurnazca gülümseyerek gösterisindeki hileyi anlatışı geliyor…

İşte bu… Hayat koca bir sihir gösterisi ve biz de aslında hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığını keşfederek ilerliyoruz. Ne hoş…

Sanırım öldüğüm anda da aynı şey gerçekleşecek ve bu bedendeki son sözlerim veya bir sonraki hayatımın ilk düşünceleri şöyle bir şeyler olacak:

“Tabii ya, nasıl da düşünemedim ki?!!!”

Sevgiler…

Kartal Kendirci
İstanbul, Ocak 2019

bisiklet istanbul ankara