menu
Stacks Image 5066



İKİ TEKER AFRİKA


UÇSUZ BUCAKSIZ SAVANADAN TROPİK TOPRAKLARA…



Evlerinde kapı olmayan, neşeli, mutlu ve insanı kıskandıracak kadar güzel insanların, eşsiz, rengarenk ve neredeyse aynı gün içerisinde her iklimin hüküm sürdüğü muhteşem topraklarında, hala rüya gördüğümü düşündürten pırıl pırıl bir yolculuk…

Kendimi bu kadar hafif hissedeceğimi hiç ummamıştım. Oysa ki diğer yolculuklarımdakine oranla pek de az şey almamıştım yanıma. Farkında olamayacağımız kadar kanıksadığımız manevi yüklerin üzerimden kalkıvermesiymiş bütün o büyünün sebebi, şimdi dönüp bakınca daha da iyi farkına varıyorum…

Döndükten sonra “Nasıldı?” diye sorduklarında, anında ve istem dışı verdiğim cevap ise; “Çok gerçekti” oldu her seferinde… Evet o kadar gerçekti ki her şey; insanların görünüşleri, davranışları, heyecanları, gülüşleri, üzüntüleri, uçsuz bucaksız ama canlı olduğuna yemin edebileceğim Savana ve üzerinde sonsuza dek uzanıyormuş gibi duran o masmavi gökyüzü… Ne bir tabela, ne abartılı evler, ne pahalı arabalar, lüks kıyafetler ve ne de karşısındakinin maddi ağırlığını tartmaya çalışan estetikli çakma suratlar. Tüm bunların yerine sadece ihtiyaçları karşılayacak kadar teknoloji, ama bol bol zaman, pırıl pırıl bakışlar, içten kahkahalar, her yandan yükselen müzik ve hiç bitmeyen bir dans…

Arkamda bıraktığım ekonomik krizin üzerine o kadar iyi geldi ki; mutlu olmak için o kadar peşinde koştuğumuz maddi şeylerin pek çoğuna aslında hiç de ihtiyacımız olmadığına bizzat tanıklık etmek…

Siz de ortak olmak isterseniz bu yolculuğa, buyurun hikayesi burada…



Cambo, mambo,

Evet, yine çocukluğumdan beri hayallerimi süsleyen bir yolculuğun hikayesiyle buradayım ve Kenya’nın başkenti Nairobi’den başlayıp Tanzanya’nın cennet adası Zanzibar’da sona eren bu bisiklet yolculuğuna sizi de ortak etmeye çalışacağım

Yalnız öncelikle bu yolculuklar sırasındaki ruh halimin ve dolayısıyla da hikayenin daha iyi anlaşılması açısından gerekli olduğunu düşündüğüm bir iki konuyu açıklığa kavuşturmak istiyorum.


NE TATİL NE DE TUR…

Konuştuğum insanların çoğu; artık ağız alışkanlığından mıdır yoksa genel geçeri tekrarlamak mı bilemeyeceğim; bu yolculuklardan bahsederken; “Tatil” veya “Bisiklet Turu” tabirini kullanıyorlar. Oysa ki bunlar ne “Tatil” ne de “Tur" değil, birer “Yolculuk”. Hem de hep tekrarladığım gibi; her seferinde kendimi ve yaşadığım hayatı biraz daha keşfettiğim “Kendimden Kendime Yolculuk”lar…

Şimdi biraz açıklayayım:

İlk olarak, bu yolculuklar birer “Tatil” değil çünkü, Tatil esas itibarıyla hayatınızı seçtiğiniz doğrultuda idame ettirebilmek için özgürlüğünüzü askıya alarak ömrünüzü vakfettiğiniz, işinizden gücünüzden arta kalan zamanlarınızda motoru soğutmanız için icat edilmiş, aslında doğal olmayan, kafayı sıyırıp işe yaramaz hale gelmeyesiniz diye zarureten ortaya çıkmış bir süreç.

Her ne kadar düşüncesi keyifli olsa da, varlığı zaruretten kaynaklı olduğu için kendi içerisinde de pek çok zorunluluk barındırıyor; hazırlanmak zorundasın, belirli bir süreye sığdırmak zorundasın, o kısacık sürede eğlenip dinlenmek zorundasın ve döndüğünde tekrar adapte olmak zorundasın, vs, vs…

Ayrıca, ana malzemesi olması gereken özgürlüğü askıya alan çalışma zorunluluğundan türemiş bir olgu olduğu için, aslında çok büyük bir paradoks.

Ha, bu arada “Evet ama yaptığın işi seviyorsan hep tatildesin demektir” diyenleri duyar gibi oluyorum. Cevabım ise; “Tabi tabi!”…

Ardından; “İyi ama çalışmadan nasıl yaşayabilirsin ki?” gelecek eminim! Buna cevabım ise; “İnsanlar temel ihtiyaçlarını değil, ihtiraslarını doyurmak için bu kadar çok çalışıyorlar, o ev, o araba, o giysi, o mücevher, o özel okul vs vs… Ve bedelini de en temel ihtiyaçları olan özgürlükle ödemekte bir sorun görmüyorlar. Saygı duyuyorum, en azından bu seçimi yapma “Özgürlük”lerini kullanıyorlar sonuçta. Ama sanki biraz kısır dairede dönüyormuşuz gibi geliyor, ona üzülüyorum hepsi o…

Sonuç olarak özgürlüğü taklit etmeye çalışan “Tatil”, benim için esaretten bağımsız var olamayan, 2-3 haftalık çakma bir özgürleşme çabası. Ve çoktan “İhtiraslar Karşılığı Esaret” defterini kapattığım için benim sözlüğümde pek bir anlam ifade etmiyor.


Şimdi gelelim ikinci düzeltmeye, yani “Bisiklet Tur”u meselesine.

Kariyer, karşı cins, alışveriş, alkol, hobiler vs gibi uyuşturucuların yardımıyla, seçmediğin ama sürdürmek zorunda olduğun hayatının hala güzel bir şey olduğu hipnozundayken, bu sanrıyı uzatabilmek için yaptığın şeydir tur. Afrika’da Karavan Turu, Uzakdoğu’da Seks Turu, Paris’te Alışveriş Turu, Las Vegas’ta Kumar Turu, Paskalya Adasında Kültür Turu, Umre Turu, New York’ta İş Dünyasının Guruları İle Kariyer Fuarı, St. Moritz’de Red Bull Extreme Kayak Turu, Hindistan’da Kendini Bulma Turu, vs, vs…

Gidip yeni yerler/şeyler tüketip, bir süre daha düşüncelerini hayatın anlamsızlığından ve hedefsizliğinden uzak tutar, sonra biraz nefes almış halde ama yine aynı kişi olarak kaldığın yere geri dönersin. Üstelik çıta daha da yükselmiştir artık, bir sonraki tur daha da ilginç olmak zorundadır ki ruhunu bir nebze de olsa serinletebilsin. Tıpkı alkol ile geçen her eğlenceli gecenin sabahında duyduğun, yine aynı yere, üstelik içkiye bir nebze daha aç bir halde dönmenin verdiği hisle uyanmak gibi…

“Budur Tur”! En kısa tanımıyla; yeni bir oyuncakla oynadıktan sonra başladığın yere, sıkıcı hayatına geri dönmek…

Ya da, yıllar boyunca hep hayal kırıklığıyla sonuçlanan bütün o anlam ve değer bulma çabaların ardından, seçmediğin, üstelik görünürde anlamlı bir hedefi olmayan bir hayatta yine seçmediğin bir rolü oynamanın anlamsızlığını kendine itiraf edip, ama bunun da bir anlamı olması gerektiğini düşünerek bir seyahate çıkarsın. İşte bu ise Yolculuk’tur.

Belki hayatın beyhudeliğini değiştiremezsin ama bu yolculuğun ardından asla kaldığın yere dönmez ve asla başladığındaki kişi de olmazsın…

Budur “Yolculuk”! En kısa tanımıyla, oyuncaklarını ardında bırakıp daima ileri doğru hareket etmeye cesaret edebilmek…

Tur’a göre daha riskli görünebilir. Ama bana sorarsanız; elindekileri bırakamadığın için hep aynı kısır dairenin içerisinde dönüp durmaktan çok daha gerçek ve heyecan vericidir…

"Ve en önemlisi; Hayat ne bizim icatlarımız olan ‘Tatil’dir ne de ‘Tur’dur! O; seçemediğimiz, heyecanlı bir “Yolculuk”tur…


Evet, bu kısa düzeltmelerin ardından artık hikayemize geçebiliriz…

Stacks Image 4936



SAPİENS OLDUĞUMUZ YERLER

Zaten uzun süredir bu yolculuğu yapmayı çok istiyordum. Evrim tarihimizdeki son virajın ardından Homo Sapiens olduğumuz bu topraklara yolculuk yapacağım için çok heyecanlıyım. Sonuçta en bozulmadan kalmış genomlarımızın hala yaşadığı yerler buralar. Neredeyse “Homo Tüketensis”, “Homo Sanalus” veya “Homo Gösterişus” olduğumuz bugünlerde, hala içinde evrimleştiğimiz biyolojik hayatın kurallarıyla yaşayan ve dolayısıyla ondan yeşermiş kanlı-canlı bir yaşama tarzını sürdüren insanlarla karşılaşmak için can atıyorum desem yeridir. Modern hayatın, sahte mutluluklarından o kadar şişmiş durumdayım ki anlatamam…

Fakir de olsalar son derece sağduyulu ve bilge insanlarla tanışıp hayat hakkında pek çok yeni şey öğreneceğime hiç şüphem yok. Sadece bazı bölgelerdeki turizm muhabbeti biraz canımı sıkıyor. Hatta kendime Arusha-Klimanjaro bölgesinde bir günlük bir bisiklet safarisi de ayarladım ama biraz turistik olduğundan şüpheleniyorum ve son kararımı yaklaşınca vereceğim…


BÜYÜK DÜZLÜKLER DÖRTLEMESİ

Bu yolculuğun benim için bir diğer önemli yanı da; zaafım olan “Büyük Düzlükler” dörtlemesinin üçüncü ayağını içermesi.

Daha önce Kuzey Afrika’da ‘Çöl’de, Kazakistan’da ise ‘Step’te bu sürüşleri yapmıştım. Şimdi sırada ‘Savana’ var. Bundan sonra sanırım geriye bir tek “Tundra” kalacak. Yani bir sonraki yolculuklarımızdan birisi de artık Sibirya’ya olacak.

Dünyanın uçsuz bucaksız büyük düzlüklerinde sürüş yapmak içimde daha önceden tanık olmadığım bambaşka duygular uyandırıyor. Şehir hayatını arkamda bırakıp, insanlardan ve medeniyetten uzaklaştıkça kendimi bambaşka, daha doğrusu kendi kendime ve aslında içimde uyuklayıp duran gerçek benliğime yaklaşmış hissediyorum. Ve insanlardan ne kadar uzaklaşırsam kendime de o kadar yakınlaşıyorum aslında.

Bu başkalaşım çok değişik ve eğlenceli oluyor. Önce garipseyip içinde olduğum bu yeni ortamları yadırgıyorum. Üzerimdeki tedirginlik beni sürekli bir tetikte olma durumuna zorluyor. Fakat biraz vakit geçip de bu doğal ortama kendiliğimden nasıl uyum sağladığımı görünce, o yadırgama duygusu kendisini giderek bir aşinalığa ve ‘Deja-Vu’ ruh haline bırakmaya başlıyor. Ve anlamaya başlıyorum ki aslında içinde yaşamak için evrildiğim yerler buralar ve o yüzden buralarda kendimi bu kadar derinden hayatın bir parçası olarak hissedebiliyorum.

İşte böyle anlarda neden gündelik hayatın içinde bu kadar daraldığım apaçık seriliveriyor gözlerimin önüne; ben şehirlerde yaşamak için evrilmiş bir türden değilim ki. Ve bu evrim yüz binlerce yıl aldığından, son iki yüz yılda bu kadar değişen hayat biçimine uyum sağlamakta bu kadar zorlanıyorum. Arızanın da, içimizde çöreklenmiş ve dışarıya çıkamayınca şiddete dönmüş depresyonun da sebebi bu aslında…


AVCI VE MIZRAĞI

Desmond Morris’in “Çıplak Adam” kitabında çok sevdiğim bir tespiti vardır. Günümüz erkeğini tarif ederken şöyle diyor Morris; “Kadim ilkel avcı ölmüş olabilir ama modern sembolik avcı yaşıyor! Dünyanın her köşesinde erkeklere ait hobilerin ilk avcının avlanma düzenine çok yakın olduğunu görebilirsiniz. Modern çağın avcısı kovalama ve hedefe varma dürtüsünü sporla tatmin ediyor. Fitness yaparak bedensel gücünü sergiliyor. Tehlikeli uğraşlar ve kumarla cesaretini ve risk alma becerilerini sergileyebiliyor. Çok para kazanarak eve av getirme arzusunu doyurup, araba, kamera, bisiklet vs gibi belli bir teknik konuda uzmanlaşarak silahlarını bakımdan geçirme ve kullanma konusundaki dürtülerini tatmin ediyor. Son olarak da kafa çekme toplantılarıyla başarıya ulaşmış avcının kutlamasını gerçekleştiriyor.”

İşte ben de bu yolculuklarda bunlara çok yakın şeyler hissediyorum. Bir hedefim ve uğrunda gücümü sergileyebileceğim bir amacım oluyor. Yalnız yola çıkarak risk alıyorum ve hayatı benimle işbirliği yapmaya zorlarken, ben de aynı şekilde onun şartlarını zorlamamayı öğreniyorum. Mızrağımı/bisikletimi sürekli iyi ve işler durumda tutmaya çalışırken üzerime ilk avcının o haklı gururu yerleşiveriyor. Pedallara asılırken, hayatı içinde evrildiğim şekilde ve akarcasına yaşadığımı hissediyorum. Ve en önemlisi sonunda avımla, yani yeni bir macera yaşadıktan sonra elde ettiğim eşsiz tecrübelerle ve onların ürünü hikayelerle eve dönüyorum. Daha ne olsun…


SEN ROLÜNÜ OYNA; SADECE SATIN AL…

Oysa ki içinde yaşadığımız ortam bu konuda hiç de o kadar cesaretlendirici değil. Hatta tam tersine bütün özgürleşme dürtülerimize elinden geldiğince ket vurmaya çalışıyor. Ne zaman reklamlara veya haberlere (aslında dikkatle izlerseniz onların da gizli reklam olduğunu fark edeceksiniz) takılsam hiç bir şey yapamaz hale geliyorum. Aldığım mesaj şu; “Sen işine git, bu büyük makinenin bir parçası ol, üzerine düşen görevi yap, biz senin için en iyisini üretip sana satarız”.

İyi tamam da, sürekli yenisi çıkan malzemelerin en iyisini alıp biriktirmekle uğraşırken macerayı/hayatı kaçırıyorum! Ama onun da çaresi var; ekipman üreticilerinin sponsorlu maceracıları benim için dünyanın en ücra köşelerine gidip en acayip maceraları yaşıyorlar zaten. Bana tek düşen ekipmana ek olarak (Aslında ekipmanın pezevengi olarak) bu maceraları da tüketmek. Hem son derece de güvenli; kıçını kaldırıp hiç bir sıkıntıya maydonoz olmadan bir sürü macera yaşayabiliyorsun. Tek ihtiyacın olan bir akıllı telefon, Youtube, Instagram, falan, filan…

Bakın, dibine kadar deneyimlemiş olarak size bir tavsiye vereceğim. Ekipmanınızın ne kadar iyi olduğunun o kadar bir önemi yok. Ürün değerlendirmelerini hatmetmeyi bırakıp dışarı çıkın ve kendi maceranızı yaşamaya başlayın. Kırık dökük bir şeylerle de olsa yola çıkıp arızalar yüzünden bir sürü hatıralar biriktirmek, en iyi ekipmana sahip olup evde pineklemekten çok daha iyidir…


YİNE MİLYON TANE DETAY

Neyse biz yine yolculuğumuza dönelim. Önceki hikayelerimi okumuş olanlar bilir ama yeni katılanlar için ben bir kez daha anlatayım. Bu yolculuklar aslında buz dağının görünen kısmı. Böyle bir macera yaşayabilmek için öncesinde o kadar çok hazırlık yapmak gerekiyor ki. Tipik olarak on günlük bir yolculuğun maddi, manevi, fiziksel, ekipman, vs hazırlığı bir kaç ayı buluyor.

Bakın, hazırlık süresinde aldığım notların bir kısmını (sadece bir kısmını) burada paylaşayım: Kadro kulağı, zincir pimi, PCR test, pasaport kabı, güneş kremi 50f, şapka lastik, sim card, kadro çantası tamir, Windy rüzgar haritası, ilaç: Rantudil, Diclomec, Kloroben, Multivitamin, Reflor, e-vize, Covid-19: sınır geçişleri: PCR, uçak bileti: Güney Afrika, Kampala, Nairobi, Zanzibar? Yol durumu ?! Konaklama; çadır alıyor muyuz? Omicron varyantı? Lastik seçimi? Nairobi & Arusha Safari, Klimanjaro? Dizimdeki tendinit MR, sıcak-aylık hava tahminleri, dolar/şiling kur, yemek, zincir yağı, iç lastik, zip-tie, elektrolit-mineral takviyesi, trafik ve sürücülerin durumu, Darüsselam feribot; bisiklet alıyor mu? Sarı humma aşısı? Zanzibar bisiklet kutulama, vs, vs…

Stacks Image 4944



ANTRENMAN VE DİĞER STRESLER

Bu kadar detay bir yana, asıl zorlu olan şeylerden birisi de kendini fiziksel olarak böyle zorlu bir yolculuğa hazırlamak. Uykuya dalmış bedeninizi uyandırmanız ve yeniden işler hale getirmeniz gerekiyor. Bir de fazla kilolardan kurtulmak gerek. İki üç kilodan bir şey olmaz demeyin, o kiloları binlerce kilometre taşıdığınız zaman toplamda baya bir yük tutuyor.

Kış yolculuklarına hazırlanmanın zorlu yanlarından bir diğeri de havanın antrenman yapmak için pek uygun olmaması. Sanki bu yetmezmiş gibi İstanbul antrenman yaptığım günlerde tarihinin en rüzgarlı günlerinden bazılarını yaşıyor. İster istemez Kazakistan yolculuğumu hatırlıyorum. O kadar berbat değil belki ama günlerce süren Lodos’un şiddeti hiç saatte otuz kilometrenin altına düşmüyor.

Canımı dişime takıyorum ama günlük kilometreleri yapmak gerçekten de çok zor oluyor. Üstelik hem kondisyonu arttırmak hem de fazla kiloları vermek iyice zor. Çünkü birisi için iyi yemeniz gerekirken diğeri için boğazınızı kısmanız gerekiyor.

Bu zorluklar yetmezmiş gibi henüz yola çıkmadan bir sürü stres daha yaşamaya başlıyorum. Yeni Covid-19 Omicron varyantı yüzünden Güney Afrika, Botswana, Namibya, Zambiya, Zimbabwe ve Mozambik seyahate kapatılıyor ve uçuşlar durduruluyor. Oysa ki hazırladığım rota Zambiya, Botswana ve Güney Afrika Cumhuriyeti’neydi.

Bütün çalışmalarım boşa gidiyor. Oturup yeni bir rota yapmaya, her şey ile yeni baştan uğraşmaya başlıyorum. Üstelik uçuştan önceki gün PCR testim pozitif çıkarsa bütün bu hazırlıklar yine boşa gidecek. “İki hafta bekler, sonra tekrar gidersin” demeyin, çünkü Afrika coğrafyasında iklim yüzünden sürüş günleri çok kısıtlı. Dolayısıyla erteleme pek söz konusu değil. Herhangi bir aksilik olursa yolculuğu iptal edip, bir sonraki seneyi beklemek gerekecek.

Kısacası, bu kadar belirsizliğe rağmen kendini motive edip hazırlanmaya çalışmak; zor dostum zor…

Bu kadar zorluk yetmezmiş gibi bir de etrafımdankilerin korkularıyla uğraşıyorum. Çünkü korku bulaşıcı bir şey ve insanlar da kendi endişelerini etraflarına bulaştırmak konusunda hiç de çekingen davranmıyorlar. Omicron varyantı, vahşi hayvanlar, hırsızlar ve hatta abartmıyorum: yamyamlar…

Beni asıl korkutan şey ise hava durumu. Ekvator civarında günde on saatin üzerinde sürüş yapmak zorundayım ki gerçekten zor. Havanın uygun olması gerekiyor. Yakıcı güneş veya tropik yağmurlar planları oldukça zora sokabilir. Planladığım tarih, önceki yılların ortalamalarına baktığımda en uygun iki hafta idi. Oysa ki yolculuk yaklaştıkça kontrol ettiğim hava durumu hiç de öyle gözükmüyor ve sürekli sağanak yağmur gösteriyor. İklim değişikliğinden nasibime düşeni almam kaçınılmaz olacak anlaşılan.

Yolculuğa bir kaç gün kala aşılarımı yaptırmak ve sıtma ilaçlarımı almak için Kartal’daki Seyahat Sağlığı Merkezi’ne gidiyorum. Sorun çıkmıyor. Ardından e-vize’mi alıp uçak biletimi onaylıyorum.

Vizeler, testler, biletler vs… Modern hayattan kurtulmak ne kadar zor!


YİNE EKONOMİK KRİZ

Bir de ekonomik kriz çıkıyor tam gider ayak… Dolar 9
’den 13’ye zıplıyor. İnsanlar isyanlarda. Ama açıkçası ben bu kadar isyan edecek ne var anlamıyorum! Duyan da o kadar teknoloji, mal ve hizmet üreten ülke biziz de, bütün gün sosyal medya, dizi, vs izleyip, borsa, faiz, döviz, kripto para kovalayıp, hiç bir şey üretmeden borçla o kadar lüks şeyler satın alıp duran Amerika ve Avrupa ülkelerinin paraları bizimkine göre değer kazanıyormuş zanneder.

Evet, borçla lüks kıyafet, makyaj malzemesi vs alan hayat kadınlarına benzetiyorum kendimizi. Güzel görünüyoruz belki ama, bunun ödemesini nasıl yaptığımızı siz tahmin edebilirsiniz artık… Manevi değerlerimizden uzaklaştığımız için açığı kozmetikle kapatmaya çalışmaktan başka bir şey değil aslında yaptığımız. Asıl korkum şu ki; bu güzel görünüşle sığ ve güdük kişiliğimizi maskeleme bağımlılığı bir yerden sonra artık işe yaramaz olup uyuşturucu bağımlılığına dönecek.

Arada kurnazlarımız da var. Onlar “Manukyan”laşıp diğer hayat kadınlarının sırtından zengin oluyorlar ama yağma yok, özünde hepimiz bu ülkede aynı genelevin sakinleriyiz aslında… Ve aklımızı başımıza devşirip, üretmeden tüketmekten vaz geçmedikçe, helal yoldan ve köşe dönmecilik yapmadan, sıkı çalışarak, gerçek ve hepimiz için işe yarayacak bir şeyler üretmeye başlamadıkça bu kötü yoldan kurtulabileceğimize de pek ihtimal vermiyorum.

Reel Kur’du, Merkez Bankası Reeskont Faizi’ydi vs kafaları karıştırmaya hiç gerek yok. Her şey çok basit aslında. Hiç bir şey üretmediğimiz için artık neredeyse her şeyi dışarıdan alıyoruz. Vaktiniz olursa üzerinize giydiklerinizden başlayıp kullandığınız eşyaların veya parçalarının nereden geldiğini bir inceleyin. Oturduğunuz evin bile çimentosu Lafargue, tuğlası Ytong… Üstelik tasarruf etmediğimiz için paramız da yok. Bu arada dışarıda eşek gibi çalışıp bu güzel malları üretenler bize bu malları zorla satmıyorlar. Hatta biz diyoruz ki; “Ya sizin mallar çok güzel ve almak için ölüyoruz ama paramız da yok. Önce o kadar çalışıp, üretip, satıp biriktirdiğiniz paralardan bize borç verin, giderek daha çok sizin köleniz olalım sorun değil, sonra o paralarla sizin mallarınızı alalım.”. Onlar da tabi ki: “Hay hay” diyorlar ve bize iki seçenek sunuyorlar: 1) İsterseniz malı ucuz verelim (yani kur düşük olsun), ama o zaman faiz yüksek olur ve daha fazla ödersiniz, ya da 2) Malı gerçek değerinden verelim (yani kur yüksek olsun), o zaman düşük faizle ödersiniz. Yani iki durumda da aynı oranda beceriliyoruz, toplamda fark eden bir şey yok aslında… Yalnız tabi ki satıcı düşük kuru tercih ediyor, çünkü alıcı borcunu öderken tahakkuk eden faizi enflasyon olarak ödediği için aslında giren çıkanın pek farkında değil ve bu durumda daha fazla satın alıyor. Bu arada alıcılar mutlu olunca tabi ki bu durum hükümetin de işine geliyor, o yüzden hiç bir hükümet doğru olmasına rağmen tüketimi azaltmak için faizi düşürmek konusunda ciddi adımlar atamıyor. Satınalma iştahı bu kadar kabarık bir millete; “Yok, artık ayağınızı yorganınıza göre uzatacaksınız!” diyen bir hükümetin seçim kazanabileceğine inananınız varsa el kaldırsın lütfen… Neyse sonuçta, alan memnun, satan memnun. Tüketimi yapanlar: “Lüks kıyafetlerimi giyer pırıl pırıl arabalara binerim, piyasada arz-ı endam eder, borcumu da seks kölesi olarak öderim!” dedikten sonra kimseye düşecek bir söz kalmıyor. Bir tek benim gibi: “Üretmiyorsam borçla tüketim yapmam, karşılığında da seks kölesi olmam!” diyenler hariç tabi ki. Onlar da maalesef arada kaynayıp, borçla harcama yapmasalar bile maalesef enflasyon yakışıklısı tarafından beceriliyorlar… E o kadar da olsun canım, aynı vatanı paylaşmak kolay mı, bir takım fedakarlıklarda bulunacağız tabi ki...

Neyse fazla uzatmayalım. Uzun lafın kısası: Başkalarının hayal edip, tasarlayıp, çalışıp ürettikleri şeyleri tüketerek kendi hayallerini, onların arzuladıkları hayatı taklit ederek de kendi rüyanı yaşayamazsın. Hep çakma olur, hep de fazla fazla, tabiri caizse becerilerek ödersin… O yüzden, muhtaç olduğumuz kudret doğru “Merkez Bankası Politikaları”nda değil, çalışkan ve güzel atamın söylediği gibi: sadece ama sadece damarlarımızdaki asil kanda mevcut. Bunu kullanıp kullanmamak; yani seks köleliğine devam etmek ya da helal alın teri ile geçinmek ise sadece bize kalmış bir şey tabi ki. Öyle: “Beceriksiz ve Çıkarcı Siyasetçiler”di, “Faiz Lobicisi Dış Güçler”di, “Acımasız Kapitalist Sistem”di vs gibi kolaycı ve hedef saptırarak suçu kendi üzerimizden atıcı bahanelere sığınmanın hiç gereği yok….

Stacks Image 5064



VE BAŞLIYORUZ…

Ve sonunda beklenen gün gelip çatıyor, stresli bir bekleyişin ardından PCR testim de negatif çıkınca artık yolculuğun önünde hiç bir engel kalmıyor.

Gece yarısından bir iki saat önce başlayan uçuşum sorunsuz. Sabaha karşı dört gibi Nairobi’ye iniyoruz. Çok büyük bir havaalanı değil ve o yüzden formaliteleri tamamlamak çok uzun sürmüyor. “Acaba Hürbalık benimle birlikte geldi mi, yoksa başka uçağa mı bindi yanlışlıkla?” vs gibi, tipik, gereksiz ama bir türlü engel olamadığım kaygıların ardından saat beşe doğru havaalanından çıkıyoruz.

Çıkmadan önce para bozduruyorum. Ardından hemen çıkışın önündeki kiosklardan birinde sim kartımı değiştiriyorum. Yirmili yaşlarındaki tezgahtar kızın adı Uwini, son derece işinin ehli. Çabucak kartı değiştirip, kotalar vs hakkında da hızlı bir brifing verdikten sonra bir profesör edasıyla gülümsüyor. İşini bu kadar ciddiye alması çok hoşuma gidiyor ve derin bir saygı duyuyorum ister istemez. Ve lafı uzatmak için sorular sormaya başlıyorum. Aslında çoğu cevaplarını bildiğim şeyler ama sabahın kör karanlığında böyle kendisini bilen ve güzel İngilizce konuşan birisini bulmuşken sohbet edip ülkeye ve insanlarına ısınma şansını boşa harcamak istemiyorum.

Uwini’yle sabah sohbetimizin ardından bu sefer karşıma taksici Alex çıkıyor. Onun da Uwini’den eksik kalır bir yanı yok. O da aynı yaşlarda ve ne sorarsam sorayım cevaplayacakmış gibi bir havası var. Gerçekten de öyle oluyor. Yolculuğum boyunca Afrika’yı ve Afrika’lıları ne kadar az ve yanlış tanıdığımız ile ilgili yaşayacağım şaşkınlıkların ilk ikisini tattırıyor bana Uwini ve Alex.


GECE KUŞLARI…

Kısa bir yolculuğun ardından şehrin dış mahallelerine varıyoruz. Bugünü Nairobi’de geçirip sürüşe yarın başlamayı planladım. Böylelikle buraları daha iyi tanımayı umuyorum. Ve yerel hayatı daha iyi tanıyabilmek için, merkezde bir otelde kalmak yerine kenar mahallelerden birinde, bir ailenin arka bahçesindeki kulübeyi kiraladım bir geceliğine.

Saat sabahın beşi olmasına rağmen neredeyse bütün dükkanlar açık ve herkes sokakta. Şaşırıp Alex’e soruyorum; “Acaba bugün özel bir gün mü?” diye. O da şaşırıp bana bakınca; “Herkes bu saatte dışarıda da” diyorum. Önce anlamayıp ardından gülerek yanıtlıyor. Söylediğine göre bu durum burada son derece normalmiş ve neredeyse hiç uyumuyorlarmış. Her gün sadece iki üç saat. Etraftaki insanların ne kadar kanlı, canlı ve sağlıklı olduğunu görünce bir anda jetonum düşüyor. Aslında ben de bisiklet yolculuklarım sırasında, metabolizmam hızlanıp vücudum süper pozisyonuna geçtiğinde geceleri en fazla iki üç saat uyuyabiliyorum. Ve bir kere daha emin oluyorum ki uykuya ihtiyaç duymamızın sebebi beden yorgunluğu değil zihin yorgunluğu.

Havaalanından beri iyi olan yol kenar mahalleye girmemizle birlikte kötüleşiyor. Yağmur sularıyla dolmuş çukurlar, hatta minik gölcüklerle karşılaşmaya başlıyoruz. Saat beş olmasına rağmen trafik var. Etraf rengarenk ‘Matatu’lar, yani buraya has dolmuşlar ve bağırarak müşteri çağıran şöförleriyle dolu.

Daracık sokaklara sapıp bir süre dolaşıyoruz ama bir türlü gideceğimiz adresi bulamıyoruz. Zaten ne bir sokak tabelası var, ne de Google Maps doğru dürüst çalışıyor. Alex: “Telefon edip soralım” diyor, ancak öyle bulabiliyoruz.

Hava yavaş yavaş aydınlanırken, yanında bir bekçi olan büyük bir demir kapıdan geçerek bir mahalleye giriyoruz. Labirent gibi sokaklardaki kısa bir yolculuğun ardından vardığımız adresin önünde ev sahibi Kevin beni bekliyor. O da Alex yaşlarında. Alex’e teşekkür edip vedalaşıyorum.

Demir bir kapıdan yüksek bir duvar ile çevrili minik bahçeye geçiyoruz. Tek katlı şirin ve küçük evin yanındaki dar boşluktan arka tarafa dolaşınca on metrekarelik kulübeyi görüyorum.

Beyaza boyalı evin de kulübenin de mavi demir kapıları ve minik pencereleri var. Kulübenin içi son derece zekice tasarlanmış. Minik bir tuvalet banyo ve bir buçuk kişilik bir yatak. İhtiyaç olmayan hiç bir fazlalık yok. Bu yüzden içi küçük olmasına rağmen her şey için bol bol yer varmış hissini veriyor.

Kevin kısaca kulübeyi tanıttıktan sonra gidiyor. Ben de yatağa uzanıp bir iki saat dinleniyorum.

Hem yol yorgunluğu hem de yolculukla ilgili endişeler üzerime çökünce uyuyakalmışım. Saat dokuz gibi teneke tavana vuran yağmur tıpırtılarıyla uyanıyorum. Havayı kontrol etmek için kalkıp kapıyı açıncaya kadar, tıpırtıların şimşek eşliğinde patırtı gürültüye dönüşmesi keyfimi kaçırıyor. Oturup düşünceli bir şekilde beklemeye başlıyorum. Bakalım geçmesi ne kadar sürecek?

Neyse ki fazla uzun sürmüyor ve aniden çıkan yakıcı güneş bir anda bütün her şeyi tersine çeviriyor. O kadar fena ki, çok sıcak değil ama gölgeden çıktığım anda garip bir şekilde güneş açıkta olan her yerimi ısırmaya başlıyor. Ultraviyole etkisinden olsa gerek…

Arka bahçede Hürbalık’ı kurarken kulübemin yanındaki kilerden bir şeyler almak için gelen Amelia ile tanışıyorum. Kevin’ın karısı ve son derece utangaç. İşini görüp hemen kayboluyor.


KURTARILMIŞ BÖLGELER…

Neredeyse öğlen oldu. Çıkıp biraz dolaşmaya karar veriyorum; “Belki bir bisikletçi bulur, yol hakkında bilgi alırım” diyerek. Hürbalık’a binip labirent misali sokaklarda pedallamaya başlıyorum. Her yer çok sessiz ve ilginç bir şekilde girdiğim her sokak bir duvarla sona eriyor. Sanki gerçekten bir labirentin içindeyim. Çok garip…

Biraz bocalamanın ardından gece gelirken geçtiğimiz büyük demir kapıya gelince rahatlıyorum. Ve kapıdan caddeye çıkmamla birlikte bir anda dünyam değişiyor, içerinin sessizliği yerini büyük bir cümbüşe bırakıyor. Etraf gelip geçen motorsikletler, triporterler, bisikletler ve caddenin iki yanında hızlı hızlı yürüyen insanlarla dolu. Hepsini aynı anda algılamak neredeyse imkansız.

Gördüğüm bunca şeyi kavramaya çalışarak yavaş yavaş pedallamaya başlıyorum. Yolun iki yanı az önce diğer tarafındaki çıkmaz sokaklarda sürekli yolumu tıkadığını tahmin ettiğim büyük duvarlarla kaplı. Duvarların bu tarafındaysa konteynerden bozma birbirine bitişik yüzlerce ve rengarenk minik dükkan var. Dükkan diyorum ama, sadece minik bir kapısı ve elle yazılmış tabelaları olan ikişer üçer metrekarelik minik odacıklar bunlar aslında. Önlerindeki müşteriler hangisinin neyi sattığından son derece emin görünerek alışveriş yapıyorlar ama benim hangisinin ne dükkanı olduğu hakkında en ufak fikrim bile yok.

Alışmaya ve anlamaya çalışarak pedallamaya devam ediyorum. Çok komik ama bu dükkanlar silsilesi bir türlü bitmek bilmiyor. Bir de aşağı yukarı her yüz metrede bir az önce çıktığım büyük demir kapıdan görmeye başlıyorum caddenin sağında ve solunda. Her demir kapı aslında bir geçit ve yine o yüksek duvarlarla devam ediyor. Ayrıca her kapının yanında bir kulübe ve her kulübede de bir bekçi var.

Google Maps’ten buduğum bir bisikletçiye gitmek için bu kapılardan birisinden geçmem gerekince kapının kenarında oturan orta yaşlı kadın bekçi beni durduruyor. Adı Agnes. Mealen; “Hayırdır hemşerim, nereye böyle?!” babında bir şeyler söyleyince derdimi anlatmaya çalışıyorum. Neyse ki herkes İngilizce konuşuyor… “Yok burada bisikletçi falan.” deyince konuyu biraz daha açıp yolculuk planımdan ve bir bisikletçi bulursam iyi olacağından bahsediyorum. Önce bön bön bakıyor, sonra da gülmeye başlayıp; “Dalga geçiyorsun herhalde” diyor. İkna etmek için telefonumu çıkarıp önceki yolculuklarımın fotoğraflarını gösterince de tekrar bön bön bakıp; “Ben yalancısın sanmıştım ama meğer sen deliymişsin!” deyince bu sefer ikimiz birlikte gülmeye başlıyoruz. Yumuşamasını fırsat bilip: “Gel seni de götüreyim” deyince gülüp: “İmkansız, dizlerim çok fena.” diyor.

Tekrar bisikletçiyi sorup, Google Maps’teki işaretini gösteriyorum. “Yok burada öyle bir dükkan ama istiyorsan gir kendin de bak” diyor… Fırsatı kaçırmayıp, kurtarılmış bölgenin içine doğru dalıveriyorum. Sürekli duvarlarla kesilen çıkmaz sokaklardaki evlerin hepsi son derece sessiz ve sakin görünüyor. Aralarda ise tek tük küçük dükkanlar var. O an anlıyorum ki bu sokaklar bir geçitten girilen ve duvarlarla çevrilmiş yerleşim alanları. Tıpkı geçmiş zamanlardaki kaleler veya etrafı sur ile çevrili köyler gibi.

Uzun süre aramama rağmen Agnes’in dediği gibi bisikletçi falan bulamıyorum. Tıpkı Kazakistan’da olduğu gibi burada da bir yerleri ararken Google Maps’e güvenmesem çok iyi olacak.
Kadın ile biraz daha çene çalıp yeniden ana caddeye çıkıyorum. Burada gerçekten hayat var. İnsan ister istemez enerjiyle doluyor. Yalnız oldukça yorucu. Bir süre daha dolaşınca bu kadar çok renk, ses, koku vs ile baş edemeyen algılarım kapanmaya başlıyor. Ben de Nairobi’nin merkezine gitmeye karar verip kulübeme geri dönüyorum.


BİLGE TAKSİCİ BONİ…

Hürbalık’ı kulübede bırakıp yürüyerek tekrar caddeye çıktığımda artık öğlen vakti. Neyse ki Über burada çalışıyor. Hemen bir araç çağırıyorum. Beş dakika geçmeden geliyor. Şöförüm benim yaşlarımda. İsmi Boni. Son derece fit bir vücudu var. Tanrım burada herkesin süper vücudu var zaten, insan kıskanmadan duramıyor. Üstelik göz alıcı olan sadece bedenleri de değil, sanki ciltlerinden sağlık ve yaşam fışkırıyor. Ve bu, kadın veya erkek hepsine öyle bir güzellik katıyor ki…

Bu hissettiklerimi söyleyince gülümsüyor Boni… Ama yine de pek mutlu görünmüyor. Laf lafı açıyor, derken sıkıntısının sebebini anlamaya başlıyorum yavaş yavaş. Aslında pek de yabancısı olmadığım bir şey sayılır. Boni’nin derdi ülkedeki yolsuzluklar. Konuşmasından ve kurduğu cümlelerden son derece etkileniyorum. Okumuş birisi olduğu çok belli. Üniversiteye giden iki çocuğu ve bir torunu varmış. O da benim gibi erken dede olanlardan. İlerleyen günlerde göreceğim ki, aslında burada neredeyse herkes erken dede-nine olanlardan. Ya da aslında şöyle demek gerek, buradakilere göre biz çok geç torun sahibi oluyoruz…

Şehir merkezine yaklaştıkça trafik gerçekten çekilmez bir hale geliyor. İstanbul’a geri dönmüş gibiyim sanki. Ve sanki trafikteki araçlar Boni’yi haklı çıkarmak istermiş gibi görünüyor; yaklaşık beşte biri çok lüks kalanları ise zar zor gidiyor neredeyse.


NAİROBİ MERKEZDE KUKU…

Bir saati geçen bir yolculuğun ve Boni ile oldukça aydınlatıcı bir sohbetin ardından artık şehir merkezindeyim. Oldukça kalabalık ve hareketli bir yer Nairobi. Ve insanların renginden kaynaklanan o ilk yabancılığı atar atmaz hepsinin aslında birbirlerinden ne kadar farklı olduğunu ayırt etmeye başlıyorum. Değişmeyen tek şey güzel vücutları ve parlak ciltleri… Ha bir de, o vakur ve bilge ifadeleri…

Bir de sanki biraz stresli gibiler. Aylak aylak yürüyen pek kimse yok. Herkes yüzlerinde ciddi bir ifadeyle, sanki bir yerlere yetişecekmiş gibi hafiften koşturup duruyor. Ben de kendimi bu akıntıya bırakıp bir süre amaçsızca dolaşıp etrafı seyrediyorum.

Bu hedefsiz yürüyüş beni elektronikçiler çarşısı tarzında bir yere getiriyor. Tıpkı bizim Karaköy gibi… Kenya ve Tanzanya’da elektrik prizleri farklı, o yüzden adaptör almam gerektiği için teker teker bu minik dükkanları yoklamaya başlıyorum. Çok sürmeden aradığımı bulmak beni sevindiriyor.

Tekrar caddelerdeki kalabalığa karışıp bu sefer yiyecek bir şeyler bulmaya çalışıyorum. Niyetim yerel bir şeyler yemek ama bir türlü bulamıyorum. Şehir merkezi hep dünya mutfağı servis eden yerler tarafından işgal edilmiş gibi.

Sonunda pasaj gibi bir yerin içine girince yerel yiyecekler sunan minik bir lokanta buluyorum. ‘Kuku’ yani tavuk sipariş edip karnımı bir güzel doyuruyorum. Lezzeti bizim Türk yemekleri kadar iyi olmasa da fena değil. O anda bilmiyorum ama bu yemek önümüzdeki bir kaç gün yiyeceğim şeyler içerisinde en güzeli olacak. Üzerine bir de Etiyopya kahvesi söylüyorum. Gerçekten nefis. Şaka bir yana kahvenin anavatanında sayılırım…


MASAAİLER, DEVRİMCİLER VE MUZUNGU…

Kendimi tekrar sokaklara atıp bu sefer merkezin dış çeperine doğru yürümeye başlıyorum. İnsanlar iyi giyimli ve bakımlı ama dediğim gibi biraz gergin görünüyorlar. Bu bana İstanbul’u hatırlatıyor ve canımı sıkıyor.

Derken Masaai Market diye bir yere geliyorum. Masaai’ler Kenya ve Tanzanya taşrasında yaşayan bir halk. Çıplak vücutlarının üzerine attıkları kırmızı damalı bir örtü ile hemen ayırt edilebiliyorlar. Yaşadıkları yerlerde inek besleyip deve kanı içen bu halk burada da bir çeşit pazar kurmuş. Biraz takılıyorum. Ve ilk defa burada kendimi bize öğretilmiş olan Afrika insanı ile temas etmiş gibi hissediyorum, Nairobi’nin iyi giyimli ve iş düşkünü görünen insanlarından sonra…

Dönüş yolunda ise bir işçi gösterisine denk geliyorum. Düşük ücretlerini protesto ediyorlar. Umulmadık bir şekilde sınıf bilincinin de gelişmiş olduğunu görmek beni biraz şaşırtıyor. Ben de Afrika’yı televizyondan bilen her Türk evladı gibi, aslanlar arasında yaşayan, hızlı ve sert konuşan yarı ilkel insanlarla karşılaşmayı bekliyordum oysa ki. Bu düşünceyle utanıyorum. Ve tekrar çok kızıyorum, gerçekleri gösterince kimsenin izlemeyeceğini bildiği için, hep manipülatif ve abartılı şeyler yayınlayan medyaya…

Beni daha da şaşırtmak istermişçesine sokaklara saçılmış çok sayıda kitapçıyla karşılaşıyorum bu ilkel insanların ülkesinde.

Derken büyük bir süpermarket görüp dalıyorum ertesi sabahın hazırlığı için. Meyve çikolata, sporcu içeceği vs almam gerek yakıt niyetine. Ve burada bir şok daha beni bekliyor. Çikolata son derece pahalı. Biraz daha dikkat edince anlıyorum ki aslında ithal olan her şey aşırı pahalı. O sırada taksici Boni’nin sözleri geliyor aklıma; “Yolsuzluk yüksek olduğundan kimse vergi vermek istemiyor ve ekonominin çoğu kayıt dışı” demişti… “Demek ki hükümet de arayı kapatmak için vergiyi mallar ülkeye girerken bindiriveriyor” diye tahmin ediyorum. Eğer bu ürünler yol boyunca da böyle pahalı olacaksa işim zor…


EKMEK NİYETİNE UGALİ…

Yürümeye devam ediyorum. Ve bir şey dikkatimi çekiyor. Nairobi’deki tek ‘Muzungu’ yani beyaz adam benim galiba. Bir de reklam panolarındaki mankenler var hepsi o… Kendimi beyaz zenci gibi hissediyorum. Bu gerçekten çok garip bir duygu.

Nairobi deniz seviyesinden 1.600 mt yüksekte bir şehir. Yüksek irtifadan mı, yoksa gelmeden bir kaç gün önce almaya başladığım sıtma ilacından mı bilmiyorum ama kendimi halsiz hissetmeye başlayınca kulübeme dönüp dinlenmeye karar veriyorum.

Bir cafe bulup son bir kahve içtikten sonra yine Über’den bir araba ayarlıyorum. Bu seferki şöförüm Allan. Yirmili yaşlarda çok akıllı ve sevimli bir genç. Dönüşte de trafik berbat olduğu için epey bir sohbet ediyoruz. Parası kalmadığı için üniversite eğitimini bir yıl dondurmak zorunda kalmış. Über’den kazandığı paraları biriktirip seneye tekrar okumaya başlayacağını söylüyor. Kenya ve Tanzanya arasında fark var mı diye soruyorum; iyi mi yoksa kötü mü olduğunu pek anlayamadığım bir ifade ile “Sanırım biz daha çok çalışıyoruz.” diyor. Telefon numaralarımızı kaydediyoruz. Allan yolda yardıma ihtiyacım olursa çekinmeden arayabileceğimi söyledikten sonra, kulübemin olduğu kurtarılmış bölgenin girişinde vedalaşıyoruz.

Yine labirent misali sokaklarda yürürken iki tane mavi masası olan minik bir lokanta görüyorum. İçerisindeki genç kadın hem aşçılık hem de garsonluk yapıyor. Adı da Jovis. Yalnız İngilizcesi yok. Tencerelerin kapaklarını açtırarak biraz pilav, kuru fasülye, ıspanak ve kapuska sipariş ediyorum. Ama gel gör ki burada ekmek namına bir şey yok. Ekmek niyetine yedikleri mısır unundan yapılma cıvık bir hamur olan Ugali istiyorum yemeğin yanında. Pek ahım şahım bir yemek olmuyor ama karnım doydu en azından. Üzerine bir de çay söylüyorum. Ama pek de tahmin ettiğim gibi çıkmıyor. Sütlü ve zencefilli. Son derece ağır ve boğaz yakan bir tadı var. Yapacak bir şey yok. Ne demişler, misafir umduğunu değil bulduğunu yermiş…

Artık yatma zamanı. Ertesi gün uzun bir yol beni bekliyor. Üstelik sınır geçişi de yapacağımdan, PCR testimin ve transit vizemin süresinin dolmaması için akşam mutlaka Namanga’ya varmış olmam gerek. Yani yol boyunca aksiliklerle uğraşmak için pek vaktim olmayacak. Biraz da bunun stresiyle olsa gerek yatakta bir süre sağa sola döndükten sonra uykuya dalmam epey bir zaman alıyor…



1.GÜN / Nairobi - Namanga / 175km yol, 1.050mt irtifa

Sabah beş gibi uyanıp hemen dışarıya kulak kesiliyorum. Neyse ki yağmur sesi gelmiyor. Kapıyı açıp dışarıya bakıyorum, hava bayağı soğuk ve kapalı.

Moralimi bozmamaya özen gösterip hazırlanmaya başlıyorum. Kazakistan yolculuğumdan beri böyle hazırlanmamıştım. Özlemişim. Artık o kadar kanıksamışım ki bir robot edasıyla hem Hürbalık’ı hem de kendimi hazırlayıp saat 06:15’te ilk pedala basıyorum.

Sabahın erken saatleri olmasına rağmen felaket bir trafik var. Güneş hafiften göz kırpıyor. Sanki hava güzel olacak gibi. Yalnız Nairobi düşündüğümden daha büyükmüş. Sağlı sollu uzanan sanayi bölgesinin ve yol kenarında koşturarak işe gitmekte olan kadınlı erkekli kalabalığın arasından geçip şehirden çıkmam epey vaktimi alıyor. Ne komik, bu yol aslında çiti olmayan Nairobi Ulusal Parkı’nın etrafından dolanan yol ve gelmeden önce; “Acaba bu yolda hayvanlar beni taciz eder mi?" diye endişeleniyordum. Oysa ki beni tek taciz eden her zaman olduğu gibi yine modern hayatın reklamlara hiç yansımayan o çirkin yüzü oluyor. Canım sıkılıyor, “Keşke hayvanlar taciz etseydi” diye düşünmeden edemiyorum.


DÖN GERİ…

Tam şehirin bezdiren aurasından kurtuldum diye seviniyorum ki hava bozmaya başlıyor. Az önce hafif hafif göz kırpan güneş kayboluyor. Derken önce hava kararmaya, ardından da kararan bulutlar iyice alçalmaya başlıyor. İlk yağmur damlalarını hissetmemle, bir an önce bu havadan kurtulmak için telaşla pedallara asılmam bir oluyor.

Hafif rampalarla bezeli bir yolda bir inip bir çıkarak elimden geldiğince hızla yol alıyorum. Ama hava iyileşmek yerinde giderek daha da kötüleşiyor. Epey bir gittikten sonra hava durumunu kontrol etmek için durduğumda başımdan kaynar sular dökülüyor. O telaşla Güney yolu sapağını kaçırıp Batı’ya Mombasa’ya doğru devam etmişim. Şimdi on kilometre geri dönmem gerekiyor. On geliş on da dönüş, durduk yerde yirmi kilometre kaybettim. Üstelik böylesine vakit darlığım olan bir günde.

“Neyse, her işte bir hayır vardır” diye kendimi teselli edip geri dönüyorum. “Hem belki Güney yolunda hava daha iyidir” diye düşününce keyfim biraz daha yerine geliyor. Ve düşündüğüm gibi de çıkıyor. Hava süper olmasa da en azından bulutlar yüksekte ve yağmur yok.

Sağlı sollu uzanan irili ufaklı fabrika ve atölyelerin arasında uzunca bir süre yol alıyorum. Afrika pek de belgesellerdeki gibi görünmüyor. Ama şimdi adamların günahı yok, endüstri bölgelerini çeksen kim seyredecek ki? İnsanlara sıkıntılarını unutturacak sansasyonel görüntü lazım. O yüzden avını parçalayan Aslan veya çiftleşen Zebra görüntüleri daha revaçta. Yani şu çirkin fabrikaları çekip izletsen, insanlara kendi ömür törpüsü mesailerini hatırlatmaktan başka ne işe yarayacak ki?


ÇİŞ YAPACAK YER YOK…

Saat ona doğru bir benzincide mola veriyorum. Şansıma küçük bir market de var. Girişteki masada oturan gençten çocuk yine genç bir kızla çene çalıyor. Kızın kucağında pirinç, un vs gibi şeyler var. Dükkana dalıp kek, çikolata, meyve gibi yakıt yerine geçecek şeyler arıyorum ama hiç biri yok. Onun yerine dükkan daha çok yağ, tuz, deterjan gibi temel malzemelerle dolu. Bir de bir kaç kalitesiz bisküvi, şeker tarzı şeyler. İhtiyacım olan şeyleri bulamayınca bir kola alıp dışarı çıkıyorum. Yolda yine ikmal sıkıntısı yaşayacağım gibi görünüyor. Hayal kırıklığı içerisinde çantamdan önceki gün Nairobi’deki süpermarketten aldığım kekleri çıkarıp kola ile yerken sağa sola göz gezdiriyorum. Etraf benzincideki dizel kamyonlardan gelen rölanti gürültüsü dışında pek sakin. Hatta sıkıcı…

Benzincide fazla oyalanmadan tekrar yola koyuluyorum. Zaten yanlış yola girip yeterince yol kaybettim. O yüzden dalga geçmeden elimden geldiğince hızlı yol almaya çalışıyorum. Bir süre sonra çişim geliyor. Ama gel gör ki ne bir tuvalet var ne de etraftaki atölyelerin arasında arkasına saklanabileceğim bir ağaç. Her kim “Afrika ıssız” diye düşünüyorsa bence çok yanılıyor. Çiş yapacak bir kuytu bile yok…


AFRİKALI KADINLAR…

Bir iki saat daha gittikten sonra artık etraf ıssızlaşmaya başlıyor. Artık sadece her yirmi kilometrede bir küçük bir köyün içinden geçiyorum. Bazılarında derme çatma bir iki tane dükkan oluyor. Ya iki metrekare ya da üç. İçleri pek görünmediği için ne sattıkları da pek anlaşılmıyor.

Bu köylerden büyükçe bir tanesi olan Kajiado’da yan yana sıralanmış bu dükkanlardan birisinin önünde duruyorum. İçerisi karanlık. Gözlerimi alıştırıp ne var ne yok diye bakmaya çalışırken. İçerinin karanlığından iki tane beyaz göz ve bir sıra beyaz diş bana doğru yaklaşmaya başlıyor.

Bakkal kadının adı Lecho. Yirmili yaşlarında. Güzel ama narin değil. Son derece kendinden emin ve güçlü görünüyor. Zaten Afrikalı kadınlarda dikkatimi çeken ilk şey bu oldu. Çok güzeller ama öyle çıtkırıldım bir güzellik değil bu. Nasıl diyeyim, satmaya çalıştıkları bir şey değil güzellikleri. Her yerde en az erkekler kadar çalıştıkları için olsa gerek, pozlara havalara girmiyorlar.

İçecek bir şey alıp keklerin kalanını yerken biraz sohbet ediyoruz. O sırada yan dükkandan başka bir kadın gelip gizli gizli Lecho’ya kaş göz ediyor. Utanıp ne yapacağımı şaşırıyorum ki beni kurtarmak istercesine ortaya çıkan yaşlı bir adam gelip kendisini tanıtıyor. Adı Stanley. Son derece kibar. Yavaş yavaş ve yumuşak bir tonla konuşup bana köyü anlatıyor, nereden gelip nereye gittiğimi vs soruyor.

Sohbet güzel ama artık gitmem gerek. Kibarca izin isteyip hem Stanley ile hem de Lecho ile birer selfie çektikten sonra tekrar yola çıkıyorum. Artık modern hayattan pek bir eser yok. Savana’nın içlerine doğru uzanan ince bir yol ve etrafında Afrika’ya has yassı tepeli tek tük ağaçlar. İçim ferahlamaya, mutluluğum artmaya başlıyor.


KASAP KARDEŞLER…

Bu yolculukların en güzel yanlarından birisi; etrafta hiç bir şey olmadan bisiklet sürdüğüm, pedalları çevirirken kendimden geçip, bağrından çıktığım güzelim doğanın içerisinde rüya alemlerine daldığım, gerçekle hayalin birbirine karıştığı bu anlar işte.

Modern hayatı arkada bırakmak harika bir şey. Üstelik İstanbul’dakinin aksine bu ıssız yolda Monza pistinde yarışan F1 pilotları gibi giyinmiş, düz yolda gitmekten başka bir işe yaramayan havalı aero bisikletleriyle sağımdan solumdan beni geçmeye çalışan başka bisikletçiler de yok.

Huşu içinde geçen bu bir kaç saatlik sürüş sırasında sadece meşhur kırmızı örtülerine sarınmış sürülerini otlatan Masaai’ler ile karşılaşıyorum. Hiç konuşmadan içten bir şekilde selamlaşıyoruz. Ama çok garip, bir şeyler konuşup anlaştığımıza yemin edebilirim.

Bir de ara sıra palto giymiş insanlar görüyorum yolun kenarında araç bekleyen. Hava o kadar soğuk değil belki ama sonuçta kış mevsimindeyiz. Kalın giyinmiş kara derili insanların görüntüsü o kadar garibime gidiyor ki. Televizyondaki yarı çıplak halleriyle kafamıza kazındıklarından olsa gerek bu hallerini bir türlü anlamlandıramıyorum zihnimde. Tıpkı yolculuk boyunca gördüğümde şaşırıp anlamlandıramayacağım diğer pek çok şey gibi. Afrika’nın hiç de bize anlatıldığı gibi bir yer olmadığının ilk emareleri bunlar.

İyice acıkınca Bisil’de yemek molası veriyorum. Burası da Kajiado gibi büyükçe bir köy. Ama sanki daha çok dükkan var. Tabi henüz dışarıdan bakarak hangisinin ne dükkanı olduğunu ayırt edecek durumda değilim. Zaten ne bir tabela var ne de açıklayıcı yazılar. Cam da yok ki bu dükkanlarda gidip içeriye göz gezdirebilesiniz.

Dükkanların önünden yavaşça geçerken bir tanesinin üzerinde yazan silik “Butcher” yazısını ve önünde dikilmekte olan beyaz önlüklü iki genci görünce duruyorum. Buraların ‘Nyama Choma’sının çok meşhur olduğunu okumuştum. Bu bölgedeki temel ekonomik faaliyet hayvancılık. Nyama kırmızı et demek. Choma ise mangal.

Kasap kardeşlerin isimleri Sam ve David. İçimden; “Neden herkesin İngiliz isimleri var?” diye geçiriyorum. Aslında merak ettiğim şey; neden sömürgecilik biteli çok zaman geçmiş olmasına rağmen bu geleneği bırakmamış oldukları.

İkisi de çok neşeliler. Beni alıp küçük dükkanın arka bahçesindeki ızgaraya götürüyorlar. Izgaranın ateş olmayan bir köşesinde daha önceden pişirilmiş kaburga parçaları var. Önce fiyatını söyleyip onayımı aldıktan sonra benden bir tanesini seçmemi istiyorlar. Onlar seçtiğim parçayı ateşin üzerinde ısıtırken bende küçük dükkandaki iki masadan birisine oturuyorum.

Az sonra Sam ısınmış kaburga parçası ve büyük bir et tahtası ile geliyor, önümde eti kemiğinden sıyırıp küçük parçalara kesiyor. “Ekmek yok mu?” Diye sorunca bir süre aval aval birbirlerine bakıp anlamadığım bir dilde bir şeyler konuşuyorlar ve David dışarı fırlayıp gözden kayboluyor.

Ben etlere tuz dökene kadar David elinde bir paket tost ekmeği ile dönüp fiyatını söylüyor. Şaşırtıcı ama et ile aynı fiyat. Yalnız ekmek yemeyi o kadar özlemişim ki pazarlık dahi etmiyorum.

Bu andan sonrası ise tam bir şölen. Et pek güzel görünmese de tadı inanılmaz. Nedir bu diye soruyorum; “Keçi” diyorlar. Tamamen doğal yetiştiğinden olsa gerek acayip lezzetli. Yanında biraz tuz ve taze beyaz ekmekle o kadar iyi gidiyor ki.

Göbeğim şişene kadar yedikten sonra dükkanın önündeki iki basamaklı merdivene oturup güneşlenmeye başlıyorum. Bir yandan da sohbet ediyoruz. İngilizceleri Nairobi’dekiler kadar iyi değil ama anlaşıyoruz bir şekilde. Bu sırada yan dükkandan başka bir genç geliyor. İsmi Alex. Bu da rus isimli, hadi bakalım…

Ve Alex yine o meşhur soruyu soruyor; “Neden böyle bir şey yapıyorsun?”. Hadi bakalım, bir iki cümle ile anlat yüzlerce sayfa yazıp yine de tam olarak anlatamadığını düşündüğün şeyleri…

Üçkağıt yapıp; “Peki sen ne yapıyorsun?” diye soruyorum. Çalışıyorum diyor… “peki sen de benim gibi yapmak istemez miydin?” diye sorunca şöyle bir düşünüp; “Evet isterdim ama zor.” diye cevaplıyor. Ben de yine klasik bir şekilde aslında zor olmadığını, hayatımızın seçimlerden oluştuğunu, ve o seçimlerin pek çoğunu aslında gerçekten ihtiyacımız omayan şeylere sahip olmak için, hiç de düşünmeden, toplum baskısıyla, alışkanlıklarla vs yaptığımızı anlatmaya çalışıyorum dilim döndüğünce. Ciddi ciddi dinliyor ve biraz aklı kesmeye başlayınca bu sefer daha spesifik sorular sormaya başlıyor Alex. Anlıyorum ki kafasında bir umut uyandı, belki bir gün kendisininde böyle bir şey yapabileceğini düşünüyor. O genç ve tutkulu gözlerinin sanki daha da bir parlamaya başladığını görünce o kadar mutlu oluyorum ki anlatamam…


BİR GARİP SINIR KASABASI…

Savanada yine huşu içinde geçen bir kaç saatlik bir sürüşün ardından akşam beşte sınır kasabası Namanga’ya varıyorum. Etraf kamyonlarla dolu. Bir de irili ufaklı pek çok cafe. Bir aksilik çıkmasın diye sınırı geçmeden önce biraz bilgi almak için cafelerden birisinde duruyorum.

Daha Hürbalık’tan inmeden gözleri dört dönen bir genç yanıma yaklaşıp saymaya başlıyor; “PCR testi; Sarı humma aşı kartı, Vize? Hepsini halledebilirim.” deyip göz kırpınca rahatlıyorum. Demek ki burada her sorunu çözmek mümkün. Yirmili yaşlardaki çocuğun adı Lethema. Gümrükçüymüş. İş çıkışında da ek para kazanmak için gerekli belgeleri ayarlıyor. Nereye gidersen git dünya her yerde aynı, insan da her yerde insan işte…

“Sağol her şeyim var.” deyince bu sefer; “Reflektörlü Yeleğin yoksa Tanzanya’ya giremezsin!” deyip bana yelek satmaya çalışıyor. Gerçekten çok uyanık bir tipi var. “Sağol, şansımı denerim.” deyince bu sefer de; “Tanzanya'ya girsen bile yolda çok ceza yersin.” diyerek gözümü korkutmaya çalışıyor.

Sınırda pek problem olmayacakmış gibi hissedince Lethema’ya bir kola ısmarlayıp işi bağlıyorum. Gerçekten de biraz bürokrasiyle uğraşsam da sınırda sorun çıkmıyor. Hatta polis memuru çocuklar Hürbalık’ın başına toplanıp orasını burasını inceledikten sonra bana mihmandarlık yapıp işlerimi kolayca halletmemi sağlıyorlar.

Aslında burası daha önce geçtiğim sınırlara hiç benzemiyor. Kasabanın yarısı Kenya yarısı da Tanzanya ve arada herhangi bir çit, dikenli tel vs de yok. Sadece kasabanın ortasında sınır ofisi var. Burada evraklarınızı onaylatıp herhangi bir kontrole maruz kalmadan diğer tarafa geçiyorsunuz. Eğer öbür tarafta evraklarınız eksik yakalanırsanız sınır dışı ediyorlar, hepsi o…


SAHTEKAR OTEL…

Tanzanya tarafına geçince ilk iş, Kenya’ya girişte aldığım simcard artık çalışmadığı için bir telefoncu arıyorum. Biraz dolaşınca bir Vodacom acentesi buluyorum ama kapalı. Buyur buradan yak. Simcardımı değiştiremezsem internetim olmadığı için önceden ayarladığım otelin yerini bulmam da imkansız…

Tam bunları düşünürken dükkanın içerisinde dolaşan bir kız görüyorum. El kol işareti yapınca gelip kapıyı açıyor. Derdimi anlatıyorum. Bir dakika diyerek kapıyı tekrar kapatıp içeride telefonundan birisiyle bir şeyler konuşuyor.

Gelip yeniden kapıyı açarak beni içeriye alıyor, beklememi söylüyor. Kısa bir süre sonra gelen dükkanın sahibi işimi halletmeye çalışıyor. Ama bir türlü beceremiyor. İngilizcesi de olmadığı için kız aramızda tercümanlık yapmak zorunda kalıyor.

Kızın adı Jojo. On yedi on sekiz yaşlarında. Biraz mesafeli ama yardımcı olmak için elinden geleni yapıyor. Yine de bütün uğraşmalarımıza rağmen hattım bir türlü açılmıyor. Artık hava da kararınca Jojo’dan benim için oteli aramasını rica ediyorum.

Jojo oteli arayıp uzunca bir süre konuşuyor. Kapattıktan sonra bana dönerek; “Sanırım burası otel değil, evlerinin birkaç odasını kiralamak için internete koymuşlar. Ayrıca Kenya tarafında ve geri dönmen gerekiyor.” deyince şok oluyorum, çünkü haritadan yerini kontrol edip Tanzanya tarafında olduğuna emin olunca rezervasyon yapmıştım.

Bu arada hattım açılıyor. Kara kara ne yapacağımı düşünürken Jojo bir ‘Boda Boda’ yani motorsiklet taksi çağırıp onu takip ederek oteli bulabileceğimi söylüyor. Otelin parasını ödemedim ama rezervasyonu o meşhur internet sitesi üzerinden yaptığım için sebepsiz yere gitmezsem muhtemelen kredi kartımdan tahsil edecekler. En azından gidip Kenya tarafında olduğu için kalamayacağımı söylemem gerek.

Jojo’nun teklifini çaresiz kabul ediyorum ama gelen motorsikletli çocuk bu adresi bulamayacağını söylüyor. Jojo oteli tekrar arayıp tarif almasına rağmen çocuk gitmeyi reddedince genç kız şaşkın bakışlarım arasında; “O zaman ben de geliyorum.” deyip motorsikletin arkasına atlıyor. Onlar önde biz arkada tekrar Kenya’ya dönüp yaklaşık beş kilometre kadar gidiyoruz.

İnanılmaz ama zar zor bulduğumuz yer köy evinden bozma ne tabelası ne de doğru düzgün girişi olan bir yer. Üstelik kapıyı da kimse açmıyor. Yani sahtekarlığın bu kadarı…


GENÇLİK İŞTE…

Daha fazla dayanamayıp; “Jojo Tanzanya tarafında bana yatacak bir yer bulabilir misin?” diye soruyorum. Kafasıyla onaylayınca; “Hadi dönelim o zaman.” diyorum ve karanlıkta tekrar Tanzanya tarafına dönüyoruz.

Kız beni yan yana pek çok kapısı olan bir binaya götürüyor. Odalar fena değil. Ama tabi ki sıcak su yok. Yine de kendimi şanslı hissediyorum.

Jojo’ya teşekkür ediyorum ama bu beni kesmiyor, kendimi mahçup hissediyorum. Kızcağız benim için çok uğraştı. O olmasa ne yapacaktım hiç bilmiyorum. Tekrar teşekkür edip, “Bana son derece kibar davrandın, izin ver sana içecek bir şeyler ısmarlayayım, hem de biraz sohbet ederiz, bende ne hikayeler var inanamazsın, bırak sana borcumu en azından böyle ödeyeyim” deyince; “Olur tabi” diyor.

“İyi o zaman ben leş gibiyim, bir duş alıp hemen geliyorum” diyorum, o da; “O zaman ben de üzerimi değişip geleyim.” diyor. O ooooo… Halbuki üzeri de gayet iyiydi. Şaşırıyorum ama bozuntuya vermemeye çalışıyorum. Yanlış bir şey anlamamıştır umarım. Belki de buralarda adet böyledir, bilemiyorum…

Duş alıp dışarı çıkınca telefonuma bakıyorum, Jojo’dan cevapsız bir arama var. Arayıp soruyorum; “Yanlışlıkla olmuş” diyor. Otelde beklediğimi söylüyorum. “Tamam” diyor ama bir süre sonra bir mesaj gönderiyor; “Benim biraz işim çıktı. Hem senin de erken kalkman lazım” diye…

Ne diyeyim, gençleri anlamak bazen gerçekten zor… Tekrar teşekkür edip bir gün borcumu ödeme şansım olursa çok memnun olacağımı yazıyorum.


İBRİK VE LEĞEN: HİJYEN ŞART…

Kaldığım yerin az ilerisinde ufak bir dükkan görür gibi olunca açlığım aklıma geliyor. Bu harala gürele arasında saatlerdir hiç bir şey yemediğimi fark edince dükkana doğru yürümeye başlıyorum. Gökyüzü kapalı olduğu için etraf oldukça karanlık.

Dükkanın önünde minik bir camekan, ve içerisinde de bir iki tabak patates kızartması görünce seviniyorum. Üstelik camekanın üzerinde bir kaç yumurta da var.

Karanlığın içinden yine gençten bir kız çıkıp ne istediğimi soruyor. İngilizce bilmediği için vücut diliyle anlatıyorum; “Bana patatesli yumurta yapabilir misin?” diye. Kafa sallayıp yerdeki piknik tüpünün üzerinde yemeğimi hazırlamaya başlarken ben de dükkanın önündeki küçük masaya oturuyorum. Bir süre sonra elinde bir ibrik ve leğenle gelip yanımda durunca anlamayıp mal mal bakıyorum. Bir kaç saniye bekledikten sonra başını arkaya atıp minik bir kahkaha atıyor ve leğenle ibriği masanın üzerine bırakıp elleriyle yıkama işareti yapıyor gülmeye devam ederek.

Jetonum düşünce döktüğü suyla ellerimi yıkayıp teşekkür ediyorum. Ardından yemeğimi getiriyor ama tabi ki ekmek yok. Olsun, yine de ziyafet gibi geliyor açlıktan birbirine yapışmış mideme.

Sabah için hazırlık da yapamadım ama neyse ki erken kalkıyorlar diye düşünüp odama yollanıyorum. Epey maceralı bir gün oldu ama sınırı geçmeyi başarmanın ve dolu bir mideyle uzanmanın verdiği rehavet sebebiyle uykuya dalmak hiç de zor olmuyor.



2.GÜN / Namanga - Maji Chai / 135km yol, 1.050mt irtifa

Altıya doğru uyanıyorum. Hazırlanıp çıkmam saat altı kırk beşi buluyor. Yeni bir gün, yeni bir heyecan. İlk günü atlattığım için mutluyum. Genelde en zorlu geçen günler ilk günler oluyorlar çünkü.

Kasabayı kolaçan edince açık bir ‘Duka’ buluyorum. Duka dükkan demek. Buradaki dükkanlarda bizdeki bakkal, manav, nalbur, tuhafiye, vs gibi net ayırımlar olmayıp aynı anda pek çok şey sattıkları için genel olarak Duka adını kullanıyorlar. Nasıl olup da, o iki metrekarelik dükkanlarda her şeyi bulundurabildiklerine hala akıl erdiremiyorum.


SELAMINALEYKÜM…

Dükkandaki genç çocuğun adı Zakim. Çok olgun bir hali var. Daha çok Sahra altı Afrikalılara değil de beyaz Araplara benziyor. Muhtemelen müslüman. Şansımı denemeye karar verip “Selamınaleyküm” deyince yüzü gülüyor ve “Aleykümselam” diyerek cevaplıyor. Tam tahmin ettiğim gibi…

Çikolata, sporcu içeceği vs soracağım ama görünen köy kılavuz istemiyor. Onun yerine strateji değiştirip ne yaptığımı anlatıyor ve bu aradıklarımı nereden bulabileceğimi soruyorum. Gözleri parlayıp; “Bir dakika bekle kardeşim, hemen geliyorum.” diyerek kayboluyor. Az sonra döndüğündeyse elinde bir paket dilimli beyaz ekmek ile bir torba da sade kek var. Hazine bulmuş gibi seviniyorum ve soruyorum; “Bunları nereden bulabilirim?” diye. “Bunlar Kenya’dan geliyor. Yol boyunca bulabilir misin bilmiyorum” deyince biraz hayal kırıklığına uğruyorum tabi haliyle. Ama ne olursa olsun, bugünü kurtardık gibi görünüyor. Erzağı kola ve su ile destekleyip yola düşüyorum. Artık yarın ola, hayrola…

Yolun kalitesi Tanzanya’da da değişmedi, hala oldukça iyi ama artık etraf iyiden iyiye ıssızlaştı. Otuz kırk kilometre boyunca hiç bir yerleşim yeri ile karşılaşmadan sürüyorum. Hava da fena değil. Kapalı ama ne sıcak ne de soğuk, aslında bisiklet sürmek için en uygun hava.


KÜÇÜK PRENS VE KÖPEĞİ…

Keyifle sürerken sol yanımda kurumuş bir dere yatağı beliriyor ve yolun kenarında benimle birlikte gitmeye başlıyor. Sade kumdan oluşuyor ve kumunun harika bir rengi var. Bazan bir iki metreye kadar daralıyor ama kimi yerlerde otuz kırk metre genişliklere ulaşıyor. İnanılmaz ama sanki canlı gibi. Bir süre bu güzellikle birlikte akarcasına yol alıyorum. Karnım da acıkmaya başlayınca oyuncu dere yatağının çağrısına artık daha fazla dayanamayıp mola veriyorum.

Durduğum yerde dere yatağı oldukça geniş ve ortasında bir ada var. Yoldan aşağıya yatağın içine inip Hürbalık’ı park ediyor ve labirent misali yatakta yürümeye başlıyorum. Sanki fantastik bir filmin içinde gibiyim. Ne bir ses var ne de bir kıpırtı. Etraf sanki bana kendisini sunan yeni gelin bir genç kız gibi pür dikkat kesilmiş. Ve ben onu daha fazla bekletmeyip içimden, ta kalbimden gülümseyiveriyorum neredeyse gözlerim yaşararak.

Azığımı çıkarıp bugüne kadar yaptığım en güzel kahvaltılarımdan birisini ediyorum dünyanın bu en güzel restoranında. Ve işte mutluyum yine. Üstelik zorla elde edilen, kazanılan, o yüzden de bir süre sonra kendiliğinden yok olup giden bir mutluluk değil bu. Aksine, ihtiraslarından vaz geçip kendini bıraktığında gelen, üzerindeki yüklerden kurtulduğunda kendiliğinden ortaya çıkıveren, şakacı ve iyi kalpli hayatın sarıp sarmalayan ve sen istemedikçe seni hiç bırakmayan huzur dolu mutluluğu bu…

Derken sanki bu mutluluğuma ortak olmak istermiş gibi küçük bir oğlan çocuğu ile yine kendisi gibi minik bir köpek yavrusu beliriveriyor. Etraf o kadar ıssız ki, nereden çıktıklarını düşünmeden edemiyorum. Küçük Prens ile Gül’ünü hatırlatıyorlar bana istemeden. Elimle selamlıyorum, o da beni selamlıyor. Yanıma gelip öylece bana bakıyor. Konuşmak istiyor belli ama nedense pek cesaret edemiyor. Sonra gücünü toplayıp bir şeyler söylüyor ama tabi ki anlamıyorum. Baktım konuşarak olacak gibi değil ben de kola ve kek uzatıyorum. Alıp yanıma oturuyor ve bir süre sadece gülümseyerek anlaşıyoruz. Dışarıdan bakan birisi anlamayabilir ama biz o anda yan yana huzur içinde keklerimizi yiyip gülümserken birbirimize söylemek istediğimiz her şeyi anlıyoruz aslında . O kadar muhteşem bir duygu ki…

Ben kalkmak için davranıyorum o da köpeğini alıp az ilerideki minik su birikintisine gidiyor. Dostunu su içmeye getirmiş anlaşılan. Yola çıkmadan önce son bir kez arkamı dönüyorum. Sağ ellerimizi kaldırıp vedalaşıyoruz.


KAMERA BENİ YUTAR MI?…

Karnım da doydu ruhum da. Sürüş gerçekten keyif olmaya başlıyor o yüzden. Dere yatağı bir süre sonra soluma doğru uzaklaşıp gözden kaybolurken hüzünleniyorum. Ama olsun, ne kadar güzel olsalar da bir şeyleri arkanda bırakmayı beceremezsen asla yeni şeylere yol alamıyorsun. Ve başta da söylediğim gibi hayatımız aslında bir yolculuk ve yol almayı bıraktığımız anda, ne kadar güvenli olsa da, çekilmez derecede heyecansız, cansız ve renksiz olmaya başlıyor…

Savana’da keyifli bir sürüşün ardından Longido’da durup bir şeyler içiyorum. Sonra tekrar ıssızlığın içinde uzun bir sürüş. Sadece ara sıra gördüğüm yarı çıplak Masaailer bozuyor bu ıssızlığı. Selam verince alıyorlar ama fotoğraf çektirmek istemiyorlar. Neden acaba? Merak edip bir süre onların kafasına sahip olmayı hayal ediyorum. Kim bilir ne düşünüyorlar? Batı Sahra’da ve Kazakistan’da da fotoğraf çektirmek istemeyen insanlarla karşılaşmıştım. Sormaya cesaret edebileceğim kadar yakınlaştığımızda çoğunluğu; “Fotoğrafımı kötüye kullanmayacağını nereden bileyim?” veya “Güzel çıkmıyorum.” derken kimisi “Dinen caiz değil”, kimisi de “Ruhumun kameraya kaçmasından korkuyorum” demişti. Şimdi düşününce aptalca geliyor ama bu kafayla düşündüğüm için olsa gerek. Oysa ki onların kafasıyla bir süre yaşayıp bunları anlayabilmek ne kadar zenginleştirici olurdu. Ama maalesef kitle üretimi/tüketimi üzerine oluşmuş modern hayatın farklı bakış açılarına hiç mi hiç tahammülü yok. Varsa yoksa Televizyonun, Youtube’un, Hoca’ların, Reklamların dedikleri…


TEZAHÜRATIN BÖYLESİ…

Yol aldıkça Meru Dağı da görünmeye başlıyor. Dağın arka tarafı Arusha. Darüsselam’a kadar görüp göreceğim en büyük şehir. Ve Arusha’ya varmadan önce epey bir tırmanmam gerekiyor. Genelde Afrika’yı alçak ve sıcak biliriz ama şu anda gittiğim yol bizim Doğu Anadolu ile aynı rakımda. O yüzden bazan üşüyor bazan da pişiyorum.

Dağa tırmanmadan hemen önce Oldonyo adlı kasabadan geçerken çok hoşuma giden bir şey oluyor. Bayağı ilerimde yol kenarında on on beş tane yedi sekiz yaşında kız çocuğu, üzerlerinde okul üniforması tek sıra halinde bana doğru yürüyorlar. Okuldan eve dönüyor olmalılar. En önde gideni uzaktan beni görüp diğerlerini durduruyor. Hızlıca bir şeyler konuştuktan sonra bana doğru dönüp ellerini çırparak bir hep birlikte tempolu bir şarkı söylemeye başlıyorlar. Giderek yükselen şarkı ben yanlarından geçerken kreşendo yapıyor. Dönüp el sallıyorum onlar da gülerek bana el sallıyorlar. O kadar neşeli, dinamik ve heyecanlılar ki. İster istemez bana da bulaşıyor, daha da bir sıkı pedallamaya başlıyorum. Tam da tırmanıştan önce öyle iyi geliyor ki…

Yaklaşık altı yüz metre irtifa yapmam gerekiyor ve sanki güneş de bunu bekliyormuş gibi hafif hafif yakmaya başladı. Tırmanmaya başlamadan önce son bir mola veriyorum. Giderek dikleşen yolda, manzara da giderek güzelleştiği için şaşkınlığım yorgunluğumu gölgeliyor. Pek de farkına varmadan zirveye vardığımda iyice dilim tutuluyor; şu anda Afrika’da değil de İsviçre’de olduğuma yemin edebilirim…

Yeşilin her tonu, etrafta yeni kesilip traşlanmış ve istiflenmiş kütükler, dik çatılı kulübeler… Bir tek insanların rengi zihnimdeki kalıplara uymuyor. Ağzım açık öylece seyrediyorum. Hani söyleseler inanmazdım…


ÇIPLAK ADAM…

Tırmanırken yakıcı güneşin marifetiyle terden sırılsıklam olmuştum. Ama zirvedeki soğuk ıslak giysilerimle birleşince dişlerim takırdamaya başlıyor. Hemen üzerimi değiştirmek için kuytu bir yer aramaya başlıyorum. Bu arada söylemem lazım, her ne kadar Afrika’lılar zihnimize yarı çıplak insanlar olarak kazınmış olsa da aslında çıplaklık konusunda en azından bizim kadar hassaslar.

Üstümü değiştirmekle kalmayıp montumu da giyiyorum çünkü tırmandığım kadar bir iniş beni bekliyor ve hasta olmak istemiyorum. Böylesine sıkı toleranslarla gerçekleştirmeye çalıştığım bu yolculuklarda hastalık demek ‘Game Over’ demek. Hem o büyülü yolculuğunu yapamazsın, hem binmediğin zaman bisikletini ve eşyalarını taşımak oldukça zahmetlidir, hem de uçağını kaçırma riskiyle stres olursun, vs, vs, bir sürü sıkıntı işte…

Yalnız sıkıca giyindiğinde, hele de manzara bu kadar muhteşemse iniş gerçekten de harika oluyor. Neredeyse hiç bitmesin istiyorsun. Ama maalesef bitiyor…


AŞÇI SÜLEYMAN…

Ve yukarıdaki o muhteşem manzaradan sonra Arusha tam bir ceza oluyor. Kalabalık, trafik, gürültü, patırtı, koşuşturma… Şaka bir yana gerçekten yumruk yemiş gibi oluyorum. Üstelik yolculuk boyunca geçeceğim en büyük şehir burası ve biraz tedarik yapmak için iyi bir fırsat. Ama gel gör ki bunun için şehir merkezine girmem gerek ve o anda bunu gerçekten hiç ama hiç istemiyorum. Tabi ki her zaman her istediğimiz olmuyor. İstemeyerek de olsa merkeze kırıyorum. Kırıyorum ama şöyle aradığım şeyleri alabileceğim süpermarket gibi bir şey bulmak neredeyse imkansız. Google’dan bakmayı deniyorum. O da beni yanlış yerlere götürünce iyice sıyırıp vaz geçiyorum.

Akşam kalmak için Maji Chai’de bir kulübe ayarlamıştım. Sahibi Nelson ile de uzun uzun yazışmıştık. “Artık ona sorar, alışveriş yapacak bir yer bulurum” diye kanıma girip tekrar yola koyulmaya karar veriyorum. Veriyorum ama acayip de acıktım. Bir şeyler yiyip gitsem daha iyi olacak.

Ara tara yine şöyle kafama göre bir yer bulamıyorum. Zaten hiç tabela kültürü yok. Bir de anladığım kadarıyla dışarıda yeme kültürü de pek gelişmiş değil. Sanırım zaten sınırlı sayıda olan lokantalar sadece bilenlerin bulabileceği yerlerde. Öyle sağa sola baka baka dolaşırken bir hastanenin yanından geçiyorum. Hıncahınç kalabalık. “Bu kadar çok insanın olduğu bir yerde mutlaka yiyecek bir şeyler de olmalı” diyerek gözümü dört açıyorum. Ve tahmin ettiğim gibi hastanenin hemen bitişiğinde bahçesinde iki üç tane masası ve bir ızgarası olan küçük bir yer buluyorum.

Keyfim yerine gelince yüzüm gülüyor. Şakalaşmaya başlayınca aşçı Süleyman da beni mutfağına sokup tencerelerin kapaklarını birer birer açarak eserlerini gösteriyor. Şiş kebap, ıspanak, pilav ve ugali söylüyorum. Etler pişerken Süleyman ile epey bir sohbet ediyoruz.


NELSON’UN KRALLIĞI…

Karnım doydu, keyfim de yerinde. Arusha’dan ayrılmak hiç de zor gelmiyor. Artık çok bir yolum kalmadı ama yol çok dar ve trafik çok yoğun. Hem emniyet şeridi yok denecek kadar dar hem de gelip geçen kamyonların haddi hesabı yok. O ıssız yollardan sonra gerçekten de hiç çekilmiyor.

Başka şeylere konsantre olmaya çalışıp sürüyorum. Ve akşam saat beş gibi Maji Chai tabelasının yanında durup Nelson’u arıyorum. “Evde değilim. Ama Aisling adında Hollandalı bir bayan evde, o sana yardım edecek” diyor. Biraz bekleyince Aisling arayıp evi tarif etmeye çalışıyor. Yalnız buralarda adres bulma işinin ne kadar zor olduğunu size anlatmam lazım. Şehirlerarası yollar fena değil ama onun dışında neredeyse hiç asfalt yok. Ve daha da kötüsü cadde veya sokakların adları da yok. Yani bir adresi bulmanın tek yolu o civardaki bilmem kimin evi, bilmem ne okulu veya bilmem ne dükkanı gibi referans noktalarını biliyor olmanız. Aksi takdirde aradığınız yeri bulmanız imkansız. İşte ben de Aisling’le telefonda yaptığım bir iki konuşmanın ardından iki üç kere kayboluyorum. Sonunda pes edip tekrar anayola çıkarak tabelası en büyük dükkanın önünden Nelson’u arıyorum. Sonunda birisini gönderip beni aldırıyor ve normalde tarifle bile asla bulamayacağım ormanın içindeki minik krallığına varıyorum.

Minik krallığı diyorum çünkü gerçekten öyle. Yüksek duvarlarla çevrilmiş bahçesinin içinde sanki kendisinin şefi olduğu bir Masaai köyü var. Arusha aslında son derece turistik bir yer. Safari turları için gelenler ülkeye genelde Arusha havalimanından giriş yapıp çeşitli araçlarla civardaki ulusal park bölgelerini ziyaret ediyorlar. Nelson da turizm sektöründe çalışıyor ve potansiyelin farkında olduğu için arazisini otantik bir konaklama tesisine çevirmeye karar vermiş. Kardeşi ile birlikte uğraşıp çok güzel hem Afrika’ya has hem de Masaai köylerindeki tarzda kulübeler yapmışlar. Üstelik toprağın bir kısmını da ekolojik tarım alanına çevirmişler.

Bu minik krallığa girdiğim anda bütün yorgunluğum uçup gidiyor. Hollandalı Aisling’le tanışıyorum. Çok güleç ve huzurlu bir hali var. Tatil için gelmiş ama arkadaşları dönmesine rağmen o kalıp Nelson’a yardım etmeyi seçmiş. Çok kafa birisi. Ailenin bir parçası gibi takılıyor. Hiç farkına varmadan kendiliğinden akıp giden bir sohbete düşüyoruz. Ardından bana kulübemi gösteriyor. Yüksek hasır tavanlı ve tamamen doğal odunlardan yapılmış, gerçekten de masallardaki gibi bir yer. Bayılıyorum…


BİSİKLET SAFARİ İPTAL…

Derken küçük komşu Ryan gelip Hürbalık’ın yanına çömeliyor. Altı yedi yaşlarında. Gözlerini alamadan pedalları çevirip hayranlıkla sesini dinliyor. Dayanamayıp seleye oturtturuyorum. İleri geri biraz gidip geliyoruz, dünyalar onun oluyor. Eminim büyüyünce bir bisiklet alıp yollara düşecek…

O sırada Nelson’da işyerinden dönüyor. İri yarı ama son derece temiz yüzlü. Hem yardımsever hem de son derece kibar. Sanki kırk yıllık dostmuşuz gibi sohbet ediyoruz. Akşam yemeğinde ne istediğimi soruyor. Ben de özel bir şey istemediğimi, onlar ne yiyorsa onu yemek istediğimi söyleyince hoşuna gidiyor.

Zaten gittiğiniz yerdeki insanlar ne yiyorlarsa onu yiyip, nerede yatıyorlarsa orada yatmayınca gerçekten oraya gittiğinizi fark edemiyorsunuz ki. Turistik yerler dünyanın neresine giderseniz gidin hep aynı. Hatta artık şehir merkezleri bile aynı olmaya başladı. Hepsinde Starbucks’lar, Mc’Donalds’lar, H&M’ler… Gözü kapalı gitseniz, nerde olduğunuzu çıkaramayacaksınız…

Nelson karısıyla konuştuktan sonra geri gelip göz kırparak; “Tamam ayarladım” diyor. Ben de yemek hazır olana kadar Hürbalık’ı elden geçirip, kulübenin önünde gerekli bakımlarını yapıyorum. O sırada Rajabu geliyor. Kendisi bisikletli rehber. Gelmeden önce Nelson’dan bana Arusha Milli Parkı’nda günlük bisiklet turu ayarlamasını rica edince o da Rajabu’yu bulmuştu benim için. Rajabu merakla Hürbalık’ı incelerken, bir yandan da yolculuğum hakkında epey bir sohbet ediyoruz.

Yalnız günlük turdan vazgeçtim ve bunu usturuplu bir şekilde söylemem lazım. Vazgeçmemin iki büyük sebebi var. Birincisi hava tahminlerinde sağanak yağmur görünmesi. Yanımda dişli lastik getirmiştim ama tamamı şose olan yollarda çamur deryasında yapacağım bir sürüş, hem sakatlık hem de arıza potansiyeli bakımından yolculuğun kalanı için büyük risk oluşturuyor. Ayrıca yolculuk planlamasını yaparken bu kadar çok yağmurla karşılacağım pek görünmüyordu. O yüzden varış tarihimi kaçırmamak için bu geziyi iptal ederek bir gün kazanmak ayrıca mantıklı geliyor.

Ama vazgeçmemin asıl büyük sebebi diğeri. Gelmeden önce milli parkta serbestçe dolaşan hayvanların arasında yapacağım bir gezinin hayalini kurmuştum. Ama Nairobi’ye indiğimden beri duyduklarım ve gördüklerimden sonra anlıyorum ki o aradığım cennet biraz hayal. Buradaki milli parklar hayvanların özgürce yaşadıkları yerlerden çok, turistik amaçlı olarak pazarlanmak üzere tutuldukları kapatılmış özel bölgeler. Sadece giriş için ödenen para yüz Amerikan doları civarında. Ayrıca yanınıza alacağınız korucu için para ödüyorsunuz. Üstüne sizi gezdirecek araçlar, kalacağınız yer, vs, vs… “Turizm bacasız sanayidir!” diye özlü sözümüz vardır ya hani; buraları da tam bir sanayi bölgesi aslında. Ve ben hayvanat bahçelerini çocukken de sevmezdim şimdi de sevmiyorum, kapalı olanını da sevmezdim, açık olanını da sevebileceğimi pek sanmıyorum. O yüzden bu bisiklet safari artık hiç ilgimi çekmiyor.

Tabi ki bu ikinci nedeni söylemeyip hava durumu ve sakatlık üzerine odaklanarak Rajabu’dan beni affetmesini rica ediyorum. Üzülse de bana hak veriyor. Sosyal medyada birbirimizi ekleyip vedalaşıyoruz.


SİHİRLİ SÖZCÜK: “MAMA NTİLİE"

Hürbalık’ın bakımını bitirip oturduğum sırada tekrar Nelson geliyor. Bu sefer elinde iki parça şeker kamışı var. Bana nasıl yeneceğini gösterirken ben de ona yolculuğum boyunca hiç tatlı görmediğimden vs bahsediyorum. Gerçekten de Afrika’ya geldiğimden beri kendiliğinden karşıma çıkan ilk tatlı şey bu şeker kamışları herhalde.

Kamışların kabuğunu soyup çiğnemeye başlıyoruz. Öyle karşılıklı oturup kamışları çiğneyerek sohbet ederken kendimi otuz yıl yaşlanmış gibi hissediyorum. Sanki kahvede oturmuş yaşlı Nelson’la nargile çekiyoruz. Çok hoş…

Hazır yakalamışken Nelson’a erzak temini işini soruyorum. Özellikle ihtiyacım olan şeyler; çikolata, ekmek, dilimli kaşar peyniri ve salam. Çünkü yemek bulamadığım zamanlarda kaşarlı salamlı sandviçler gerçekten hayat kurtarıcı oluyor. Hem hazırlaması kolay, hem de taşıması.

Elli kilometre ilerideki Moshi’de süpermarket bulabileceğimi söylüyor. Bir de lokantaları nasıl bulup ne yiyebileceğimi sorduğumda bana yolculuğun en büyük tüyosunu veriyor. İki kelimelik bir tüyo; “Mama Ntilie”. Tam çevirisi ‘Annemin Tabağıma Koyduğu Şey”. Bizdeki ‘Ev Yemeği’ne karşılık geliyor. Bu iki kelimeyi kime sorsam beni doğru yere yönlendireceklerini söylüyor. Süper…

Bunun üzerine bir de karısının yaptığı gerçekten de nefis ‘Mama Ntilie’leri götürünce artık benden iyisi yok. Yemeğin üstüne zencefilli çayımızı da içtikten sonra Nelson bana etrafı gezdirip planlarını anlatıyor. Bir kaç yeni kulübe, belki bir yüzme havuzu…

Kulübeye döndüğümüzde kardeşi Jacob gelip sohbetimize katılıyor. O da aşçıymış. Her şeyi birlikte yapıyorlar. Bittiğinde Jacob da tesisin şefi olacakmış haliyle… Sabah güzel bir kahvaltı hazırlamaya söz verince keyfim tavan yapıyor.

Mutlu mutlu masal kulübeme geçip güzel ve huzurlu bir uykuya dalıyorum.



3.GÜN / Maji Chai - Same / 160km yol, 1.000mt irtifa

Uyandığımda kendimi gerçekten de bir masalın içinde gibi hissediyorum. Umarım böyle bir yerde uyanmak bir gün herkese kısmet olur. Dar bir açıyla hızla alçalan hasır çatı insanın üzerinde gerçekten de fantastik bir etki yaratıyor. Hani neredeyse kalkıp yüzümü boyadıktan sonra mızrağımı kapıp yarı çıplak avlanmaya gideceğim, o kadar yani…

Sağolsunlar, Nelson ile Jacob da uyanmışlar benim için. Gerçekten de çok kibar insanlar. Jacob aşçılık hünerlerini konuşturup bir de güzel omlet pişirmiş bana; domatesli ve biberli. Yalnız o kadar büyük ki! Tamamını yersem bırakın bisiklet sürmeyi, saatlerce yerimden kalkmam imkansız. Neşeyle sohbet ederken yarısını mideme indirip, kalanını da Akim’den aldığım dilimli beyaz ekmeklerin arasına koyup iki tane sandviç yapıyorum. Bugün de aç kalmayacağız, süper…

Hafiften parıldayan sabah güneşinin altında sohbet öyle tatlı ki yola çıkmam saat yediyi buluyor. Nelson ve Jacob ile vedalaşıp yola çıkacağım sırada bir de bakıyorum ki beni geçirmeye birisi daha gelmiş. Arka tekerimin yanında avucumdan daha büyük bir salyangoz duruyor. Bu kadar büyüğünü ilk defa görüyorum. Öyle güzel ki… Sağolsun, yavaş yavaş ama kararlı ilerleyişi yol motivasyonumu yerine getiriyor. Ama diğer yandan bir de kötü haberi var aslında; eğer salyangozlar ortaya çıkmışsa yağmur yağacak demektir. Son bir hamle ile ana çantadan yağmurluğumu çıkarıp sırt çantama koyuyorum, salyangozcuğuma uyarısı için teşekkür ederken.


YAĞMUR…

Ve yine yoldayız. Dar asfalta çıkmamla birlikte tekrar o berbat trafiğin içine düşüyorum. Hem yolun kenarında gidecek yer yok, hem de yanımdan sürekli kamyonlar geçiyor. Bu da yetmezmiş gibi sürekli inip inip tırmanıyorum. Gerçekten tüketici bir parkur.

Sineye çekip sürüyorum. Yolun iki tarafı da muz ağaçlarıyla kaplı. O kadar sıklar ki arkalarındaki hiç bir şey görünmüyor. Sanki yeşil bir labirentin içinde gider gibiyiz. Sağa sola manzaraya bakıp vakit geçirme şansı da yok yani.

Tuzu biberi eksik kalır mı hiç, yirminci kilometreden sonra bir de sağanak yağmur bastırıyor ki evlere şenlik. Daha yağmurluğumu giyemeden sırılsıklam oluyorum, hem yağan yağmurdan hem de yanımdan hızla geçen kamyonların üzerime fışkırttığı çamurlu spreyden.
Zar zor bir on kilometre daha gidiyorum. Baktım olacak gibi değil büyük bir ağacın altına çekip mola veriyorum. Yani hedeflerimi tutturmam için yol almam lazım ama Nelson’un söylediği gibi belki de bu sağanaklar o kadar uzun sürmüyordur. “Biraz bekleyip görmekte fayda var” diye düşünüyorum.

Bu stresli sürüş karnımı da bayağı acıktırmış. Fırsattan istifade omletli sandviçlerimden birisini ve önceki günden kalan bir keki götürüyorum üzerime çamur sıçratmaya devam eden kamyonları izlerken. İnsan bir kere çamura bulandı mı artık o kadar canı sıkılmıyor tekrar tekrar ıslanmaktan. Hem karnım doyuyor, hem de temizlik standartlarım dibi boyladığı için keyfim yerine geliyor.


YÜZ ELLİ MİLYON YAŞINDA ROL MODELİ…

Bir de bakıyorum ki ağacın arkasında devasa bir termit yuvası var ve yüksekliği neredeyse boyum kadar. Boylarımıza oranlarsak insan yapımı en büyük gökdelenden kat be kat büyük. Etrafında bir tur atıp inceliyorum. Bileğim çapında bir sürü delik var üzerinde. Havalandırma için olmalı… Oldum olası hayranlık ve saygı duyarım karınca, arı ve termit gibi sosyal böceklere. Bizimki gibi bireysel değil de sosyal bir evrim stratejisi çizmişler kendilerine. Hepsi birbiri için daha doğrusu koloninin selameti için yaşıyorlar. Ve o evrim hattı o kadar başarılı ki yüz elli milyon yıldır neredeyse hiç değişmeden devam ediyor. Dünya üzerindeki en büyük canlı nüfusu da bu gruba ait. Evrimsel açıdan en başarılı grup yani. Primatların sadece elli milyon, Homo Sapiens’in ise sadece iki buçuk milyon yıldır dünya üzerinde olduğunu, üstelik böyle akılsız bir şekilde devam ederse daha ne kadar yaşayacağının da meçhul olduğunu düşündüğümüzde bu sosyal böceklerin bize beş bastıkları kesin. Bence bu durum, her şeyi berbat eden o uslanmaz bencilliğimizden ve kibirimizden vazgeçip biraz daha sosyal olmamız için çok güzel bir gösterge. Anlayana tabi ki…

Ben termit yuvasının etrafında dolanıp bunları düşünürken gerçekten de yağmur kesiliyor. Yerler ıslak ama yağmurlu sürüşe göre çok daha iyi. Bir kaç kilometre gidince yol kenarındaki tezgahlarında domates satan kadınlarla karşılaşıyorum. Muzungu (Beyaz Adam) gördükleri için gözleri parlıyor sanki. Günlerdir taze sebze yememiş olmamı ve domatese olan zaafımı kullanıp beni bir güzel kazıklıyorlar. Şu turizm bölgesinden bir an önce çıksam çok iyi olacak.


DEFİNE…

Sonunda öğlene doğru Moshi’ye varıyorum. Arusha’dan biraz daha küçük gibi ama, trafik, gürültü patırtı ve kargaşa konusunda geri kalır yanı yok. Nelson’un adını yazdığı süpermarketi aramaya başlıyorum. Ama buralarda adres bulmak gerçekten imkansız. En iyisi birilerine sormak. Tam o sırada başka bir süpermarket görüp şansımı denemeye karar veriyorum. Hürbalık’ı vitrin demirlerine kilitleyip dükkana giriyorum. Nairobi’den sonra ilk defa bu kadar çok ürünle karşılaşınca alışveriş iştahım kabarıyor. Rafları ve dolapları didik didik edince önce çikolata sonra da dilimli peynir buluyorum. Oleeeeey, çikolata neyse de, peynir gerçekten büyük olay… Fakat ne kadar arasam da salam veya benzeri bir şey yok. Aramalarıma devam ederken rafların arasındaki minik bir kapı açılıyor. Otoriter suratlı bir kadınla yüz yüze geliyoruz. “Buranın müdiresi galiba” diye düşünüp şansımı deniyorum.

“Salam mı? Şuralarda bir yerde olacaktı galiba.” deyince içimden bir oley daha çekiyorum. Ama ne kadar arasa da bir türlü bulamıyor. Sonunda dükkanın en dibindeki nuh nebiden kalma bir deep freeze’i epey bir kucaladıktan sonra donmuş bir paket bulup çıkarıyor. Gülerek; “Buralarda pek satılmıyor da” diyor. İçimden; “Ya, bir de bana sor” diyorum hiç bir şeye benzemeyen paketi incelerken. Üzerindeki karları silince gerçekten de bir paket dilimlenmiş salam çıkıyor ortaya. "Başka var mı?” diye soruyorum, salamların son kullanma tarihini kontrol ederken. Kadın gövdesinin üst kısmını tekrar edep freeze’e daldırıp bir süre karıştırdıktan sonra doğruluyor. Dolapta başka salam yok ama, çok şükür elimdekinin son kullanma tarihinin geçmesine hala zaman var.


HİPERAKTİF REGANİ…

Çikolata, peynir, salam ve bir paket dilimlenmiş beyaz ekmeğe küçük bir servet ödeyip Hürbalık’ın yanına dönüyorum. Çok para ödediğim için canım sıkkın ama aç kalmayacağım için yine de mutluyum. Aldıklarımı sırt çantama yerleştirip telefonumu kontrol ederken şarjının azaldığını fark ediyorum. Telefonu Powerbank’e takıyorum ama hiç bir şey olmuyor. Çıkarıp tekrar takıyorum, kurcalıyorum, kapatıp açıyorum ama nafile. Bir bu eksikti…

Tam o sırada yanımda gençten, gözleri parlayan ve yerinde duramayan bir çocuk belirip yarım yamalak İngilizcesi’yle bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Dilenci falan sanıp ilgilenmiyorum. Ama o kadar heyecanlı ki. Başımdan savmaya çalışıyorum, bir türlü gitmiyor. Sonunda “Ben de bisikletçiyim” diyor. İnanmıyorum. Bana bacağındaki yaraları gösteriyor, gerçekten de aynakol izleri bunlar. "Adın ne?" diye soruyorum. Sevinçle; “Regani” diyor.

“Peki Regani” diyorum elimdeki powerbanki gösterip; “Bana bundan bulabilir misin?”

“Don’t worry boss” diyerek beni ve Hürbalık’ı yedeğine alıp peşi sıra sürüklemeye başlıyor heyecanlı heyecanlı konuşmasına bir saniye bile ara vermeden. Yol boyunca epey sohbet ediyoruz. Bir yandan yaptığı yağlıboya resimleri satıyor bir yandan da turistlerle dağ bisikleti turları yapıyormuş. Resimlerini gösterip; “Bir tane almaz mısın?” diye soruyor. “Taşıyacak yerim yok” ama reddetmemin asıl sebebi onu çok sevmiş olmam ve aramıza para vs gibi şeylerin girmesini istememem.


“OK BOSS”…

Sonunda bizim Eminönü’ndekine benzer dar sokaklardan oluşan bir çarşıya varıyoruz. Her yer minik elektronikçi dükkanlarıyla dolu. Yalnız kaşar ve salam gibi elektronik eşyalar da çok pahalı. Bir, iki derken sonunda üçüncü dükkanda uygun fiyatlı bir şey bulup alıyoruz. Bu arada Regani neredeyse herkesi tanıyor ve her girdiğimiz dükkanda arkadaşı olduğumu söyleyip hava atıyor. Müthiş biri, hayatımda bu kadar enerjik insan az görmüşümdür. Bildiğin hiperaktif…

“Regani” diyorum, “Benim bir de para bozdurmam lazım”.

“Okey boss, no problem.” Deyip yine peşi sıra bizi sürüklemeye başlıyor.

Önce bir döviz bürosuna, sonra da bir bankaya gidiyoruz. İkisi de kapalı. Oysa ki günlerden Perşembe. Sonra aniden hatırlamış gibi; “Tabi ya, bugün Bağımsızlık Günü.” diyor. İşte bu kötü oldu. Ertesi gün Cuma, sonrası da hafta sonu. Ve eğer açık banka veya döviz bürosu bulamazsam işim iş. “Gerçi üzerimde amerikan doları ve kredi kartı var, en kötüsü kullanırım” diye düşünüp çok da aldırış etmeden çılgın Regani ile vedalaşıp tekrar yola koyulmaya hazırlanıyorum.

Yola çıkmadan önce iletişim bilgilerimi alıyor ve bana temasta kalacağımıza dair söz verdiriyor. Kıramayıp; “Tamam” diyorum.


MUHTEŞEM ÜÇLÜ: RAMPA, GÜNEŞ, RÜZGAR…

Moshi’den çıkıp batıya doğru ilerlerken çok kuvvetli bir kafa rüzgarı ile karşılaşıyorum. Üstelik iniş çıkışlar da devam ediyor. Güneş de yükselip sıcaklık otuz beş derecenin üzerine çıkınca mizansen tamamlanıyor, sabahki sağanak yağmurlu eziyetin bir başka versiyonunu tecrübe etmeye başlıyorum.

“Neyse ki kırk kilometre sonra güneye dönceğim. Rüzgar en azından kafadan değil de yandan gelir.” diye kendimi teselli ediyorum ama bu sefer de azalan rüzgarın yerini altmış beş kilometre süreceğini bilmediğim rampalı yol alıyor. Toplamda değişen bir şey yok yani. Bir tek yol boyunca karşılaştığım kırmızı yapraklı ağaçlar biraz keyfimi yerine getiriyor. Bugüne kadar hiç böyle ağaçlar görmemiştim. O kadar güzeller ki…

Sıcağın altında iyice pişmeye başlıyorum. Bacaklarım ve kollarım şimdiden kapkara oldu. O kadar kısa sürede oldu ki şaşkınlık içindeyim. Ultraviyole ışınların Ekvator hattındaki eğimi yüzünden olduğunu söylemişlerdi. İyi ki sabah yağmur vs demeyip güneş kremi sürmüşüm…


GİZEMLİ GUEST HOUSE…

Öğlen iki gibi zar zor Mwana’ya varıyorum. Sıcaktan adım atacak halim yok. Önünde küçük bir taş ocak olan bir ‘Duka’ya yaklaşıp içeride karanlıkta hayal meyal görünen kadına; “Mama Ntilie?” diye soruyorum. Belli belirsiz kafasını sallayınca içimden; “İşte bu!” deyip Nelson’un kulaklarını çınlatıyorum; “teşekkürler Nelson, gerçekten de işe yarıyor”…

Kadın yanındaki masayı gösteriyor. Oturmayı deniyorum ama içerisi o kadar sıcak ki dayanamayıp masayı dışarı çıkartıyorum. Ardından kadın yerde duran tencereleri açıp ‘Mama Ntilie’lerini gösteriyor. Ispanak, pilav ve domates sipariş edip masama oturuyorum.

Mama Ntilie bizim tabldot tepsilerine benzer bir tepside geliyor. Ama bu tepsi yuvarlak. Bir tanesi yarısını kaplayan dört tane gözü var. Bu büyük göze genelde ekmek yerine geçen pirinç pilavı koyuluyor. Diğer gözlere ise seçtiğiniz sebze yemeği ile pilavınızı çeşnilendirmek için kıvamlı ‘Yama’ yani et, veya ‘Kuku’ yani tavuk suyu.

Gölgede bile sıcaktan pişmeme rağmen iştahla gömüyorum Mama Ntilie’mi. Yanına bir de fanta, benden iyisi yok. Bugün büyük bir gün, hem dışarıda yemeyi çözdük, hem de sandviç işini…

Akşam Same’de kalmayı planladım. Yola çıkmadan önce akşam için önceden ayarladığım misafir evine ulaşmaya çalışıyorum ama mümkün değil. İçimde Namanga’da olanlar yeniden başıma gelecekmiş gibi bir his peyda olunca Nelson’a yazıp benim için otel ile konuşmasını rica ediyorum. O da başaramayınca bir düşüncedir alıyor beni. Bu yolculuklarda en kolay şey bisikleti sürmek galiba…


ANANAS TARLALARI…

Güneşin gitmeye hiç niyeti yok gibi. O yüzden daha fazla beklemeyip saat üç gibi tekrar yola çıkıyorum. Yol iki derecelik hafif bir eğime sahip ama, o eğim altmış beş kilometre sürünce, üstelik bir de yanında kafa rüzgarı tepende de kızgın güneş olunca gerçekten de bir türlü bitmiyor.

Saatlerce uğraşıp duruyorum. Neyse ki sağımda solumda uçsuz bucaksız ananas tarlaları güzellikleri ile beni biraz oyalıyorlar. O sırada karşı şeritte benimle aynı yönde giden ve bisikleti ile odun taşıyan bir çocuk görüyorum. Biz de bisiklete bindiğimizi sanıyoruz. Burada o kadar farklı kullanımlarına şahit oluyorum ki bisikletlerin Hollanda’lılar bile halt etmiş. Selam veriyorum. Hınzırca gülüp benimle yarışmaya başlıyor. Buyur buradan yak. Bir beşyüz metre gidiyoruz tapa gaz, sonunda bırakıyor. Ne yapsın hem yükü ağır hem de bisikleti neredeyse hurda. Yine de el sallıyor arkamdan bana gülümseyerek. Ben de aynen iade ediyorum…

Yolun yarısından sonra rüzgar daha bir şiddetleniyor. Dişimi sıkıp dayanıyorum. Tam yol bitti derken Same’ye on kilometre kala bu sefer sağanak yağmur başlıyor. Kenara çekip tekrar misafir evine ulaşmaya çalışıyorum ama mümkün değil.


YARIM AMERİKAN DOLARI…

Yağmur ile köşe kapmaca oynaya oynaya, bir durup bir giderek sonunda hava kararırken Same’ye varıyorum. Güneşin gitmesiyle birlikte hava acayip soğudu. Yağmurdan da ıslandığım için çabucak bir yer bulup girmem lazım. Bu koşullarda bir de misafir evini aramakla uğraşamayacağım. O yüzden yol üzerinde ilk gördüğüm yer olan Kambeni Guest House’a giriveriyorum.

Çok ucuz ama sıcak su yok, tuvalet dışarıda ve oda buz gibi. Neyse hiç yoktan iyidir. Ne kadar ucuz olsa da burada da diğer kaldığım her yerdeki gibi yatağın dört yanında direkler ve direkleri saran bir cibinlik var. Sanırım sıtma yüzünden bu bir gereklilik. Ama benim başka bir işime yarıyor. Hemen soyunup ıslanmış olan her şeyimi bir güzel bu direklere asıyorum. Ama gel gör ki bu seferde yemek yemeye çıkarken giyecek bir şeyim kalmıyor. O yüzden biraz beklemeye karar veriyorum.

Bekliyorum ama nafile. Giysilerim tam anlamıyla kurumuyor. Yarı ıslak da olsa giyip girişteki çocuğun yanına gidiyorum. İsmi Adu ve İngilizce bilmiyor. Ama sihirli kelimeyi, yani ‘Mama Ntilie’yi söyleyince kafasını sallayıp beni takip et babında bir işaret yapıyor.

Yağmurun altında Adu önde ben arkada yürüyoruz. Her yer çamur deryası. Ama Adu alışkın olmalı çıplak ayaklarındaki parmak arası terliklerle yürürken hiç de rahatsızlık duyarmış gibi bir hali yok. Sonunda asfaltın üzerinde, üç beş otobüsün durduğu bir yerde iki masalı küçük bir dükkana varıyoruz. Adu ikimize de yemek söylüyor. Sormadığından anlıyorum ki seçenek yok, ne varsa onu yiyeceğiz. Bu sefer Mama Ntilie tepsisinde pilav ve kuru fasulye geliyor. Neyse buna da şükür. Fiyatı ise mükemmel, neredeyse yarım Amerikan dolarından bile az.

Biz yemek yerken yağmur öyle bir yağıyor ki, sanki göğün dibi delinmiş. Sabaha kadar böyle devam ederse işim iş… Yine çamur deryasında bata çıka odaya dönüyoruz. Azıcık kurumuş olan giysilerim yine sırılsıklam oldular.

Bir yandan ıslak giysilerimi asıyor, bir yandan da sabaha kadar kurumaları ve yağmurun kesilmesi için dua ediyorum. Saat daha dokuz ama ne dışarı çıkabiliyorum, ne de odada oyalanacak bir şey var.

Uyumaya çalışmaktan başka yapacak bir şey yok…

Stacks Image 5080


4.GÜN / Same - Korogwe / 160km yol, 600mt irtifa

Saat beşte telefonun alarmıyla uyanıyorum. Dünkü sürüş bedenimi bayağı bir hırpalamış. Hem kas ağrılarım var, hem de güneş yanıklarım acıyor.

Neyse ki yağmur dinmiş. Yerler hala ıslak ama gökyüzü açık. Aklımı bedenimden uzaklaştırmaya çalışarak hazırlanmaya başlıyorum. Yola çıkmam ise saat altı yirmiyi buluyor.

Same’nin dış mahallerinden çıkarken ıhlamur ağaçlarının altından geçiyorum. O esnada yol kenarındaki bir kulübenin önünde yanmakta olan odunların kokusu, ıhlamur ağaçlarından gelen koku ile birbirine karışıp burnumdan giriyor ve beynimde müthiş bir senfoniye dönüşüyor.


NAZLI KLIMANJARO…

Evet, güne güzel bir başlangıç oldu bu. Üstelik eğim de tersine döndü. Çok hafif de olsa artık aşağıya doğru gidiyorum. Rüzgar da şimdilik pek ortalıkta yok. Her şey yolunda gibi. Böyle anlarda ister istemez ağzım kulaklarıma varıyor, pedallara asılıp uçsuz bucaksız görünen yolun üzerinde kayarcasına yol alıyorum.

Nadir de olsa tek tük kulübelerin önünden geçiyorum. Bunlardan birinde bir kadın elindeki tas ile yolun kenarında birikmiş yağmur suyunu topluyor. Gördüğüm diğer kadınlar gibi o da vakur görünüşlü. Buradaki kadınların gerçekten bir ağırlığı var.

Savana’da güzel güzel giderken sağ tarafımda meşhur Nice Arc dağları görünmeye başlıyor. Ama onlar da arkamda kalan Klimanjaro gibi zirvelerine doğru bulutların arkasında kayboluyorlar. Çok istiyordum Klimanjaro’yu canlı gözle görmeyi ama kısmet olmuyor. Zaten boşuna ‘En Nazlı Dağ’ demiyor fotoğrafçılar. Senede sadece bir kaç gün bulutların arasından çıkıp tamamını gösteriyor kendisini bekleyen meraklı gözlere.


KABUL TÖRENİ…

Öyle manzaraya dalmışken bir bağırtı beni uyandırıyor. Bir de bakıyorum ki yola paralel ilerleyen tren yolunun üzerinde bir erkek çocuğu hem bana bağırıyor, hem el sallıyor, hem de hızıma yetişebilmek için var gücüyle koşuyor. Hafifçe fren yapıp bir süre çocukla aynı hızda gidiyorum ben de ona el sallarken. İşte bunlar bu yolculukların en güzel anları. En iyi o çocuklar biliyorlar yetişkinlerin hayatının sıkıcılığını. Ve benim gibi isyankarları boğazları patlayana kadar bağırarak destekliyorlar o yüzden.

Savana dümdüz. Uzaklarda seyrek de olsa minik ve yassı tepeli ağaçlarla var. Yolun iki kenarında ise uçsuz bucaksız ananas tarlaları uzanıyor asker nizam. Sanırım o tarlalar kendi ekolojisini de oluşturmuş. Yolun üzeri, özellikle de benim gittiğim kenarı tırtıllarla ve çekirgelerle kaplı. Ezmemek için türlü türlü manevralar yapmam gerekiyor.

Sonunda manevralardan yorulup mola veriyorum. Ananasların arasında salamlı ve kaşarlı sandviçle kahvaltı mükemmel gidiyor.

Karnım doyunca sürüş daha da bir güzelleşiyor. Sonunda bir virajın ardından yokuş aşağı inmeye başlıyorum ve bir süre sonra karşıma muhteşem bir plato çıkıyor. Toprakta neredeyse her renk var. Hürbalık’ı yokuş aşağı salıp telefonumla video çekmeye başlıyorum. Tam o sırada yolun sol kenarından biri genç biri çocuk iki Masaai çıkıp gülerek bana el sallıyorlar. İşte şu anda tam anlamıyla Afrika’daymışım gibi hissediyorum. Bu kadim kıta artık beni kabul ediyor, ben de onu bütün hücrelerimde hissediyorum. Her yolculuğumda olduğu gibi bunun da bir doruk noktası var ve o an işte bu an. Bunu ta iliklerimde hissediyorum.


SICAK, ÇOK SICAK…

Yaklaşık bir saat bu mükemmel coğrafyada sürüş yaptıktan sonra Mkomazi’ye geliyorum ve buradan itibaren tabiat değişiyor ve artık tropik Afrika başlıyor. Başladığımdan beri çok fazla yol yapmamama rağmen ne kadar da farklı coğrafyalardan geçtim. Önce plato, sonra Arusha’nın İsviçre’yi aratmayan doğası, ardından Savana ve şimdi de tropikal topraklardayım. Afrika gerçekten de çok zengin.

Mkomazi de bir şeyler içerken Andrew ile tanışıyoruz. Yaşlı bir Afrikalı. Ama beyazları andıran saçları ve çok açık renkli gözleri var. Sanırım tabiat gibi tipler de değişmeye başlayacak. Zaten giysiler hafiften değişmeye başladı. Din de Hristiyanlıktan Müslümanlığa döndü. İngilizce bilenlerin sayısı ile birlikte fiyatlar da düşmeye başladı. Bir de en güzeli her şey, özellikle de sebze meyve bollaşmaya başladı…

Tekrar yola düşüp koca koca palmiye ağaçlarının arasında kıvrıla kıvrıla giden yolda sürmeye başlıyorum. Aynı gün içinde hem Savana’da hem de böyle tropik bir coğrafyada sürüş yapabilmek gerçekten eşsiz.

Öğlenle birlikte güneş yine acımasızlığını göstermeye başlıyor. Saat bir olduğunda artık sıcaklık kırk derecenin üzerine çıkmış durumda. Hem sıcaktan hem de açlıktan daha fazla gitmeyip Mombo’da yemek molası vermeye karar veriyorum.

Kasaba’nın girişi birbirine bitişik bir sürü kuzu çevirme dükkanı ile dolu. Bir kaç tane yolcu otobüsünün mola verdiği yolun kenarındaki ızgaralardan havaya bolca duman yükseliyor. Canım ne kadar çekse de bu kalabalığın içine girmek istemediğimden devam etmeye karar veriyorum. Ama tam kasabadan çıkarken yolun sol kenarında iki tane orta yaşlı kadının işlettiği yarı açık bir dükkan beni kendisine çekiveriyor. Az önceki kargaşadan bayağı uzak. Üstelik burada hiç müşteri de yok.

Başımla selamlayıp Hürbalık’ı park ettikten sonra ne yiyebileceğimi soruyorum. Şiş kebap ile patates kızartması var. Yanında da çoban salata, daha ne olsun. Kadınlar yemeği hazırlarken ben de ızgaranın iki üç metre arkasında, dükkanın kapalı kısmının açık kapısının sol yanında duran masaya oturuyorum. Çoraplarımı çıkarıp yere basınca hararetim biraz azalıyor.


AGNES; ÇÖLDE BİR VAHA…

Tam sırtımı dükkanın duvarına dayayıp gözlerimi kapatıyorum ki içeriden yüksek sesli, yumuşak ama insanı dans etmeye kışkırtan bir müzik sesi gelmeye başlıyor. Böyle bir yer için o kadar aykırı bir durum ki ister istemez şaşkınlıkla kapıya kilitleniyorum. Bir şey çıkacak ama hadi hayırlısı.

Ve gerçekten de çıkıyor. Hem de dans ederek. On sekiz, bilemedin on dokuz yaşlarında bir kız Agnes. Bütün vücudu ahenk içinde bir sağa bir sola öyle güzel sallanıyor ki, o yumuşak ama ayartıcı müziğin ritmine uyup bir yandan da şarkıya eşlik ederken.

Uçuk havası beni neşelendiriyor. Sanki bu dünyadan değilmiş gibi. Az önceki kalabalığın, gürültü patırtının ve gündelik hayatın tüm o ciddiyetinin üzerine çölde bir vaha gibi geliyor sanki.

Kapının yanında kaldığım için bir süre beni fark etmeden dansına devam ediyor bir yandan da şarkıyı söyleyerek. Beni fark ettiğinde ise hareketlerindeki tek değişiklik yüzündeki yumuşak gülümseme. Ben de ona gülümsüyorum istem dışı olarak. Hiç bozmadan devam ediyor dansına ve şarkısına. Bense az önce bitmiş haldeydim ama Agnes birden her yanımı yeniden enerjiyle dolduruyor, sanki dansı ve gülümsemesiyle bütün bataryalarımı şarj ediyor. Öylesine teklifsiz, korkusuz ve umursamaz bir hali var ki insanı gündelik hayatın o sıkıcı rutininden çekip alıveriyor bir anda.

Güzelce şarkısını söyleyip, bitene kadar dansını ettikten sonra yanıma gelip ne içeceğimi soruyor. Ben de elimde olmadan; “Sen başka bir şeysin” diyebiliyorum sadece gülümseyerek. O da gülümseyip; “Teşekkür ederim” diyor. Sonra sohbet etmeye başlıyoruz. Kadınlara yardım ediyormuş. Garson niyetine. Gerçekten bambaşka bir havası var. Cesareti ve umursamazlığı insanı bir anda sarıveriyor.

Bir de öylesine uçuk ama hafiften çapkın bakışları var ki. Tam da dikkatli olmazsan başını yakacak tiplerden. Neyse ki tam o sırada bir aile gelip kapının diğer yanındaki masaya oturuyor, Agnes da mecburen beni bırakıp yeni gelenlerle ilgilenmeye gidiyor.

İçeceğimle geri döndüğünde sohbete biraz daha devam ediyoruz. “Bana enerji verdin, teşekkür ederim” deyince çok hoşuna gidiyor. Hatta biraz kızarıyor gibime geliyor, o esmer derisinin ardından bunu anlamak ne kadar zor olsa da. Belki de benim hüsnü kuruntumdur diye düşünüyorum, ama hayır, gözleri öyle söylemiyor.

“Senin gibiler çok az. Kendine dikkat etmeli, bu halini korumalısın.” diyorum vedalaşırken. O da tatlı bir tebessümle; “Tamam” diyor.

“Az önceki şarkı neydi, dinledikçe seni ve yaşam dolu halini hatırlayayım” diyorum.

“Tamam” deyip telefonumda şarkıyı buluyor. Playlist’ime ekleyip yeniden yollara düşüyorum Agnes’e son bir el salladıktan sonra. Ve o gün kalan yol boyunca Afrika’nın yaşama sevinci dolu havasını son derece güzel yansıtan o şarkıyı dinliyorum hiç bıkmadan…


.IÇTIK GALİBA…

Akşam olmak üzere ama hava hala çok sıcak. Üstelik bir de kafa rüzgarı çıkıyor. Çok fazla gidemeden Chekelei’de bir mola veriyorum. Yeniden yola çıkıyorum ama yol bir türlü bitmiyor. Neredeyse bayılacağım. Tam belki güneş ya da rüzgar azalır derken Korogwe’ye on beş kilometre kala bu sefer bir de rampalar başlıyor.

Güneş kremim de bitti ve sağ kolum gerçekten çok fena durumda. On kilometre kala bir ‘Duka Dawa’ yani eczane görünce durup güneş kremi soruyorum; ama dükkandaki çocuk neden bahsettiğimi bile anlamıyor. Öyle ya adamların öyle bir şeye ihtiyacı yok ki…

Sonunda per perişan bir halde Korogwe’ye varıyorum. Dün Nelson’un yardımıyla bir otel ayarlamıştım. Otelde kimseyi bulamıyorum. Bir süre bekleyince orta yaşlı birisi gelip ne istediğimi soruyor. Rezervasyonum olduğunu söyleyince kara kaplı bir defter çıkarıp karıştırıyor. Ardından; “Kırk bin şiling” diyor.

“Üzerimde o kadar şiling yok, Amerikan doları kabul eder misiniz?”
“Hayır”
“Peki kredi kartı?”
“O da yok”
“Neden Amerikan doları kabul etmiyorsunuz?”
“Sahte mi değil mi anlayamıyorum da ondan”
“Peki burada döviz bürosu var mı?”
“Hayır banka var, ama onlar da bu saatte kapalıdır”
“O zaman burada kalamam” deyip şansımı deniyorum.
“Sen bilirsin” diye cevap veriyor hiç umursamadan.

Düşününce Cuma akşamı olduğunu fark ediyorum. Ve başımdan aşağı iyice kaynar sular dökülüyor. Hafta sonu bankalar da açık olmaz ki. Sıçtık…

“Kuyumcu vs yok mu buralarda, dolar bozabileceğim bir yer?”
“Bakın bayım, burası küçük bir yer ve hiç kimse dolarınızı bozmaz.”

Kara kara düşünmeye başladığımı görünce dayanamayıp;

“Bu gece kalın. Yarın sabah bisikletinizi rehin bırakıp bankaya gider, dolarınızı bozarsınız”
“Ama yarın Cumartesi”
“Olsun, bankalar yarım gün çalışıyor” deyince rahat bir nefes alıyorum. Yine dört ayak üzerine düştük…


MUZUNGU…

Odaya geçip duşumu aldıktan sonra kendimi Korogwe sokaklarına atıyorum. Daha doğrusu asfaltına. Çünkü kasabanın içinden geçen şehirlerarası yolun haricinde pek fazla sokak yok. Yürüye yürüye bir kilometre ilerideki kent merkezine varıyorum. Niyetim banka şubesine keşif yapıp sabah vakit kaybetmemek. Açılış saati olarak sekiz otuz yazıyor. Parayı bozup yola düşmem dokuzu bulur. Nereden baksan iki buçuk saat, yani elli kilometre kaybım var yarın. “İyi ki bisiklet safariyi iptal etmişim.” diye düşünüyorum.

Bankanın ardından eczane arıyorum. Ama sorduğum iki eczanede de güneş kremi yok. Pes edip yiyecek aramaya giderken futbol sahasındaki maçı izliyorum bir müddet kasabanın yerlileriyle birlikte .

Pazar gibi bir yerde Mama Ntilie buluyorum. Dükkandaki üç kadından hiç biri İngilizce bilmiyor. Çok fazla Muzungu yani beyaz adam görmüyor olsalar gerek benimle pek bir eğleniyorlar kendi aralarında.

Sonunda çat pat İngilizce bilen bir müşteri imdadıma yetişiyor; fasülye, pilav, ıspanak ve domates söylüyorum. Bir de kadınlardan birinin kızarttığı hamur parçaları var ki daha bakarken ağzımın suyu akmaya başlıyor.

Göbeğim şişince odama dönüyorum. Pembe cibinliğim de pek bir güzel…


5.GÜN / Korogwe - Mbwewe / 120km yol, 1.600mt irtifa

Saat sekizde bankanın kapısındayım. Vakit geçmek bilmiyor. Beklemek ve beklerken gidebileceğim o değerli kilometreleri düşünmek gerçekten de çok sinir bozucu. Bu para bozdurma işi en azından elli kilometreye mal olacak. O yüzden bugün yüz altmış kilometre ötedeki Msata yerine kırk kilometre daha az yol yapıp Mbwewe’ye varmaya çalışacağız. Neyse buna da şükür. Ya banka Cumartesi açık olmasaydı.

İyi ki erken gelmişim, bankanın kapısında kuyruk oluşmaya başlıyor. Ve bu arada Nairobi’den yola çıktığımdan beri Aisling haricindeki ilk Muzungu’yu yani beyaz adamı görüyorum. Sanki melez gibi ama rengi benimkinden. Gidip sohbet etmek isterdim ama şu anda hiç bir kuvvet bana kuyruğun ilk sırasındaki yerimi bıraktıramaz.

Sonunda vakit gelip kapı açılıyor. Ama bu sefer de gişedeki personeli beklemeye başlıyoruz. Sonunda saat sekiz kırk gibi dolarlarımı vezne camının altından uzatabiliyorum bir yandan da içimden dualar ederken. Ve tam o sırada yine çok komik bir şey oluyor; elektrikler gidiyor. Nassı yani!

Bir kaç dakika içerisinde jeneratör devreye giriyor, bilgisayarların açılması vs. Kafayı yemek üzereyim. Neyse, bir daha gitmesin de…


YEMYEŞİL EKONOMİ…

İşimi bitirip hemen asfalta çıkıyorum. Otel yaklaşık bir kilometre uzağımda. Hemen bir Bajaj’a yani üç tekerlekli taksiye atlıyorum. Yüz metre gitmiyoruz ki durup iki kişi daha alıyoruz oturduğum bence bir kişilik yere. Önce biraz burun kıvırıyorum ama düşününce, biraz mecburiyetlerinden de olsa yine de gezegenimizdeki en yeşil ekonomilerden birisine tanık olduğumun farkına varıyorum. Gerekli her şeyi satan iki metrekarelik dükkanlar, iki kişinin paylaşabildiği ‘Boda Boda’lar yani motorsiklet taksiler, inanılmaz bir geri dönüşüm kültürü vs, vs… Yolculuğuma başladığımdan beri hiç ihtiyaç fazlası bir şeyle karşılaşmıyorum. İsraf neredeyse sıfır.

Otele varıp şıkır şıkır şilinglerimi uzatıyorum gururla. Ardından da hiç vakit kaybetmeden yola çıkıyorum yeniden. Saat dokuz buçuk olmuş bile…


ÇOCUKLAR BAMBAŞKA…

Bir köyün içinden geçerken oynayan küçük çocuklar görüp fotoğraflarını çekmek için duruyorum. Önce el sallayıp bağıra çağıra beni selamlıyorlar. Ama çok komik, ne zaman telefonumla nişan alsam çil yavrusu gibi dağılıp, telefonumu indirince de yeniden ortaya çıkıyorlar. Bir çeşit saklambaç oynuyoruz sanki. Kahkahalar atarak koşturup duruyorlar bana nanik yaparak. Ama sonunda çantamdan bir şeyler çıkarıyormuş gibi numara yapıp hepsini birden dımdızlak yakalıyorum. Bu sefer de en baştaki iki eliyle yüzünü kapatıyor, diğerleri de onun arkasına ip gibi diziliyorlar başlarını önündekinin sırtına gömerek. Ve bu hayatım boyunca çektiğim en neşeli, sevgi dolu, güzel ve özel fotoğraflardan birisi oluyor.

Tekrar yola düşüp yaklaşık yirmi kilometre sonra kocaman bir ağacın altında mola veriyorum. Burada da etrafımı çocukların çevirmesi çok sürmüyor. Yapışık kıyafetlerim ve acayip kaskımla onlar için uzaylı gibi bir şeyim aslında. Ama o kadar sokulganlar ki, hiç de öyle yabancıymışım gibi davranmıyorlar. Ben salamlı kaşarlı kahvaltımı hazırlarken öyle beni seyrediyorlar kıkırdayarak. “İster misiniz?” Gibi bir hareket yapıyorum, içlerinden bir tanesi cesaretini toplayıp kolamdan bir yudum alıyor, karşılıklı gülüşüyoruz… Bu kıtada çocuklar gerçekten harika. Nasıl diyeyim gerçekten çocuk gibiler; sürekli koşturup gülüyorlar ve en önemlisi hep bir aradalar ve her zaman doğayla iç içeler. O yüzden olsa gerek görür görmez insana enerji ve neşe katıyor, yaşama sevinci aşılıyorlar.


BEN TÜRK’ÜM…

İstemeyerek de olsa vedalaşıp yeniden yola düşüyorum. Vakit öğlene doğru yaklaştıkça sıcak yine baş edilmez oluyor. Sağ kolum artık iyiden iyiye acımaya başladı. Neyse ki patlıcan moru rengi artık yavaş yavaş koyu bir kahverengiye dönüyor. Bu aslında iyiye işaret çünkü iyileştiğini gösteriyor.

Yol hiç fena değil ama iki gündür çok fena kasislerle uğraşmak zorunda kalıyorum. Küçük de olsa her yerleşim biriminin girişinde, ortasında ve çıkışında bu kasislerden yapmışlar. Üstelik bir tane değil, her seferinde yirmi santimetre aralıkla beşer tane. Yanlışlıkla hızlı girdiğim zaman elektrik çarpmış gibi oluyorum, hem benim hem de Hürbalık’ın her yeri zangır zangır titriyor. Ve işte yine görmeyip hızlı girdiğim bir tanesinde bağlantı yeri kırılan yol bilgisayarım havalarda uçup hiç de hoş olmayan bir sesle asfalta sert bir iniş yapıyor. Bir bu eksikti. Neyse ki kozmetik çizikler dışında sorunsuz çalışıyor. Biraz uğraşıp paket lastikleriyle yeniden yerine sabitliyorum. Artık yolculuğun sonuna kadar böyle idare etmemiz gerek.

Ellinci kilometrede Kabuku adlı kasabada mola veriyorum. Yine her zaman olduğu gibi yolun iki tarafı birbirine bitişik dukalarla dolu. Bir şeyler içmek için bir tanesine yanaşıyorum. Dükkanda genç bir kadın var. Ama yan dükkandaki gençler daha ilginç; önlerindeki televizyondan pür dikkat bir Türk dizisi izliyorlar. “Merhaba, ben Türk’üm” diyorum ama o kadar dalmışlar ki dönüp bakmıyorlar bile. Ben de dükkandaki kadınla biraz sohbet edip yeniden sürüşe geçiyorum.


ZEGE: BETON…

Öğlen yemeğine kadar sıra dışı bir şey olmuyor. Yoldaki bitki örtüsü çok güzel, etraf yemyeşil muz ve palmiye ağaçları ile kaplı. Yalnız eğim çok fena. Bir inip bir çıkıyoruz hiç durmadan. Bu aslında uzun rampalardan bile kötü sürekli tempoyu bozduğu için. Ve coğrafya gerçekten de tıpkı büzülmüş bir kumaş gibi, in çık in çık bitmiyor bir türlü.

Sonunda Kitumbu’ya varıp önünde küçük bir ocak olan tezgahın yanına çekiyorum. Artık öğrendim, bu aslında bir restoran. Açlık bu tip küçük işaretleri okumayı çok iyi öğretiyor…

Aşçı, garson ve aynı zamanda dükkan sahibim Ali. On yedi on sekiz var yok. “Ne var yiyecek?” diye soruyorum. “Zege” diyor tezgahın arkasındaki küçük camekanı, içindeki patates kızartmalarını ve üzerindeki yumurtaları işaret ederek. Zege dediği patatesli yumurta ve aslında kelime anlamı ‘Beton’. Buralarda oldukça popüler bir yemek.

“Yap bakalım, yalnız biraz da domates isterim” diyorum. Tamam deyip etrafına toplanmış şaşkın şakın bana bakan küçük çocuklardan bir tanesini bir yere gönderiyor. Ali yerdeki küçük taş ocakta Zege’yi pişirene kadar çocuk elinde bir domatesle geri dönüyor. Ağzımın suyu akmaya başladı bile…

Yemeğin üstüne sürmek yine her zamanki gibi zor. Ama güneş ve özellikle de bu in çıklar daha da beter hale getiriyor. Tam bir ceza. Sabahtan beri yüzden fazla tepe inip çıktım, hiç şüphem yok.


AFRİKALI CENTİLMEN…

Hava kararırken sonunda zar zor Mbwewe’ye varıyorum. Msata’da kalmayı planladığım için burayı hiç araştırmamıştım, umarım kalacak bir yer vardır. Yol kenarında oturmuş sohbet eden üç kişi var, yanaşıp selam veriyorum. Kalacak yer sorunca geldiğim yönü gösterip gösterip; ‘Buta Lodge’ diye bir yeri tarif ediyorlar. Geri dönüp oteli buluyorum ama maalesef kalacak yer yok. Otelin sahibi Humprey ise çok ilgimi çekiyor. Jilet gibi ütülü bir pantolon, Hushpuppies ayakkabılar ve Oxford aksanlı bir İngilizce. Afrikalı kılığında tam bir İngiliz beyefendisi. Bu kadar ücra bir yerde böyle birisiyle karşılaşınca gerçekten şaşırıyorum.

Humprey çok da kibar ve yardımsever. Bir iki telefon konuşması yaptıktan sonra beni bir kilometre gerideki “Kiluva Lodge”a gönderiyor. Dönüp bulmam beş dakikamı alıyor. Yüksek bir duvarla çevrili binanın demirden dış kapısı kapalı. Çalıp bekliyorum. Bir iki dakika sonra bir kilit sesi duyuyorum ve kapı açılıyor.


SICAK SU MU DEMİŞTİN…

Kapıyı açan yirmili yaşlardaki Abby beni odama götürüyor. Çok garip birisi. Hafif kaçık bir havası var. Benimle konuşurken bir yandan da sürekli bir şarkı mırıldanıyor. “Sıcak su var mı?” Diye sorunca hafiften bir kahkaha atıp “Var var” babında kafasını sallıyor.

Odaya girince hemen soyunup dökünüyorum. Sayısını unuttuğum tepeler gerçekten de çok yordu beni bugün. Hemen duşa giriyorum ama su buz gibi. O sırada kapı çalıyor. Üstüme bir şeyler alıp açıyorum. Abby’nin elinde bir kova diğer elinde de çamaşır makinesindan sökme bir ısıtıcı var. Birden jetonum düşüyor, “Sıcak su var mı?” diye sorduğumda neden gülerek “Var var” dediğini şimdi anlıyorum.

Kendime gelince yürüyerek Mbwewe’ye dönüyorum. Gökyüzü bulutlu olduğu için etraf zifiri karanlık, bayağı tırsıyorum. Humprey Buta Lodge’da beni bekliyor. Sohbet etmeye başlıyoruz. Laf arasında sakallarım çok uzadı deyince beni berbere götürüyor.

Tahtadan yapılma dükkan dört metrekare ya var ya yok. Kapı yerine ise bir perde var. İçeride ne su var ne de lavabo. Sadece duvardaki küçük aynanın önünde saç veya sakal kestiren kişinin oturduğu sandalye ile, diğer duvarın önüne sırasını bekleyenler için koyulmuş iki tanesi daha. Ben aynanın önündekine geçerken Humpry de diğer sandalyelerden birisine oturuyor. Genç berberin tek aleti elindeki şarjlı makina. “Bununla nasıl sakal traşı yapacak ki?” diye merakla bekliyorum. Ama bayağı da güzel yapıyor gerçekten. Sinek kaydı olmadı ama zararı yok, böylesi de hiç fena değil. Üstelik kolonya sürmeyi de ihmal etmiyor ve İstanbul’dan ayrıldığımdan beri ilk defa bu kadar güzel kokuyorum..


KUKU CHOMA…

Humprey “Aç mısın?” diye soruyor. “Evet” deyince bu sefer de “Ne yemek istersin?” diyor. Mama Ntilie’den biraz gına geldiği için değişiklik olsun diye “Choma” yani mangal diyorum. Kafasını sallayıp önüme düşüyor. Acayip bir karizması var Humprey’nin, geçtiği yerlerdeki herkes dönüp saygıyla selamlıyor bu İngiliz beyefendisi kılıklı Afrikalıyı. Yolda bir arkadaşı daha bize katılıyor ve tavuk gıdaklamalarından neredeyse birbirimizi duyamadığımız bir tezgahın yanındaki masaya oturuyoruz.

Anladım, Humprey beni ‘Kuku Choma’ yani ‘Mangalda Tavuk’ yemeye getirdi. Bu neredeyse tüm Doğu Afrika’nın en popüler yemeği. Gıdaklamalardan anladığım kadarıyla da aşırı taze yeniyor.

Humprey garsonla bir şeyler konuşuyor ve bir kaç dakika sonra nar gibi kızarmış tavuk parçaları masamızda. Yanında da bolca pirinç pilavı. Abartmıyorum ama hayatımda hiç bu kadar lezzetli bir tavuk yememiştim. Öyle hiç de etli butlu ve güzel görünümlü değil ama hem taze hem de organik olduğundan olsa gerek lezzeti inanılmaz. Neredeyse parmaklarımı yiyeceğim…

Yan tezgaha geçip zencefilli çay söylüyoruz. Burası baya kalabalık. Erkekler toplanmış televizyonda Tanzanya’nın futbol maçını seyrediyorlar bağıra çağıra. Bir heyecan bir heyecan. İçim ısınıyor, istemeden gülümsüyorum; dünya her yerde dünya, insan da her yerde insan işte…

Epey sohbet ediyoruz Humprey ve arkadaşı ile. Mbwewe’den, insanlarından, ekonomisinden, sorunlarından, güzelliklerinden bahsediyorlar uzun uzun. Ardından beni bir Boda Boda’ya bindirip Kiluva’ya uğurluyorlar…

O kadar yorgun ve o kadar doymuş bir haldeyim ki, neredeyse yatağa düşerken havada uyuyorum.

Bu arada odamda da yine cibinlik var. Harika…


6.GÜN / Mbwewe - Bagamoyo / 110km yol, 800mt irtifa

Sabah beşte yine yağmurla uyanıyorum. Ama öyle böyle değil, bardaktan boşanırcasına yağıyor. Aslında bütün gece yağdı, hayal meyal farkettim uykumun arasında. Dışarıya bakıyorum, Kiluva’nın bahçesi göl olmuş.

Çaresizce bekliyorum bir yandan yavaş yavaş hazırlanırken. Bugün Darüsselam’a varırım diye düşünüyordum ama pek mümkün olacakmış gibi görünmüyor. Planı değiştirip, anayoldan saparak okyanusa doğru dönmeye karar veriyorum. Bisiklet safariyi iptal ettiğim için nasıl olsa planın bir gün önündeyim. Yağmuru da hesaba katınca yüz seksen kilometre ötedeki Darüsselam yerine yüz on kilometre ötedeki sahil kasabası Bagamoyo’da kalmak birden çok cazip geliyor.


BÜYÜK LUNAPARKIN MAYMUNLARI…

Sıkıntılı bir bekleyişin ardından saat dokuza doğru yağmur biraz hafifleyince artık dayanamayıp çıkıyorum. Sağolsun benim tepeler yine önümde uzanmaya devam ediyorlar. Arkamda kalan Klimanjaro ve Meru dağlarının eteklerindeki kıvrımlar bunlar aslında. İkisi de büyük volkanik oluşumlar ve milyonlarca yıl boyunca bu iki dağdan akan lavlar denize doğru dalga dalga birikmişler. Ve ben de şimdi onların üzerinde sanki büyük bir lunaparktaymışım gibi bir inip bir çıkarak ilerliyorum. Böyle düşününce fena gelmiyor aslında ama bir türlü bitmek bilmiyorlar, o fena…

Sanırım Msata kavşağına kadar böyle devam edecek. Oradan doğuya dönüp okyanusa doğru sürmeye başlayınca coğrafya daha düzleşecekmiş gibi görünüyor. Msata’ya on kilometre kala iyice bir tırmanıp ardından da uzun bir inişe geçiyorum. Karanlık ve ıssız vadinin dibi hem soğuk hem de biraz korkutucu. En alçak noktasında da terkedilmiş gibi bir takım yapılar var. Tam ne olduğunu anlamaya çalışırken birden sağımdan solumdan bir şeyler fırlayıp hızla hareket etmeye başlayınca ödüm patlıyor.

Nereden çıktığını anlamadığım sekiz on tane maymun sanki ödümü patlatmanın keyfini çıkarırmış gibi metruk yapıların orasına burasına oturup bana bakarak kahkahalar atmaya başlıyorlar. Yani daha doğrusu bilirsiniz işte, maymunlara has o kahkahaya benzer seslerden çıkarıyorlar. Durup fotoğraflarını çekiyorum. Bir de güzel poz veriyorlar ki anlatamam.


KARDEŞLER RESTAURANT…

Bundan sonrası biraz eziyet oluyor tabi ki. Yokuş yukarı tırmandığım yolun bu kısmı çok eskiden kalma olsa gerek, hem bakımsız hem de çok dik. Çoğu zaman asfalt bile yok ve yağan yağmurdan sonra çamur deryasına dönmüş. Tekrar tepeye çıkana kadar bayağı bir uğraşıyorum.

Tepede yağmur yeniden başlıyor. Hem de sağanak şeklinde. Yağmurluk falan hak getire. Bir kaç kilometre ilerideki Msata’ya ulaşana kadar sudan çıkmış balığa dönüyorum. Kasaba’ya gelip de kavşaktan sola, yani okyanusa döndükten sonra durup şöyle çatısı olan, hem yemek yiyebileceğim hem de üstümü değiştirebileceğim bir yer bakınıyorum. Biraz ilerleyince yolun sol kenarındaki ufak bir sundurmanın altında bir tezgah ve üzerinde de yemek tencereleri görünce keyfim yerine geliyor.

Burası bizdeki bildiğin ‘Kardeşler Restaurant’. Ama buradakiler Kız Kardeşler. Yirmili yaşlarının başında ve kardeş olduklarını sandığım dört kız lokantayı çekip çeviriyor. Birisi tencerelerin başında yemek pişiriyor, birisi tabaklara yemek koyuyor, yerdeki ocağın başına oturmuş olan bir tanesi Chapati ekmeği açıp pişiriyor, dördüncüsü de masalarla ilgileniyor. Yok hayır; beklentinizin aksine “Hani bana, hani bana” diyen bir beşincisi yok…

Beni, daha doğrusu sıçana dönmüş halimi görünce iyice bir kıkırdıyorlar. Akıllarından neler geçtiğini çok iyi tahmin edebiliyorum; “Salağa bak, bu havada bisiklete biniyor!”. Özellikle yerdeki ocağın başında Chapati pişiren benimle bayağı bir kafa buluyor. Ama zararı yok, ben de dalgaya vurup biraz komiklik yapınca ortam birden ısınıveriyor. Sundurmanın arkasına geçip üzerimdekileri değiştirince kendime geliyorum. Üzerine de Chapati ekmeğini, pilavı ve Kuku’yu yani tavuğu, ama bu sefer Chemşa’sını yani haşlanmışını götürünce bütün sıkıntılarımı unutuyorum. Hayat yine çok güzel…


TÜRK BİSİKLETÇİNİN İŞİ ZOR…

Yemeğimi bitirdiğimde yağmur da hafifliyor. Kız kardeşlerle vedalaşıp yola çıkıyorum. Bir kaç kilometre sonra yağmurla birlikte iniş çıkışlar da son buluyor. Yağmurluğumu tekrar çantaya koymak çok güzel bir his.

Bago’da bir meyve tezgahının önünde mola veriyorum. Meyveci İssa Hürbalık’ı incelerken ben de yarım kilo muzu mideye indiriyorum hiç acımadan. Kiwangwa ile birlikte hem ufak tefek rampalar tamamen bitiyor, hem de balık kokuları gelmeye başlıyor. Denizden bana doğru esen sert rüzgar beni bayağı yavaşlatsa da getirdiği okyanus kokuları motivasyonumu iyice arttırıyor. Artık okyanusa varmam an meselesi.

Rüzgar gerçekten de bisikletçinin en büyük kabusu bence. Rampalarda vs yavaş yavaş da olsa gidebiliyorsun ama rüzgar istemezse ilerlemek pek mümkün olmuyor. Türkiye dışında bisiklet yolculukları yapmaya ilk başladığımda oldukça zorlanmıştım. Çünkü hem Türkiye’de bir uzun yol bisikletçisinin ihtiyaç duyacağı; harika yemekler, sınırsız konaklama olanakları, temizlik, sağlık hizmetleri, teknolojik altyapı, misafirperverlik, ucuzluk, kaliteli yollar, vs gibi her şeyin en iyisi var, hem de en önemlisi; Türkiye’de gerçek anlamda rüzgar yok…


MASAL DİYARI MİKOKO…

Sonunda saat dört gibi Hint Okyanusu’na varıyorum. Yeniden suyla buluşmak beni çok duygulandırıyor. Hürbalık’ı kumsal’da demirlemiş otantik teknelerin arasına yerleştirip bir kaç poz fotoğrafını çekerken keyfime diyecek yok.

Kumsalın hemen kenarındaki balık pazarında yok yok. Benim boyumda balıklar, ahtapotlar, karidesler, kalamarlar, vs, vs… Ama sıcaktan olsa gerek, gelen kokular da dayanılacak gibi değil. Fazla duramayıp kasabanın içine doğru hareket ediyorum. Eğer bir eczane bulup güneş kremi alabilirsem çok iyi olacak.

Ama yine hüsran. Ben de küçük bir dükkandan mayo alıyorum Tanzanya bayrağının renklerinde; “Hava açarsa biraz yüzerim belki” diyerek. Kalacak bir yer arıyorum Hürbalık’ın üzerinde yavaş yavaş turlayarak ama nafile, gönlüme göre bir yer bulamıyorum.

Şeyma’yı arıyorum doğumgününü kutlamak için. Halimi duyunca bilgisayarından bakıp iki dakikada ‘Mikoko Kulübeleri’ni buluyor benim için. Bungalovlardan oluşan minik bir tatil köyü. Yalnız kasaba merkezinden beş kilometre uzakta.

Zararı yok deyip rezervasyon yapıyorum. Yalnız yola çıkınca fikrim değişiyor. Çünkü Mikoko’ya giden sahil yolu tamamen şose. O beş kilometrelik yolu almam yarım saatten fazla zamanımı alıyor. Ama geldiğime de değiyor. Okyanus kıyısında tropik bir masal diyarı burası. Kulübeler sanki fantastik bir filmden çıkmış gibi. Palmiye ağaçlarının ise tepeleri görünmüyor. Sağa sola bakınıyorum, kimsecikler yok. Hem düşük sezon olduğu için hem de Corona yüzünden olsa gerek etraf bomboş.


YİNE YAĞMUR…

Bir süre seslenince sonunda birisi görünüyor. İsmi Rama, kulübelerin sahibi olan ailenin oğlu. Otuz yaşlarında. Güleç bir yüzü ve sevimli bir görüntüsü var. Kibarca beni kulübeme götürüyor. “Deniz nasıl?” Diye soruyorum; “İyi, ama şu anda gel-git’in düşük zamanı, deniz çekilmiş durumda, yüzmek için bayağı yürümen gerekecek” diyor. “Zararı yok, yürürüm” deyip hava kararmadan biraz yüzebilmek için aceleyle eşyalarımı yerleştirmeye çalışıyorum.

Tam hazırlanıp dışarı çıkacağım ki yeniden bir sağanak başlıyor. Uzun zamandır böylesine içimde kalmamıştı hiç bir şey. Sinir içerisinde oturup yağmurun dinmesini bekliyorum. Ama dinmek ne kelime, tam tersine daha da şiddetleniyor. Ben de yüzmekten umudu kesip, akşam yemeğine kadar bir güzel kestirmeye karar veriyorum.

Tatlı bir uykunun ardından uyandığımda saat yedi olmuş. Yağmur kesilmiş ama her yer sırılsıklam. Olabildiğince sıkı giyinip restaurant gibi kullanılan büyük kulübeye geçiyorum. Rama büyük kulübenin mutfağında bir şeyler hazırlamakla meşgul. Beni kulübedeki masalardan birinde oturan annesi ile tanıştırıyor. Çok havalı bir kadın. Hatta neredeyse Rama’dan daha genç görünüyor. İngilizcesi de çok iyi. Yemek hazır olana kadar sıkı bir sohbete girişiyoruz. Bayağı görmüş, geçirmiş birisine benziyor. Gitmediği ülke kalmamış. İstanbul’a da gelmiş daha önce. Çok da hoşlanmış, öve öve bitiremiyor. Ben de içimden; “İçi seni, dışı beni yakar.” diye geçirip gülümsüyorum bıyık altından.

Yemekte yine ‘Kuku’ var. Ama ne kadar lezzetli olsa da manzara bütün başrolü kapıyor elinden. O sırada sivrisinekler fena halde her yerimi yemeye başlıyorlar. Rama sarımsak bazlı ev yapımı bir krem getiriyor. Sürüyorum. Gerçekten de anında yok oluyor haşereler.

Bir süre sonra Rama da mutfaktan çıkıp aramıza katılıyor. Havadan sudan konuşup duruyoruz. Ama daha çok havadan. Rama’ya hava durumu için güvendiği yerel bir aplikasyon veya web sitesi var mı diye soruyorum. Söylediği yerlere bakıyoruz ama maalesef yağmur pek gidecek gibi değil.

İyi geceler dileyip kulübeme çekiliyorum. “Şu yağmur da hiç rahat bırakmıyor” diye sitemle dalıyorum uykunun sorumsuz ve rahatlatıcı dünyasına. Aklımdan en son geçen kelimeler ise; “Sabah ola, hayrola…”.


7.GÜN / Bagamoyo - Drüsselam - Zanzibar / 70km yol, 300mt irtifa

Altıya yirmi kala uyandığımda yağmurdan eser yok. Afrika’da hava durumu gerçekten yeni gelinlik genç kızlar gibi. Her hali bir başka güzel, en kötüsü bile. Daha da önemlisi yine onlar gibi ne yapacağı hiç belli olmuyor.

Darüsselam’a sadece yetmiş kilometre yolum kaldığı için bugün yavaştan alıyorum. Rama ile yedide buluşuruz diye anlaşmıştık. Yediye çeyrek kala büyük kulübeye geçip Rama’yı beklerken kalan erzaklardan kendime kaşarlı ve salamlı sandviç hazırlıyorum. Bugün de yemezsem artık atmam gerekecek. Rama kahvaltı hazırlayacağım demişti ama hem gecikti hem de hazırlayacağı kahvaltıda peynir ve salam olmayacağına eminim zaten…

Saat yediyi geçti ama ortalığı süpüren bir çocuk dışında etrafta kimse görünmüyor. Gidip Rama’yı çağırmasını rica ediyorum; “Okey boss” deyip koşturuyor. On dakika sonra gözlerini ovuştura ovuştura geliyor bizimki. Güneye indikçe değişen şeyler bir diğeri de erken kalkma alışkanlığı sanırım.


GÜZEL HABER…

Çabucak bir çay hazırlatıp kahvaltımı ediyor, kalan ekmekleri de; "Ne olur ne olmaz” diyerek yine çantama koyuyorum. Yolda tedbiri elden bırakmaya gelmiyor.

Niyetim bu gece başkentte kalıp yarın sabah erkenden feribot ile Zanzibar adasına geçmek. Orada da altmış kilometrelik bir sürüş yapıp, tropik kumsallarla kaplı Nungwi’de Şeyma ile bululacağım. Yine balayıvari minik bir tatil olacak. E hakettik ama zaten; otuz yıl, dile kolay… Ha bir de o kadar bisiklet sürüyorum kavuşmak için, bayağı bir romantik yani…

Darüsselam’da geçireceğim bu akşamı da atlattım mı gerisi harika. Hem ruhen hem de bedenen bu kadar temizlendikten sonra büyükşehirin tantanasına bulaşmayı hiç istemiyorum aslında. Ama sabahki feribota binmem için geceyi geçirmem gerekiyor. Ve Darüsselam’a gitmeyip burada kalırsam sabahki feribotu yakalamam imkansız.

Bir kez daha düşününce nedense feribot saatlerini hiç kontrol etmediğimi fark ediyorum. Eğer yarın sefer yoksa veya seferler doluysa ayvayı yediğimin resmidir. Endişelenmeye başlıyorum ve canım sıkılıyor. Bir an önce yola çıksam iyi olacak ama böyle sıkıntıyla gitmek istemediğim için oturup internetten feribot saatlerini ve yer durumunu kontrol etmeye karar veriyorum. Gidemeyeceksem bile ne kadar erken öğrenirsem o kadar iyi en azından alternatif geliştirmek için vaktim olur.

Fakat o da ne? Ben kötü haber beklerken iyi haberle karşılaşıyorum. Öğlen 12:30’da da bir feribot var. Yani biraz bastırırsam geceyi Darüsselam yerine Zanzibar’da geçirebilirim. Birden sanki bütün vücuduma elektrik verilmiş gibi canlanıyorum.

Bir yandan çabucak son kontrollerimi yaparken, bir yandan da dualar okumaya başlıyorum içimden; “N’olur yağmur yağmasın… N’olur lastik patlamasın… N’olur arıza çıkmasın… N’olur trafik olmasın… N’olur feribotta yer olsun… Vs… Vs…”


ZORLU YOLCULUK…

Rama’yla vedalaşıp yola düşüyorum. Mikoko’nun yolları yine taştan. Üstelik şose yol yağmuru yiyince iyice ağırlaşmış. Dakika bir, gol bir. Moralimi bozmamaya çalışıp sabırla sürüyorum. O beş kilometrelik yolu almam yine yarım saatten fazla sürüyor ama sonunda asfalta çıkıyorum.

Bu sefer de yağmur başlıyor. Anlaşılan yine sınandığım bir gün olacak, hadi hayırlısı. Hep yaptığım gibi biraz beklemek yerine; “Ne olacaksa olsun” deyip tam içine dalıyorum. Zaten feribotu yakalamak istiyorsam başka şansım yok. Çabucak sucuk gibi oluyorum ama rahatsız değilim. Hatta yol aldığım için keyfim bayağı yerinde.

Zinga’da kısa bir mola verip bir şeyler içiyorum. Yağmuru idare ediyorum ama başımın belası rüzgar yine iş başında. Gerçekten de en kötüsü bu rüzgar. Yani yağmurda, soğukta vs gidebiliyorsun ama rüzgar kesinlikle bütün enerjini emiyor ve sürüş zevkini yerle bir ediyor. İnsanda ne motivasyon kalıyor ne de keyif.

Yetişemeyeceğim diye endişelenince enerji sızdırmaya başlıyorum. Bir başka kayıp da hızlanmaya çalıştığım için oluyor ve bir süre sonra pilim bitiyor. Bu kadar mücadele karnımı acıktırdı ama durup bir şeyler yiyecek vaktim de yok. Ama diğer yandan hızlı gideceksem yakıt lazım. Kahvaltıdan kalan ekmekleri hatırlıyorum. Çantayı kurcalayınca bir paket de sırtımın sıcaklığından erimiş çikolata çıkıyor zor günler için sakladığım. Paketin üstünü yırtıp içindekikini ekmek dilimlerinin üzerine sıkıyorum. Al sanan Nutellalı ekmek, tam da ihtiyacım olan şey…

Bozuk yol, yağmur, rüzgar ve açlığı atlattıktan sonra bu sefer yeni sınavımla karşılaşıyorum. Darüsselam’a otuz kilometre kala berbat bir trafik başlıyor. Bisikletliyi bile yavaşlatan cinsten. Neyse ki tavizsiz sürüşüm sonuç veriyor ve saat 11:30’da feribot iskelesine varıyorum.


KAOS…

Tıpkı yoldaki araç trafiği gibi burada da inanılmaz bir insan kalabalığı var. Hürbalık’ı kapıdaki polislere emanet edip içeriye dalıyorum. Neyse ki yer var. O anda inanılmaz bir rahatlama yaşıyorum. Hem bedenen hem de ruhen o kadar kasılmışım ki birden rahatlayan bacaklarım hafiften titremeye başlıyor.

Ortam gerçekten çok kaotik. Bizim semt pazarlarının en kalabalık halini aratmıyor. Ve onca insanın sadece bir tek dedektörün olduğu kapıdaki güvenlik kontrolünden geçmesi gerekiyor. Üstelik ilkokul çocuklarından oluşan upuzun bir de kuyruk var.

Nasıl oluyor bilmiyorum ama hepimiz zamanında geçmeyi başarıyoruz o daracık kapıdan. Üstelik sadece insanlar değil, tavuklar falan da var. Geçmeyi başarınca ruh halim değişiyor, bu kaos gözüme güzel gözükmeye başlıyor. Şöyle bir bakıyorum; bayağı bir komedi aslında. Stresten gerilmiş dudaklarım artık gülümsüyorlar.


YOLCULUK DUASI…

Feribota binip Hürbalık’ı arka tarafta bir yere kilitliyorum. İçeri girmemle birlikte donmam da bir oluyor. Hızlı sürüşten ve biniş telaşından ter içinde kalmıştım ve içeride klimayı o kadar açmışlar ki beş saniye bile duramayıp dışarıya kaçıyorum. Hürbalık’ın yanına gidip üstümü değiştirirken az önce kuyrukta bekleyen ilkokul öğrencilerine yakalanıyorum yarı çıplak. Kıkırdayarak geçiyorlar yanımdan bitmeyen bir sıra halinde ve her biri arkasından gelen diğerine beni işaret ederek.

İçeri girip cam kenarında bir koltuğa oturunca gerçekten rahatlıyorum ve keyfim iyice yerine geliyor. İskeledeki ortamın aksine feribot oldukça yeni ve içerisi bayağı güzel. Kalkmadan hemen önce intercomdan yayın yapılıyor, hoparlörden gelen sesin eşliğinde hep beraber yolculuk duası okuyoruz. Bildiğin Cuma namazı ortamı. Zaten kadınların da neredeyse tamamı kapalı. Ana karadadaki karışımın aksine Zanzibar nüfusunun yüzde doksan dokuzu müslüman.


ELMA ŞEKERİ VE SAPIK…

Feribotun cafe’sinden Sambosa yani muska böreği ve içecek alıp yumuşak koltuğuma iyice yerleşiyorum. Müslüman kültürü her şeyiyle dört dörtlük diyemeyeceğim ama şu hamur işi çok şeye bedel.

Börekleri keyifle mideme indirirken bir yandan da televizyondaki Tanzanya dizisine gözüm takılıyor. Gerçekten inanılmaz. Yani oyuncuların rengi koyu olmasa bizim dizilerden hiç bir farkı yok; muhteşem evler, lüks arabalar, harika giysiler, makyaj ve estetik harikası güzel kadınlar, incir çekirdeğini doldurmayan sebeplerden yaşanan çekişmeler, para kavgaları, ihanetler, vs, vs… Tam bir reklam fırtınası aslında. Ekranda görünen her şey o kadar iştah kabartıcı ama sahte ki, hani son bir haftadır ülkenin her yerini görmemiş olsam ben bile inanacağım neredeyse…

Yok yok, bunun ülkelerle veya kültürlerle açıklanacak bir yanı yok. Eğer bu diziler dünyanın her yerinde böyle birbirinin aynısıysa kaynağı kültürler değil de küresel bir güç olmalı. Ve bir de tabi ki dizideki her şey böyle elma şekeri kadar çekici olduğuna göre, arkada tecavüz etmek için bekleyen bir sapık olmalı o küresel güç her neyse…


BAŞLIK PARASI…

O sırada tam bu düşündüklerimin üzerine yanıma yarı çıplak bir Masaai genci oturuyor. Adı Thomas. “Gerçek adın bu mu?” diye sorunca gülüyor; “Hayır bu Muzungu’lar için olan ismim, gerçek adım Myanga”.

Yarı çıplak ve ilkel savaşçı görüntüsünün altında aslında benden hiç bir farkı yok. Son derece modern bir tip. Ana karada Manyara bölgesinden geliyor. Ailesi ile birlikte hayvancılıkla uğraştıkları iki aileden oluşan yüz nüfuslu bir köyde yaşıyormuş.

“Peki burada ne işin var?”
“Gurbette çalışmaya gidiyorum”
“Niye köyünde geçinemiyor musun?”
“Hayır ondan değil. Evlenmek istiyorum. Kız alabilmek için de on beş tane inek vermem lazım. Zanzibar’da turistlere incik boncuk satıyorum. Onlar bizim bu halimizi görünce hoşlarına gidiyor. Ülkelerine dönünce hava atmak için bizimle fotoğraf çektirip bol bol bahşiş veriyorlar. İki sezondur geliyorum. Bir sezon daha takılırsam on beş inek tamam.” deyip göz kırpıyor…

İster istemez Doğu Anadolu’dan başlık parası biriktirmek için güney sahillerimize çalışmaya giden gençleri hatırlıyorum.

“Peki sevmiyor musun Zanzibar’ı, bak ne güzel tropik kumsallar, deniz, vs, belki karını alıp gelirsin ileride?” diyorum.

“Yok abi ne işim var. Ben köyümü seviyorum. Denize girmem. Balık yemeyi de sevmiyorum zaten. İnsanlar da yaramaz. Hiç birisi kendisi gibi değil. Turizm mahvetmiş buraları…”

Ne diyeyim ki; “Ağzına sağlık Myanga”.

Bir kez daha; “Dünya her herde dünya, insan da her yerde insan”.


ZANZİBAR…

Binişte olduğu gibi feribottan inişte de tam bir kaos oluyor. Yalnız sadece iki buçuk saat gelmiş olmamıza rağmen bambaşka bir dünyaya düştüm. Hava acayip değişti, burası tek kelimeyle kavruluyor. Güneşten gözümü açamıyorum. Dönüp anakaraya baktığımda ise şok oluyorum. Burada her şey bu kadar günlük güneşlikken, anakaranın üzeri kapkara bulutlarla kaplı.

Zanzibar Tanzanya toprağı sayılsa da yine de özerk bir bölge ve o yüzden yeniden pasaport kontrolünden geçiyorum. Aslında pek kontrol de sayılmaz, elli dolarlık vize ücretimi ödemiş miyim ödememiş miyim ona bakıyorlar aslında.

Kaos iskelenin dışında da bir süre daha devam ediyor. Her yer ‘Dala Dala’lar yani kamyonetten bozma dolmuşlar ve onlara binmek için rekabet eden insanlarla dolu. Her zaman olduğu gibi iklim kendi çözümlerini dayatıyor. Bu sıcakta kapalı bir minibüste oturmak imkansız. Oysa açık kasalarının üzerindeki tahta oturak ve tenteleriyle ‘Dala Dala’lar ideal bir çözüm.

Zanzibar oldukça büyük bir ada. Çevresi iki yüz kilometreden fazla. Afrika, Arap, Hint ve Avrupa etkilerinin hissedildiği adanın başkenti feribot iskelesinin de bulunduğu Zanzibar Town. Ve oldukça büyük. Neredeyse bir buçuk milyon nüfusun yarısı burada yaşıyor. Feribot iskelesinin hemen yanından başlayan ve bizim Sultanahmet’e benzeyen turistik bölgesinin adı ise Stone Town. Sultanahmet ne kadar İstanbul’sa Stone Town’da o kadar Zanzibar.


BAHARAT CENNETİ…

Her ne kadar pek ilgimi çekmese de kalacak bir yer bulmak için ideal olan Stone Town’a yöneliyorum. Bir saat içersinde; ‘Zava House’ adlı, eski bir Zanzibar evinden bozma mütevazı pansiyonda odamı tutmuş, resepsiyondaki Süleyman ile dost olmuş ve birlikte Hürbalık’a dönüş uçuşu için kutu ayarlamak üzere Zanzibar merkezindeki Darajani Pazarı’na doğru yürüyüş tutturmuş bir vaziyetteyiz.
Bir yeri, özellikle de turistik olmayan kısımlarını yerlisiyle gezmek gerçekten bambaşka oluyor. Esnafla selamlaşıyor, dükkanlara girip çıkıyoruz. Her yer rengarenk. Özellikle de adanın ekonomik hazinesi olan envai çeşit baharatlar hem bütün pazarı renkli bir mozaiğe çeviriyor, hem de burnumuza bayram ettiriyor.


SWAHİLİ USULÜ ZİYAFET…

Aradığım gibi bir kutu bulamasak da önemli değil, bu küçük tur her şeye değdi. "Zaten hafta sonu uçuştan önceki gün yine burada olacağız, o zaman hallederim” diye düşünüyorum. Zaten Süleyman’ın da pansiyona dönmesi gerek. “Gitmeden bana yerel bir lokanta söyle” diyorum. “Lukman var, Swahili mutfağı. Oraya git” deyip pansiyona dönüyor.

Lukman’ı bulmak için biraz yürüyorum. Burası çok hoş. Evlerin arasındaki sokaklar daracık ve hiç birisi on metre aynı doğrultuda gitmiyor. Bir de en güzeli her evin önünde oturmak için taştan yapılmış çıkıntılar var ve ev ahalisi çoğunlukla buralara koydukları minderlerin üzerinde yarı oturmuş, yarı uzanmış komşularıyla sohbet ediyor. O kadar rahat görünüyorlar ki kıskanıyorum.

Lukman gerçekten de bir harika çıkıyor. Self servis bir lokanta ve tezgahta envai çeşit yemek var. Et, tavuk, balık, sebze yemekleri, en az beş çeşit pirinç pilavı, hamur işleri, ekmekler, ve hatta anakaranın aksine burada tatlı bile var.

Soruyorum, yarım porsiyon da varmış. İşte o anda dünyalar benim oluyor. Gözüm döndü resmen. Garsonum Mahmut’a ısmarlayabildiğim kadar çok her çeşitten yarımşar porsiyon sipariş ediyorum. Şaşırıyor. “Merak etme yerim” diyorum. Günlerdir nasıl aç gezdiğimi bilmiyor tabi…

Gerçekten de yiyip bitirdiğimi görünce bir kez daha şaşırıyor Mahmut. Otuzlu yaşlarında nispeten beyaz bir tip Mahmut. Afrikalıdan çok Araplara benziyor. Aslında buradaki nüfusun çoğunluğu öyle. Biraz sohbet ediyoruz. İstanbul’dan geldiğimi duyunca yüzü gülüyor. Onun da bir Türkiye macerası olmuş. Zaten yol boyunca tanıştığım genç erkekler arasında Türkiye macerası olanlar o kadar çoktu ki. İzmir, İstanbul hatta Manisa ve Çorum…


VUSLATA BEŞ KALA…

O kadar çok yedim ki bayılmak üzereyim. Zar zor kalkıp tekrar Darajani pazarına doğru yöneliyorum. Çoraplarım lime lime olduğu için yenilerini almak istiyorum ama asıl niyetim pazarı bir de akşam gözüyle görmek. Ve yanılmadığımı görüyorum. Pazar akşam daha bir güzel. Hatta tüm Zanzibar akşam daha güzel çünkü gündüz sıcaktan evlerine kapanan yerli halk acısını çıkartmak istercesine çoluk, çocuk, yaşlı, genç, kadın, erkek karanlıkla birlikte dışarı akın etmiş sanki. Bu ortam bana Batı Sahra’yı hatırlatıyor. Aşırı sıcak coğrafyaların geceleri her zaman gündüzlerinden daha canlı ve eğlenceli oluyor zaten…

Biraz dolaşıp, Şeyma’ya bir doğumgünü hediyesi arıyorum. Bu doğumgününde yanında olamadım ama yarın öğlen gibi kavuşacağımızı düşününce heyecanlanıyorum birden. Bu yolculukların en güzel yanlarından birisi de bu aslında. Sevdiklerinizden uzak kaldıkça daha bir özlüyorsunuz onları. Üstelik her seferinde biraz da olsa değişmiş, dönüşmüş ve yeni şeyler öğrenmiş birisi olarak çıkıyorsunuz karşılarına.

Bayağı arıyorum ama sonunda gönlüme göre bir hediye çıkıyor karşıma. Ama daha önemlisi satıcının adı;

"Adın ne?"
"Goodluck"
"Dalga geçmesene!"
"Geçmiyorum ki!"

İnanmayınca çıkarıp kimlik kartını gösteriyor. Ne diyeyim ileri görüşlü anne baba da bu kadar olur yani; dilek kısmını abartıp çocuklarının ismi yapmışlar.

"Şanslı mısın bari?" diye soruyorum gerçekten merak ederek.
"Hem de çok" diyor.

Bir çocuğum daha olması için geç olduğunu düşününce üzülüyorum hafiften. Kısmet torunlara artık. Afrika gerçekten de harika bir yer, insanın zihnini açıyor…

Dönüş yolunda daracık sokakların kavşak yaptığı minik bir meydanda duruyorum. Yaşlılar sağa sola attıkları taburelerin üzerinde oturmuş dama oynuyorlar. Meydanın bir köşesindeki küçücük bakkalın cam kavanozu dikkatimi çekiyor. İçindeki kekleri bakkaldaki kadın kendisi yapmış. Ertesi sabah için alıyorum üç beş tane fırsatı kaçırmadan.

Sabahki koşturmaca, yağmur, rüzgar, feribotun kaosu ve büyük şehirin kalabalığı çarpmış olmalı, gözlerim kapanmaya başlıyor. Ertesi gün sürüşün son günü. Bir yandan yeniden başarmaya çok yakın olmanın heyecanını yaşarken bir yandan da bu güzel yolculuğun bitecek olmasının hüznü çöküyor omuzlarıma. Daha fazla uzatmamak için doğruca pansiyonuma gidip uykuya dalıyorum.


8.GÜN / Zanzibar - Nungwi / 60km yol, 250mt irtifa

Sürüşün son sabahı. Heyecandan doğru düzgün uyuyamadan saat beşte uyanıyorum. Bugün büyük gün. Zorlu sınavın, yani Afrika’da bin kilometrelik sürüşün ardından Peri Padişahının Kızına kavuşacağım gün.

Hemen kontrol ediyorum. Şeyma sabaha karşı gelmiş. Hatta Nungwi’deki otelimize bile geçmiş. Artık tek yapmam gereken altmış kilometre daha sürmek. Ondan sonrası, Hint Okyanusu’nun zümrüt kıyılarından birinde, palmiyelerin altındaki kulübemizde öbür yarımla huzurlu bir kaç gün…


ŞU KUZEY AVRUPA’LILAR YOK MU…

Havayı kontrol ediyorum, yağmurdan eser yok. Bu kadar kısa mesafede iklimin bu kadar değişmesi gerçekten çok şaşırtıcı. Havanın ağarmasını bekleyemeyip saat altı gibi dışarı çıkıyorum. İyi ki de çıkmışım. Gökyüzü tam da masalları andıracak renklere bürünmüş; pembeler, turuncular, kırmızılar, ne ararsan var. Bekle beni peri padişahının kızı, bir kaç saate yanındayım…

Gökyüzünün güzelliği yetmiyormuş gibi bir de burnum her taraftan yayılan mis gibi baharat kokularıyla dolunca sürüş unutulmaz bir hale bürünüyor. Tam bir ‘Aferin’ hediyesi bu.

Zanzibar’lılar da anakaranın kuzeyindekinin aksine pek erken kalkmıyorlar. Hava iyice ağarmasına ve saat yediyi geçmesine rağmen bütün dükkanlar kapalı. İklimden ve denizden olsa gerek. Sıcak insanı uyuşuklaştırıyor, deniz de çalışma şevkini yok ediyor. Hem ülkemde hem de daha önce ziyaret ettiğim pek çok sıcak deniz ülkesinde buna o kadar çok şahit oldum ki. Zaten ‘İhtiyacından Fazlası İçin Çalışmak’ bir Kuzey Avrupa Protestan ahlakı. Hava soğuk ve yağışlı olunca bütün gün çalışmaktan başka şey bulamamış kuzeyin sert ikliminin insanları. Ve bu ahlakın tüm dünyaya bu kadar hükmediyor hale gelmiş olması pek yazık.


KUCAĞIMDA BİR KOALA YAVRUSU…

Tam da bu düşüncelerimi yalanlamak istermişçesine karşıdan gelen bisikletli bir adam görüyorum. Perişan bisikletinin arkasına bağladığı en az on metre uzunluğundaki inşaat demirlerini çekerken kan ter içinde kalmış. Bisikletin bu kadar yaratıcı kullanımlarına bu yolculuğumdaki kadar hiç şahit olmamıştım.

Yolun yarısında kavşak kasaba Mahonda var. Oraya vardığımda yol kenarındaki küçük bir bakkalın önünde ekmek tarzı bir şeyler pişiren yaşlı bir kadın görüyorum. Hamurun muhteşem dönüşü! Kahvaltı için ideal. Hemen durup kadının yanına gidiyorum. Dükkanın önündeki tezgahın üzerine oturmuş. Bir ayağını uzatmış diğerini de altına almış. Pek rahat görünüyor. Önündeki plastik kaptan aldığı hamurları yanındaki tüpün üzerinde yağda kızartıyor. Diğer yanındaki sepet ise taze pişmiş hamurlarla dolu. Ağzımın suyu akıyor haliyle…

Kadının yanına oturup , gazete kağıdına sararak verdiği pişmiş hamurları götürmeye başlıyorum. Tezgahın dışına doğru uzattığım ayaklarım kendiliğinden bir ileri bir geri sallanmaya başlıyor keyiften olsa gerek. O sırada genç bir kız geliyor yanımıza kucağında iki üç yaşlarında çok sevimli bir oğlan çocuğuyla. Kadınla konuşuyorlar. Kızı ile torunu anladığım kadarıyla. Çocuk gözlerini benden alamıyor. Ve ninesi ile annesinin tüm ısrarlarına rağmen üzerime tırmanıp kucağıma yerleşiyor. Tıpkı bir Koala yavrusu gibi. O kadar masum ve teklifsizce yapıyor ki bunu neredeyse gözlerim doluyor. Adı Faysal’mış. Bir selfimizi çekmek istiyorum ama maalesef ninesi izin vermiyor. Ben de minik Faysal’a bir muz alıyorum bakkaldan. Ve artık kucağımdan hiç inmiyor. Tekrar yola çıkana kadar akla karayı seçiyorum. Hem Faysal kucağımdan inmiyor, hem de ben tatlı miniği bir türlü bırakamıyorum.


VE YOL YİNE BİTİYOR…

Bundan sonrası palmiyelerin altında kıvrıla kıvrıla giden yolda yine rüya gibi bir sürüş. Ve sonunda Peri Padişahının Sarayı görünüyor. Sevinsem mi, üzülsem mi bir türlü karar veremiyorum…

Ve yol yine bitiyor.

Ama her seferinde olduğu gibi, beni asıl yolculuğum olan bu hayat macerasında değişmiş, dönüşmüş ve başladığım noktanın ilerisinde bir yerde bırakarak.

Uwini, Alex, Kevin, Amelia, Agnes, Boni, Allan, Jovis, Lecho, Stanley, Sam, David, Alex, Lethema, Jojo, Zakim, Nelson, Süleyman, Aisling, Ryan, Rajabu, Jacob, Regani, Adu, Andrew, Agnes, Ali, Humprey, Abby, Issa, Rama, Myanga, Süleyman ve Faysal… Bu muhteşem yolculukta karşılaştığım güzel insanlardan aklımda kalan sadece birkaçı. Onlar ve burada anamadığım diğer pek çoğu yine yaşama olan inancımı tazelediler.

Yine muhteşem coğrafyalardan geçip dünyamızın güzelliği karşısında bir kez daha hayran kaldım.

Ama daha da önemlisi bir kez daha gönüllü cahilliğimizin büyüklüğü karşısında şok oldum.


AFRİKA HİÇ DE SANDIĞIMIZ GİBİ DEĞİL

Afrika hiç de tahmin ettiğimiz, daha doğrusu sürekli sunulduğu gibi ilkel insanların yaşadığı kocaman bir hayvanat bahçesi değil. Oradaki insanların da renkleri veya kıyafetleri dışında bizlerden hiç bir farkları yok. Yiyor, içiyor, seviyor, üzülüyor, çalışıyor, arzuluyor, nefret ediyor, başlık parası için gurbete gidiyor, pişman oluyor, kavga ediyor ve gülüp eğleniyorlar.

Hayvanların durumu ise biraz daha iç karartıcı. Onlar daha çok sıkıştırılıp kaldıkları ulusal park denilen turistik para basma makinelerinde çile dolduruyorlar.

Yolculuğum boyunca geçtiğim o muhteşem yerler doğasının güzelliği dışında hiç de izlediğimiz filmler ya da belgesellerdeki gibi değildi. Gerçi o film ve belgesel yapımcılarını da suçlamamak lazım hemen. Çünkü biz izlemesek onlar da bu dizileri belgeselleri çekmezler. Daha doğrusu gerçekleri çektikleri zaman kimse izlemiyor. Aslanların, muhtemelen yapımcıların önlerine koydukları antilopları (çünkü gerçekte gündüzleri avlanmazlar, geceleri de film çekemezsin) parçalamasını veya çiftleşmelerini izlemek varken (kimbilir hayvanları azdırmak için neler yapıyorlar), gerçekte olduğu gibi insanların aç gözlülüğü yüzünden maskara olmalarını izlemeyi kim ister ki? Evet, ister film, ister dizi, isterse belgesel, yapımcılar gerçekleri çektiği zaman kimse izlemiyor. Çünkü gerçeklerle yaşamaktan hoşlanmıyoruz. Onları kabul edip daha az heyecanlı olsa da tam anlamıyla gerçek bir hayatı iç huzuruyla yaşamak yerine, yalanlarla yaşayıp kişilik bölünmesi geçirmeyi ve depresyonlarla boğuşmayı tercih ediyoruz. E o zaman söylenecek çok fazla bir şey yok.

Her ne kadar yolculuğum boyunca mükemmel manzaralarla karşılaşmış olsam da, aslında çok daha özel bir şeyi tecrübe ettim. Modern hayatın giderek gerçeklerden uzaklaşan o yapay atmosferine kıyasla, bu yolculuğumdaki her şey o kadar gerçekti ki! İnsanların görünüşleri, davranışları, heyecanları, gülüşleri, üzüntüleri, uçsuz bucaksız ama canlı olduğuna yemin edebileceğim Savana ve üzerinde sonsuza dek uzanıyormuş gibi duran o masmavi gökyüzü… Ne bir neon tabela, ne abartılı evler, ne pahalı arabalar, lüks kıyafetler ve ne de karşısındakinin maddi ağırlığını tartmaya çalışan estetikli çakma suratlar. Tüm bunların yerine sadece ihtiyaçları karşılayacak kadar teknoloji, ama bol bol zaman, pırıl pırıl bakışlar, içten kahkahalar, her yandan yükselen müzik ve hiç bitmeyen bir dans…

En üzücü olanı ise; yol boyunca gördüğüm insanların belki de bugüne kadar tanık olduğum en mutlu ve kanlı canlı hayatı yaşıyorken, modern hayatın maddi nimetlerine bu kadar özeniyor olmalarıydı… Keşke bir yolunu bulup da anlatabilseydim onlara; o nimetlerin aslında manen ne kadar pahalı olduğunu, bedelini yabancılaşma, yalnızlık, depresyon ve mutsuzluk olarak ödediğimizi. Yine nimet sandıkları o şeylerin maddi bedelinin de geride kalmadığını; karanlık evrende nadide bir şekilde pırıldayan, belki de evleri olan Afrika’da güzelliği zirve yapan doğamızı nasıl mahvetmekte olduğunu… Ama maalesef evrenimiz böyle işliyor işte; iki ileri, bir geri. Nasıl ki gece olmadan sabah olmuyorsa, sıkıntı olmadan da çözüm üremiyor. Öyle ya da böyle, ben şu anki modern hayat tarzımızın pek kalıcı olabileceğini düşünmüyorum. Çünkü evren sağduyuludur, o ise hiç değil…


DAHA NE OLSUN…


Her neyse, lafı daha fazla uzatmayayım.

Yine ana fikri zorluklarla baş etmek olsa da, hediyesi hayatı dibine kadar deneyimlemek olan muhteşem bir yolculuk yaşadım.

Gerçekten eşsiz ve paha biçilmez bir şey bu.


Ve bakın, yine harika bir yolculuğun ardından dünyalar benim oldu.

Daha ne olsun…


İstanbul / Ocak 2022

Stacks Image 5082