menu
Stacks Image 5066



ADVENTURIDE USA




HEM AMERİKAN RÜYASINA HEM DE RÜZGARA KARŞI BİR YOLCULUK…

2.400km yol, 12 Gün macera…

10 bin yıl önceki tarım devriminden nasibini almadığı için olsa gerek tükürsem bir şeylerin yetişeceği kadar verimli toprakları, binlerce kilometre uzanan muhteşem plajları ve hem korkutan, hem de saygı uyandıran fırtınaları ile bu diyar beni yeniden gezegenimize aşık etti gerçekten…

Fakat Amerika toprakları ne kadar muhteşem olsa da, ABD reklam edildiği kadar ilginç bir yer değildi sanki. Bazen tasarruf, bazen de güvenlik tedbirleri yüzünden salona servis yapmayan fast food restoranları, bizim camilere nal toplatacak sayıda ve mürit avına çıkmış kiliseleri, on yedi çocuğun pisi pisine öldüğü ‘Teksas Katliamı ve benzincilerde hayat pahalılığından şikayet eden insanlarıyla gördüklerim, Holywood filmlerinin ve Netflix dizilerinin çizmeye çalıştığı ‘Amerikan Rüyası’ndan biraz farklıydı bence. Ve yol boyunca karşılaştığım iyi kalpli sıradan Amerika’lılar da, film endüstrisinin yarattığı bu abartılmış ve üzerlerine oturmayan imajın en büyük kurbanı gibi geldiler bana…

Yerlilerden gasp ettiği verimli topraklara konup Afrika’dan kopardığı bedava işgücüyle semirmiş, rakiplerinin iki dünya savaşı ile birbirlerini perişan etmesiyle de gezegenin hakimiyetini kucağında bulmuş bu sistemin, sadece seçilmiş bir gruba özel o “Rüya” üzerinden pazarladığı, derinliği ve tarihle sınanıp barış ile mühürlenmiş bir alt yapısı olmayan liderliğini artık kaybediyor olması anlaşılabilir bir şeydi aslında. Beni asıl şaşırtan ve anlayamadığım şey ise, koca ülkenin yarısını bir baştan bir başa geçmiş olmama rağmen döndükten sonra ülkemde karşılaştığım; “Yok yok, sen yanlış yerlerine gitmişsin, ABD öyle değildir aslında!” serzenişleriydi… Umut fakirin ekmeği hesabı kendi ülkelerinde bunalmış insanların; “Orada, hayatın güzel olduğu bir yer var uzakta!” hayallerine kurşun sıkıyordum aslında gördüklerimi anlatırken. Filmlerde gördükleri; kapağı atınca çok para kazanıp otomatikman mutlu olabilecekleri o ülkeyi kaybetmek istemiyordu hiç kimse. Oysa ki sadece seçilmiş bir grubu önceleyen ve mutlu masallar üretmek üzerine kurulu sinema endüstrisi ile bunu çok güzel perdeleyen bu sistemin, çaktırmadan ezdiği sıradan ABD’lilerin gündelik hayatları da kendilerininkinden pek farklı değildi bence…

Neyse ki yine uçsuz bucaksız yollarda doyasıya pedal bastım, hiç kesilmeyen ters rüzgar perişan etse de yine sıra dışı insanlarla karşılaşıp unutulmaz hikayeler biriktirdim ve yeni bir kıtanın bakir topraklarında hayatım boyunca gördüğüm en heybetli ağaçlarla tanışabilme şansına eriştim. Ve tabi ki bu maceraların olmazsa olmazı; yine aklımın cenderesinden kurtulup içimdeki casusla, ‘Tanrının Casusu’yla buluştum aslında kendimden kendime yaptığım bu yolculukta.

Siz de ortak olmak isterseniz, buyurun hikayesi burada…

Stacks Image 5323


Neye niyet, neye kısmet. Aslında bu yaz için planladığım yolculuk Sibirya’yaydı. Gel gör ki Rusya Ukrayna’da kendilerine göre askeri operasyon, batılılara göre de savaş başlatınca bütün planlarım bozuluyor haliyle.

Takip edenler bilir, büyük düzlüklere büyük bir zaafım var. Uçsuz bucaksız ovalarada, çöllerde, savanlarda bir başıma yolculuk etmek inanılmaz hoşuma gidiyor. Kendimi özüme son derece yaklaşmış ve hayattaki gerçek yerimi bulmuş gibi hissediyorum o muhteşem anlarda.

Narin gezegenimizin üzerinde hayat barındıran dış katmanı sandığımızdan çok daha ince aslında. Yer kabuğunun kalınlığı neredeyse yerkürenin 150’de biri kadar. Mandalinanın kabuğundan bile 10 kat ince yani. Ayrıca güzel dünyamız yine sandığımızdan çok daha düz. Azınlıkta kalan engebeli arazilerin zirvesi Everest’in 8 km’lik zirvesi bile gezegenimizin 40.000 km’lik çapına oranladığımızda leblebi çekirdek kalıyor. Dolayısıyla her ne kadar yaşama daha uygun olduğu için biz engebeli arazilere daha aşina olsak da, Dünya demek, pek insan barındırmayan bu büyük düzlükler demek biraz.

Önceki seyahatlerimde Batı Sahra’da sapsarı çölü, Kazakistan’da yemyeşil stepi ve Afrika’da kapkara savanayı geçme şansına nail oldum. Geriye büyük düzlük olarak sadece ‘Tayga ile Tundra’ kalıyor ve bu ikisini görmek istiyorsam gidebileceğim tek yer var; Sibirya.

Ben de tam büyük bir heyecanla bu yaz için hazırlıklarımı yapmaya, meteoroloji ve güzergah çalışmaya başlıyorum ki; Rusya mızıkçılık yapmakla suçladığı üvey kardeşi Ukrayna’yı aklını başına devşirsin diye dövmeye başlayınca bütün planlarım bozuluveriyor.

Beni durduran savaştan bizzat etkilenmem endişesi değil. Her yıl biri yaz aylarında kuzey yarımkürede, diğeri de kış aylarında güney yarımkürede olmak üzere iki büyük yolculuk yaparak güzel dünyamızı tanımaya çalışıyorum. Bunun için de önümdeki üç-beş yılı kapsayan bir master-plana uygun hareket etmem gerekiyor. Bu plandaki yolculuklardan birisi de Kuzey Amerika yolculuğu ve eğer oradan önce ‘Despot Putin’in Rusya’sına gidersem, bu durumu beni Demokrasi Cenneti ülkelerine sokmamak için kullanabileceklerinden endişeleniyorum. Zaten aynı endişe yüzünden yıllardır İran-Afganistan-Pakistan yolculuğumu da erteleyip duruyorum. Biraz düşününce, bu yolculukları sürekli ertelemektense Kuzey Amerika’yı aradan çıkarmak çok daha akıllıca olacak.

Bu kararı vermemde başka bir tesadüf de büyük rol oynuyor. Kış aylarında bir gün bir telefon alıyorum. Ahizenin diğer ucundaki Tonguç, yaklaşık otuz yıldır Amerika’da yaşadığını, kuzenimin liseden arkadaşı olduğunu, kendisinin de maraton ve triatlon koştuğunu, bisiklet sürmeyi çok sevdiğini ve önümüzdeki yıl; okyanuslarda kürek çekerek, karada ise bisiklet sürerek dünyayı kas gücüyle dolaşan bir arkadaşının kendisine bisiklet etaplarına katılmasını teklif ettiğini anlatıyor. Kuzenim de haliyle beni arayıp konuşmasının oldukça faydalı olabileceğini söylemiş.

Ekipman ve strateji tavsiyeleriyle başlayıp, çok hızlı bir şekilde işin felsefesine evrilen görüşmemiz bittiğinde bir saatten uzun bir süredir konuştuğumuzu farkedince çok şaşırıyorum. Bana sanki beş dakikadır konuşuyoruz gibi geliyor. Her ne kadar yalnız yolculuk etmek olmazsa olmazlarımdan biriyse de, Tonguç’un sesindeki naif heyecan ve yolculuk arzusu beni bayağı etkiliyor. Bana ilk günlerimdeki halimi hatırlatınca ilk kez bir başkasıyla yolculuk yapabilir miyim acaba diye düşünmeye başlıyorum. Zaten oldukça zor olan bu yolculukların iki kişiyle çok daha zor hale geleceğine hiç şüphem yok. Sürekli ayar vererek yolda kalmaya çalıştığım pek çok parametre neredeyse iki katına çıkacak. Yalnızlığın o çok özel ruh halinden vaz geçmek de cabası… Ama diğer yandan yanımda yolları ve raconu bilen bir izci olacağı için çok rahat olacağım. Hiç küçümsemeyin, az gelişmiş ülkelerde genelde tek yol olduğu için kaybolmak neredeyse imkansız oluyor ve asla en değerli şeyinizi yani vaktinizi kaybetmiyorsunuz. Gelişmiş ülkelerdeki en büyük sorun ise çok fazla kural olması ve bu kurallara uymaya çalışırken sürekli yolunuzu ve vaktinizi kaybetmeniz. Ayrıca gelişmiş ülkelerde yolculuk yapmak son derece pahalı ve konaklama masraflarını paylaşmak bütçeyi neredeyse yarıya indiriyor. Bu ikisinin üzerine Tonguç’un heyecanı ve benim için yeni bir deneyim olacağı olgusu da eklenince bu seferlik bir ayrıcalık yapmak fikri zihnimde daha da bir ağırlık kazanmaya başlıyor.

Takip eden günlerde konuşmalarımız sıklaşıyor ve bu tip bir yolculuğu tamamlayabilmek için en gerekli özelliğin, yani ‘Kararlılığın’ Tonguç’un karakterinde yeterince var olduğuna ikna olmamla birlikte kendisine Amerika’da bir yolculuk yapmayı teklif ediyorum. O da kabul edince Mayıs sonu için mutabık kalıp düğmeye basıyoruz.


VE TAŞ YUVARLANMAYA BAŞLIYOR

Hazırlık aşaması her zamanki gibi zorlu oluyor. Bir yandan hepsi birbirine geçen detaylarla dolu meteoroloji, güzergah ve bütçe planlamaları, diğer yandan fiziksel antrenmanlar… Üstelik bu sefer tüm bunları iki kişi için yapıyorum. Ve aradaki 7 saatlik fark işleri daha da zor bir hale getiriyor. Neyse ki Tonguç son derece pozitif ve uyumlu, uzaktan da olsa hazırlıklar son derece pürüzsüz ve koordineli bir şekilde ilerliyor.

Başlangıçta New York - Chicago olarak belirlediğimiz rotayı, hazırlıkların ardından ikimizin de aklının kesmesiyle birlikte New York - Miami olarak güncelliyoruz. Her şey sil baştan oldu ama olsun, ikimiz de hem fikiriz; üstelik bu rota çok daha unutulmaz olacak. 2.400 km’lik rotamız New York ile Miami arasındaki en kısa yol değil. Çünkü en kısa yol aynı zamanda en kalabalık ve çirkin yol oluyor genelde. New York’Tan başlayıp, okyanus kıyısından güneye doğru ineceğiz sırasıyla New Jersey, Delaware, Maryland, Virginia, North Carolina, South Carolina, Georgia ve Florida eyaletlerini geçerek. Tonguç’u da hesaba katarak nispeten mütevazı, günde ortalama 160 km süreceğimiz 15 günlük bir hareket planı hazırlıyorum. Yoldaki duruma ve Tonguç’un performansına göre belki değişebilir. Biraz kısaltabilirsek iyi olacak ama uzamazsa bile razıyım.

Beni en çok endişelendiren ise yine her zaman olduğu gibi ters rüzgar. Günlerce kontrol etmeme rağmen bir türlü bölge ile ilgili kararlı bir rüzgar kalıbına ulaşamıyorum. Kesin olan tek şey Atlantik rüzgarlarının çok kuvvetli olduğu. Ama mevsimine falan aldırmadan ya kuzeyden güneye ya da güneyden kuzeye esiyorlar. Biraz; “Ne çıkarsa bahtımıza” olacak artık. Kazakistan’da rüzgarın bana yaptıklarını hatırladıkça ürperiyorum ama aynı zamanda içimdeki asi de: “Al sana rövanş fırsatı” diyor. Dillendirmesem de biliyorum ki o asinin dediği olacak. Çünkü bir an önce rüzgarı “Halledemediğim Şeyler” listesinden düşürmek ve ilerideki yolculuk planlarım için özgürlüğümü geri kazanmak istiyorum. Bunu yapmanın tek yolu da üzerine gitmek…

Yine beni endişelendiren başka bir şey ise çok araştırmama rağmen bu rotada daha önce yapılmış bir bisiklet yolculuğuna dair herhangi bir şey bulamamam oluyor. Eğer kolay bir yolculuk olsaydı muhtemelen pek çok blog, hatıra yazısı vs olurdu ama bir tane bile bulamadığım için biraz tırsıyorum…

Sayılı günler geçiyor ve gitmeden önceki gün PCR testimi yaptırıyorum. Gerçekten yolculuğun tüm hazırlıklarından bile daha zor oluyor o 24 saati geçirmek. Es kaza bir pozitif çıksa bütün hazırlıklar boşa gidecek. Her şey sil baştan. Neyse ki sonuç negatif…

Sabah 07:30’da uçağım kalkıyor. 10 saat sonra da JFK’de iniyorum. Havası pek farklı değil Amerika’nın. İlk izlenimim Hollywood ve Netflix’in başka yerde çekim yaptıkları. İnsanlar, eşyalar, sesler… Her şey pek bir sıradan görünüyor. Hatta İstanbul Havalimanı bayağı bir modern kalıyor burayla kıyaslayınca. Vardır bir sebebi diye düşünüp Pasaport Kontrole doğru yürüyorum sağımı solumu kese kese.

Uzunca bir kuyrukta neredeyse bir saat bekledikten sonra, ufak tefek ama benden öneki üç Çinli’yi de amirine havale eden Porto-Rikolu memurun karşısına geçiyorum. “ABD’ye geliş sebebiniz nedir?” diye soruyor, makinadan hallice. “Bisiklete bineceğim” deyince biraz şaşırıyor, hep aynı tip cevapları almaya alışmış belli ki. Açıp web sitemi gösterince ikna oluyor. Bu sefer bir konuşkanlık geliyor üzerine, hep aynı şeyleri konuşmaktan sıkılmış belli ki, sordukça soruyor, ben de ballandıra ballandıra anlatıyorum hinliğine…

Pasaportumu alıp bagaj alım bölmesine geçmemle birlikte o tanıdık stres başlıyor yeniden; “Hürbalık geldi mi acaba? Yolda bir yerine bir şey olmamıştır inşallah?”

Fırsattan istifade biraz da Hürbalık’tan bahsedeyim yeni okurlar için. Takip edenler bilir, her bisikletime isim veririm. Onlar araçtan ziyade birer kişilik ve yoldaştır benim için. Hürbalık, namı diğer Freefish de bir yıldır benimle. Pek çok epik yolculuk yaptığım büyük abisi Karayel emekli olunca artık yollar ikimize kaldı. Hafif, sağlam, hızlı ve Cyclocross’tan modifiye Allroad bir bisiklet Hürbalık. Her yola gelen 40mm teker toleransına sahip güçlü ve çevik bir karbon kadrosu, alüminyum drop-bar kokpiti, 44 diş aynakol ve 11-42 rublesi olan 11 vitesli bir aktarma mekanizması ile hidrolik disk frenleri var. Hem aero hem de dayanıklılık özelliklerini harmanlayan 39mm/44mm jantlarını allroad yolculuklara uygun dişsiz gravel lastikleri ile donatırken, Hürbalık’ı elimden geldiğince sadeleştirip karşılaşabileceğim aksaklıkları asgari düzeye çekebilmek üzere toplam parça sayısını da mümkün olan en aza indirdim. Ve neredeyse tam aradığım bisiklet oldu, o gün bugündür birlikte geziyoruz…

Neyse ki Hürbalık ta gelmiş ve kutusu sapasağlam. Birinci aşama, yani en zor kısım tamamlanıyor; hazırlıklar bitti ve yolculuk için önümüzde artık hiç bir engel yok. İki gün sonra ilk pedal ve sonrası bambaşka bir dünyada yepyeni bir rüya…

Tonguç’un evi Manhattan’ın Kuzeybatı ucunda ve JFK’den kalkan A metrosunun son durağında. Kutulanmış Hürbalık’la New York’un yeraltı dehlizlerinde bir buçuk saate yakın yol alıyoruz. Sürekli birileri inip başkaları biniyor. Bildiğin sıradan insanlar. Tek fark yarısının renginin koyu olması. Ve ilk izlenimle aşikar ki; sizden bizden farklı bir amaçları, endişeleri, üzüntüleri, sevinçleri vs yok. Biz ne kadar sıkkın ve bıkkınsak onlar da öyle işte…

Metro çıkışında Tonguç’u beni beklerken buluyorum. Her ne kadar gıyabında tanıyor olsamda kanlı canlı görmek bir başka tabi. Hemen kanımız ısınıyor birbirimize. Sanki otuz yıldır görüşmeyen iki eski arkadaş gibiyiz.

Ertesi gün çabucak geçiveriyor. Sabah yanımıza alacaklarımızı kontrol ediyoruz. Gerçi stratejimiz hızlı seyahat ederek fizik gücümüzü ve bütçemizi mümkün olduğunca verimli kullanmak olduğundan çok fazla bir şeyimiz yok. Yolculuğuna göre değişmekle birlikte neredeyse 100 kalemden fazla eşya taşıyorum ama bunlar elzem ihtiyaçların en mütevazı versiyonları olduğu için ağırlık yapmıyorlar ve Hürbalık’ın yüklü ağırlığı hiç bir zaman 15 kiloyu aşmıyor. Zaten taşıdıklarımın çoğu teknik malzeme ve sağlık ile ilgili şeyler. Gerekirse dışarıda uyumama rağmen çok fazla ağırlık yaptığı için kamp malzemesi taşımıyorum. Zaten çadırda uyumak bana biraz klostrofobik geliyor. Hava yağışlı olmadıkça yıldızları seyrederek uyumak çok daha güzel. Bir diğer sebep ise kamp malzemelerinin insanı asosyalleştirmesi. Kalacak bir yerin ve yiyecek yemeğin olmadığında mecburen başkaları ile daha çok iletişim kurmak zorunda kalıyorsun ki, bu benim çok daha hoşuma gidiyor…

Son hazırlıkları tamamlayıp, öğleden sonra da Central Park’ta bir iki tur atıyoruz son bir deneme babında. Her şey tıkır tıkır çalışıyor. Keyfimiz yerinde. Ta ki hava durumunu kontrol edinceye kadar…

Aniden değişen hava durumu yola çıkacağımız ertesi sabah için %100 yağmur ve 15 derece sıcaklık gösteriyor.

“Yuh yani, tam da yola çıkacağımız saatte. Son anda bu da nereden çıktı ki?! O kadar da çalışmıştım…”

“Acaba bir gün ertelesek mi?” diye düşünüyorum, ama hem üç aylık hazırlıktan sonra sabrımız kalmamış, hem de dönüş günümüz Tonguç’un kız arkadaşının doğum gününe denk geliyor. Başımıza gelecekleri bile bile “Boş ver, ertelemeyelim.” diyoruz… Hadi Tonguç neyse de, bu kadar tecrübenin ardından ‘Ben’ neden bu kadar büyük bir yanlış yapıyorum hala akıl sır erdiremiyorum…

Stacks Image 5298


1. GÜN: New York NY - Atlantic City NJ / 217 km

Tabi ki heyecandan uyku tutmuyor ve sabahı zor edip saat 05:00’te şakır şakır yağan buz gibi yağmurun altında yola çıkıyoruz. Neyse ki yanımda yağmurluk getirmiştim. Tonguç’ta ise sadece softshel bir mont var. Fiziksel olarak iyi hazırlandığına şüphem yok ama sanki yolculuğun diğer zorluklarını biraz hafife alıyor gibi olduğuna dair içimde yeşermeye başlayan belli belirsiz endişelerim yeniden gün yüzüne çıkınca hafiften canım sıkılıyor. Sanki beni anlamış gibi; “Meraklanma, idare ederim” deyip göz kırpıyor ama daha on dakika geçmeden ikimizin de idare edemeyeceği ortada.

İlk iş Manhattan’ın kuzey sahilinde 15 kilometre sürdükten sonra New Jersey’e giden hızlı feribotla yarım saatlik bir yolculuk yapmamız gerekiyor. Günde sadece tek sefer olduğundan geri dönersek ertesi günü beklememiz gerekecek. “Nasıl olsa bir şekilde feribota ulaşır, orada kendimizi kuruturuz.” diye düşünüp devam ediyoruz ama hiç de düşündüğümüz gibi olmuyor. Amerika’daki her şey gibi, sanki yağmur damlaları da ekstra büyük. Feribot iskelesine vardığımızda sucuk gibiyiz. Daha da fenası, nasıl olduysa su geçirmez çantalarımızın içerisindeki yedekler bile ıslanmış. Canım oldukça sıkılıyor. Hasta olup ilk günden, hatta daha ilk saatlerde ‘Game-Over’ olmamıza ramak var. Ama içimizdeki inatçı keçi ağır basıyor ve New Jersey tarafında yağmurun geçmesini umut ederek feribota biniyoruz.

Gemi bomboş ve sanki yaz sıcağından kavruluyormuşuz gibi klimalar tam gaz açık. Soğuktan dişlerimiz takırdamaya başlıyor. Hemen ıslanan eşyalarımızı koltukların üzerine yaymaya koyuluyoruz. Bu arada içeriye almadıkları bisikletlerimiz rüzgar ve dalgaların etkisiyle düşüp güvertede sürüklenmeye başlıyorlar. Bir şeyler yapalım diyoruz ama kapıları açmak yasak. Neredeyse yarı çıplak birbirimize bakıp duruyoruz ne yapacağımızı bilemeden. Neyse ki güvertenin kenarları açık değil…

Tonguç tuvalete gidip, hızla geri dönüyor ve; “El kurutmak için hava üfleyici var” diyor göz kırparak. Harika olmasa da iyi bir haber. O bir tuvalette ben diğerinde elimizden geldiğince kurutmaya çalışıyoruz ıslak eşyalarımızı kısacık yolculuk boyunca. Neyse ki ayakkabılarımın içindeki tabanlıkları kurutabiliyorum az biraz. O kadar zorlayınca makinalar da bozuluyor, geri dönüp varış iskelesinde manevra yapan gemiyi izlermiş gibi yapmaya başlıyoruz çaktırmadan.

Saat 07:00 gibi New Jersey yakasındaki Highlands’de iniyoruz feribottan, işlerine gitmek için kuyruk olmuş insanlar bıyık altından gülerek sıçana benzeyen halimizi süzerken. İstasyon binasına girip tek tük bankların üzerinde yeniden kıyafet sergimizi açıyoruz. Neyse ki içeride kimse yok. Ama maalesef buradaki tuvaletlerde kurutma makinesi de yok. Derken bilet memuru gelip fırçayı basıyor; “Ne yapıyorsunuz siz, çamaşırhane mi sandınız burayı?!” diyerek. Özür dileyip toparlanıyoruz.

Üstümüz başımız hala sırılsıklam ve tek çaremiz sürmek. Vücudu harekete geçirip ısıtmazsak hasta olacağımız kesin. Neyse ki bu sırada yağmur azalıp çiseler hale dönüyor. Tonguç’a; “Kuruyacak bir yer bulana kadar, gerekirse akşam kalacağımız yere varıncaya kadar, hatta yemek yemek için bile durmadan sürmemiz gerekiyor, yoksa hasta olacağız!” diyorum. Uysalca onaylıyor ve tekrar yola koyuluyoruz.

İlk yarım saat titremekle geçiyor ama ıslaklığımız terimizle karışınca giderek ısınmaya başlıyoruz. Isınmak dediğime bakmayın, hala üşüyoruz ama artık titremiyoruz diyelim. Sükunet ve sabırla devam etmeye çalışırken, vücudumuzun pedallamaktan çok ısı dengesini ayarlamak için kaybettiği enerji yüzünden yorgunluktan uyuklamaya başlıyoruz ara ara.

İşte o uyuklama anlarından birinde, küçük bir kasabanın içinde ıslak tramvay raylarının üzerinden geçerken kayan ön tekerim yüzünden geliyorum diyen belayla buluşup kendimi yerde buluyorum aniden. Bir bu eksikti…

Neyse ki, dizim ve dirseklerimdeki çizikler dışında ciddi bir sıkıntım yok. Ama yerde boylu boyunca yatan Hürbalık’ı endişeyle kontrol ederken en çok korktuğum şeylerden birisiyle karşılaşıyorum. Kadro kulağı eğilmiş! Yanımda yedeği yok ve bulması da neredeyse imkansız. Düzeltmeye çalışırken kırılması ise işten bile değil. Bildiğin; viteslere ve belki de “Sahneye Veda” durumu olabilir…

Kara kara düşünüyorum ama çok fazla seçeceğim olmadığından ve işkenceyi daha fazla uzatmamak için işe koyuluyorum yaradana sığınarak. Yavaş yavaş, ve her seferinde bir tık daha fazla güç uygulayarak çekiyorum, kulağım kirişte, her an oyunun sonunu getirebilecek “çıt” sesini beklerken…

Neyse ki o ses gelmiyor ve idare edecek kadar düzeltebiliyorum. Büyük bir iki vitesi kaybettim ama en azından sürüşe devam edebileceğim için çok mutluyum. Yine de bu mola bize pahalıya mal oluyor ve yeniden titremeye başlıyoruz…

Fırsattan istifade düştüğüm yerin hemen yanıbaşındaki minik bir süpermarketten aldığımız ekmek ve çikolata ile karnımızı doyurup tekrar yola çıktığımızda, az da olsa hala yerleri ıslatan ama giderek hafifleyen bir yağmur var. Hafifliyor hafiflemesine de soğuk hava yüzünden üzerimizdekiler bir türlü kurumayınca bize pek bir faydası olmuyor.

Uzunca bir süre ormanlık bir yolda titreye titreye ilerliyoruz. Sorunlardan zihnim o kadar kilitlenmiş ki aniden etrafımdaki güzelliğin farkına varınca birden bire yüz yıllık bir uykudan uyanmış gibi oluveriyorum. Issız yolun iki kenarını çepeçevre sarmış devasa ağaçlar daha önce hiç görmediğim türden. Derken hava da biraz ısınıp “Her şey yavaş yavaş yoluna giriyor galiba” diye düşünürken arka lastiğim inmeye başlıyor. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde duruyoruz. Lastik patlamış. Daha iki yüz kilometre bile olmadan ilk patlakla karşılaşmak biraz canımı sıkıyor. Ama yapacak bir şey yok. Sızlanmak sadece enerji kaybı. O yüzden binlerce kilometre yolculuğun ardından iyice olgunlaşan o profesyonel tavrımı takınıp bir makina edasıyla iç lastiği değiştiriyorum on dakika geçmeden.

Hazır durmuşken çişimizi yapıp, üstüne birer de salatalık götürünce yüzümüz hafiften gülmeye başlıyor. Daha doğrusu benim yüzüm gülüyor, Tonguç ise biraz sıkıntılı. Hatta bayağı sıkıntılı. Yolculuk öncesindeki ısrarlarıma rağmen yanına yedeğini almadığı için saatlerdir ıslak tayt ile pedal basıyor. Haliyle ‘sele bölgesi’ (bulabildiğim en uygun terim bu oldu ama pek hoşuma gitmediği için bundan böyle ‘poposu’ diye anacağım :) oldukça tahriş olmuş. Mucize krem Voltaren’i uzatırken bana garip garip bakıyor. Ama bu işin şakası yok. Çabucak oyun dışı kalmak istemiyorsa poposuyla biraz ilgilenmek zorunda :)

Hiç konuşmadan pedalladığımız bir iki saatin sonunda Atlantic City’nin dış mahallelerine ulaşıp ilk gördüğümüz motelde duruyoruz. Adı “Rest Inn”. Resepsiyondaki çocuğun adı Jay, Amerikalıdan daha çok Ortadoğuluya benziyor ve Hintli gibi konuşuyor, çok kozmopolit. Fiyat bütçemizin biraz üstünde ama başka bir yere gidebilecek durumda değiliz. Bir an önce üzerimizi değiştirip eşyalarımızı kurutmamız gerekiyor.

Türkiye’deki taşra otellerindekilerden pek de farkı olmayan odaya geçiyoruz. Kalorifer vs olmadığı için klimayı kullanmamız gerekecek. İlk sırayı Tonguç’a bırakıp, Hürbalık’ı tamir ettirmek üzere bir bisikletçi bulmaya çıkıyorum.

Otelin altı kilometre ilerisinde küçük bir dükkan olan ‘Freedom Bicycle Club’ın içi yeni ve kullanılmış bisikletlerle dolu ama insan namına pek bir şey yok. Biraz bekleyince içeriden uzun boylu siyahi bir genç geliyor. Adı Jamie; “What’s up?” diye sorunca derdimi anlatıp çözüm için gereken “Kadro Kulağı Düzeltme Aparatı var mı?" diye soruyorum. Olmadığını ama “Old school” tamir edebileceğini söylüyor. Pek aklıma yatmıyor ama; “Tamam, yap o zaman” diyorum.

Kulağı düzeltmekten ziyade vites arttırıcının ayarlarıyla oynayarak sorunu çözmek için epey bir uğraşıyor. Bu arada laf lafı açıyor, klasik; “Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun… Hadi canım, yok artık, vs vs…” muhabbetlerinin arasında işini bitiriyor. Gerçekten de oldu gibi ama yine de içim rahat değil çünkü sorunun kendisini çözmekten ziyade yine geçici bir çözüm oldu gibime geliyor. Ama yapacak çok fazla bir şey yok. Ertesi gün deneyip, olmazsa bir başka bisikletçiye gitmeye karar veriyorum.

“Borcum ne kadar?” diye sorunca, “Borcun yok dostum” diye cevaplıyor gülümseyerek. Şaşırıp bir şeyler geveledikten sonra; “Beni utandırıyorsun ama” deyince kelimesi kelimesine şöyle cevaplıyor; “God make no mistakes (Tanrı hata yapmaz)”. Tüylerim diken diken olup ne cevap vereceğimi şaşırıyorum. Zar zor; “I’l never forget you Jamie” diyorum ve sımsıkı tokalaşıyoruz. İşte yine olmaya başladı. Bayılıyorum bu yolculuklara…

Döndüğümde Tonguç’u arı gibi çalışırken buluyorum. Odanın her yeri serilmiş eşyalarla dolu. Hem klimayı hem de ütüyü kullanıyor giyeceklerini kurutmak için. “İşe yarıyor mu bari?” diye soruyorum. “Evet” diye yanıtlıyor kısaca. İçim rahatlıyor. Artık ben de bir duş alsam hiç fena olmayacak.

Dışarıda hava kararmaya başlıyor. Akşam yemeği yememiz ve ertesi sabah çok erken yola çıkacağımızdan en azından kahvaltı için alışveriş yapmamız gerek. Bir saate kadar lokantada buluşmak için anlaşıyoruz, ben duşa girerken Tonguç da alış veriş için süpermarkete gidiyor.

Duş o kadar iyi geliyor ki, sanki yeniden doğuyorum. Bu arada şansıma kuru bir şeyler bulup üzerime geçirince dünyalar benim oluyor. Bir de ayakkabılar ıslak olmasaydı…

Dışarı çıkınca Amerika’nın tipik özelliklerinden birisiyle yakından tanış olmaya başlıyorum. Alışveriş merkezi bir, buluşmak için sözleştiğimiz lokanta ise bir buçuk kilometre ötede. Burada her şey tek katlı ve büyük olduğu için birbirine çok uzak. O yüzden araban yoksa işin var. Amerikalıların neden araba olmadan hiç bir şey yapmadıklarını alamak kolay aslında.

“Jersey Grill”e neredeyse aynı anda varıyoruz Tonguç’la. Alışverişi yapmış, ertesi sabah rahatız yani. Koyu renk ahşaplarla dekore edilmiş lokantaya girip güzelce yerleşiyoruz. Şaka maka daha ilk günden bunca badirenin ardına iyi bir yemeği hakettik. Genç garsonumuzun adı Zack. Yirmili yaşlarında. Hem ilgili hem de sevimli bir genç Zack. Aslında müzisyenmiş, “Geçinmek için garsonluk yapıyorum” diyor. İki tane dev Rib-Eye Steak sipariş ediyoruz doğru dürüst bir şey yememiş olmanın verdiği açlık ve açgözlülükle.

Patates kızartması muhteşem, et ise gerçekten devasa… Nefes almadan girişiyoruz bütün günün acısını çıkarmak istermişçesine. Açlığın körüklediği o ilk doymazlık hissi biraz yatışınca arkamıza yaslanıp sağı solu kesmeye başlıyoruz. Dünyanın gittiğim her köşesindeki tipik taşra lokantalarında şaşmaz bir şekilde gördüğüm gibi, herkes kendi dünyalarına dalmış yemeğini yiyor. Tipleri, giydikleri ve yedikleri farklı olabilir ama bakışlarda hiç bir fark yok… Tam o sırada; “Ünlü olmak istemiyorum, karnımı doyurabilecek kadar kazansam yeter.” diyor Zack, arkamızdaki masadakilerle sohbet ederken…

Şişmiş göbeklerle odaya dönüp yarım kiloluk bir de Ben&Jerry götürüyoruz aç gözümüzü doyurabilmek için. Ne diyeyim Tonguç; “Ağzının tadını biliyorsun walla :)”

Ertesi gün Delaware Körfezini geçeceğiz ve yakalamamız gereken bir feribot var. Saatini kaçırırsak bütün planlar bozulacak. O yüzden bir an önce yatmaya karar veriyoruz. Yatağa uzanırken aklımdan son geçen düşünceler ise şunlar oluyor;

“Yağmur, soğuk, kaza… Al sana yine ‘Unutulmaz’ bir başlangıç… Sırada neler var bakalım?” Aslında ne olduğunu biliyorum! Böylesine öngörülemez hava şartları ve sert rüzgar altında biraz daha hızlanıp sürüş günlerini mümkün olduğunca azaltmak iyi bir strateji olacak. Ve bunun yaratacağı baskının Tonguç üzerindeki olası etkilerini pek tahmin edemediğim için kendimi hiç rahat hissetmiyorum. Eğer yavaşlamak isterse aramızda çatışma çıkması kaçınılmaz olacak…


2. GÜN: Atlantic City NJ - Pocomoke MA / 230 km / Toplam 447 km

Sabah 04:45’te alarm ile uyanıyoruz. Hava 05:00’te aydınlanıyor ve niyetimiz en geç 05:30’da yola çıkmak. Bugün 80 kilometre ötemizdeki Delaware boğazını geçmemiz gerekiyor. Feribot saatleri ise 10:30 ve 13:00. Erken olanı yakalayabilirsek iyi olacak.

Bütün eşyalarımız kuruması için sere serpe ortalıkta olduğundan hazırlanmamız tahmin ettiğimizden daha uzun sürüyor. Saat altıya doğru yola çıktığımızda ise önceki gün gösterdiğimiz insanüstü çabanın ardından bedenlerimizin pek hazır olmadığını fark ediyoruz. O yüzden hızlı bir sürüşle 10:30 feribotunu yakalamaya çalışmaktan vazgeçip ağırdan almak daha işimize geliyor.

Dünkü yağmur ve fırtınanın aksine hava oldukça güzel. Hafiften serin ama güneş parlıyor. Aslında tam da sürüş havası. “Madem vaktimiz var, hadi Atlantic City merkezine gidelim o zaman” deyip rahat bir tempoyla sürmeye başlıyoruz.

Okyanus kenarındaki şehir merkezinin neredeyse tamamı devasa kumsalın üzerindeki tahta bir platformdan oluşuyor. Her yer kumarhaneler, lunaparklar ve eğlence tesisleri ile dolu. Doğunun Las Vegas’ı desem yanlış olmaz. Ama sabahın erken saatleri olduğundan olsa gerek ortalıkta kimsecikler yok.

Platformun üzerinde ve kumsalda gezinip fotoğraf çekerek epey bir vakit geçirdikten sonra tekrar yola koyuluyoruz. Kumsalın kenarından güneye doğru devam eden ahşap yol bizi neredeyse bir on beş kilometre daha götürdükten sonra asfalta bağlanıyor. Etraf yazlıklarla ve yazlıkçılarla dolu. Çok doğal olmasa da güzel bir sürüş oluyor.

Sürüş güzel ama aç olduğum için Tonguç’a “Mola verelim” diyorum. “Tamam” demesine rağmen önüme geçip sanki yarışıyormuş gibi hiç durmadan gitmeye devam ediyor. Hem anlam veremiyor, hem de kızmaya başlıyorum. On kilometre daha gittikten sonra bir Wawa görünce duruyoruz. Burası terzi işi sandviçleriyle burada pek revaçta olan bir fastfood-market-benzinci zinciri. Tonguç’un da favorisiymiş. Sabah yola çıkmadan bir şeyler atıştırdığını da duyunca jetonum düşüyor. Karnımızı doyururken Tonguç’a yemek ve molalar hakkında küçük bir nutuk veriyorum. “Beklemediğimiz kadar sert hava şartları altında, çok küçük toleranslarla ve zor bir iş yapıyoruz, eğer iyi koordine olamazsak başarmamız hayal!”

Sandviçler gerçekten çok lezzetli. Kahve de bayağı güzel. Göbeğimiz şişince haliyle keyfimiz de yerine geliyor, ağır ağır pedallamaya başlıyoruz. O sırada yol bizi Strathmere kasabasından geçiriyor. Gerçekten de çok romantik, tam da eşinle gelip dünyayı unutacağın bir yer…

Rüzgara karşı uflaya puflaya giderek sonunda saat 12:30 gibi feribot iskelesine varıyoruz. Çok kalabalık değil ama yine de epey bekleyen var. Bu arada hava tekrar bozup yeniden yağmur çiselemeye başlıyor. İskelenin büfesinden içecek bir şeyler alıp feribotu beklerken önceki akşam hazırladığımız salamlı-kaşarlı sandviçlerle karnımızı doyuruyoruz.

Derken feribot gelip yolcularını indiriyor. Sıraya girip binmeyi beklerken iri yarı bir Sheriff gelerek yanındaki narkotik köpeği ile bekleyen bütün arabaları kontrol etmeye başlıyor. Merakla bekliyoruz ama aksiyon yok. Bu arada her yer ot kokuyor ama sanırım o serbest :)

Feribotun bizim Eskihisar’dakilerden pek bir farkı yok. Hatta kantini bile neredeyse aynı. Ben bir kahve alıp dönüyorum ki, Tonguç fırsattan istifade ikili koltuğa uzanıp uyumuş bile. Yaklaşık bir saat son derece yoğun bir sisin içerisinde öylece gidiyoruz. Sanki bir masal diyarındaymışız gibi, muhteşem… Bu dramatik ve heybetli atmosferin etkisiyle önceki gün yaşadıklarımız yeniden aklıma gelince endişelerim daha da artıyor. “Umarım böyle devam etmez” diye düşünüyorum. Yoksa bu yolculuğu planladığımız sürede bitirmemiz, hatta belki de bitirebilmemiz imkansız olacak. Hava gerçekten çok sert ve şakası yok. Ayrıca iki kişilik yolculuklara da alışık değilim ve bu da canımı sıkıyor. Tonguç son derece uyumlu ve daima son sözü bana bırakıyor ama yine de bazan yol disiplininden uzaklaşıp alışık olduğu tarzda, kısa süren deparlı yarışmalara daha uygun olsa da bizim yüksek performansı belirli bir süreye yaymamızı gerektiren yolculuğumuza pek uygun olmayan bir şekilde sürmeye çalışıyor. Dolayısıyla koordinasyon eksikliği ve fiziksel uyum sebebiyle vakit ve enerji kaybediyoruz…

“Hayırlısı bakalım” diye düşünüp tam ben de gözlerimi kapatacakken feribot sis bulutunun içinden çıkıp yavaşlamaya başlıyor. O etkiyle uyanan Tonguç biraz şaşkın. Sanki gittiği alemlerden pek geri dönememiş gibi. Baygın bir şekilde sağa sola bakınırken o sırada yanımızda yerleri süpürmekte olan otuzlu yaşlarındaki temizlikçi kadınla sohbet etmeye başlıyor. Kadın da bisikletçiymiş. Taytlarımız dikkatini çekmiş. Rotamızı duyunca heyecanlanıyor. Kendisi de bir önceki yıl Miami’den Key-West’e kadar bisiklet sürmüş. “Vaktiniz olursa Miami’den sonra devam edin, tavsiye ederim” diyor.

Key-West Miami’den başlayıp neredeyse Kübaya kadar devam bir tropik adalar grubunun en güney ucunda ve bütün o minik adaların üzerinden geçen yaklaşık 300 kilometrelik bir karayolu ile anakaraya bağlanmış. Tatil yapmak için güzel bir yer olsa da, Tonguç’u bilmiyorum ama benim "Kendimden Kendime Yolculuklar”ım için fazlaca turistik.

Feribottan inmemizle birlikte yoğun bir araç trafiği bizi yutuveriyor. Sahil yolundan gitmeyi planlıyorduk ama yazlıkçı trafiği yüzünden fikrimizi değiştirip içeriye doğru girmeye karar veriyoruz. Kurtulup tenha yollara çıkmamız ise neredeyse bir saatimizi alıyor. “Epey geciktik, bari biraz hızlanalım” derken bu sefer rüzgar ipleri eline alıyor, ne kadar uğraşsak da bir türlü yol alamıyoruz.

Gerçekten çok sinir bozucu; “Belki birazdan düzelir” dedikçe daha da şiddetleniyor. O sinirle biraz nefeslenip su içmek için durduğumuz bir yerde sırt çantamı unutuyorum. Tonguç’u kapalı bir benzincide bırakıp çantayla geri dönmek ekstra bir saatime daha mal oluyor ama giderken arkama aldığım rüzgarla sürüş inanılmaz. Bir de geri dönmesi olmasa…

Yorgun argın döndüğümde Tonguç’u telefonuyla o akşam için kalacak yer ararken buluyorum. Haberler pek iyi değil. Sahil yolu yerine içeriye döndüğümüz için önümüzdeki kasabalarda konaklayacak yer yok. Benzinci kapalı ama allahtan Pepsi otomatı var. Bir şeyler içip sakin kafayla yeniden bakıyoruz. Ama yok yok yok… Saat neredeyse 16:00 oldu ve kalacak bir yer bulabilmek için en az 80 kilometre daha yol gitmemiz gerekiyor. Normal bir havada gidelim gitmesine de, bu rüzgar ne olacak ? Nereden baksan altı yedi saat daha hiç durmadan sürmemiz gerekiyor.

Hemen yola düşmeliyiz. Tecrübeyle sabit ki: düşünerek harcadığımız her saniye aleyhimize çalışıyor. Tek alternatif geri dönmek, ama maalesef öyle bir lüksümüz yok. Öyle ya da böyle bu yolu almamız gerek. Umut bile etmeden pedallamaya başlıyoruz. Zaten rüzgar o kadar kuvvetli ki, umut etsen de bir faydası yok. Yine de kalan tek silahımıza yani azmimize sarılıp inatla sürmeye devam ediyoruz.

Yaklaşık bir buçuk saatte gittiğimiz yirmi kilometreden sonra artık ilerleyemez hale gelince, denize düşen yılana sarılır misali; “Belki rüzgardan kurtuluruz” diyerek ana yoldan çıkıp yan yollardan birisine giriyoruz. Hay girmez olaydık! Burada da ‘Yol yapımı” varmış. Şose haline gelmiş yolun kenarındaki elli santimi bile bulmayan incecik asfalt şeridin üzerinde, sık sık şarampole düşme tehlikesi yaşayarak ancak üç saatte aldığımız o otuz kilometreyi hiç unutmayacağım. Yazık. Rüzgar olmasa da asla unutulamayacak o kadar güzel bir otuz kilometreydi ki oysa …

Sonunda hava kararmaya yüz tutmuşken yeniden ana yola bağlanınca durup bir soluklanıyoruz. Hala otuz kilometre yolumuz var, yorgunuz, açız ve umutsuzuz. Gerçekten perişan durumdayız. Sadece otuz kilometre. Kulağa çok da zor değilmiş gibi geliyor ama son otuz kilometreyi ancak üç saatte gittiğimizi düşününce… Yavaş yavaş kararan hava ile birlikte kalan iyimserliğimiz de uçup gidiyor. Deposu boşalmış bir araba gibiyiz. İçimizden “Acaba bir ağacın kovuğuna girip uyusak mı ki?” diye geçiyor ama acımasız yağmur da hiç aklımızdan çıkmıyor ki.

Ve yine işte tam her şeyin dibi gördüğü o anda birden bir mucize gerçekleşiveriyor. Rüzgar önce hafifliyor ardından da arkamıza geçiyor. Perişan durumdaki bedenlerimiz birden umutla canlanıveriyor ve az önce neredeyse üç saatimizi alan o otuz kilometreyi neredeyse bir saat bile geçmeden alıveriyoruz.

Yol kenarındaki kamyoncu moteline girdiğimizde saat 09:30’u geçmiş halde. Yakınlarda yemek yiyebileceğimiz tek yer bir kilometre ötedeki Arby’s ve o da 10:00’da kapanıyormuş. Çabucak soyunup koşturarak yemek yemeye gidiyoruz.

Son anda yetişip yemek yedikten sonra, motele dönüp çantaları açmamız ve ıslanan eşyalarımızı kurutup uyumamız neredeyse on ikiyi buluyor. Bu gün de dinlenemedik. Ama bunu hak ettik. Sabahki uyuşukluğumuzun cezasını çekiyoruz. O ilk feribotu yakalayacaktık. Ne kadar kendine güvenirsen güven, yol daima çıkaracak bir zorluk buluyor. O yüzden ne olursa olsun fırsatın varken gidebildiğin kadar gitmekte her zaman fayda var.

İlk gün yağmur, soğuk ve fırtına, bugün de rüzgar, bozuk yol ve daha çok rüzgar… Hiç fena gitmiyoruz yani. Bakalım yarın neler gelecek başımıza… Saat neredeyse on iki. Sabah 04:45’te kalk borusu var. O yüzden bunları düşünüp şikayet etme lüksün bile yok. Gözlerini kapa ve bir an önce yat uyu…


3.Gün: Pocomoke MA - Franklin VA / 238 km / Toplam 685 km

04:45’te uyanmak zaten harika ama, yorgun argın olunca daha da bir güzel oluyor. Abartısız vücudumdaki her kasta ağrı var. Yataktan doğrulmak bile acı veriyor. Haliyle pek keyfim yok. Tonguç’u kesiyorum yan gözle; sanki aynaya bakıyor gibiyim. Evet, bu güne de güzel başladık…

Telefonumu kontrol edince Cemre’nin mesajını görüyorum. Önceki gün paylaştığım fotoğraflardan üç tanesi için: “Direk oralara ışınlanmak istedim” yazmış. O kadar haklı ki aslında. Evet çok zorlu geçiyor belki ama diğer yandan inanılmaz derecede bakir bir coğrafyada unutulmaz güzellikte bir sürüş yapıyoruz. Sağolsun kızım, tam doğru anda ve tam da ihtiyacım olan bir noktaya parmak basıyor.

O gazla kalkıp Hürbalık’ı hazırlamaya başlıyorum. Bu yolculuklardaki en zor şeylerden birisi bu aslında. Her akşam saçılmak ve her sabah toplanmak. Taşıma alanımızı son derece limitli tuttuğumuz için çantadaki yerleşim son derece önemli oluyor. Aniden bastıran bir yağmurun altında ihtiyaç duyacağımız bir şeyin, o her şeyi dip dibe zar zor sıkıştırdığımız çantanın en dibinde olmaması lazım mesela. Üstelik o ihtiyaçlar yol ve hava durumuna göre sürekli değiştiğinden çantayı her gün yeniden yapmamız ve her akşam da yeniden bozmamız gerekiyor.

05:30 gibi yine yoldayız. Bugün Chesapeake boğazını geçeceğimiz için yine oyalanmamamız gerekiyor. 110 km ilerimizdeki boğazda dünyanın en uzun “dubalı-yol/köprü/tünel” kompleksi var ve feribot olmadığından karşıya geçmek için tek şansımız o. Yalnız bisikletle girmek yasak olduğu için yaklaşınca arayıp haber vermemiz gerekiyor ki; yolu işleten şirket de uygun bir zamanda araçlarından birisiyle bizi karşı taraftaki Norfolk’a geçirebilsin. Dolayısıyla sallanmadan bir an önce oraya varıp günü garantiye almamız gerekiyor.

Gökyüzü aydınlık ve hava ilk günlerin aksine çok sıcak. Rüzgar dünkü kadar kuvvetli olmasa da sahte 20 kilometrenin altına da düşmüyor. Anlaşıldı; bu seyahatin başrolü rüzgarın olacak. Bardağın dolu tarafından bakarsam; bu yolculuk epey zor geçecek belki ama, okyanus rüzgarlarını bile alt ettikten sonra rüzgar korkusuyla gelecekteki rotalarımı değiştirip durmaktan da kurtulmuş olacağım. Tonguç’a gelince defalarca uyarmama rağmen bu Kuzey-Güney rotasında ısrar eden kendisi olduğu için bunu hak etti zaten. Kendim için “Wind-Proof Cyclist” diye düşününce hoşuma gidiyor, o keyifle pedallara daha bir yükleniyorum…

Sanki tam rüzgar ile cilveleşmemin bitmesini beklermiş gibi bu sefer sağ dizimdeki ağrı nüksediyor. Lise sonda, boş derslerden birinde sıraların üzerinde koştururken düştüğümden beri peşimi bırakmayan bir ağrı bu. Kaslarımı kuvvetli tuttuğum müddetçe sorun çıkarmıyor. Ama son iki gündür rüzgar aşırı zorladığından olsa gerek kesintisiz bir şekilde ağrımaya başladı…

30 kilometre gittikten sonra bir bakkal bulup mola veriyoruz. Kahve ve muffin ile kahvaltı ederken çantadan çıkardığım dizliğimi takıyorum. Beni gören Tonguç; “Benim de dizim ağrıyor” deyince diğer dizliği de ona veriyorum. İyi ki çift getirmişim. Tonguç yanına neredeyse hiç bir şey almamış. Hatta daha önce söylediğim gibi yedek taytı bile yok ve havanın hiç öngörülebilir bir yanı olmadığı için poposundaki tahriş giderek yaraya dönüşecek diye endişelenmekten kendimi alamıyorum. Bir kere daha ıslak sürüş yapmak zorunda kalırsa seleyle ilişkisi çok kötü haller almaya başlayabilir… Neyse ki 15 kilometre daha gidince bir eczane buluyoruz. Dizlerimiz için ‘Tylenol’, yani bizdeki adıyla ‘Rantudil’, popolar için de Voltaren takviyesi yapıp yola devam ediyoruz.

Artık nispeten daha bakir olan Virginia eyaletindeyiz. Issız ve yemyeşil coğrafyada 5 kilometre daha ilerlediğimizdeyse bu kuş uçmaz kervan geçmez yolun kenarındaki kalabalık dikkatimizi çekiyor. Üstelik polis ve itfaiye arabaları da var. O kadar beklenmedik ve acayip bir görüntü ki. “Kaza mı var acaba?” diye yavaşlayınca bir de öğreniyoruz ki; meğer kır düğününe gelen yaşlı bir teyze arabasını park edememiş, polis ve itfaiye de yardıma gelmiş! Bu kadar ıssız bir yerde düğün? Hadi teyze yaşlı, becerememiş anladım da, o kalabalıkta bir allahın kulu yok muymuş arabayı park edecek? Hadi kimsenin kafası çalışmamış, polis ve itfaiyenin de mi hiç aklına gelmemiş 911’i arayanlara; “Bir zahmet yardım ediverin, sevaptır” demek ? Neresinden tutsak elimizde kalan bir acayip hikaye. “Buyur buradan yak!” deyip devam ediyoruz…

Yine ilginç bir şekilde bu ıssız yolun kenarında her üç beş kilometrede bir karşımıza bir “Antikacı” çıkıyor. Bildiğin, yol kenarına sergi açmışlar. Hani Bursa’nın şeftalicileri, Kırkağaç’ın kavuncuları vardır ya, buranın da antikaları meşhur galiba. Ama gerçekten kıymetli şeyler, öyle uyduruk eski püskü eşya değil. “Acaba toprakta falan mı yetişiyor ki?” diye saçma saçma sormadan edemiyorum kendi kendime sıcaktan erimeye yüz tutan beynimin marifetiyle. Her neyse, zaten az önce yaşadığımız olaydan şerbetli olduğumuz için fazla kurcalamanın pek bir alemi yok. Aklıma gelen en iyi cevap Virginia’nın kurucularının Karadeniz kökenli olabileceği :)

60. kilometredeki benzinlikte bir mola veriyoruz. Yanımızdan geçen bir Virginialı “Bisikletler benzinle çalışmıyor” bilmiyor musunuz diye bizimle dalga geçince az önceki teorim daha da anlamlı bir hal alıyor. Üstelik o hep filmlerde duyduğum güneyli aksanıyla şarkı söylermiş gibi, ya da daha doğrusu sanki ağızları acayip esnekmiş te sahip olamıyorlarmış gibi uzata uzata konuşmaları da cabası. Civarda Hamsi de var mı acaba?

75. kilometrede yorgunluk kendisini iyice hissettirmeye başlayınca yine bir mola veriyoruz. Artık sıcaktan her 15 kilometrede bir durmaya başladık. Durum pek iyi gözükmüyor. 90. kilometrede durduğumuzda molayı uzun tutup karnımızı doyuruyoruz. Menüde hotdog, haşlanmış yumurta ve dondurma var. Yüzünüzü buruşturmayın, ülkesinden uzaklarda yolculuk yapan bisikletçi ne bulursa onu yemek zorunda…

Uzun mola gibisi yok. Chesapeake geçidine kalan 20 kilometreyi de aşırı sıcak ve rüzgar kombinasyonuyla alıp kendimizi yolu işleten şirketin tesislerine zor atıyoruz. Tuvalet ve su ilaç gibi geliyor. Bu arada şansımıza hemen bir araç buluyorlar ve hiç beklemeden karşıya geçmek üzere yola çıkıyoruz.

Aracımız bir “Çekici Kamyonet”. Şöförümüz ise gençten bir zenci çocuk, adı Quan. Araca yerleşip sohbet ede ede gitmeye başlıyoruz okyanusun üzerinde. Gerçekten oldukça etkileyici bir yol. Kah dubalar üzerindeki yolda gidiyor, kah bir köprüye çıkıyor, yolun ortasına geldiğimizde ise bir tünele dalıp uzunca bir süre okyanusun altında seyahat ediyoruz. Sonunda Quan bizi geçidin Norfolk yakasındaki tesiste bırakıp iyi şanslar dileyerek geri dönüyor.

Boğazı geçmemizle birlikte iklim bir anda değişti sanki. Burası daha da sıcak ve nemli. Norfolk’ta çok fazla haliç olduğu için olsa gerek, burası Amerikan deniz kuvvetlerinin en büyük üslerinden birisi. Her yer tersanelerle, ve onlar da; ya yapım aşamasında ya da tamir gören savaş gemileri ile dolu. Yine çok fazla haliç olduğundan olsa gerek yollar acayip karışık. Sürekli kaybolup duruyoruz. Zaten bu yolculuklarda en çok vakit kentsel bölgelerden geçerken harcanıyor ama, Norfolk bu zorluğun doruk noktalarından birisi sanki.

Sonunda Berkley ve Jordan köprülerinden geçip şehir dışına doğru yöneliyoruz. Saat neredeyse 15:00 ve daha bugünkü hedefimiz olan Franklin’e 80 kilometre yolumuz var. Normal şartlarda 3 saatlik bir yol ama rüzgara güvenemediğimiz için bayağı tedirginiz.

Şehirden çıkmadan hemen önce açlık başımıza vuruyor. Kenar mahallelerden birinde “New York Style Pizza” yazısını görünce hemen dükkana dalıyoruz. Hem bakkal, hem pizzacı, hem kızarmış tavukçu. Ne ararsan var anlayacağın. Bu durum girip çıkan tipler için de geçerli. Bilmesem, Eminönü’ndeyim falan diyeceğim yani. Sahipleri de Yemen’liymiş. Pizza söyleyip muhabbet ediyoruz. Yemen’deki savaş yüzünden göç edince önce bir süre İstanbul’da kalmışlar. “Çok güzeldi, hiç unutamadık Türkiye’yi” diyorlar. Kendi kendime düşünüyorum; “Bir tek bizim milletimiz sevmiyor güzel ülkemizi galiba :)”…

Pizzacı Halit de Fas’tan gelmiş. Batı Sahra yolculuğumun fotoğraflarını gösterince gözleri doluyor. Hararetle sohbet ediyoruz. Laf arasında kulağıma eğilip “Yemişim Batı’sını, ne varsa bizim oralarda var” diye fısıldıyor özlemle. Bir de kola veriyor pizzayla içmem için. Para da almıyorlar; “Kola da bizden olsun kardaş” diyerek…

Muhabbete dalınca bir de bakıyoruz ki saat 16:00 olmuş. Üstüne üstlük pizza Tonguç’un deneyimsiz bağırsaklarını da bozuyor. Her zaman söylüyorum, bu yolculukların ilk şartlarından biri iyi bir mide kondisyonuna sahip olmak. Nereyse çöp bile yiyip yine de yoluna devam edebilmek gerekiyor.

Keyifsiz bir şekilde tekrar yola çıkıyoruz. Durum böyle olunca,, bir an önce gecelemeyi planladığımız Franklin’e varmak istediğim için hızlı bir şekilde ana yoldan gitmemiz konusunda ısrar edince Tonguç itiraz ediyor. Çok hızlı yol aldığımız için yolun hiç tadını çıkaramadığımızı ve yavaşlayıp arka yollardan gitmemiz gerektiğini söylüyor. Aslında uzun süredir söylemek istediği sözlerdi bunlar biliyorum, ama hiç fırsatı olmamıştı: Şimdi poposunun ve bağırsaklarının da baskısıyla artık kendisini tutamayıp isyan ediyor.
Aslında söylemek istedikleri farklı. Tecrübeli sporcu kimliğiyle bisiklet sürmeye bu denli iyi hazırlanmışken, bu yolculuğun aslında bisiklet sürmekten çok daha fazlası olduğunu görmeyip geri kalan şeyleri hafife aldığı için ve dolayısıyla sorular çalışmadığı yerden geldiği için isyan ediyor aslında. Asıl endişesi olan “Yüzlerce kilometre bisiklet sürebilmek” hiç sorun yaratmıyorken, yedek tayt veya sağlam bağırsaklar nasıl bu kadar önemli olabilir ki?!”… Nereden mi biliyorum; “Been there, done that!”…

Keşke ona uygun bir şekilde anlatabilmemin, yağmur ve rüzgarın bütün planlarımızı bozduğunun, bu yolculuğun bir sonraki etapta kayıplarımızı telafi edebileceğimiz bir yarış olmadığının, geciktiğimiz her dakikanın giderek büyük problem olmaya başlayan poposu sebebiyle onu şimdiden sonuçtan uzaklaştırmaya başladığının ve eğer Miami’ye varmak istiyorsak artık sürekli planladığımızın önünde gitmemiz gerektiğinin farkına varmasını sağlayabilmemin bir yolu olsa. Ama sanırım en iyisi “Bir musibet bin nasihattan iyidir” hesabı kendisinin yaşayarak öğrenmesine izin vermek olacak. İnat ederse de yalnız devam etmek zorunda kalacağım, ama en azından bunun sorumluluğu bende olmayacak. O yüzden fazla uzatmayıp, şimdilik arka yollardan gitmeyi kabul ediyorum.

Öyle böyle derken sallana sallana giderek akşamı buluyoruz. Franklin’e 30 km kala ise hiç beklemediğimiz bir şey oluyor. Önce elime bir yağmur tanesi düşüyor. Bir saniye sonra bir ikincisi. Ama üçüncü saniye ile birlikte sanki birisi yangın hortumuyla üzerimize su sıkıyormuş gibi tepemizden aşağı korkunç bir yağmur boşalıveriyor.

Tam bu ani sağanağın şaşkınlığıyla aptal aptal sağa sola bakınırken, hayatım boyunca karşılaştığım en yüksek seslerden birini duyuyorum. Daha doğrusu önce basıncını hissediyorum. Sanki bütün iç organlarım titriyor bir anda. Ve ardından o korkunç patlama sesi. Bir de bakıyorum ki çömelmişim hiç farkına varmadan.

Hızlıca sağa sola bakınıp kendimizi en yakındaki ağacın altına atıyoruz. Atıyoruz ama her ne kadar yağmuru bir nebze kesse de yıldırım için biçilmiş kaftan bu ağaç . “Ne yapsak” diye birbirimize bakınırken cılız bir ses duyuyoruz. Sanki birisi bizi çağırıyor. Dikkatle bakınca ağacın arkasında, ileride bir ev ve camından bize el sallayan birisini görüyoruz.

“Çabuk buraya gelin” diyor. Biz de ikiletmeden seğirtip kendimizi tek katlı evin verandasına atıveriyoruz, yağmur şakır şakır yağmaya, yıldırımlar da dört bir yanımızda patlamaya devam ederken.

“Çok ani oldu. 10 dakika önce baktım
radarda bile yoktu.” diyor gülümseyerek bizi karşılayan orta yaşlı, hafif toplu ve kel bir adam. Adı “Benny’miş. “Oturup dinlenin, birazdan geçer” diyor.

“Bu fırtına normal mi buralarda?” diye sorunca; “Evet sık sık fırtına olur ve çok yağar ama böyle ani şekilde olmazdı” diye cevaplıyor. Ufaktan sohbet etmeye başlıyoruz. “Nereden geliyorsunuz, nereye gidiyorsunuz, vs, vs”…

“Şimdilik biraz dinlenin, yağmur geçince Franklin’e gidersiniz” deyip bize su ikram ediyor Benny. Yine şanslıyız…

Bekliyoruz ama ne yağmur bitiyor ne de yıldırımlar. Sonunda Benny; “Geçmeyecek anlaşılan, en iyisi ben sizi Franklin’e bırakayım” deyince ne diyeceğimizi şaşırıyoruz. Tonguç’la konuşup en azından "benzin vs alalım” diye teklif edelim diyoruz ama Benny; “Ben insanlara yardım etmek istiyorum, benim ödülüm bu” diyerek reddediyor.

Bisikletlerimizi Benny’nin kamyonetine yükleyip yola çıkıyoruz. Hava gerçekten korkunç. Silecekler yağmura yetişemezken, rüzgarın yol kenarındaki ağaçlardan kopardığı dallar da sürekli kamyonetin üzerine düşüp duruyor. Bu şartlarda Franklin’e varmamız neredeyse bir saatimizi alıyor.

Benny sağolsun Franklin’e varıyoruz ama sorunumuz bitmiyor. Kalacağımız moteli su basmış, park yerini geçip kapısına bile ulaşamıyoruz. Ben bisikletlerle dururken Tonguç neredeyse yüzerek resepsiyona gidip, yarım saat sonra elinde bir anahtarla geri geri dönüyor.

“N’aptın yarım saattir?” diye sorunca anlatmaya başlıyor. Moteldeki herkes resepsiyonu basmış. “Motelin sahibesi kadın da tam bir bitch!” diyor Tonguç, odamızın kapısını açarken. O sırada elinde paspas ve kovayla yanımızda bitiveren neredeyse 200 kiloluk bir adam da onaylıyor Tonguç’u “Hem de nne bitch!” diyerek…

Adamın adı Scot, kadından korktuğu belli, bir yandan giydirirken bir yandan da sağı solu kesiyor "Duyan var mı acaba?” gibilerinden. Oda bildiğin havuz, yerler sırılsıklam. Scott paspasla girişiyor. Pek alışkın bir hali var. Bir yandan da sohbet ediyoruz. “Deli misiniz siz? Ben o kadar yolu motosikletle bile gitmem!” diyor. “Zaten hiç şansım da yok” diye ekliyor. Bir keresinde Pennsylvania’da arabası bozulmuş. “Yardım beklerken karşıma çıka çıka bir Amish çıktı”diyor. Adam önce at arabasıyla bunun arabayı çekmeyi denemiş, olmayınca da at arabasına binip parçacıya gitmişler. “İşte benim şansım!” deyip göz kırpıyor koca Scot...

Saat 21:00 olmuş. Yerler kuruyacak gibi değil. Scot’a teşekkür edip dükkanlar kapanmadan bir şeyler yemek üzere dışarı çıkıyoruz. Yan odamızdaki Bulgar göçmenler odanın önüne bir masa atmışlar. Bayağı büyük bir aile, hatta neredeyse sülale. Masanın yanındaki mangalda tavuk kanadı pişiriyorlar. Sanki buraları hiç su basmamış gibi bir halleri var…

Saat 21:30 gibi bir Meksika lokantası buluyoruz. Yemekler güzel. Garsonlar ise Amerika’ya geldiğimden beri gördüğüm insanların en çalışkanları ve neşelileri. Saat 22:00’da tam biz çıkarken önce kapıları kapatıyorlar, sonra ışıkları kısıyorlar ve müziğin sesini açıp dans eder gibi temizlik yapmaya girişiyorlar. Hala neşeyle çalışan insanlar olduğunu görmek gerçekten güzel…

Havuzdan bozma odamıza dönüp; “Hazırlıkları sabah hallederiz artık” diyerek uykuya dalıyoruz…



4.Gün: Franklin VA - Wake Forest NC / 220 km / Toplam 905 km

Sabahın köründe kalkmak yine çok zor. Ama bu sefer beterin beteri var. Yatakta zar zor doğrulduktan sonra ayaklarımı bastığım zemin hala ıslak olunca hem bedenen hem de zihnen ürperiyorum. Uyanmak için gerçekten berbat bir yol. O an tek istediğim şey tekrar sıcacık battaniyenin altına girmek ve her şey kuru ve sıcak oluncaya kadar da uyanmamak…

Ama olmuyor tabi ki. Islak ıslak hazırlanıp gün ağarırken yola koyuluyoruz. En kötüsü de ıslak çoraplarla sürüş yapmak. Ama kurutacak kadar bekleme lüksümüz yok. Bugün dördüncü gün. Sert şartlara rağmen, ya da daha doğrusu onların verdiği ekstra motivasyon sayesinde yüzde 25 daha hızlıyız ve ilk planımızın aksine toplam yolun üçte birini bitirmiş olacağız. Önceki tecrübelerimden sabit: üçte biri biten her şey eninde sonunda bitiyor. Bu bir yol da olabilir, yokuş da. Ve eğer bu yüzde 25 oranını koruyabilirsek yolu 15 gün yerine 12 günde bitireceğiz ki o 3 gün yaralı halde sürüş yapan Tonguç için son derece kritik bir süre… Dolayısıyla bugün epey önemli bir gün. Ve almamız gereken yolun 220km olması da bu işi biraz daha zorlaştırıyor. Devam eden kuvvetli ters rüzgardan bahsetmiyorum bile. Ama sanki Tonguç da durumumuzu biraz anlamış gibi. Önceki günkü isyankar halinden pek bir eser yok. Çok acı çektiğini bilmeme rağmen hiç belli etmemeye çalışıyor. Seviniyorum…

Neyse ki bu akşam varmayı umduğumuz Wake Forest’ta Tonguç’un, hemen 30 mil batısındaki Durham’da da benim bir arkadaşım yaşıyor ve ikimiz de bu akşam sıcak bir ortamda konaklayıp ev yemeği yiyeceğimiz için ekstra bir motivasyonla sürüyoruz. “Dayan Tonguç, bugünü atlatabilirsek büyük bir adım atmış olacağız”…

Rüzgarın üzerine bir de inişli çıkışlı yollar başlayınca keyfimiz biraz kaçıyor. Etrafımız devasa ağaçlar ve aralarındaki uçsuz bucaksız tarım arazileri ile kaplı. Toprağın ne kadar verimli olduğunu anlamak için bir kez bakmak bile yeterli. Neredeyse tükürsem topraktan bir şeyler üreyecek, o kadar yani. Aslında kıtanın tarihini düşününce bu durum o kadar da şaşırtıcı değil. Dünyanın geri kalan topraklarının on bin yıldan fazladır tarım tarafından canına okunurken, bu topraklar sadece dört beş yüzyıldır işleniyor. Bu verimli topraklara konan şanslı beyazlar, toprakla pek bir işi olmayan Amerikan yerlilerinin soyunu kuruttuğundan beri mi desek yoksa…

Bir iki saatlik sabah sürüşünün ardından kahvaltı etmek için Dunkin Donuts’da duruyoruz. Bayağı bir kahvaltıcımız oldu Dunkin; hem kahvesi güzel hem de yedi yirmi dört açık. Battal boy kahvenin yanında, hem tuzlu çörekleri hem de tatlı donutları pek bir iyi gidiyor.

Tekrar yola çıktığımızda sabahtan beri kağnı hızıyla giden Tonguç yine uçmaya başlıyor. Sanırım önceki üç gün boyunca vücudundaki bütün fazlalıkları yaktığı için artık vücudu açken çok düşüyor, yemek yer yemez de yeni yakıt almış bir araba gibi gitmeye başlıyor. Önceden olsa hızlı gitmesine kızardım ama artık durum farklı. Sanki kendisi de artık acele etmemiz gerektiğinin farkına vardı. O yüzden hiç ses etmiyorum.

Öğlene kadar iyi bir sürüş tutturup Roanake’de yemek molası veriyoruz. Yolun kenarında Mc Donalds tarzı bir hamburgerci olan Hardees var. Biraz istişare edince yolumuz uzun olduğu için vakit kaybetmektense yemeğimizi yanımıza alıp yolda bir başka mola esnasında yemenin daha iyi bir fikir olduğuna karar veriyoruz.

İnişli çıkışlı yollar bir türlü bitmiyor. Devasa ağaçlar ve ucu bucağı görünmeyen yemyeşil araziler de. Gerçekten çok güzel bir manzara. Yolun biraz içerisinde kalan bir evin giriş kapısında mola veriyoruz. Bir şeyler içmeye kalmadan evden çıkan yeşil gömlekli bir adam golf arabası tarzında bir şeye binip yanımıza geliyor. Orta yaşın biraz üzerinde ve sanki bir sağlık sorunu varmış gibi zorlukla yürümesine rağmen bir yandan arabasından inip bize doğru yaklaşırken bir yandan da elindeki kıskaçlı çubuk ile yolun kenarına dağılmış ufak tefek çöpleri toplamaya başlıyor.

Yakınlardaki kasabanın fırıncısıymış ama artık emekli anlaşılan. Sıkıntıdan laflamak için yanımıza gelmiş gibi bir hali var. Arazinin bu kadar büyük evlerin de bu kadar seyrek olduğu bir yerde sıkılmamak zor tabi. Yola çöp atanlardan dert yanıp duruyor, anlattıkça anlatıyor…

Kibarca iznini isteyip yeniden yola koyuluyoruz. Bir süre sonra terk edilmiş bir benzin istasyonu görünce durup fotoğraf çekiyorum paslanmış benzin pompalarının önünde. Hava sıcak mı sıcak. Etrafta in cin top oynuyor. Sanki Hollywood yapımı bir dönem filminin başrolünde gibiyim…

120. kilometreyi devirdiğimizde artık öğle yemeği molası verebileceğimize aklım kesince devasa ağaçların tünel gibi uzandığı bir yolun kenarında duruyoruz. Hamburgerlerimiz süper ama etrafta içecek alabileceğimiz hiç bir yer yok. Sağlık olsun. Karnımı güzelce doyurup olabildiğince soyunuyorum. Yerdeki yemyeşil otların üzerinde yarım saatlik bir şekerleme ilaç gibi geliyor. Uyandığımda kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum. Tonguç’un söylediğine göre öyle bir horlamışım ki özenmekten kendisini alamamış.

Böyle güzel bir yerde dinlenmek baldan tatlı ama hala yüz kilometre yolumuz olduğu için oyalanmamamız gerek. Zorla da olsa giyinip tekrar yola çıkıyoruz. Hava hala çok sıcak. Ancak 10 kilometre gidip bir “Dollar General” görünce mola veriyoruz. Amerika’da gördüğüm kadarıyla adında “Dollar” geçen bu süpermarketler bayağı popüler. Karşılaştığım her bir zengin süpermarketine karşı bunlardan üçer beşer tane gördüm şimdiye kadar. İçerideki mallar da hep hesaplı ve kalitesiz şeyler, üstelik rafların bir kısmı da genelde boş. Buna rağmen her zaman diğer süpermarketlerden daha çok müşterileri var. Öyle ki bu marketlerdeki kasa sıraları yüzünden molalarımızın çoğu boşa gidiyor…

Sıcağın altında her on kilometrede bir su molası vererek giderken tek eğlencemiz durduğumuz yerlerde Güney’in o eğlenceli şivesiyle konuşan Amerikalılarla sohbet etmek. Kendilerine has o makamla konuşmalarını dinlemek gerçekten o kadar hoş oluyor ki.

Son kilometrelerde rüzgar iyice şiddetlenip sıcak ile birleşince gerçekten pek çekilmez oluyor. Ama yapacak bir şey yok. Sineye çekip oflya puflaya sonunda Wake Forest’a ulaşıyoruz. İnanamıyorum ama bu zorlu günü ve en önemlisi yolun üçte birini tamamladık. Tonguç’un popo pek iyi durumda değil gerçi ama sorun yok, psikolojik bir dönüm noktasını geçtik gibi sanki.

Tonguç’un arkadaşı Maria Ukraynalı eşi Ilya ise bir Rus. Buyur burdan yak. İçimden sıcak gündem Rus-Ukrayna savaşı hakkında bir sürü soru sormak geliyor. Özellikle insani cepheden nasıl göründüğünü, politikacılara rağmen insanların nasıl düşündüğünü çok merak ediyorum. Ama tüm ihtirasıma rağmen kendimi tutuyorum. Oldukça mutlu görünüyorlar ve bu sahneyi bozmaya hiç niyetim yok…

Durham’daki arkadaşım Can Can’ın beni almaya gelmesine biraz vakit var. Bir şeyler içerken havadan sudan sohbet ediyoruz. Daha çok da yolculuğumuzdan tabi ki. Bir kez daha başkalarına inanılmaz gelen ama bana sorarsanız şehirde yaşamaktan çok daha kolay olan bir şeyi nasıl yaptığımı anlatmaya çalışmanın zorluğuyla geçen yarım saatin ardından Can Can geliyor. Hürbalık’ı arabasına yükleyip, ertesi sabah Tonguç ile Raleigh’de buluşmak üzere Durham’a doğru yola koyuluyoruz.

Ondan sonrası tam bir sefahat alemi. Can Can’ın kocaman evinde güzel bir banyo. Tam tekmil bir çamaşır partisi. Güzel bir akşam yemeği. Ve yılların açtığı arayı kapatmak için bol bol sohbet…Benim için hazırladıkları mis kokan yatağa düşerken daha havada uyuyuveriyorum. Güzel rüyalar göreceğime ise hiç kuşkum yok…


5.Gün: Raleigh NC - Fayetteville NC / 115 km / Toplam 1.020 km

Konfor sabah da devam ediyor. 06:30’da uyanıp bir süre gerindikten sonra tekrar yatıyorum, ne lüks ama… Tonguçla öğlene doğru Raleigh’de buluşacağım. Bugün yarım yol yapacağımız için bol bol vaktimiz var. İlk dört gün yaşadıklarımızdan sonra yarım gün tatili fazlasıyla hakettik aslında. İkimize de çok iyi gelecek bu ara, hiç kuşkum yok…

Sağolsun Can Can, üşenmeyip Menemen pişirmiş. Lüks, şimdi oldu ultra lüks… İnsanoğlu işte, anında değişiveriyor. Daha dün canı çıkan ben değilmişim ve önümüzdeki günlerde de beni nelerin beklediğini bilmezmişim gibi keyifle yiyip içip sohbet ediyorum. İnsan bu yolculuklarda anın tadını çıkarmayı öyle güzel öğreniyor ki…

Öğlene doğru Raleigh’ye varıyoruz. Yolda hava durumunu kontrol edince önümüzdeki günlere ait yağmur tahminleri canımı sıkıyor ve Can Can’dan beni büyük bir Spor zincir marketi olan REI’ye bırakmasını rica ediyorum. Tonguç’a da haber veriyorum. REI’de buluşup birer tane Poncho alıyoruz. Zaten yeterince tahriş olan vücutlarımızı daha fazla ıslatma lüksümüz yok.

Öğlen yola çıktığımızda hava çok sıcak ama radardan kontrol edince hemen arkamızda büyük bir fırtınanın yaklaştığını görüyoruz. Hiç vakit kaybetmeden yola çıkıyoruz ama Tonguç biraz acele edip hızlı gidince daha şehirden çıkamadan lastiğini patlatıyor. Zaten patlakların çoğu şehir dışında değil içinde, büyük yolların kenarında birikmiş minik araba parçaları, vida, lastik teli vs gibi şeyler sebebiyle oluyor.

Lastiği tamir edip ilk fırsatta 401 numaralı yoldan çıkınca derin bir nefes alıyoruz. Biraz sürdükten sonra ilk benzincide durup buraların ‘Boklu Kokoreç’i sayılabilecek iğrenç güzel Cinnamon Roll’larla moralimizi biraz düzeltiyoruz. Keyfimiz epey yerine geliyor.

Üzerine rüzgar da alışık olmadığımız şekilde arkamıza geçince daha da gülümsemeye başlıyoruz. Şaka bir yana tam arkamızdan güçlü bir fırtına yaklaşıyor ve yakalanmadan Fayettewille’e varabilmemiz için hiç durmadan ve hızlıca sürmemiz şart.

Varışa 20 kilometre kala bizi yakalar gibi olan fırtına, ne şans ki tam dibimize geldiğinde batıya doğru yönelip yanımızdan geçiyor. Ama buralarda havanın ne kadar sert ve öngörülemez olabildiğini gördüğümüz için gevşemenin hiç alemi yok. Mümkün olduğunca pedallayıp ancak Fayettewille’e varınca duruyoruz.

Büyük viteslerimi kullanamadığım için sıkıntı yaşadığımdan, şehrin girişinde Google’dan bulduğum bisikletçiyi arıyoruz ama yerinde yeller esiyor. Vazgeçip otel bakıyoruz. Çok fazla seçenek yok. Merkezdeki American Eagle otelde rezervasyon yapıp sağa sola bakarak otele doğru gitmeye başlıyoruz.

Fayettewille çok büyük bir şehir değil belki ama küçük de sayılmaz. Yalnız, fırtına beklentisinden olsa gerek sokaklarda kimse görünmüyor. Gide gide sonunda şehir merkezindeki adliye sarayına varıyoruz. Şansımıza tam önünde otuzlu yaşlarında bir erkek kıskaçlı bir çubukla yerdeki çöpleri topluyor.

Çöpçü desem değil, çünkü oldukça iyi giyimli. Tam ben ne olduğunu anlamaya çalışırken Tonguç hemen lafa girip konuşmaya başlıyor. Michael aslında genç bir avukat. Ve amme hizmeti olsun diye adliyenin önünü temizliyor. Bayağı muhalefet bir tip, konuşmaya başlar başlamaz çok iyi anlaşıyoruz. O da zaten bizi gördüğüne çok memnun gibi. Buralara bizim gibi tipler pek uğramıyor anladığım kadarıyla.

“Ben de bisiklete biniyorum” deyince, fırsat bu fırsat deyip bisikletçisi olup olmadığını soruyor, Hürbalık’ın vites kulağını gösterip tamir ettirmem gerektiğini anlatıyorum. “Şanslısın!” diyor. Çok iyi bir bisikletçisi varmış. Çöp toplamayı bırakıp Tonguç’a oteli tarif ediyor; o üzerini değiştirip dinlenirken biz de Michael ile bisikletçiye gideceğiz.

Beni adliye sarayının park yerindeki jipinin yanına götürüyor. Hürbalık’ı arabanın arkasındaki bisiklet taşıyıcısına yükleyip yola çıkıyoruz. Çok yakışıklı bir çocuk ama aynı ölçüde de alçakgönüllü. Biraz konuşunca konu ister istemez dünyanın durumuna vs kayıyor. Arka koltuktan aldığı bir felsefe kitabını kucağıma koyup göz kırparak; “Küçük güzeldir” deyince muhabbet daha da derinleşiyor.

Sohbet o kadar koyu ki, bisikletçiye ne ara vardığımızı hiç fark etmiyorum. Tamirci Daniel gerçekten işinin ehli. Suratını buruşturup; “Aletim var ama çok riskli. Daha önce bunun gibi iki kulağı düzeltirken kırdık.” diyerek bana bakıyor. Ne demek istediğini çok iyi biliyorum; kulak kırılırsa yedeğini bulup buraya getirtmem en azından günler sürecek, o da bulabilirsem eğer…

Karar zamanı; ya bu şekilde devam edeceğim, ya da risk alıp sonucunu göreceğim. Orta yolu seçip; “Bir deneyelim, olduğu kadar düzeltmeye çalışalım” deyince, “Karar senin” diyerek cevaplıyor. En iyisini umarak işe girişiyoruz. O kadar yoğun bir an ki kimse nefes bile almıyor. Neyse ki kulağı kırmadan epey bir düzeltebiliyoruz. Yüzde yüz olmadı ama yine de büyük viteslerimi kullanabilecekmişim gibi görünüyor. Derin bir nefes alıp gülümsemeye başlıyorum. Benimle birlikte herkes rahatlıyor ve yolculuk hakkında güzel bir sohbete koyuluyoruz…

Dönüş yolunda Michael’a akşam yemeğini birlikte yemeyi öneriyorum, seve seve kabul ediyor. Telefonunu çekip bir iki yeri arıyor ve İtalyan lokantası Pierro’da yer ayırtıyor. Beni otele bırakırken “Keşke başka bir yerde kalsaydınız” diyor yüzünü buruşturarak. Bense; “Zararı yok, biz alışkınız” diyorum. Sekiz buçuk gibi restoranda buluşmak üzere ayrılıyoruz.

Tonguç üzerini değişip duş almış ama yüz ifadesi son derce kötü. Popsundaki yara iyice fena olmuş ve büyümeye başlamış. “Ne düşünüyorsun?” diye fazla uzatmadan en önemli soruyu bırakıveriyorum ortamıza. “Çok kötü ama yarın sabaha kadar bekleyelim” diyor. Tehlike geçmiş değil ama, korktuğum sözler yerine bunları duyunca biraz rahatlıyorum. Sabah ola hayrola…

Pierro’daki yemek tabi ki yine son derece derin bir muhabbete vesile oluyor. Felsefe, Matrix, Budizm, dinler vs derken Michael’ın çekiştirmesiyle konu özellikle kadın-erkek ilişkilerine geliyor. İyi görünümü yüzünden çok ikilemler yaşıyormuş. Doğru söze ne denir, böyle yakışıklı birisini kızların rahat bırakmadığını tahmin etmek için pek müneccim olmaya gerek yok. Buna rağmen yaklaşık 2 yıldır birlikte olduğu bir kız arkadaşı varmış. Derin bir ihtirasla benim bunca yıldır nasıl tek eşli kalabildiğimi merak edip ardı ardına sorular sormaya başlıyor. Dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum. Sözün özü; “Her şeyin bir bedeli var. Eğer birisini çok istiyorsan, fedakarlık edip diğerlerinden vaz geçmen gerek. Doğa kanunu, bedavaya hiç bir şey yok maalesef”. Pek hoşuna gitmiyor belli ki. Sıkıntılı halini görünce dayanamayıp bir şans daha vermeye karar veriyorum; “Bak” diyorum, “Başladığın her ilişkiyi tuğla tuğla ördüğün bir duvar gibi düşün. Ve bitirdiğin her ilişkiyi de ne kadar erken bitirirsen o kadar küçük kalan yarım bir duvar. Şimdi, bildiğin gibi hayat kısa ve eğer içinde mutlu mutlu yaşayacağın bir ev yapmak istiyorsan, sürekli yarım kalan duvarlarla uğraşmayı bırakıp bir an önce evini yapmaya başlasan iyi olur”…

Yemeğin ardından babasının ofisine gidip müzik dinliyoruz. Adam civarda oldukça sayılan birisiymiş ve restoranın hemen yanındaki mağazalardan birisini kendi ofisi, daha doğrusu gündüzlerini geçirdiği bir yer haline getirmiş. Kocaman bir yer. Sağda solda sandalyeler ve yerde de kocaman bir halı var Sanki bir balo salonu gibi.

Gece yarısına doğru ayrılırken Michael sabah buluşup birlikte bisiklete binmemiz için ısrar ediyor. Tonguç’un hiç rahat vermeyen poposundan dolayı pek niyeti yok ama, ben gitmemiz gerektiğini düşünüyorum. Hem çok iyi anlaştık, hem de bize çok iyi davrandı, kabul etmezsek biraz ayıp olacak. Michael; “Sizi gerçekten çok özel bir yere götüreceğim” diye üsteleyince artık itiraz edemeyip hava aydınlanırken buluşmak üzere ayrılıyoruz.

Çok güzel bir akşam oldu ama otele dönerken aniden patlayan sağanakla sırılsıklam olunca gerçek dünyaya dönüş yapıyoruz istemeden. Hava durumunu kontrol edince iyice canım sıkılıyor; ertesi gün yine hem yağmur hem de ters rüzgar var. Tüm bunlar yetmezmiş gibi Tonguç da “Belki de bıraksam iyi olacak” babında bir şeyler geveleyince artık şalterlerimi indirip doğruca yatağa gidiyorum. Hem endişeliyim hem de rahat; yarına ne olursa olacak artık…


6.Gün: Fayetteville NC - Myrtle Beach SC / 190 km / Toplam 1.210 km

Uyanınca aklıma ilk gelen şey Tonguç ve tabi ki de perişan durumdaki poposu oluyor. Konuşuyoruz. Pek bir değişiklik yok. Yine de cesaret gösterip; “Şimdilik bırakmıyorum, gidebildiğim kadar gideceğim” deyince rahatlıyorum. İçten içe biliyorum ki yine bu yolculuğun dönüm noktalarından birisindeyiz.

Maalesef evrenimizin çalışma tarzı bu. Termodinamiğin ikinci yasasına göre evrendeki entropi yani düzensizlik -ya da kaos diyebiliriz- sürekli artma eğiliminde. Bu eğilime uymayan tek şey ise canlı yaşam. Tüm canlıların ana görevi de sanki sürekli bozulmak isteyen evreni aksi istikamete, yani kaos’tan teos’a, ya da başka bir deyişle düzensizlikten düzene doğru götürmek, ortaya bozulan değil de çalışan bir şeyler çıkarmak. İşte bu; ben diyeyim emrivaki görevi, siz deyin makus kaderi gerçekleştirmenin temel mekanizması da, özünde entropiden başka bir şey olmayan günlük problemleri alıp, nereden geldiği en büyük muamma olan o yaşam enerjimizle çözmeye çalışmaktan başka abir şey değil aslında. Ve ne güzel ki, bunu yapmak için tek gereken şey, yine o nereden geldiğini bilmediğimiz ‘İrade’miz ile karar alıp işe koyulmak. Şimdi daha da güzeli geliyor: “Bu bedava”…

Belki kulağa biraz mazoşistçe gelecek ve belki bana kızacaksınız ama, söylemeye çalıştığım şey basitçe şu; “Problemler gelişmenin yakıtıdır ve gelişmenin tek yolu da bunu istemektir. Evet, şaka maka problemden başka hiç bir şeye gereksinimimiz yok aslında. Ve bence bu gerçekten harika”…

Her neyse, yolculuğumuza dönersek; “İşte bence Tonguç da bu anlardan birisini yaşıyor. Ve meydanı problemlere bırakmak yerine oyunda kalıp mücadele etmeyi seçtiği için, ya da diğer anlatımıyla entropi ile akmak yerine enerjisiyle yaşamı çoğaltmaya karar verdiği için, veya Michael’ın perspektifiyle aktarmaya çalışırsam; yarım kalmış duvarlar yerine ev yapmayı seçtiği için çok mutluyum”… O hala çok sıkıntılı ama benim keyfim yerinde. O yüzden bana biraz kızdığının da farkındayım ama önemi yok, bu olsa olsa ona biraz daha enerji verecek hepsi o.

Dışarıyı kontrol ediyorum, hava kapalı ama neyse ki yağış yok. Çabucak hazırlanıp Michael ile buluşuyoruz. Sabahın çok erken saatleri olduğu için etrafta in cin top oynuyor. Michael’ın peşine takılıp tek sıra sürüşe geçiyoruz. Bir süre caddelerden ve ara sokaklardan gittikten sonra bizim yakışıklı bir parkın içine girip, MTB parkuruna benzeyen dar bir yola sapıyor. Uzun süre, kah sık bir ormanın içinden kah bir nehirin kenarından geçen masallardaki gibi bir yolda devam ediyoruz.

Hava burada oldukça nemli, yerler de biraz çamur var. Zaten keyfi olmayan Tonguç biraz daha mızırdanmaya başlıyor. Haksız da sayılmaz çünkü bisikletinin teker toleransı çok yüksek olmadığı için lastiklerde biriken en ufak çamur parçacıkları bile gidişini engelliyor. Michael devreye girip; “Dayan, çok az kaldı, gerçekten çok güzel bir yere gidiyoruz” diyerek Tonguç’un gazını alıyor.

Bir on beş dakika daha devam edince bahsettiği yere varıyoruz. Nasıl tarif etsem bilmiyorum, zorlu bir çöl yolunun sonunda aniden karşınıza çıkan vaha gibi bir şey. Geldiğimiz noktada yüksek ve dar bir kanyonun kenarındayız. Yaklaşık elli metre aşağımızdan Cape Fear ırmağı akıyor. Hemen yanımızda da Hollywood dramalarının o meşhur demiryolu köprülerinden birisi var. Hani şu ölümüne arkadaş çocukların evden kaçıp omuz omuza yürüdükleri o paslı köprülerden… Köprünün ayaklarında ise kocaman bir baraj, su samurlarının marifeti olmalı. Şehrin bu kadar yakınında böylesine bakir bir yer, Michael’a hak vermemek elde değil. Bir iki dakika arkamızdan huysuzluğu tavan yapmış bir halde gelen Tonguç’un bile yüzü gülüyor görünce.

Derken derinden bir inleme sesi duyuyoruz giderek yükselen. Meraklı gözlerimizi Michael’a döndürünce; “Tren geliyor” diyerek cevaplayıp hemen köprünün dibine doğru koşturuyor. Bir yandan da bağırıyor yaramaz bir çocuk gibi; “Bazen 3 mil uzunluğunda oluyor… Makiniste korna çaldırtmaya çalışacağım!”

Sağ elini başının yanında yumruk yapıp sürekli aşağı yukarı doğru indirip çıkaran Michael’i görünce makinist hepimiz hoplatan düdüğünü çalıveriyor. Üstelik belli bir de makama uyduruyor kendince. Michael’ın yüzünde ‘Başarmış’ yeniyetmelerin gururu var. Belki 3 mil değil ama yine de çok uzun bir tren, yüzüncü vagondan sonra saymayı bırakıp ben de kendimi trenin o bildik çıkı çıkıları eşliğinde etrafın tadını çıkarmaya bırakıyorum.

Anayola döndüğümüzde Michael ile vedalaşmak haliyle zor oluyor. Kısa sürede de olsa çok derin şeylere dokunduk. Ama bu yolculuklarına vazgeçilmezlerinden birisi bu; harika insanlarla tanışmak ve onlardan ayrılmak, yapacak bir şey yok.

Michael bize yolu tarif ediyor ve tekrar görüşme dilekleri ile ayrılıyoruz, içimde hem dünyanın neresine gidersem gideyim hala böyle içten insanlarla karşılaşabileceğimi tekrar görmenin mutluluğu ve onlardan ayrılıyor olmanın hüznüyle. Ama hayat böyle işte; o hiç ara vermeyen bir yolculuk ve devam etmek gerek…

Bu seferki yolumuzun adı 87. Michael’ın söylediğine göre eskiden epey popüler bir yolmuş, çünkü South Carolina’nın Miami’si ‘Myrtle Beach’e giden herkes bu yolu kullanırmış, ama 95 numaralı otoyol yapıldığından beri sakinmiş. Gerçekten de öyle. Tonguç iyi görünüyor, en azından sabahki huysuzluğu geçmiş gibi. Sabahın sessizliğinde bir iki saat sürdükten sonra bir benzincide durup kahve eşliğinde iğrenç güzel Cinnamon Roll ve Cupcake’lerimizle kahvaltımızı ediyoruz yine. Üzerine birer tane de Hersheys çikolata götürünce göbeklerimiz iyice şişiyor…

Yeniden yola koyulduğumuzda dümdüz devam eden yolun iki tarafı da yemyeşil ve etrafımızda hiç yerleşim yok. Sanki başka bir gezegende bir başımıza yolculuk yapar gibiyiz. Bu güzelliğin verdiği rehavetle hiç farkına varmadan 30 kilometre daha sürüp 701 numaralı yolun kavşağında mola veriyor, bisikletleri yemyeşil zemine yatırıp kendimiz de uzanıyoruz.

Sabahki bulutlar azalmış ama hava yine de kapalı. Öylece yatıp bulutların bitmeyen dansını izlemek iyi geliyor. Biraz sohbet ediyoruz. Derken ben Türkiye’yi arıyorum görüntülü olarak bu güzelliği gösterebilmek için. Tabi ki herkes işinde gücünde, her ne kadar “Çok güzel” vs deseler de pek doğru bir iş yapmadığımı anlayıp kısa kesiyorum…

Yeni yolumuz 701 az önce çıktığımız 87’ye göre biraz daha sessiz ve sapa. Çok fazla araç olmayınca ıslık çala çala sürüyoruz yemyeşil tarlaların arasında. Az ileride bir kasabada durup yerel bir süpermarketten aldığımız domates, salatalık ve karpuzları mideye indiriyoruz. Yanından geçtiğimiz tarlaların mahsulleri belli ki…

Bir sonraki kasabaya geldiğimizde ise karnımız epey acıkmış halde. Bulutlar iyiden iyiye kaybolup hava da iyice sıcaklaşınca yol kenarındaki bir Burger King’de duruyoruz. Arka tarafı yol boyunca gördüğümüz tarlalara uzanıyor. Hem karnımızı doyurup hem de sıcağı savuşturmak için arka bahçesinde bir iki saat takılmak hiç fena olmayacak.

Kasiyer kadının adı Shirley. Ellili yaşlarında irice bir zenci. Hem huzurlu hem de neşeli bir bir hali var. Bizimle pek bir ilgileniyor. Ne yaptığımızı, nereden gelip nereye gittiğimizi öğrenince şaşırıyor. 19 yıldır bu Burger King’de kasiyerlik yapıyormuş. Bu sefer şaşırma sırası bana geçiyor. Keşke vaktim olup kalsam da, bana bu küçük kasabada bu kadar yıl aynı işi yaparak nasıl bu kadar huzurlu ve neşeli kalabildiğini anlatabilse…

Karnımız doyunca arka bahçeye geçip tarlalardan hemen önce bir sınır gibi uzanan ağaçların altına yayılıyoruz. Hem yemeğin rehaveti, hem de sıcağın etkisiyle uykuya dalmamız pek de zor olmuyor. Bir sürü rüya gördüğüm o kısa ama tatlı uykudan uyanmak öyle zor oluyor ki. O rüyalardan birisinde Tonguç’un inlediğini duyuyorum ağaçların arkasında poposuna bakım yaparken. Ve aslında içten içe biliyorum o gördüğüm bir rüya değil…

Burger King’in buz makinesinden aldığımız buzlarla mataralarımızı doldurup yeniden yola koyuluyoruz. Tonguç daha iyi gibi. Sanki sabah yaşadığımız dönüm noktasından sonra gizemli bir güç onu yavaş da olsa iyileştirmeye başlamış gibime geliyor. Ya da bilmiyorum, belki de ben öyle sanıyorum.

Yolda sarı sarı buğday tarlalarına denk geliyoruz. Başakların boyu belimizi geçmiş. O kadar güzel görünüyorlar ki kendimizi alamayıp içlerine dalıyoruz gelinlik yaşı gelmiş genç köylü kızları gibi. İyice havaya girip bir kaç poz da birbirimizin resmini çekiyoruz askerlik hatırası babında pozlar vererek.

Keyfimiz gıcır. O kadar ki, Tonguç yolda gördüğü kamyonlara “Michael’dan öğrendiği korna çalma işaretini yapıp duruyor. Kimisi de çalıyor gerçekten, işte o zaman daha da bir katlanıyor keyfimiz bu uçsuz bucaksız güzel toprakların üzerinde.

Tabor City’de bir eczane görünce duruyoruz. Tonguç’un yeni projeleri var. Denemediği ilaç kalmadı desem yeridir ama sonuçta o bir akademisyen ve araştırmacılık ruhunda var… Bu sefer de sıvı yara bandı gibi bir şey alıyor. Maraton koşarken meme uçları tahriş olmasın diye kullanıyormuş. Merhem gibi bir şey. Sürdüğün yerde hemen silikonumsu bir tabaka oluşuyor. Hiç fena fikir değil aslında…

Yine bir tren yolunun paralelinde giderken garip bir şey oluyor. Az ilerimizde sağa dönen bir okul servisi, hani şu sarı olan otobüslerden, tren yolunu geçmeden hemen önce duruyor, kapılarını açıp kapatıyor ve sonra tren yolunun üzerinden geçip yoluna devam ediyor. Aval aval baktığımı gören Tonguç anlatmaya başlıyor; hemzemin geçitlerdeki kazaları önlemek için alınan bir önlemmiş bu. Şöförler, dalgınlıkları başlarına bir iç açmasın diye tren yolunu geçmeden önce durup kapılarını açıp kapatmak zorundalar. Ne desem bilemiyorum; “Nasıl bir insan tren yolundan geçerken uyuklayabilir ki?”

Bir sonraki molamız yine yerel bir süpermarkette oluyor. Hemen yanında bir rehin dükkanı var. Zaten buralarda neredeyse süpermarket kadar rehin dükkanı var. Reyonlarının yarısı da abartısız silah rafları ile dolu.

“Bir eyaleti neden ikiye bölüp birisine Kuzey Carolina, diğerine de Güney Carolina dersin ki?” diye düşünürdüm ama fikrimi değiştirdim. Farklar o kadar bariz ki; Islak, şehirleşmiş ve endüstriyel Kuzey Carolina’nın ardından birden sıcak, kırsal ve kendine has kuralları olan bir yere düştük sanki. Rehincinin önünde bunları düşünürken sanki beni doğrulamak istermiş gibi kıpkırmızı bir spor araba gelip yanıma park ediyor. Araba güzel ve normal ama jantlarını bir görmeniz gerek, neredeyse bir kamyon tekeri kadar büyükler ve ışıl ışıl yanıyorlar. O kadar abartılı ve dikkat çekici ki… Üstelik neredeyse bu eyaletten çıkıncaya kadar sürekli görüyorum bu jantlardan. Ve Güney Carolina beynime “Parıldayan Dev Jantlar Eyaleti” olarak kazınıyor haliyle…

Süpermarketten aldığım M&M’in yer fıstıklı drajelerini teker teker ağzıma atıp yavaş yavaş emerek geçiriyorum sonraki kilometreleri. Tonguç da hiç fena görünmüyor. Keyifle giderken yolda bir “Dead End” tabelası görüp şaşırıyoruz. Çünkü yol önümüzde alabildiğine uzayıp gidiyor. Myrtle Beach’e varmak için en kısa yol bu. Google’dan kontrol ettiğimizde pek de çıkmaz yol gibi görünmeyince aldırış etmeyip devam ediyoruz.

Keşke aldırış etseymişiz. Çünkü yaklaşık yirmi kilometre sonra yol “Özel Mülk, Girmek Yasaktır” yazan bir tabelanın önünde gerçekten bitiyor. Haritaya bakınca beş kilometre ileride yolun tekrar başladığını görüyoruz. O kadar absürt bir şey ki bu, bir türlü anlam veremiyoruz. Ama maalesef öyle. Şimdi yirmi kilometre gerisin geriye dönüp, diğer yolu kullanmamız gerekecek. Nereden baksan 2-3 saat ekstra sürüş. Ben belki idare ederim ama Tonguç pek öyle düşünmüyor olsa gerek, çitin üzerinden aşıp tabelanın diğer tarafından “Bisikletleri uzat” diyerek bana bakıyor hafif sıyırmış bir ruh haliyle.

İçimden; “Amerika’dayız ve burası bir özel mülk. Kıçımızdan mıhlarlar bizi Tonguç’cuğum!" demek geçiyor ama, popo kaynaklı geçici zeka geriliği sebebiyle beni hiç de kaale alacakmış gibi görünmediği için bisikletleri kucaklayıp diğer tarafa uzatıyorum çitin üzerinden.

Geçmemizle birlikte bambaşka bir dünyaya dalıyoruz. Asfalt bitip şoseye dönen yol, peri masallarındaki gibi bir ormanın içerisinden kıvrıla kıvrıla ilerlerken sağımızda solumuzda ceylanlar belirmeye başlıyor sanki birden bir rüyanın içine düşmüşüz gibi. O anda neden buraya girmenin yasak olduğunu anlıyorum ama anlayamadığım şey böyle bir yerin, hem de şehirlerarası bir yolun tam ortasında kalan böyle bir yerin nasıl ‘Özel Mülk’ olabildiği…

Gergin bir şekilde sağımızı solumuzu keserek sürüyoruz bu nereden çıktığı belli olmayan yarı cennette. Etrafın güzelliği ile yaşadığımız gerginlik birbirine öylesine tezat ki! Dünyanın yaşadığı sıkıntının çok güzel bir numunesi belki de; “Harika bir dünyamız var ama sadece bazı kişilere…”

Yine izinsiz girdiğimiz gibi bir kapı ile şose sona eriyor ve tekrar yolumuza kavuşuyoruz içimizde başımıza bir şey gelmemiş olmasının verdiği rahatlamayla. Ama çok sürmüyor. O keyifle bir kaç kilometre gidiyorum ki sol tarafımdan yaklaşan bir kamyonet beni şarampole doğru itmeye başlıyor. Hayırdır inşallah…

Sağa çekip duruyorum. Kamyonet de yanımda duruyor ve karanlık camı yavaş yavaş açılıyor. Merak içindeyim. Direksiyonda oturan adam, bakışlarına bakarsan bildiğin kovboy ama şapkası yok. Hiç vakit geçirmeden ve çirkin bir ifadeyle; “Arazimde ne yapıyordunuz?!” diye soruyor. Bir an bocalayıp ne söylesem acaba diye düşünürken adam lafı tekrar alıp; “Girmek Yasaktır” yazıyor, görmediniz mi?!” diye çıkışınca bu sefer dilim çözülüyor; New York’tan Miami’ye bisiklet sürdüğümüzü, yolun aniden kesildiğini, arkadaşımın durumu iyi olmadığı için geri dönemediğimizi, kötü bir niyetimiz olmadığını, vs, vs sıralıyorum makineli tüfek gibi…

Adam insafa geliyor, “Yerinizde olsam daha dikkatli olurum” dedikten sonra kamyonetini çevirip geldiği yöne doğru gözden kayboluyor. O sırada Tonguç arkamdan yetişip ne olduğunu sorunca kısaca anlatıyorum.

“Önemli bir şey değil. Yolda yandık ya, esmer tenlerimizi görünce bizi Ortadoğulu falan sandı herhalde. Buralarda şu anda büyük bir paranoya var. Ondan yapmıştır” diyerek kendisini kurtarmaya çalışıyor. Her ne kadar haklılık payı olsa da yutmuyorum tabi ki. Irkçılık sebeplerden birisi belki ama bence paranoyanın asıl sebebi zenginlik ve soyulma korkusu…

Her neyse, “Sıra bana da gelecek Tonguç’cuğum” diye sineye çekip, artık az ötemizde olan okyanusa doğru pedallamaya başlıyorum yeniden. Yeniden su kenarına varmak çok iyi geliyor. Özellikle de Tonguç’a. Daha ben Hürbalık’tan inemeden bir de bakıyorum ki Tonguç üzerindekileri bile çıkarmadan okyanusa girmiş yüzüyor. Şaka bir yana oldukça mutluyum çünkü deniz suyu en iyi merhemlerden bile daha sağaltıcı…

Tonguç keyifle yüzerken ben de fotoğraf çekiyorum. Gerçekten çok güzel bir yer burası. Ucu bucağı görünmeyen plajda suya ulaşabilmek için, tek tük basit katamaranların olduğu kumların üzerinde neredeyse yüz metre yürümek gerekiyor. Sağda solda bir kaç akşamcı yüzücüyle sessiz bir cennetteyiz sanki…

Myrtle Beach merkeze ancak hava karardığında varıyoruz. Muhteşem sahil devam ediyor ama her yer gökdelen otellerle dolu. Az önceki o mütevazı atmosfer yerini birden endüstriyel tatil ortamına bırakıyor. Etraf o kadar kalabalık, gürültülü ve renkli ki, algılarımız saçmalıyor. Nereye bakıp, neyi dinleyeceğimizi şaşırıyoruz.

Bir köşede durup internetten kalacak uygun bir yer bakınca Bermuda Sands Otel’i buluyoruz. En azından sadece beş katlı. Jamaikalı resepsiyonist kız odamızı gösteriyor ve odamıza çıkana kadar üç farklı milletten daha kişiyle karşılaşıyoruz. Oda bildiğin ortalama otel odası, öyle ekstra bir şey yok ama zaten öyle şeylere ihtiyacımız da yok…

Çabucak üzerimizi değişip karnımızı doyurmak için aşağıya iniyoruz. Nedense pek açık bir yer bulamıyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki; bir kaç gündür burada büyük motorcu buluşması “Bikers Week” varmış (Bikers diyince bisikletçiler sanmayın sakın, burada da Avustralya’da olduğu gibi; motorsuz bir şeye binmeyi hayal bile edemedikleri için ‘Bike' kelimesini daha çok ‘Motorsiklet’ için kullanıyorlar) ve ülkenin heryerinden yüzlerce motorcu buradaymış. Sanırım şehir onun rehavetini yaşıyor. Herkes aşırı çalışmanın ardından dükkanları kapatıp dinlenmeye çekilmiş gibi.

Zar zor fast food bir pizzacı bulup karnımızı doyurunca otele dönüp yatmaktan başka bir düşüncemiz de kalmıyor haliyle. Aşağı yukarı yolun yarısını bitirdik, daha ne olsun…

Stacks Image 5300


7.Gün: Myrtle Beach SC - Point South SC / 255 km / Toplam 1.465 km

Bu sabah ilk defa yüzümüz gülüyor. Çünkü hem hava çok güzel hem de rüzgar arkamızda görünüyor. O yüzden hiç vakit kaybetmeden hemen yola çıkıyoruz.

Tonguç daha iyi gibi. Sanki Fayettewille’deki gece en dibi gördük ve artık her ne kadar fiziki olarak iyileşmese de zihnen giderek daha toparlanıyor gibi. Kuyruk rüzgarının üzerine bu da gelince keyfim iyice artıyor.

Rüzgarın da itmesiyle uçar gibi gidiyoruz. Yedinci günde de olsa buna kavuşmak çok hoş. Altı gündür sürekli ekstra mücadele edip pestilimiz çıkarken ilk defa geri ödeme alıyoruz sanki. Sürmek o kadar keyifli ki kahvaltı molamızı bile yarıda kesiyoruz neredeyse.

Aslında molayı yarıda kesmemizin bir sebebi daha var. Dunkin Donut’ta klasikleşmiş kahvaltımızı yaparken, televizyonda “Teksas Katliamı” haberini görüyoruz. Az önce genç bir çocuk elindeki otomatik silahla Teksas’ta bir okula girip, 17’si çocuk 19 kişiyi öldürmüş. Yer Teksas olunca otomatik olarak garibime gitmiyor, Western filmlerinin silahı yücelten ve ölümü karikatürize eden kültürü çocukluğumda o kadar içime işlemiş olmalı ki ilk otomatik tepki olarak pek garipsemiyorum. Milisaniyeler sonra neler döndüğünü anladığımda ise mideme kocaman bir yumru yerleşiyor. 19 kişi, üstelik 17’si de minicik çocuklar. Üstelik medeni sayılan dünyanın göbeğinde… İyi ama; “Medeniyetle silah nasıl bu kadar bir arada olabiliyor?”… "Az geliştiği söylenen ülkelerde hiç rastlanmazken, neden gelişmiş ülkeler böyle seri katiller üretebiliyor?”… Aynı medeni ülkenin askerleri dünyanın ‘geri kalmış’ diye niteledikleri bölgelerinde 17 değil yüzlerce çocuğu akıllı bombalarla öldürürken neden bu kadar ilgi çekmiyor?”… Vs, vs…

Medeniyet o kadar bebek yüzlü bir canavar ve bu konu o kadar çok tartışmaya gebe ki, oralara girersem hiç çıkamayacağım için kendimi elimden geldiğince zorlayıp yine yolculuğa konsantre olmaya çalışıyorum.

Arkamıza geçip bizi uçuran rüzgar fark ettirmiyor ama yol kenarındaki yılanlardan artık cidden sıcak coğrafyaya girdiğimizi anlıyoruz ve su içmek için her durduğumuzda bütün vücudumuzda fışkıran terler bu düşüncemizi teyit ediyor. Yine de bu sıcağa rağmen öğlen olduğunda Charleston’a varıyoruz. İnanması çok zor ama daha öğlen olmadan neredeyse tam günlük yol yapıp 160 km yol gelmişiz.

Charleston kendine has devasa ağaçları, huzur dolu sokakları ve kurabiyeleri andıran müstakil evleri ile sakin ve hoş bir şehir. Fazla fazla yol almanın verdiği rehavetle sanki bile isteye biraz yolumuzu kaybediyoruz bu güzel sokaklarda.

Bir süre böyle avare avare dolaştıktan sonra bir kadına yemek yiyecek bir yer soruyoruz. Tarif ettiği yere vardığımzda ise oldukça şaşkınız. Bu kadar geleneksel, mütevazı ve huzur dolu sokakların ardından içine girdiğimiz restoran son derece zıt bir şekilde acayip modern.

Güney tarzı tavuk yemeyi düşleyip ağzımız sulanırken, kendimizi bir anda son derece sofistike isimleri olmasına rağmen pek karın doyurmayan ama sağlıklı (nasıl oluyorsa) tahıllardan yapılma, garip isimli sandviç ve salataların arasında buluveriyoruz. Kasada yaşadığımız şaşkınlığı anlatmam ise pek mümkün değil. Bu şimdiye kadar ödediğim fiyat/lezzet oranı en yüksek yemeklerden birisi sanırım…

Lokantanın önündeki ahşap piknik masalarında yarım yamalak karnımızı doyurup, ödediğimiz parayı düşününce atmaya kıyamadığımız yemekleri de yanımıza alarak saat 15:00 gibi yeniden yola koyuluyoruz.

Hava felaket sıcak. Artık sahil boyunca sürdüğümüz için yol seçeneklerimiz azaldı ve mecburen katıldığımız 17 nolu yol epey kalabalık. Kuyruk rüzgarı olmasa pek de çekilmeyecek bir sürüşün ardından yine bir benzincide mola veriyoruz.

Bu arada dikkatimi çeken bir şeyi söylemeden geçemeyeceğim. Burada abartısız her benzincide en büyük alan bizim “Kazı-Kazan” tarzında piyangolara ayrılmış durumda ve genellikle önünde de hep kuyruk var. Ve o kadar dikkat çekici ve cezbedici görünüyorlar ki hiç adetim olmamasına rağmen neredeyse ben bile kendimi zor tutuyorum oynamamak için.

Benzincide bir şeyler içip tekrar yola koyuluyoruz ama o kadar sıcak ki, daha 10 km bile gidemeden yol kenarında “Girmek Yasaktır” yazılı, demir kapılı bir yerde yeniden mola vermek zorunda kalıyoruz.

Kapıyı hafiften aralık görünce, 17’nin gürültüsünden uzaklaşmak için kapıdan başlayan şose yolun hafiften içine doğru giriyoruz. Soyunup gölgede biraz nefeslenmek iyi geliyor. Tam yere çökmüş dermansız bir halde mataralarımızı emerken yanımızdan bize “Merhaba” diyen bir kadının kullandığı bir araba geçip yolda kayboluyor. Biz; “nereye gitti acaba?” diye düşünmeye kalmadan bu sefer kadının gittiği yönden bir adam geliyor atv’sinin üzerinde.

Tam yanımızda durup; “Yasak Bölge” yazısını görmediniz galiba diyerek bize bakıyor ciddiyetle. “Az önceki kadının kocası herhalde” diye düşünüyorum içimden. Bir sonraki düşüncem ise; “Bunları bu kadar paranoyaklaştıran şey nedir acaba?” oluyor. Her ne kadar ‘hırsızlardan, çapulculardan, vs’ deseler de aslında kendileri hariç herkesten korkuyor gibi bir halleri var. İster istemez bir önceki Afrika yolculuğum geliyor aklıma; oradaki evlerin kapıları bile yoktu insanların çalınmaya değecek bir şeyleri olmadıkları için. Daha çok şeyleri olsun istiyorlardı belki ama yine de pek bir mutluydular. Buradaki insanlar ise çok şeye sahip olmanın paranoyasını yaşıyorlar durmadan. Aynı dünya, aynı insan… İkisi de “ellerinde olmayanı” istiyor ve görebildiğim kadarıyla ikisi de birbirine özeniyor…

Ağzımızın tadı kaçınca kalkıp tekrar yola düşüyoruz. Yolun nispeten ıssız bir bölümünde sırtında heybesi ve döşeğiyle bize doğru yürüyen birisiyle karşılaşıyoruz bu sefer. Tonguç devam etmekten yana ama ben yola çıktığımızdan beri ilk defa motorsuz bir şekilde seyahat eden birisini gördüğüm için durup adamla konuşmak istiyorum.

Kısa sürede bunun pek de iyi bir fikir olmadığı ortaya çıkıyor. Adamın adı O’Keefe. Ve söze başlar başlamaz 1850'deki İrlanda kıtlığından ve ne çok insan öldüğünden bahşediyor sinirli sinirli. Adam bildiğin deli, kafayı yemiş besbelli ama kibarlığından olsa gerek Tonguç kendini tutamayıp adamla konuyu tartışmaya başlıyor. Bu sırada nereli olduğumuzu soran adam Türk olduğumuzu duyunca daha bir celallenip; “Sizi Ermeni katilleri” babında bir şeyler söylemeye başlayınca gitme vaktimizin geldiğini anlayıp Tonguç’a kaş göz ediyorum ama garibim kendisini tartışmaya öyle kaptırıyor ki bir türlü ne demek istediğimi kavrayamıyor. Bu sefer omuzundan tutup; “Hadi gidelim” deyince biraz kendisine geliyor ve bisikletlere atlayıp tekrar yola koyuluyoruz. Biraz gidiyoruz ki arkamızdan O’Keefe’in küfür eden bağırtısını duyuyoruz; “You fucking Turks!”… Sinirle geri dönüyormuş gibi bir hareket çekince bizim gergin İrlandalı dönüp kaçarcasına hızlı hızlı yürümeye başlıyor. Her ne kadar ödü patladığı belli olsa da, deli ya işte, arada da kendini tutamayıp küfürlerine devam ediyor…

Issızlaşan 17’de bir süre daha sürünce çok güzel bir mola yerine varıyoruz. Yolun kenarında geleneksel tarzda büyük bir ev dükkana dönüştürülmüş. Bu arada burası bizim Bursa gibi; tam bir Şeftali cenneti ve bu dükkanda da, balından suyuna, çerezinden ezmesine envai çeşit Şeftali ürünü satılıyor. O sıcakta o buz gibi şeftali suyu öyle iyi gidiyor ki anlatamam…

Akşama doğru Point South adlı bir kavşak noktasında kalmaya karar verip Knights Inn adlı motelde yer ayırtıyoruz. Otel tipik Amerikan moteli. İdare eder. Şaka maka 255 km yol gelmişiz. Rüzgar sağolsun. Bir de yolculuk boyunca arkamızdan esseydi neler olurdu düşünmekten kendimi alamıyorum.

Resepsiyondak i orta yaşlı kadın yemek için bizi yakınlardaki Mc Donalds’a yönlendiriyor. Tam resepsiyondan çıkarken; “Bir de Wendys var, başka da bir şey bulamazsınız. Giderken timsahlara da dikkat edin, akşamları yoldan karşıya geçiyorlar.” deyince bir irkiliyoruz. Ama açlık galip geliyor ve çabucak üzerimizi değiştirip yola düşüyoruz.

Timsahla karşılaşmıyoruz ama Mc Donalds’da in cin top oynuyor. Zar zor kapıya çağırdığımız kasiyer kız; “İçeriye servisimiz yok, ‘Arabaya Servis’ten alın diyor. “Neden?” diye soruyoruz, pek bir şey söylemek istemiyor ama Tonguç’a kalırsa tasarruf tedbirleri yüzünden. “Amerika eski Amerika değil, enflasyon burayı da fena vurdu. New York’ta da tuvaletlere ‘Hizmet Dışı’ yazıyorlar kimse gelmesin diye” deyince düşünmeden edemiyorum…

Arabaya Servis alanına geçiyoruz ama araba olmadığımız için sistem bizi tanımıyor ve sipariş veremiyoruz. Ta ki bir kamyonet yanaşıp sistemi çalıştırana kadar. Ardından yürüyerek teslim alma penceresine geçerken gülmeden edemiyorum, çok acayip gerçekten…

Yemeğimizi alıp dışarıdaki masalardan birine oturuyoruz. Tam derin bir nefes alıp biraz huzur bulacağız ki bu sefer orta yaşlı, sarışın uzun saçlı ve yakışıklı bir adam gelip tam arkamızdaki masaya oturuyor. Sürekli kendi kendine konuşarak, daha doğrusu küfrederek…

Tonguç kaş göz edip “Sakın ilgilenme, silahlı olabilir!” diye fısıldayınca artık bardak taşıyor ve sabahki Teksas Katliamı, anında yanımızda biten paranoyak mülk sahipleri, kafayı yemiş O’Keefe, içeri servis yapmayan Mc Donalds ve küfredip duran Hollywood jönü kılıklı bu adam beynimde dönüp dönüp aklımda şu şekilde yankılanmaya başlıyor; “Bu nasıl iş, gerçekten de dünyayı yöneten ülke ve herkesin peşinde koştuğu hayat bu mu?”

Otele dönerken hava artık iyice karanlık ama yine de timsahla karşılaşmıyoruz çok şükür. Resepsiyonun önünde otelin sahibesiyle sohbet eden yine orta yaşlı bir kadınla karşılaşıyoruz. Kadın Tonguç’un yürüyüşüne bakıp; “Sen neden Penguen gibi yürüyorsun?” diye sorunca ikisi de katılarak gülmeye başlıyorlar. Ben de kahkahayı basacağım ama otelin sahibesi kadının neredeyse hiç diş olmayan ağzını görünce gülümsemem ağzımda donup kalıyor.

Tonguç alttan alıp espriye vuruyor ve biraz sohbet ediyoruz. İkisi de çok tatlılar aslında ama garip gelen şey bizim Amerikalıları böyle görmeye alışık olmamamız. Diğer kadın bir tır şöförü. Eliyle az ilerideki kamyonunu gösteriyor, gerçekten devasa bir şey. Anlattıklarını dinledikçe sohbet ilerliyor. “Seninki bayağı tehlikeli bir iş, sen de silah taşıyor musun?” diye sorunca telefonunu çıkarıp bize köpeğinin fotoğraflarını gösteriyor. “1.300 dolara aldım, okuluna da 7.000 dolar harcadım. Silahtan daha pahalı ama, çok daha güvenli”…

Mc Donalds’taki tersliğim depreşiyor: “Burada hayat ucuz diyen kimdi?”…

Hanımlarla vedalaşıp odamıza çekiliyoruz. Ne gündü ama. İnşallah önümüzdeki günlerde de rüzgar arkamızda olur. Fazla iyi bir hayal ama fakirin ekmeği umut işte…


8.Gün: Point South SC - Brunswick GA / 195 km / Toplam 1.660 km

Sabah felaket bir nem ile geliyor. O kadar fena ki ortalığa kurusun diye serdiğimiz bütün giysilerimiz, artık tropik kuşağa iyice yaklaştığımızdan olsa gerek, sanki suya sokup çıkarmışız gibi.

Ve tabi ki dün bize mutluluk sarhoşluğu yaşatan kuyruk rüzgarı da çekip gitmiş. Ne sürüştü ama. Yaz aşkı gibiydi. Sürüş değil de uçuştu sanki. Biraz düşününce; rüzgar hep arkamızda olsa herhalde 2.400 kmlik yolun tamamını 10 günün altında hatta belki 9 günde bile alabilirdik diye hesaplıyorum. Şaka bir yana, kafa rüzgarına rağmen günlük 200 km ortalamayı koruyabilmiş olmak bile beni çok mutlu ediyor. Çünkü artık Wind-Proof oldum ve yeni yolculuk planları yaparken rüzgardan çekinmek zorunda kalmayacağım…

Savannah’a kadar olan 70 kmlik yolun çoğu olaysız geçiyor. Şehre az bir mesafe kala Georgia eyaletine giriyoruz. İsmi neredeyse kölelik hikayeleri ile özdeşleşmiş bu bölgeye buralarda “Low Country” diyorlar. Gerçekten de tıpkı o köleliği anlatan filmlerde görülen devasa ve salkım salkım dökülen ağaçların ve kolonyal tarzda inşa edilmiş koca koca beyaz malikanelerin arasından, giderek tropikleşen yemyeşil bir coğrafyaya, “Kuzey Amerikanın Pipisi” de denilen Florida yarımadasına doğru yol alıyoruz. Muhtemelen bir sonraki gün artık Florida eyaletinde sürüyor olacağız.

Şehrin etrafından dolaşmaya karar verince 17’den çıkıp 25 numaralı yola dönüyoruz. Dönüyoruz ama bir kaç kilometre sonra pişman oluyoruz. Yol neredeyse tamamen kütük kamyonlarına tahsis edilmiş gibi. Sürekli gördüğümüz o devasa ağaçların kütükleriyle dolu kamyonlar yanımızdan vızır vızır geçip ileride dumanı tüten -sonradan devasa bir kağıt fabrikası olduğunu göreceğimiz- bir yere doğru karınca misali sefer yapıyorlar hiç durmadan.

Oysa ki yolun içinden geçtiği arazi “Sawannah Wildlife Natural Refuge”. Buyur buradan yak… Arazi o kadar yeşil, canlı ve hareketli ki, özellikle büyük aldığım gözlüklerimin içine bile koca koca böcekler giriyor. Gerçekten son derece acayip bir kontrast; bir yanda doğanın dibi, diğer yandan da teknolojinin gürültü patırtısı.

Tonguç’a bakıyorum, biraz sinirli. Tahmin ettiğim gibi küçük gözlükleri sorun yaratıyor ve yanımızdan gürültüyle geçip durmakta olan kamyonların yarattığı sinir bozucu etkiyi daha da çoğaltıyor.

Paper Mill/Kağıt Fabrikası’nı geçince yol tekrar normale dönüyor ve rahatlıyoruz. O sırada pek acayip bir şey oluyor. Bizim ülkücülerin bıyığına, İngiliz denizcilerinin dövmelerine ve Alman Nasyonal Sosyalistlerinin ikonlaşmış kaskına sahip epey kozmopolit bir Harleyci, biz ona selam vermeye hazırlandığımız sırada orta parmak işareti çekerek yanımızdan geçiyor. Kara Murat filmlerindeki sadist tekfurları andıran çarpık gülümsemesi zihnimde bir takım ışıklar yaksa da, durduk yerde bunu neden yapmış olabileceğine pek bir anlam veremiyorum. Sebebi muhtemelen tipik ırkçı (ya da cemaatçi, grupçu, artık ne derseniz deyin) mottosu; “Biz sizden iyiyiz ezikler!!!”

Savannah’yı geçip tekrar 17’ye çıkınca derin bir nefes alıyoruz. Artık tek tük arabaların geçtiği yolda yaptığımız stressiz sürüş ile epey sakinleştikten sonra 100. kilometrede bir mola veriyoruz. Hem benzinci hem süpermarket hem de fast food dükkanı olan Parker’s biraz kuzeydeki “Wawa”sarı andırıyor. Ortalık gayet temiz, yemekler ise oldukça hijyenik ve taze. Haşlanmış yumurta bulunca keyiften uçuyorum. Günlerdir yememiştim ve resmen aşeriyordum. Üzerine iki tane de Hot Dog götürünce midem iyice bayram ediyor.

Artık öğlen saati ve hem hava çok sıcak, hem de aşırı nem var. Tonguç bir Zoom görüşmesi yapacağını söyleyince uzun bir mola verip, en azından hava biraz serinleyene kadar burada kalmaya karar veriyoruz. Binanın arkası hem gölge, hem de çimenlik. Tonguç görüşmesini yaparken ben de fırsattan istifade uzanıp güzel bir şekerleme yapıyorum.

Saat 15:00’e kadar bekliyoruz ama en ufak bir serinleme emaresi dahi yok. Sıkılıp tekrar yola çıkmaya karar veriyoruz. Yol sessiz ve yemyeşil. Sarı şeritler birer birer arkamda kalırken kendimi bir filmdeymiş gibi gibi hissediyorum yine. Sakin, huzurlu ve yarı hipnoz halinde kendime doğru yaptığım yolculuğu anlatan bir yol filmi bu, sonsuza kadar izlesem bıkmayacağım…

Huzur içinde ve sıcak yüzünden sık sık molalar vererek Florida’ya doğru ilerliyoruz. Etrafımız oduncular tarafından kesilip istiflenmiş kütüklerle dolu. Yol kenarındaki bir cepte yine kütüklerle yüklenmiş bir römork görünce muzurluğumuz tutuyor. Zaten bu yolculukların en sevdiğim yanlarından birisi de; içinizdeki çocuğu üzerinde birikmiş bütün o yüklerden azat etmesi.

İşte Tonguç’un içindeki, modern hayatın neredeyse hayal edilebilecek bütün kariyer basamaklarını tırmanıp yine de aşağı atlamayı seçmiş o çocuk römorka tırmanırken, ben de poposundan yaralı bu yaramaz akademisyenin fotoğraflarını çekiyorum unutulmaz kareler olacağına hiç şüphem olmadan.

Akşam Brunswick’te kalmayı kararlaştırıp tekrar yola koyuluyoruz. Son kilometrelerde devasa ağaçların arasından süzüle süzüle ilerlerlerken sürüş mükemmel hale gelince, az önce temas kurduğu içindeki çocuk ipleri yeniden ele aldığından olacak, Tonguç uçmaya başlıyor. Daha önümüzde bir sürü yol olmasına ve kendini yeni yeni iyi hissetmeye başlamasına rağmen poposunu böyle tehlikeye atmasına ve akıllıca kullanmamız gereken gücümüzü böyle müsrifçe harcamasına çok sinirleniyorum. Otele vardığımızda da açıyorum ağzımı yumuyorum gözümü. Neyse ki akıllı davranıyor ve cevap vermiyor bizim yaramaz akademisyen…

Bu seferki otelimiz baya güzel. Oda temiz ve eşyalar nispeten yeni. Ama yapılması yasak şeyler listesinde çok garip bir şey var; “Odada ameliyat yapmak yasaktır! Cezası 200$”. Hakkını yemeyeyim; “Amerika pek de Hollywood filmlerindeki gibi değil” demiştim ya hani, belki de acele ettim, kim bilir…

Çabucak üzerimizi değişip, karnımızı doyurmak üzere Brunswick’e doğru yürüyoruz, az önceki hararetli anın ateşini söndürmek için gizlice anlaştığımız bir sessizlik içinde. Amerika’nın neredeyse milli restoranı olan ‘Sports Bar’ çok tipik. Bizim ‘Caddebostan Barlar Sokağı’nda maç izlenen pubları andırıyor. Tek farkı her tarafta bol bol bulunan dev televizyonlarda futbol yerine beyzbol ve amerikan futbolu görüntüleri olması. Menünün iki vazgeçilmezi ise Hamburger ve Kanat. Tabi bir de patates kızartması. İddiam o ki; her ne kadar Hamburgerci veya Tavukçu veya vs olarak görünseler de, bu fast food lokantaları patates kızartması ve ketçap olmazsa kesin batarlar. Tıpkı bizim taşra lokantalarımızın da ekmek olmadan ayakta kalamayacağı gibi…

Garsonumuz Cayden yakışıklı bir delikanlı. Ben Fish&Chips sipariş ediyorum, Tonguç da Ribs. Karaoke Night sebebiyle bahçeden gelen tutkulu ama detone nağmeler eşliğinde karnımızı doyuruyoruz. Günler sonra bu kadar çok insanı bir arada görmek iyi geliyor ama yine de yatağın çağrısı çok daha çekici…



9.Gün: Brunswick GA - Jacksonville FL / 145 km / Toplam 1.805 km

New yorktan bu yana yani 1.000 milden fazladır güneye doğru indiğimiz için güneşin doğuş ve batış saatleri de oldukça değişti. Neredeyse 10 enlem boyu yol kat ettik ve neredeyse 2 saat kısalan sürüş saatlerimiz artık sabah 06:00’da başladığından yola çıkışımız saat 07:00’yi buluyor.

15 km sonra bir benzincide kahvaltı ediyor 40. Kilometrede ise White Oak adlı kasabanın çocuk parkında biraz salıncağa biniyoruz. Hava yine oldukça sıcak ve nemli. Hatta o kadar nemli ki bu enlemde bu durum hiç de iyiye alamet değil. Artık iyice fırtına bölgesine girmiş bulunuyoruz.

Dişimizi sıkıp terleye terleye bir 20 kilometre yaptıktan sonra Kingsland’deki “Dollar General”da ihtiyaç molası veriyoruz. İyi ki de vermişiz, biz markete girerken apaçık olan gökyüzü çıkana kadar kapkara oluveriyor.

Radarı kontrol edince artık neredeyse dibimize gelmiş olan fırtınayı fark ediyoruz. Bu şartlar altında yola çıkmak çok tehlikeli olacak. Kaderimizi kabullenerek soyunup marketin önüne yerleşiyoruz. Ve daha bir kaç dakika bile geçmeden müthiş bir sağanak başlıyor. Sanki gökyüzünde koca bir şelale ver ve bütün suları bizim olduğumuz yere dökülüyor. Her yağmur damlası devasa ve sanki bizimle alay edermişçesine kulağımızın takip edemediği hızda bir ritimle yere çarpıp duruyorlar.

Yapacak bir şey olmadığından çantamı yastık yaparak beton zemine uzanıp biraz uyumaya çalışıyorum. Tonguç da yere uzanıp fırsattan istifade Orlando’daki kız kardeşi Gülçin ile konuşuyor. Bir aksilik olmazsa ertesi gün orada olmayı planlıyoruz. Normalde üç gün sonraki doğumgününe yetişmeyi planlamıştık ama tahmin ettiğimizden daha hızlı gelmek zorunda kaldığımız için onun da haberi olsa iyi olacak.

Yağmurun getirdiği serinlik ve başlarda kulağımı tırmalayan gürültüsü giderek bir ninniye dönüşünce hiç de umulmayacak tatlı bir uykuya dalıyorum o beton zeminin üzerinde.

Uyandığımda yağmur biraz hafiflemiş gibi. Bir şeyler yiyip içerken enine boyuna dev gibi bir zenci yanımıza gelip bizimle konuşmaya başlıyor. Adı Carlton. Deniz kuvvetlerinden emekli olmuş, şimdi civarda balık avlama turları düzenliyormuş. Hafiften derbeder görüntüsüne hiç uymayacak şekilde kültürlü ve görmüş geçirmiş bir hali var. Nereden gelip nereye gittiğimizi duyunca o da önce tipik; “Yok artık” tepkisini veriyor, ardından heyecanlanarak bizimle sohbet etmeye başlıyor, sonra da hızını alamayıp bize içecek ısmarlıyor.

Carlton’la sohbetimizin sonuna doğru yağmur biraz yavaşlayınca yeniden yola koyulmaya karar veriyoruz. Gerçi radar görüntüsü hiç de vaatkar değil ama durmaktan da çok sıkıldık. Bu yolculuklarda metabolizma aşırı hızlandığından insan yerinde durmakta zorlanıyor. “Hem nasılsa Poncho’larımız var, idare ederiz” diye düşünerek tekrar yola çıkıyoruz.

Çıkıyoruz ama sanki yağmur da bizim yola çıkmamızı bekliyormuş gibi anından yeniden bastırınca kendimizi yol kenarındaki bir barakanın altına zor atıyoruz. Bu gerçekten de daha önce gördüğüm yağmurlara hiç benzemiyor.

Bir süre, bir yağıp bir duran yağmurla köşe kapmaca oynaya oynaya devam ediyoruz ama sonunda öyle bir yakalanıyoruz ki sudan çıkmış sıçana dönüyoruz. Ben ponchomu giydiğim için en azından çantamın içindekilerinin bir kısmı hala kuru ama söz dinlemez Tonguç yine kafasına estiği gibi takıldığından tamamen sırılsıklam oluyor. Yedeği olmadığı için, özellikle de yaraları ile ilgili olarak yine problem yaşayacak ama asıl önemlisi navigasyon için kullandığımız telefonu ayvayı yiyor. Benim telefonum çalışıyor ama ne internet bağlantım onunki kadar iyi ne de ihtiyacımız olan siteler bende kayıtlı. Benim endişem ise pasaportumun ıslanıp hasar görmesi. İlk fırsatta kilitli bir naylon torbaya koyup çantamın içine, giysilerin en merkezi noktasına yerleştiriyorum bir şey olmamasını dileyerek.

Artık navigasyonumuz da yok ama zaten olsa da bir şey fark etmeyecek çünkü on adım ötemizi bile göremiyoruz. Bu kadar baskı tabi ki yanlış karar vermemize sebep oluyor ve yolu kısaltalım diyerek doğuya dönünce çıkmaza giriyoruz. Sanki suyun içinde gidermiş gibi zar zor aldığımız on kilometrelik yolu geri dönmemiz en az iki saatimize mal oluyor. Bugün en azından Jacksonville’i geçip St. Augustine’de kalırız diyorduk ama bütün plan şaşıyor. Çok az yol almış olacağız ama artık geceyi Jacksonville’de geçirmekten başka şansımız yok.

Jacksonville girişindeki Oceanway semtinde bir Subway bulunca mola veriyoruz. Yağmur sanki dindi gibi ama biz sırılsıklamız. Subway ise klima ile o kadar soğutulmuş ki bir türlü içeri girip yiyecek bir şeyler alamıyoruz.

Çantamdan zar zor kuru kalan bir tişört bulup Tonguç’a veriyorum. Yoksa kesinlikle hasta olacak ve game over! Bu kaçıncı… Kendisi de bana ne kadar borçlandığının farkında olmalı ki her şeyi alttan alıyor. Fazla üstelemiyorum. Her zaman olduğu gibi; “Bir musibet bin nasihattan iyi”.

Dükkanın içinde duramadığımızdan önündeki kaldırıma tüneyip hafiften titreyerek sandviçlerimizi yiyoruz. O sırada gelip önümüze park eden Jaguar’ın içinden inen iyi giyimli bir çift bizi keserek Subway’a giriyor. Bir süre sonra ellerinde sandviçleri ile çıkarlarken adam artık kendisini tutamayıp nereden geldiğimizi soruyor. Nereden geldiğimizi duyunca şaşırıp, nereye gittiğimizi duyunca daha da çok şaşırdıktan sonra heyecanlanıp bizimle sohbet etmeye başlıyor.

“Tanrım, abartısız konuştuğumuz herkesin içinde bu kadar büyük bir bisikletçi var da neden hiç biri yola çıkmayı akıl edemiyor ki acaba?!”

Derken cevabımı alıyorum. Adam son derece cömert bir şekilde paraya ihtiyacımız olup olmadığını soruyor, hatta para vermek için ısrar ediyor. Evet cevap bu; para ile satın almak, yapmaktan çok daha kolay…

Tam bunları düşünürken gökyüzü yeniden deliniyor. Üstelik bu sefer çok kuvvetli bir rüzgar da var. Radarı kontrol ediyoruz. Biraz beklersek en azından otele varacak kadar gidebilirmişiz gibi görünüyor. Gerçekten de biraz bekleyince yağmur kesiliyor ve tekrar yola koyuluyoruz.

Şehir merkezindeki köprülerden geçerek Englewood’da Econo Lodge otelde duruyoruz. Sanayi bölgesinin içinde tipik bir yol moteli. Saat henüz erken ama yola devam etsek bile akşama kadar ulaşıp konaklayacağımız yakınlıkta bir yer yok.

Sanki şaka gibi hava birden açılıyor ve nefis bir yaz günü yaşanmaya başlıyor. Her ne kadar bize garip gelse de sonradan öğreneceğiz ki bu coğrafyanın normali bu; her sabah ve akşam cehennem sıcağı ile arada x-large sağanak. O kadar sıcak oluyor ki soyunup otelin sulama rezervuarından hallice havuzuna giriyoruz, o sırada otelde kalmakta olan yüz-plus kilolu iki Amerikan deniz kızı ile…

Tonguç’un kuruyan telefonu kendine gelince yakında bir Wawa bulup hem karnımızı doyurmaya hem de ertesi gün için alış veriş yapmaya gidiyoruz. Çorba üstü Burger ve Burrito iyi gidiyor. Üstüne bir de Cherry-Vanilla Cola deniyorum ama o pek de iyi değil. Ertesi sabah için muffin, cinnamon roll ve muz alıp çıkıyoruz.

Dükkanın önündeki banklarda oturmuş vakit geçiren değişik tipler var. Hatta orta yaşlı bir kadın Tonguç’a yazıyor göz kırparak. Diğer yanımızda ise tekerlekli sandalyesinde Harley’ci kılıklı bir gazi uyukluyor. Etraftaki ufak tefek fabrikaların arasına sıkışmış bu benzincide gerçeküstü bir film sahnesi tadı var şaka maka.

Yağmurda sürmekten perişan olmuş bedenlerimiz artık daha fazla dayanamıyor ve otele dönüp, acaba ertesi gün hava nasıl olacak kaygılarıyla kendimizi yataklarımıza bırakıyoruz.


10.Gün: Jacksonville FL - Bethune Beach FL / 200 km / Toplam 2.005 km

Akşam Gülçin ve çocukları ile buluşup Florida sahillerinde ilk plaj keyfimizi yapmayı planladığımız için sabah hava ağarır ağarmaz yola çıkıyoruz. Yaklaşık 200 kilometre yolumuz var ve rüzgar yine bıktırıcı bir şiddetle tam karşımızdan esiyor. O yüzden fazla oyalanmadan pedallamamız gerek.

Neyse ki yollar boş. Tonguç’a bakılırsa akaryakıt zamlarının büyük etkisi var. Her ne kadar yol boyunca yanından geçtiğimiz pek çok evin bahçesinde Ukrayna bayrakları asılı olsa da, benzincilerde kızgın bir şekilde şikayet eden, Biden ve yönetiminden yakınan insanlar da bir vakıa.

Yolu biraz daha keyifli hale getirebilmek için 17’den çıkıp sahilden sürmeye karar veriyoruz. Alacağımız mesafe yirmi kilometre daha uzuyor ama asıl sıkıntıyı sahile vardıktan sonra yaşamaya başlıyoruz. Rüzgar gerçekten çok fena. Fazladan güç harcamak bir şekilde idare edilebilir belki ama asıl yıkıcı etkisi bütün sürüş zevkini alıp götürmesi. İnsanda sürmek için heves kalmıyor.

Ponte Vedra Beach’e varıp sahil yoluna dönmemizle birlikte ilk defa pek çok bisikletçiyle karşılaşmaya başlıyoruz. Bunlar bizim Caddebostan-Kaynarca sahil yolu asfaltından tanıdığım tipler. Hepsinin altında son model birer aero bisiklet, asil bir duruş ve jilet gibi kıyafetler… Dünyanın neresinde olsa tanıyabilirsiniz; sabah sporuna çıkmış zengin beyaz yakalılar bunlar. Muhtemelen ikişer doz enerji jellerini almışlar, bireysel çıkar şeytanına rehin verilmiş libidolarıyla, haftasonuna sıkıştırılmış birer buçuk saatlik hız sürüşlerini eda ediyorlar…

Rüzgar zaten keyfimi kaçırmıştı ama bu tiplerle karşılaşmak daha da canımı sıkıyor. Hele ki New York'tan yola çıktığımızdan beri, gösteriş malzemesi yapmak yerine bisikletinin mütevazılığına gönül vermiş tek bir kişiyle bile karşılaşmamışken. O an kararımı veriyorum; Amerika’nın bakir doğası çok güzel olabilir ama buralar kendine doğru yol alacağın bir bisiklet yolculuğu için pek uygun yerler değil…

Muhteşem plajı sahiplenip kendisine saklayan süslü evlerin arkasında kalan yolda, jilet bisikletçiler eşliğinde sürdüğüm 35 kilometre boyunca bu düşüncelerim daha da pekişiyor. Sonunda işkence yol bitiyor ve Vilano Beach’de büyük bir hipermarketin önünde mola veriyoruz.

Az önceki evler gibi burası da süper lüks. Yolda sürekli ikmal yaptığımız “Dollar” temalı o gariban süpermarketlerle karşılaştırınca iki ayrı gezegende seyahat ediyormuşum hissine kapılıyorum. Mağazanın kapısında şarkı söyleyerek bağış toplamaya çalışan küçük bir kız var. Adı Sadie. Zengin olduğu her halinden belli ve muhtemelen ailesinin yönlendirmesiyle ruhunu zenginleştirme projesi adı altında ilk zihinsel mastürbasyonlarından birisini yaşıyor. Ama o bir çocuk ve o kadar masum görünüyor ki kendimi tutamayıp ben de bağış yapıyorum. Hatta o anda benim için dünyanın en kıymetli şeyi olan buz gibi karpuzumdan da bir parça teklif ediyorum. Yanındaki yirmili yaşlarındaki kadına -annesi miydi bilemiyorum- bakıp onay bekledikten sonra, tabi ki kadının kibarca reddetmesiyle, pişmanca gülümseyip teşekkür ediyor. Tonguç da bana bakıyor bu arada garip garip. Derken kendisini tutamayıp dökülüyor; “Buralarda kimseye yemek teklif etme, onları bayıltıp kaçırmayı planladığını falan sanabilirler…”. O-ooo, afedersiniz, nerede olduğumuzu unutmuşum…

Vilano Beach’den içeriye sapıp hızlıca St Augustine’den geçtikten sonra tekrar sahil yoluna çıkıyoruz. Tonguç ile sanki sessiz bir anlaşma yapmışçasına birbirimizden bağımsız takılıyoruz bugün. Açıkçası yalnız sürmeyi de bayağı özlemiştim. Buralar biraz daha mütevazı. En azından artık jilet bisikletçiler ve süslü plaj evleri yok. Okyanus, bembeyaz ıssız kumsal ve ucu bucağı gözükmeyen yol ile baş başa kalınca ruhum biraz kendisine geliyor. Sabah sabah bu kadar iki yüzlü medeniyet fazla geldi gerçekten…

Hava gerçekten çok sıcak, terler burnumdan süzülüp süzülüp Hürbalık’ın kadrosuna damlıyor. Neredeyse hipnoz halinde bir sürüşün ardından Flagler Beach’de bir Seven-Eleven’da içecek molası veriyorum. Yeniden yola koyulduğumda rüzgar daha da yorucu olmaya başlıyor. Böylesine dümdüz bir yolda etkisi daha da katlanıyor haliyle. Sıcağın ve rüzgarın etkisiyle çabucak tekrar susuyorum. Mataralar teker teker boşalıyor. Ve etrafta ikmal yapabileceğim hiç bir yer yok.

Neyse ki sonunda bir karavan parkı görüp dalıyorum. Tahmin ettiğim gibi bir bakkalı var ama maalesef kapalı. Şaşkın şaşkın sağa sola bakınırken önümde kocaman bir moto-karavan duruyor. Susuzluktan perişan görünüyor olmalıyım ki; şöförü yanıma gelip “İyisin değil mi?” diye soruyor. Adı Jerry ve çok cömert birisi. Daha bir şey söyleyemeden karavanın alt bagajlarından birisindeki buz kutusunu açıp bana buz gibi bir kola ile iki şişe su veriyor. “Kim demiş Tanrı yok!”…

Sıcağın altında zar zor gittiğim bir diğer saatin ardından yol kenarında çok güzel salaş bir kafe görüp duruyorum. Adı Lagerhead Cafe. Dekorasyon ve masalar sıcacık bir maviye boyalı eskitme ahşaptan. Oraya buraya saçılmış 8-10 masa neredeyse tamamen dolu. Neyse ki gölgede kalmış boş bir yer bulup yerleşebiliyorum. Daha oturur oturmaz orta yaşlı ama dinamik ve kısa saçlarıyla yeni yetme liseli kızları andıran garson Christina hemen yanımda bitiyor. Çok sıcak bir gülüşü ve insanlara hizmet etmekten mutluluk duyar bir hali var. Bir yandan soyunurken bir yandan da çabucak buzlu su yetiştirmesini söylüyorum.

Dakikası dolmadan buzlu suyla dönüyor, doğru yerde durdum anlaşılan. Üstelik yolun öteki tarafı da uçsuz bucaksız kumsal. Christina’ya üzerimi değiştirebileceğim bir yer olup olmadığını soruyorum. Kısa bir an düşündükten sonra kafenin arkasında aşağı katta hem tuvaletler hem de üzerimi değiştirebileceğim bir yer olduğunu söylerken bir yandan da diğer masadan aldığı menüyü önüme bırakıveriyor, göz kırparak.

Tonguç’u kontrol ediyorum, yaklaşık 45 dakika arkamda gözüküyor. Denize girmek hiç fena bir fikir olmayacak. Çabucak kafenin arka tarafına giden ahşap merdivenlere doğru harekete geçiyorum. Merdivenlerin yarısına geldiğimde ise çoktan pişman olmuş haldeyim. Güneşin altında ızgaraya dönmüş basamakların üzerinde çıplak ayaklarım alev alev yanmaya başlıyor ama artık dönmek için çok geç. Elimden geldiğince hızla inerek Christina’nın bahsettiği odaya kendimi zor atıyorum. Tuvaletlerin girişindeki lavaboda ayağımı suya tutana kadar da ayağımdaki yangın son bulmuyor.

Mayomu giyip yola çıkmadan önce ıslattığım ayaklarımla masaya döndüğümde Christina yine yanıbaşımda bitiveriyor. Menüye çabucak bir göz atıp; Fish&Chips ısmarlamak istediğimi, yalnız bir arkadaşımın daha geleceğini, o gelene kadar denize girmeyi düşündüğümü söylüyor ve eşyalarımın masada kalmasının güvenli olup olmadığını soruyorum. Sıcak bir gülümseme eşliğindeki ;“Sorun yok!” cevabını alınca ben de gülümseyip teşekkür ediyorum.

Şimdi bir şekilde bu çıplak ayaklarla önümdeki sıcak asfaltı ve sonrasında uzanan devasa kumsalı geçmem gerekiyor ki az buz bir sorun değil. Düşünüyorum ama bir çare bulamıyorum. En iyisi yaradana sığınıp koşturmak olacak sanırım…

Öyle de oluyor. Her ne kadar ayaklarımın altı bayağı bir yansa da okyanusa kavuşuyorum. Su durgun ve ılık. Kendimi içine bırakıp karaya dönerek, asfaltın bir kaç metre altında kaldığı için kafeden görünmeyen ve az önce koştururken dikkat edemediğim sahile bakmaya başlıyorum. Tek tük insanlar, bir kaç çift ve bir tane de büyük aile var. Biraz dikkat ettiğimde kendimi Şile sahilinde gibi hissediyorum. Portatif bir güneşliğin altındaki sülalemsi insan topluluğu, bizim meşhur ip-top-tüp üçlemeli plaj pikniği atmosferini birebir yaratmış keyif yapıyor. Hatta karpuz ve tuzlu fıstık bile var. Kafama bir kez daha dank ederken iyice keyifleniyorum; “Dünyanın neresine gidersen git, doğa yine doğa, insan da yine insan”…

Kafeye dönmemin üzerinden bir kaç dakika geçmeden Tonguç geliyor. O da sıcaktan perişan bir halde ama yüzmek istemiyor. Siparişimizi verip yolu konuşuyoruz. Rüzgar işleri gerçekten de çok zorlaştırıp ortalama hızımızı saatte 15 kilometrenin üzerine çıkarmamıza izin vermiyor. Saat neredeyse 15:00 oldu ve Gülçin’lerle buluşacağımız Bethune Beach’e hala 70 kilometre var. Yemeği yiyip 16:00’da yola çıkabilirsek, bir ihtimal güneş batmadan önce varıp çocuklarla biraz yüzme şansımız olacak. Tabi halimiz kalırsa…

Son zamanlarda yediğim en iyi Fish&Chips’in ardından, biraz daha dinlenmek isteyen Tonguç’u kafede bırakıp yola koyuluyorum. Bir iki saat yol aldıktan sonra Daytona Beach’de durup hem dinleniyor, hem de biraz fotoğraf çekiyorum. Burası daha çok orta direk Amerikalılarla, özellikle de daha canlı ve dinamik siyahilerle dolu. Dört bir yandan yayılan müzik sesleri eşliğinde neredeyse dans ederek yürüyen bu eğlenceli kalabalık, sabahtan maruz kaldığım steril ve elit atmosferin üzerine gerçekten çok iyi gidiyor.

Rüzgar iyice azıttığı için fazla oyalanmayıp yine yola çıkıyorum ama kafamı rüzgara fazla taktığımdan olsa gerek, anakaraya dönmem gereken sapağı kaçırınca boşu boşuna 20 kilometre fazladan sürmek zorunda kalıyorum. Sağolsun sevgili Atlantik rüzgarı, Bethune Beach’e kadar kalan kilometreler de bir türlü bitmek bilmiyor. Ancak güneş ufka değdiğinde Gülçin’le ve çocuklarla buluşabiliyorum. On beş dakika sonra Tonguç da varıyor. Hemen üzerimizi değişip kendimizi Atlantik Okyanusu’nun dalgalı sularına bırakıveriyoruz.

Çocuklarla bir süre oynadıktan sonra Gülçin’in Sanford’daki evine varmamız neredeyse saat 22:00’yi buluyor. Hemen yatasımız var ama bu fırsatı kaçırmayıp çamaşır işini de halletsek hiç fena olmayacak. Gülçin bize yiyecek bir şeyler hazırlarken biz de leş kokan eşyalarımızı yeniden kullanılabilir hale getirmeye çalışıyoruz.

Hem Tonguç ile Gülçin uzun zamandır görüşmediklerinden, hem de Gülçin ile kafamız uyduğundan laf lafı açıyor ve yemeği yiyip uyumamız gece yarısından sonraya sarkıyor. Ertesi sabah Gülçin'in bizi Titusville kavşağında tekrar 17’ye bırakmasını kararlaştırıp sabah 04:15’te kalkmak üzere yatıyoruz. Ve tabi ki kafamı yastığa koyar koymaz horlamaya başlıyorum…


11.Gün: Titusville FL - Stuart FL / 180 km / Toplam 2.185 km

Sabaha karşı 01:00’de yatıp 04:15’te kalkmak epey zor oluyor. Uykulu uykulu hazırlanıyoruz. Yıkanmış çamaşırların kokusuyla mest olup, yeniden uykuya dalmamak için kendimi zor tutuyorum. Çabucak toparlanıp, Gülçin’in büyük vanına doluşuyoruz. Bizi 17’ye, dün buluştuğumuz yerin yakınlarındaki Titusville’e bırakacak.

Minibüste gidecek bir saate yakın yolumuz var. Hava hala karanlık. Sağı solu göremeyince muhabbet etmeye başlıyoruz haliyle. Nasıl olduğunu hatırlamıyorum ama laf polislere geliyor. Onlar da tıpkı Türkiye’dekiler gibi ay sonuna doğru daha bir görünür oluyorlarmış maaşları denkleştirecek kadar ceza kesebilmek için. Bir keresinde de egzostu çokgürültü çıkaran bir arabaya megafondan “Shut Up” diye bağırdıklarını anlatıyor Gülçin. Tonguç da söze girip alkol vs yüzünden ehliyetini kaptıranlar mecburen bisiklet kullandığı için bisikletlilere kötü gözle bakıldığına dair gözlemini anlatıyor. Demiştim ya; nereye gidersen git, dünya yine dünya, insan da yine insan…

Hava hafiften aydınlanmaya başlarken günlerdir yanlarından geçmekte olduğumuz devasa tabelalar yeniden görünür olmaya başlıyor. Daha önce bu kadar çok tabela ve gülen yüzlerle poz vermiş babacan insan fotoğrafı görmemiştim. Hepsi de kaza avukatlarının reklamları. Yaşadığınız bir kaza üzerinden tazminat kazandırıp bedava gelir elde etmenin incelikli yollarına dair stratejilerini dillendiriyorlar bu devasa tabelalarda; “Askeri titizlikte iş”, “Ailenizin avukatı” vs gibi. Tabi ki tazminatı bölüşmek kaydıyla…

Sonunda hava aydınlandığında Titusville’e varıyoruz. Dün akşamdan beri kendi dilimizde damardan muhabbetin ardından Gülçin ile vedalaşmak zor oluyor. Bir kaç poz fotoğraf çekip yola düşüyoruz.

İki bin kilometre bitti ve artık çok az yolumuz var. Biraz da onun rahatlığıyla güzel güzel sürmeye başlayıp hiç durmadan bir 30 kilometre giderken yol kenarında park etmiş bir “Bigfoot” (Dev tekerlekli ve takla atan kamyonet) görüyor, Cape Canaveral uzay üssü sapağından geçiyoruz.

Haritadaki konumunun aksine pek de gösterişli olmayan Cocoa’nın girişinde, Dunkin Donuts’da kahvaltı molası verince görüyoruz ki burada da tuvaletler bozuk ve içeriye servis yok. Biz de her zamanki menümüzü sipariş edip dükkanın önündeki kaldırımda yemeye başlıyoruz. Dik açıyla kesişen bordürlere oturunca sanki köşe masa yapmışız gibi oluyor. Hava da henüz serin. Kahvaltı keyif oluyor haliyle.

Yeniden yola koyulunca hava o kadar sıcak oluyor ki keyif de kaçıveriyor geldiği gibi. Her zamanki kafa rüzgarı da cabası. Yola çıktığımız günden beri, düz yolda bile gitsek sanki yokuş tırmanıyormuşuz hissinden bir türlü kurtulamadık.

Melbourne’a geldiğimizde değişiklik olsun diye anakaradan sapıp, sahil boyunca devam eden adaya geçiyoruz. Burada müthiş malikaneler var. Tonguç’un söylediğine göre Trump ve ekibi de artık buralara yerleşmiş. Evler ve bahçeler çok düzenli. Ama bir o kadar da steril görünüyorlar. Hiç doğal değil, sanki doğaya yapıştırılmış bir sticker gibiler… İnsan kaynaklı bu peyzajda sürerken sağda solda sabah koşusu yapan ve bisiklete binen mutlu azınlıkla karşılaşıyoruz. Bir süre sonra canım sıkılıyor ve gerçek yolu özlüyorum. Tonguç da onaylayınca tekrar 17’ye dönüyoruz.

Bacaklarım yine simsiyah olmuş. Bu kadar çok sürünce yolun kirinden ve arabaların egzoz dumanlarından cildimin üzerinde hep ince bir kir tabakası oluşuyor. Önceleri rahatsız olup sık sık siliyordum ama artık alıştım, dokunmuyorum.

75. kilometrede bir “Dollar General” görüp mola veriyoruz. Hava gerçekten çok sıcak. Giderken idare ediliyor ama durunca çok fena. Marketten buz alıp mataraları dolduruyoruz. Bir avuç da ağzıma atıp kıtır kıtır çiğniyorum, çok iyi geliyor.

Artık öğlen oldu, bir yerde durup bir şeyler yiyelim diyoruz ama abartısız her yer kapalı. Sonra fark ediyoruz ki günlerden Pazar. Wabosso’da girip bakmadığımız yer kalmıyor ama hiç açık yer yok. Bir sonraki kasabaya hareketlenirken Tonguç’un ön jantının bir teli çıkıyor. Neyse ki fazla yolumuz kalmadı. Bu şekilde idare edecek artık diyerek yola çıkıyoruz ama akord vidası da jantın içine kaçtığı için artık pek de hoş olmayan bir gürültü eşliğinde sürmemiz gerekiyor.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de arka lastiği patlıyor. Sıcağın altında küçük bir gölge bulup tamir etmek için dururken ben de vakit kazanmak için yiyecek bir şeyler bulabilmek üzere tekrar yola düşüyorum. Uzun süre gitmeme rağmen açık bir yer yok. Sonunda Vero Beach’te bir açık bir Subway bulup Tonguç’a konum atıyorum. Tropik sıcak gerçekten adamı bitiriyor…

Terden sırılsıklam bir halde yine buz gibi olan Subway’de duramayıp arka bahçesine kaçıyorum. Biraz çöplük gibi ama neyse ki burada kocaman ağaçlar ve hafif bir esinti var. Çöp niyetine atılmış ve yırtık pırtık eski bir sandalye bulup oturuyorum. Ağaçların arasında gözüme iki tane daha ilişince onları da getirip Tonguç’la ikimize güzel bir masa hazırlıyorum. Bu arada Subway’in arka kapısı açılıyor ve çalışan genç çocuk; “Ben bir yarım saate dönerim” diye göz kırpıp kapıyı kilitleyerek kayboluyor. Cuma da değil ki, Cami’ye gitti diyeyim…

Yarım saat sonra hem çocuk dönüyor hem de Tonguç geliyor. Yüzü gülüyor çünkü ön jant problem çıkaracak mı diye endişeleniyordu. Zaten yolun sonu yaklaştıkça kısalan yol ile ters orantılı olarak yaşanan endişeler de artmaya başlıyor. Yolun bu kadar sonuna gelmişken başaramamak müthiş can acıtıcı bir düşünce. Önceki yolculuklarımdan bu duyguyu o kadar iyi tanıyorum ki. "Meraklanma artık bitti sayılır. Gerekirse sırtımızda taşır, yine de bitiririz” deyince yüzü tekrar gülmeye başlıyor.

Sıcak, rüzgar, arıza, açlık ve bilumum diğer zorluklar sebebiyle sürekli kaçıp duran keyfimizi yeniden yakalayınca devasa sandviçlerle kendimize süper bir ziyafet çekiyoruz, devasa ağaçların altında neredeyse çöplüğü andıran ama gölge olduğu için o anda bize cennet gibi gelen küçük bahçede.

Ve tabi ki bu kadar keyif bir güne fazla olduğundan sıradaki sıkıntı çok geçmeden kendisini gösteriyor. Aslında artık bunu öğrenmeye başladık. Florida yarım adasına döndüğümüzden beri neredeyse her gün öğleden sonra müthiş bir sağanak geçişi oluyor.

Radarı kontrol edince yanılmadığımızı görüyoruz. Neyse ki terimiz kurudu.Subway’in içine girip sağanağın yatışmasını bekledikten sonra tekrar yola koyuluyoruz ve tüm yolculuk boyunca gördüğümüz en sert kafa rüzgarı başlıyor. O kadar engelleyici ki saatte ancak 10 kilometre hızla ilerlerken her 5 kilometrede bir durup dinlenmek zorunda kalıyoruz. Ve dişimizi sıkıp küfür ede ede gitmeye çalıştığımız o 40 kilometre, Kazakistan’da yaşadıklarımın ardından en zorlu sürüşler listemin ikinci sırasına yükseliyor.

Sonunda Stuart’a vardığımızda bitmiş haldeyiz. Kendimizi zar zor otele atıp biraz dinleniyoruz. Resepsiyondaki ufak tefek sarı saçlı zenci kız yakınlardaki bir restoranı öneriyor. Bankonun arkasında öyle sıkkın ve bıkkın bir hali var ki “Sana da bir şeyler getirmemizi ister misin?” diye soruyoruz belki keyfi yerine gelir diye. O ise tam tersine aksileşip; “İyi de içine bir şeyler atmayacağınızı nereden bileyim” deyince uyanıyoruz tabi; “Doğru ya unutmuşuz, affedersin”…

63 yaşındaki Flanigan’s Restoran gerçekten güzel. Ahşap ağırlıklı bir dekorasyonu ve bütün duvarlarda, buranın sahibi olduğunu düşündüğümüz acar balıkçı Flanigan’ın çoğunluğu siyah beyaz neşeli fotoğrafları var. Menü de oldukça iyi, tipik Amerikan Sports Bar yemeklerinin üzerine ekstra bir sürü güzel şey var. Ben etli ve sebzeli bir çorba istiyorum yamyam Tonguç ise yine steak sipariş ediyor. Bu kadar sıkıntının üzerine hakettik sanırım. Yukarıdaki de bazen ölçüyü biraz kaçırıyor ama yine de merhametli canım, kim ne derse desin…


12.Gün: Stuart FL - Miami Beach FL / 185 km / Toplam 2.370 km

Ve son gün sürüşü için sabah 04:00’te uyanıp harekete geçiyoruz. Niyetimiz öğleden sonra sağanağına yakalanmadan Miami’ye varmak. Kırık, dökük, yaralı, yorgun ve perişan olmamıza rağmen üzerimizden son gün diriliği var.

Nispeten yavaşlamış olsa da yine de sert esen rüzgara rağmen hızlıca bir tempo tutturup Palm Beach’e kadar hiç durmadan sürüyoruz. Aslında buradada da durmayacaktık ama aniden patlayan sağanak önümüzü kesiyor.

Bir süre bir saçak altında bekleyip geçmesini bekliyoruz ama nafile. Artık son gün olduğundan ıslanmayı falan pek de iplemeyip yeniden sürmeye başlıyoruz. Bir saat kadar sırılsıklam sürüşten sonra bulutlar aralanıp tekrar güneş çıkıyor. Hem de ne çıkış. Az önce yağmurdan sırılsıklamken bu sefer terden sucuk gibi oluyoruz.

Öğlene doğru Fort Lauderdale’e gelince şehirlerarası yol son buluyor. Sanırım buradan Miami’ye kadar artık hep kentsel alanda sürüş yapacağız. Her zaman olduğu gibi şehirde sürüş daha fazla vakit alıyor. Önce sürekli önümüze çıkan kavşaklardaki ışıklar hızımızı kesiyor ardından da Fort Lauderdale Havaalanının çevresinden dolaşmak zorunda kalıyoruz.

Derken Miami’nin gökdelenleri ufukta belirmeye başlıyorlar. Bunca mesafeden bile lüks yapılar oldukları belli ama şu anda içinden geçmekte olduğumuz arka mahalleler tam tersi bir sefalet içinde. Sokaklar oldukça bakımsız ve yer yer çöp kokuyor.

Yüzdük yüzdük sonuna geldik ya, o son kilometreler bir türlü bitmek bilmiyor. Ve tam şehrin merkezi bölgesine varıp, Miami Beach’e 5 kilometre yolumuz kalmışken yine müthiş bir sağanak başlıyor. Ama artık çok geç. Bu saatten sonra hiç bir şey bizi durduramaz. Aldırış etmeyip yola devam ediyoruz. Yağmur yukarıdan, tekerlerimizden ve yanımızdan geçen arabalardan gelen sular aşağıdan bizi sucuk gibi yapıyor ama umurumuzda bile değil.

Ve sonunda 12 günlük macera ve 2.400 kilometre sürüşün ardından, saat 16:00 gibi Miami Beach’in merkez kapısından girip, kumsala doğru giden tahta patikadan süzülerek hedefimize varıyoruz.

Bir yolculuk daha sona eriyor. Yine son derece mutluyum.

Bakalım sırada ne var ;)

İstanbul / Eylül 2022

Stacks Image 5296
Stacks Image 5294
Stacks Image 5082
Stacks Image 5287