menu

CASUS
Kimim ben ve bu site ile ne yapıyorum ?

Ne bisikletçiyim, ne yarışçı, ne yazar, ne fotoğrafçı ne de bunlar gibi insanı sadece belirli bir kalıp içine hapseden başka bir şey. Hatta tam aksi diyebilirim. Bu kimlikler ne olduğumu değil, ne olmadığımı tanımlamakta daha çok işe yarıyorlar aslında. Ben bu araçları kullanarak kendisini arayan adamım diyebiliriz… En büyük arzum olabildiğince “Özgür” olmak. Burayı biraz açmak istiyorum. Bahsettiğim özgürlük “Azad” olmak anlamında bir özgürlük değil. Burada etimolojiyi yardıma çağırırsam anlaşılması daha kolay olacak. Kelimeyi yeterince kurcaladığımızda “Öz-Gür” sözcüğü kendiliğinden anlamını ifşa ediveriyor bence; “Özünü Gürleştirmek”!

Şimdi biraz hayal gücünüzü kullanmanızı rica edeceğim. Farz edin ki; hayat dediğimiz gizemli yolculuğun ilgisi kişilerde değil de kendisinin devamında. Bunun tercümesi şu; ölümsüz olan içimizde sonsuza doğru yolculuk eden kalıtsal bilgi (genler) ve biz de onların yolculuk ettiği birer gemiyiz aslında. Bizim gibi bu bilgiyi taşıyan pek çok hayatdaş arkadaşımız - hayvanlar, bitkiler, diller, teknoloji vs..” gibi yaşam-kalım makineleri ile bu hayatı paylaşıyor ve kaynağı belirsiz ama doğa kanunları ile sınırları çizilmiş bir piyesi hep birlikte sahneliyoruz.

Nasıl ki hayatta kalmak üzere “Aslan”ın pençesi ve “Kokarca”nın kokusu şekillenmiş ise bizim de varlığımızı sürdürüp neslimizi devam ettirebilmek için evrilmiş birer beynimiz var. Ve ne şanstır ki bu beyin zaman içerisinde bir yan etki olarak evrenin yazıldığı dile açılan yaratıcı düşüncenin ve hayal gücünün ortaya çıkmasına vesile olmuş.

Şimdi bir yanda “Hayatta Kalmak” ve “Neslini Devam Ettirmek”ten başka bir güdüsü olmayan ve dikkatle incelendiğinde bütün eylemlerinin bu iki olgu ile açıklanabildiği o yaşam-kalım aracı “İçimdeki Vahşi” dururken (Ki, ne nefes almasını engelleyebiliyorum, ne de çişini tutmasını, üzerinde o kadar bile denetimim yok yani!), diğer yanda da sanki çok uzun ve karanlık bir tünelin öbür ucundaki kaynağımdan -ki ben ona “Öz”üm diyorum- gelen bir arayış çağrısı ile yaşamaya çalışıyorum. Ve hayatım aslında bu ikisini uzlaştırmaya çalışmakla, daha doğrusu birisinden öbürüne doğru yaptığım yolculuklarla geçiyor.

İşte asıl hedefim olan “Öz’ümü Gür’leştirmek” içimdeki o vahşiden, onun hayatta kalabilmek ve soyunu sürdürebilmek için yarattığı “Ego-İçimdeki Şeytan” ile yine aynı sebepten yaratmış olduğu “Toplumsal Hayvan-İçimdeki Melek”ten mümkün olduğunca sıyrılabilmekten geçiyor aslında… İşte bu amaçla “Kendimden Kendime Yolculuklar” yapıyorum. Hatta bütün hayatım aslında kendimden kendime yaptığım uzun bir yolculuk, bilim, sanat, yürüyüş, bisiklet, fotoğraf, yazı vs de bu yolculukta kullandığım pek çok araçtan bazıları… Bunlardan son ikisini yani fotoğraf ve yazıyı kendimi ifade etmek için de kullanıyorum. Neden ?

Çünkü bilinç altından da olsa, kendi iç yolculuklarına çıkma arzu-baskısını hisseden pek çok insan benden tecrübelerimi anlatmamı istiyorlar. İşte o kişilere ilham olmak bu süreçte en çok hoşuma giden şeylerden birisi olduğundan, ama sürekli aynı şeyleri konuşmaktan da yorulduğum için ve yüz yüze konuşmanın etki alanı sınırlı kaldığı için düşüncelerimi kendi yaptığım web sitemde yazarak paylaşmaya çalışıyorum.

Yukarıda anlatmaya çalıştığım yaşam doğrultum sebebiyle biraz sıra dışı işlerle uğraştığım için paylaşacağım pek çok ilginç şey var ama pek de magazin adamı sayılmam. Mikro düzeyde dahi olsa ırkçılık içerdiğini düşündüğüm için “Cemaat”, “Topluluk”, “Grup” vs’lerden ve bu oluşumların sebep olduğu politik ilişkilerden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışan, akademik anlamıyla bir “Anarşist”im aslında. Belirli kimlikler, örnek veriyorum “Hobi”, “Cinsiyet”, “Parti”, “Meslek”, “Okul”, “Takım” üzerinden kendi varlığını inşa etmek, mesela: Bisikletçi, Feminist, Bilmemne Partili, Beyaz Yakalı, Şu Takımı Tutan veya O Üniversite Mezunu olmak beni amacımdan uzaklaştırıyor… Benim istediğim; bugüne kadar bir şekilde oluşmuş bu kimliklerimden özgürleşmek.

Kimlik/Grup varoluşundan pek hazzetmediğim gibi bu varoluşun altın manivelası olan “Yarışma”lardan ve “Yarışmacılık”dan da pek hoşlanmıyorum!”. Burada yine etimolojiyi yardıma çağıracağım: İngilizce’de; “Race-Yarış” ile “Racist-Irkçı” kelimelerinin aynı kökten geliyor olması bence son derece manidar. Mesaj basit; “Seni yendim. Ben kaliteliyim, sen işe yaramazsın!”. Ama aslında son kertede bence bu pek doğru değil. Dikkatle bakınca yarışmaların “Sporcu”dan çok “Skorcu” ürettiğini, Skorcu’luğun da sonuçta daha çok “Ucube Şampiyon”lar oluşturduğunu görüyorum. En skorer yüzücülerin gövdesi bacaklarından nerdeyse daha uzun ve elleri ile ayakları Hobbit uzuvları gibi. Dünya şampiyonu halterciler ise bildiğin cüce. Ultra-Bisiklet’ten örnek verirsek; uzun yarışları kazananların ortak noktası muhtemelen birer Insomnia /Uykusuzluk hastası olmalarından başka bir şey değil gibi sanki. Her ne kadar bu insanları bu kadar skorer yapan mental özelliklerini takdir etsem de bu kişileri şampiyon yapan özelliklerin ırkçı yaklaşıma göre “Kaliteli” değil “Düşük Kalitede” olan özellikleri olması son derece ironik… Bir de yarışmalar, yani “Kazanmak” üzerine kurgulanan mücadeleler sonucu “0-Sıfır” olan etkinlikler: Çünkü bir kazanan olduğunda bir de kaybeden oluyor. Oysa ki “Başarmak” üzerine kurgulanan mücadeleler, yani kendimizle yaptığımız yarışmalar böyle değil: daima bir kazanan var, o da sizsiniz! Dolayısıyla bir yarışmada madalya verilecekse bunun diğerlerini geçen kişiye değil de, önceki derecesini iyileştiren kişilere verilmesi bana çok daha doğruymuş gibi geliyor. Çünkü geleneksel yarışma düzeninde herkes kötü yarışırsa, birinci olan kendi derecesini egale bile etmemiş olduğu halde ödül alabiliyor. Sözün özü; ister sportif olsun ister akademik veya sanatsal, yarışmalar “Mikro Sivil Savaş”lar aslında. Bilinen en eski örnekleri tarih öncesinde. Ve muhtemelen tiranların eğlence olsun diye esirleri birbirlerine boğazlatmasından evrilmiş. Daha sonra da “Savaşmayalım, hadi güreşelim”e dönmüş sanki iş. Yani “Rekabet” hala olduğu yerde duruyor. Ve biz de şimdi bu medeni seviyeye gelmiş olmaktan dolayı pek bir gururlanıyoruz. Oysa ki bence ilerleyebilmek için savaştan çok barışa, rekabetten çok işbirliğine ihtiyacımız var…

Bisikletçi veya Yarışçı olmadığım gibi kendimi Yazar olarak da var etmek istemiyorum. Gerçeklerin donmuş hali olan kelimeleri iletişim kurmak ve derdimi anlatmak için kullanmak dışında bir arzum yok…

Ortak yaşamın gereklilikleri dışında kendimden başka kimse ile ilgili; “İnsanlar şunu yapsın, bunu yapmasın.” gibi bir ihtirasım veya; “Dünya şöyle olsun, böyle olsun” gibi bir arzum da yok. Herkes zaten kendi kararlarını vermeli ve dünya da zaten olması gerektiği gibi…

Her neyse lafı çok uzatmayalım. Kısaca özetlemem gerekirse; ellili yaşlarının başında, her kademesinde görev yaptığı ve hiç hoşlanmadığı, parıltılı ama kokuşmuş bulduğu iş hayatından ilk fırsatta kendisini emekli etmiş, iki kızı, bir kız torunu ve harika eşiyle hayatını paylaşmaktan son derece mutlu, yarışmakla, grupçulukla ve görünürlüğünü arttırmakla kendini var eden egosundan kurtulmaya uğraşırken, bulabildiği her delikten var mı yok mu bilmediği, sadece sezgileriyle orada olduğuna inandığı hayatın gerçek özüne ulaşmaya çalışan birisiyim aslında hepsi bu…

Çok sevdiğim bir bilgeden bir alıntıyla bitirmek uygun olacak sanki; ”Benim özel bir yeteneğim yok. Yalnızca tutkulu bir meraklıyım.” diyor bu kendimi çok yakın hissettiğim mütevazı insan…

Bana da sorarsanız; “Tanrının içime soktuğu casustan başka bir şey değilim aslında!”…

İstanbul Ekim 2020

Burada kelime olmalı!
E-posta adresi yanlış!
En az bir kelime içermeli!
Lütfen soruya doğru cevap verin!
Teşekkürler! Mesajınız iletildi.×
Mesaj gönderilemedi. Lütfen tekrar deneyin!×