menu
My Image

BİSİKLETLE İSTANBUL'DAN ANKARA'YA

İKİ TEKER ÜZERİNDEN MİNİK BİR MODERN HAYAT ELEŞTİRİSİ

Sanki bir tane bu d
nyaya ait ve beni yere doğru çeken, bir tane de tanrının yanından gelen ve beni göğe götrmeye uğraşan iki tane “benliğim” var… Yerdeki “Hayır boşuna uğraşma yapamazsın, haddini bil ki mutlu olabilesin” derken, gökteki srekli; “Hayır yapabilirsin, kalk ve uğraş, başarmanın ilk kuralı cesaret etmektir.” deyip duruyor. Ve ben yerdekini her dinlediğimde konforlu ama mutsuz bir hayat sryorken, yukarıdakini her dinlediğimde canım çıkıyor ama sonuçta kendimi tanrının yanına varmış gibi hissediyorum.


Evet… Günlerdir haftalık hava tahminleriyle yaşadığım cebelleşmenin ardından, sonunda dört günlük bir aralık buldum. Her iki rotada da hem yağış, hem de soğuk vardı. Şimdi kuzey rotası yağışlı, güney rotası ise soğuk veriyor. Kısa bir kararsızlıktan sonra güney rotasını, yani soğuğu seçiyorum. Öyle büyük bir sebebi yok aslında bu seçimin. Zaten mevsim kış ve sürüş aralığı bulmak zor, bir de yeni lastiklerimi ıslak zeminde test ederken bu geziyi riske etmek istemiyorum, hepsi bu.

Her ne kadar kulağa eğlenceli gelse de, oldukça karmaşık bir iş “uzun mesafe bisiklet” binişi yapmak. Hayli detaylı bir hazırlanma dönemi gerektiriyor. Özellikle de vaktiniz kısıtlıysa ve mevsimden dolayı kısalan sürüş saatleri yüzünden bu vakti sonuna kadar değerlendirmeniz gerekiyorsa.

Neredeyse gecenin en uzun olduğu zamanlardayız. Gün sekizden sonra ağarıp, beşten hemen sonra kararıyor. Üstelik ağardıktan sonra ve batmadan önce bir iki saat hava yeterince ısınmıyor. Kısacası kaliteli sürüş saatleri günlük dört beş saat ile sınırlı. Bu da aslında yaz aylarının neredeyse yarısı kadar bir sürüş imkanı veriyor.

“İyi de deli mi öptü ki, kara kışta bu yolculuğa çıkıyorsun” dediğinizi duyar gibi oluyorum, ama inanın bunun da makul sebepleri var… Başta da söylediğim gibi aslında her şey büyük ve detaylı bir planın parçası. Bu kış kıyamette bisikletle İstanbul’dan Ankara’ya gitmeye kalkışıyorum çünkü Mart ayında beş bin kilometrelik Trans-Avustralya bisiklet geçişini yapacağım ve o güne kadar performansımı giderek arttırmak için sürekli turlar yapmam gerekiyor ve antrenmanlar için havaların düzelmesini beklemek gibi bir şansım yok.

Çocukluktan beri hayalimdi Avustralya’nın kızıl çöllerini geçmek ama aslında o tur da daha büyük bir planın, dünyanın çevresini bisikletle dolaşmanın bir parçası, hatta ilk ayağı olacak. Bu sefer de; “İyi ama neden ta dünyanın öbür ucundan başlıyorsun ?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Onun cevabı da şöyle: Orta yaşımı geçtiğim ve fiziksel kuvvetim giderek azaldığı için en zorlu etabı en başta yapıp, kolay olanları sona bırakmak gibi stratejik bir karar vermem gerekti.

Demiştim ya ancak bulaştığınızda anlıyorsunuz bu “uzun mesafe bisiklet” sporunun aslında nasıl karmaşık bir iş olduğunu. Ama bu aşk gibi bir şey olduğundan, çoktan iş işten geçmiş oluyor…

Her neyse… Zaten yazıyı okudukça bunun nasıl bir tutku olduğunu, neden böylesine zorlu bir şeyle böylesine şevkle uğraştığımı anlamaya başlayacağınıza eminim. Umarım size de bulaşır. Ama umarım bulaştırdığım için ileride bana lanet okumazsınız!

KARAYEL İLE ET VE TIRNAK GİBİ

Evet.. Tekrar turumuza dönelim. Aslında İstanbul deniz seviyesindeyken, yüksekliği 850 metre olan Ankara’dan başlamak daha mantıklı olurdu. Sonuçta yokuş aşağı gitmek gibisi yok. Ama maalesef hava durumu buna izin vermiyor. İstanbul’dan başlarsam ve her şey yolunda giderse, arkamdan beni takip edecek olan yağmurla ıslanmadan Ankara’ya varmam için bir şansım var ama o da kesin değil. O yüzden çabucak kararımı verip, toplanıp, yola çıkmam gerekiyor.

Ve bu sporun gerektirdiği en önemli meziyetlerden birini kullanıp, müspet-menfi anında kararımı veriyorum; bir sonraki sabah şafakla birlikte yola çıkacağım…

My Image

Hazırlanmak için sadece bir günüm var. Vaktimi çok iyi değerlendirmem gerekiyor. İlk iş bu sporun en önemli isimlerinden Gürsel abiye (Akay) uğrayıp planımdan bahsediyor, akıl istiyorum. Kendisi ayak başparmağından saçlarına kadar tecrübe olduğu için; yollar, kıyafet, lastik seçimi, yedeklenecek malzeme vesaire aklıma takılan ne varsa soruyorum.

Oradan çıkıp bisikletimi, yani “Karayel”i bakıma götürüyorum. Biraz ondan da bahsetmem lazım. Kendisi artık benim vücudumun bir uzantısı gibi. Uzun yollar boyunca birbirimize yarenlik etmekten etle tırnak gibi olduk. Bazen o beni taşıyor, bazen de ben onu… Geceleri uyurken yanımda olmazsa rahat edemediğimden, her konaklama tesisinde ilk şartım Karayel’i odama koyabilmek oluyor. Kabul görmezse başka bir yere gidiyorum. Belki acayip gelecek ama yolculuk sırasında ondan uzaklaştığım anlarda kendimi çıplak gibi hissediyorum…

Bike&Outdoor’da Karayel’in bakımını yapan küçük dev adam Abbas da, bu işe gönül vermiş herkes gibi ayrı bir dünya. Bakım yapılırken ben de eksik malzemeleri tamamlıyorum. Aklımda, yanıma alacağım şeylerin listesi fır dönüyor… En zoru ise bu listeyi mümkün olduğunca kısaltmak. Çünkü uzun yol boyunca fazladan taşıyacağım 50 gr bile çok büyük yük haline geliyor. Bu yüzden mümkün olduğunca seçici davranıp, gerçekten işe yaramayacak hiçbir şeyi yük etmemek lazım. Aslında bu durum biraz da yolculuğun cazibesini arttıran şey. O birkaç gün boyunca mecburen o kadar mütevazı bir hayat sürmeye başlıyorsunuz ki… Ne giyeceğinizi düşünmek zorunda kalmadığınızda bunun aslında ne büyük bir özgürlük olduğunu, her gün “acaba bu gün ne giysem ?” diye kederlenmenin zamanla ne büyük bir yük haline geldiğini fark ediveriyorsunuz.

Sırada yolculuk için aldığım yeni lastiklerin takılması var. Bu esnada gitmeye bayıldığım mağazalardan Decathlon’un bisiklet bölümünde Mert ile tanışıyorum. Daha ilk görüşte güçlü bakışlarından, akıcı hareketlerinden ve kendinden emin konuşmasından, sıkı bir bisikletçi ile tanıştığıma eminim. Laf lafı açıyor, oradan buradan derken bir de bakıyoruz ki iki lastik de hazır. Tekrar görüşmek üzere Mert ile sözleşip, mağazadan ayrılıyorum.

1.GÜN / İSTANBUL-İNEGÖL / 120 km yol - 1.500 metre irtifa

Kısa hazırlık günü çabucak geçiyor ve akşamla birlikte telaş yerini tatlı bir gerginlik ve heyecana bırakıyor. Bir yanda nelerle karşılaşacağını bilememenin verdiği gerginlik, diğer tarafta ise kısa bir süreliğine de olsa gündelik hayatın tekdüzeliğinden kurtulacak olmanın yarattığı heyecan ve canlılık hissi. Ve tabi ki en iyi uyumanız gereken gecede bir türlü uyku tutmuyor. Yarım yamalak bir uykunun ardından, vaktin gelmiş olmasına şükrederek uyanıyorum. Akşamdan hazırladığım malzemeleri tek tek kontrol edip çantalara doldurduktan sonra, artık harekete geçiyor olmanın verdiği sevinçle kapıyı açıp yola koyuluyorum.

My Image
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara

Etraf hala zifiri karanlık. Birkaç taksi ve uykulu insan dışında ortalıkta hiç hareket yok. Hava soğuk ama üşütmek yerine daha çok canlandırıyor. İstem dışı gülümserken, derin bir nefes alıp ilk pedala basıyorum. Pendik’e kadar olan 20 km’lik yol çabucak geçiveriyor.

Bekleme odasına girmemle birlikte, feribot bekleyen uykulu yüzler aniden bana dönüyor. Sıradan olmayan bir şeyler görüyor olmanın verdiği merak ve ilgiyle süzüyorlar beni. Derken feribot yanaşıyor ve biniyoruz. Karayel’i güvertede bırakıp, kantine çıkıyorum. Gün boyunca belki de rahat rahat bir şeyler yiyip içmek için tek şansım bu olacağı için iyi değerlendirmem gerek. Çay ve simitleri hızlıca mideye indirip, rehaveti de fırsat bilerek bir köşede uyumaya çalışıyorum.

Bir saat geçmeden Yalova’dayız. Yol boyunca epey uyudum. Kısa ama, geceki bölük pörçük uykudan sonra dinlendiriciydi. Hemen camdan aşağıdaki Karayel’i kontrol ediyorum. Biliyorum aptalca, denizin ortasında bir yere kaçacak hali yok ama, sanırım onsuz bütün plan suya düşeceğinden, insan bir miktar paranoyaklaşıyor.

Güverteye inip Karayel’i ve kendimi hazırlıyor, seleye oturup hareket pozisyonunda karaya çıkmayı bekliyorum. Ve evet, kapak açılıyor, herkes bir koşu feribottan çıkmaya başlarken, ben de ilk pedalıma basıyorum. Yaşasın, tekrar yollardayız…

Hava aydınlandı ama soğuk sürüyor. Birkaç dakika pedalladıktan sonra hem ısınıyor, hem de karayoluna çıkıyoruz. Artık şehrin tantanasını ve gündelik hayatın tekdüze klişelerini arkamıza alıp, bilinmeyene doğru hareket etme zamanı…

Yola koyulup, rutin pedallama ritüeline başlar başlamaz içimi bir ferahlık sarıyor. Sert düşüncelerim yumuşayıp kendiliğinden akar hale gelirken, mevzu ister istemez ben bunu niye yapıyorum meselesine geliyor. Kendi kendime şuna yakın bir monolog yaşıyorum;

- “Spor için desem değil, onu salonda da yapabilirim. Gezmek için desem o da değil, arabayla da gezebilirim. Oyun desem o hiç değil, böyle saatlerce tek başına kalmak yerine arkadaşlarımla bir şeyler yapıp daha çok eğlenebilirim.”

- “Bu daha çok Yunus’un kendini yollara vurması gibi bir şey.”

- “Epik ve ruhani…

- “İbadet gibi...“

- “Rutin bir şekilde pedalı çevirirken sarhoş olup uçtuğun, her sesi duyup, her kokuyu alırken doğanın döngüsüne uyumlanıp bütünleştiğin, kendi derinliklerinde kaybolduktan sonra giderek yükselip yukarıdakine yaklaştığın bir şey…”


- “Bu dünyadan buharlaşıp başka bir aleme geçtiğin, her şeyin tek başına anlamını kaybedip ardından topyekun olarak bir anlam kazanmasına şahit olduğun bir şey sanki...“

Bu düşünceler içinde yarı uçmuşken, dikleşen eğimle birlikte kendime geliyorum. Önceki gün bilgisayar başında bütün yolu etüd ettiğim için, önümdeki uzun rampanın farkındayım. Birkaç kilometre içinde 400 mt yüksekliğe çıkabilmek için konsantre olmam gerekiyor ve oluyorum…

BACAKLARIM MAKİNE MİSALİ

Genelde insanlar rampaların daha zorlayıcı olduğunu düşünür ama bence asıl zorlayıcı olan düz yollar. Özellikle düz yolların ne kadar zorlayıcı olabileceği konusuna ilerleyen satırlarda değineceğim ama şimdilik biraz daha rampalardan bahsetmek istiyorum.

Rampalarda kendinle bir mücadeleye girişiyorsun. Aslında tüm bu yolculuk kendinle giriştiğin bir mücadele ve bunu en sağlam hissettiğin yerler de rampalar. Sanki bir tane bu dünyaya ait ve beni yere doğru çeken, bir tane de tanrının yanından gelen ve beni göğe götürmeye uğraşan iki “benliğim” var… Yerdeki “Hayır boşuna uğraşma yapamazsın, haddini bil ki mutlu olabilesin” derken, gökteki sürekli; “Hayır yapabilirsin, kalk ve uğraş, başarmanın ilk kuralı cesaret etmektir.” deyip duruyor. Ve ben yerdekini her dinlediğimde konforlu ama mutsuz bir hayat sürüyorken, yukarıdakini her dinlediğimde canım çıkıyor ama sonuçta kendimi Tanrı’nın yanına varmış gibi hissediyorum. Aynen kan ter içinde rampanın tepesine çıktıktan sonra bir yudum suyun bana verdiği serinliği, veya yokuş aşağı kendimi bıraktığımda hissettiğim coşkuyu kelimelerle ifade edemeyeceğim gibi, bu duyguyu tarif etmek de kesinlikle imkansız…

Ve işte ben yine bu iştahla rampaya doğru girişiveriyorum. Bacaklarım makine misali çalışıp dakikalar birbirini kovalarken hafiften uçuşa geçmeye başlıyorum. Zaman ve mekan anlamını yitiriyor. Etraf her zamanki kimliğini yavaş yavaş kaybedip yerini daha buğulu bir ortama, kendiliğinden akan bir dansa bırakıyor ve ben de o dansın bir parçası oluveriyorum. Artık ne bacaklarıma emirler vermem gerekiyor, ne de kollarımı yönetmem. Her şey sanki çok önceden yazılmış bir oyunun sahnelenmesi misali kendiliğinden olurken ben de o nehirle birlikte akıveriyorum…

ŞEHİRLERDE FİKİRLERİMİZ KÜÇÜLÜYOR OLABİLİR Mİ?

Rampanın bitişiyle birlikte tekrar dünyaya dönüp, yol kenarında ufak bir mola veriyorum. Uzun zamandır böyle iyi hissetmemiştim. Birkaç yudum su içerken bir yandan da manzaranın tadını çıkarıyorum. Tepedeyken her şey ne kadar da farklı görünüyor. “Şehirlerde üç aşağı beş yukarı hep aynı yüksekliklerde yaşamak zorunda kalmak aslında bakış açımızı ne kadar tekdüze hale getiriyor” diye düşünmekten kendimi alamıyor, “Göz alabildiğine bakamadığımız için, fikirlerimiz de küçülüyor olabilir mi acaba ?” diye endişeleniyorum… Derken bu düşüncelerle keyfimi kaçırdığım için hayıflanıyor, yokuş aşağı sürüşün tadını çıkarmak için hemen tekrar yola koyuluyorum.

Şimdi İstanbul ile aramızda bir de dağ var, o yüzden iyice bir rahatlayıp dikkatimi ardıma değil önüme çevirmek için kendi kendime söz veriyorum. Bundan sonra her anın tadını çıkartmamak çok büyük ayıp olacak…

Hafiflik ve özgürlük… Bu duyguyu ifade etmek için aklıma gelen ilk kelimeler bunlar. Az önce rampayı çıkarken yaptığım yatırımın karşılığını fazlasıyla alırken, uçarcasına akıveriyorum İznik Gölü’nün parıldayan sularına doğru…

İçimde ilk ciddi yokuşu tırmanmış olmanın rahatlığı, önümde ise pırıl pırıl parlayan bir göl. Keyfime diyecek yok doğrusu. İster istemez çocukluğumda kaydıraktan kayışlarım geliyor aklıma yokuştan aşağı süzülürken. Birkaç kilometrelik sürüşün ardından anayoldan çıkıp göl kenarına iniyorum. Martılar ve benden başka kimsecikler yok. Derin derin nefes alıp gölün kendine has kokusunu içime çekerken, bir yandan da martıların neşe dolu çığlıklarını dinliyorum. Ve bir kez daha hayret ediyorum gölün bu kadar düz olmasına. O dümdüz yüzeyinin üzerinde hayatın başka bir temsili yaşanırken, altında da kim bilir neler oluyor. Yaşam nasıl da dopdolu ve her yerde aslında…

İşte yine oldu. Gündelik tasalar, parazit düşünceler uçup giderek yerlerini büyük gizemler hakkında kafa yormaya bıraktılar. Belki de korunma amaçlı olarak ve bilinçdışı bir şekilde kendimizi içine hapsettiğimiz gündelik yaşamın hayhuyunda gizlemeye çalıştığımız bütün o basit sorular teker teker gün yüzüne çıkmaya başlıyor; kimiz biz, neden varız, bütün bunların anlamı ne…

bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara

Bu sorularla meşgul bir halde göl kenarında pedallıyorum. Solumda ipeksi görünüşüyle ışıl ışıl göl, sağımda zümrüt yeşilinin içine dağılmış sonbahar renkleri, önümde ise çıkıp çıkıp indiğim minicik rampalar. Bıraksalar bu şekilde sonsuza kadar gidebileceğimi düşünürken, artık gölü bırakıp dağlara döneceğim Sölöz’e geliyorum.

SEKEN KUŞLARIN AYAK SESLERİ

Kendi halinde minik bir yerleşim yeri Sölöz. Yazın da gelmiştim ve oldukça hareketli sayfiye kasabalarını andırıyordu ama bu mevsimde kendi içine kapanmış. Kasaba sakinleri dışında ortalıkta pek kimse yok. Onlar da gündelik rutinlerinin peşine takılmış, ağır çekim dolaşıyorlar ortalıkta.

Vakit öğlen oldu ve ilk niyetim burada yemek molası vermekti. Gerçi burada yiyecek bir şeyler bulabilir miyim diye kaygılanıyordum ama açık bir Lahmacun Salonu bile buldum. Fakat yine de elim bir türlü frenleri sıkmaya varmıyor. Sürüşten dolayı kendimi o kadar iyi hissediyorum ve dağ yoluna dönmek için o kadar sabırsızlanıyorum ki…

Karnım çok acıktı ama lokantada tıka basa yiyip, hazmetmek de dahil en azından iki saati burada heba etmek hiç de cazip gelmiyor. Onun yerine ani bir karar verip, köy bakkalında kısa bir mola ile geçiştiriyorum öğlen arasını. Çantamdaki tahıl barlardan iki tanesini neredeyse birer lokmada yutuveriyorum. Sanki içimde bir elektrik süpürgesi var da ağzıma ne koyarsam hop içeri çekiveriyor. Üstüne bakkaldan aldığım iki şişe maden suyu hem midemi şenlendiriyor, hem de kabarcıklarını neredeyse beynimde hissediyorum. Budur...

Issız dağ yolunun güzelliğini tarif etmek imkansız. O yüzden durup fotoğraf çekmekten bisiklet süremez haldeyim. Nerdeyse her elli metrede bir, ağzım hayranlıkla bir karış açılmış durmak zorunda kalıyorum. Renkler, renkler… Doğa burada renkler konusunda o kadar cömert ki. Etrafta kimsecikler yok ve çıt çıkmıyor. Öyle ki seken kuşların ayak sesleri bile sanki konser salonundaymışçasına net geliyor.

Kendimi zorlayıp Karayel’e biniyor, ve tekrar pedallamaya başlıyorum. Pedal döndükçe dönüyor ve ben yine düşüncelere dalıyorum.

Pedal dönüyor, güneş dönüyor, dünya dönüyor, mevsimler dönüyor. Evrenimizde neredeyse her şey dönmek üzerine kurulmuş. Sonsuzluk bile bir döngü aslında, aynı dairenin üzerindeki başlangıç ile bitiş noktasının aslında aynı olması gibi, dönüp dolaşıp son yerine hep başa gelmek gibi… İşte sanırım bu kurguyu kendi minik hayat ölçeğimize uyarladığı için, pedallarken aynı dönme duygusunu yaşattığı için ve hayatın döngüleriyle bizi kaynaştırdığı için bisiklet sürmek böylesine bir kapı oluveriyor bahsettiğim o diğer aleme açılan...

Uçtu uçtu Kartal uçtu… Harika… Başım dumanlı, sürüveriyorum bisikletimi sonbaharın muhteşem renklerinin arasında. Ne kadar gittik bilmiyorum ama artık yokuş bitti ve dağların tepesindeki bir platoda dümdüz bir yolda akıveriyoruz Karayel ile birlikte…

Derken bu rüya da sona eriyor ve önümüzü kesen bölünmüş karayolu beliriveriyor, üzerinde vızır vızır işleyen araçların gürültüsüyle. İşte o vızır vızır işleyen araçların gürültüsü bende anında bir çağrışım yapıyor. Çevremdekilere ne zaman bisikletle uzun yol yapacağımı söylesem, genellikle şöyle bir tepki alıyorum; “Aaa harika… Ama motosikletle yapsan daha iyi değil mi, hem yorulmazdın!”. E doğruluk payı yok değil aslında ama yine de yapmak istediğim şeyin ruhunun pek kavranamadığına güzel bir örnek. O yüzden bu konuyu biraz açmak ve konfor nimet midir yoksa külfet midir biraz dertleşmek istiyorum.

MOTORLU ARAÇLAR SADECE ULAŞMAK İÇİN

Öncelikle motosikleti denememi söyleyenlere verdiğim cevap şöyle bir şey oluyor; “Daha önce motosikletim vardı ve bu hiç de aynı şey değil. Çünkü motorun gürültüsü, rüzgarın dayağı ve özellikle ne bir şey duyabildiğin ne de bir koku alabildiğin, üstüne üstlük görüşünü de kısıtlayan kask sebebiyle yolu yaşaman imkansız. O yüzden motosiklette veya herhangi başka bir motorlu araçta, yoldan izole olup, çevre ile tam olarak bütünleşemediğin için; yolu yaşamaktan ziyade varılacak noktaya bir an önce ulaşmak daha önemli hale geliyor. O zaman tavsiyem Yüksek Hızlı Tren olacak; çünkü bence o sınıftaki en rahat ve manzaralı taşıma aracı o. Tam bir konfor abidesi; manzarayı izlerken yiyip içebilir, sıkılırsan kalkıp dolaşabilirsin, mükemmel değil mi?! Hatta bunun bir sonraki aşaması daha güzel, onun adı da televizyon; evinde oturduğun yerden bütün dünyayı dolaşabilir, üstelik bu sırada ne istersen yiyebilir, telefonunla internette gezebilir, hatta uyuklayıp şekerleme bile yapabilirsin…

Şaka bir yana; konsantrasyon motorlu bir araçla bir noktadan diğer bir noktaya gitmek olunca; “Artık varsak da dinlensek, bir şeyler yiyip içsek” vesaire diye düşünürken, bisiklet seni tam anlamıyla yolda yaşananlara odakladığı için “Mola bitse de yola çıksak” diye sabırsızlanıyor, “Sabah olsa da yine binsek” diye uykularından oluyorsun.

Motorlu araçlar geleceğe ulaşmak için kullandığın bir araçken, bisiklet seni yaşamakta olduğun ana odaklayıp, şimdiki anı bütün kasların, hücrelerin, açlığın, susuzluğun, yorgunluğun vs. ile yaşamanın belki de en eğlenceli yollarından biri oluyor...

E peki elektrikli bisiklet de olamaz mı diye şansını zorlayabilirsin belki ama bu sefer de kasların ve vücudunla hayata katılmadığın için sadece seyirci oluyorsun ve asıl ödül olan o canlılık duygusu yine eksik kalıyor. Üzgünüm ama sanırım o canlılık ve hayata katılma hissini yaşayabilmek için illa ki o konfor alanından çıkmak gerekiyor…

Komik bir şekilde; kendilerinin küçükken sokakta oynadığı ile övünüp, çocuklarının ise aynı oyunları ancak bilgisayarda oynayabildiğinden o mutluluğu asla yaşayamayacağını anlatan insanlar, benden bisikleti bırakıp, aynı yolculuğu motosikletle yapmamı bekliyorlar…

Takılmak için “Ama o biraz şişme kadınla veya bilgisayarda seks yapmaya benzemiyor mu?!” deyince de aval aval yüzüme bakıyorlar…

bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara

Bu düşünceler içerisinde bölünmüş karayolunu geçip, karşıdaki köy yolundan devam ediyorum. Sessiz, sakin kıvrıla kıvrıla giden minik bir yol. Öyle mütevazı ki içimi bir sıcaklık kaplıyor. Derken her turda olan ve benim çok hoşuma giden bir şey oluyor; yolumu kaybediyorum. Harika!

Bir köyden geçiyorum, derken bir başkasından. Bir üçüncüsünden geçiyorum ki sanki kaybolmanın o kadar da harika olmadığını bana hatırlatmak istercesine iki kocaman kangal bana yüksek sesle merhaba diyorlar. Keyiften yol adetlerini, evlere fazla yakınlaşmanın kabalık olduğunu unutuvermişim. Kibarca özür dileyip, hemen sıvışıveriyorum.

Bugünkü hedefim olan İnegöl’e varabilmek için son 20 km’de maalesef o işlek karayoluna bağlanmam gerekiyor. Pek fena değil ama dağ yollarından sonra tabi ki biraz sıkıcı. Yaklaşık 100 km’lik sürüşün ardından, biraz da yorgunluk basmaya başlayınca, bir an önce varmak için düşüncelerimi rölantiye alıp, güzel bir tempo tutturarak pedallamaya odaklanıyorum.

Ve işte vardım. Açlıktan ölmek üzereyim ve adı üzerinde; köfte diyarı İnegöl’deyim. Gerisini artık siz düşünün…

Köftesi, tatlısı, çayı, rehaveti, tekrar çayı, tekrar rehaveti, tekrar çayı vesaire derken, yemek masasından kalkmam iki saati buluyor. Restorandakilerin yardımıyla çok yakında kalacak bir yer ayarlıyorum. Sıcak su ve duş… Aman Allah’ım, resmen cennetteyim. Suyun altından bir türlü çıkamıyorum. Zar zor kendimi banyodan çıkarıp, yatağıma boylu boyunca uzandığımda havada uçuyormuşum gibi geliyor. İster istemez gülümsüyorum…

Yarım saatlik şekerlemenin ardından dışarı çıktım. Yürümeye çalışıyorum ama onca bisiklet sürmenin ardından sanki adımlarım havada dönüyormuş gibi geliyor…

İnegöl’ün güzel insanları var. Bana nedense Hititleri, Frigleri vs bu topraklarda yaşamış eski ulusları hatırlatan, güzel hatlı, temiz yüzlü, sıcak bakışlı insanlar…

Sokakları da güzel İnegöl’ün, temiz, bakımlı ve düzenli. Üstelik üzerleri lokanta dolu. Daha iki saat önce ayı gibi yemiş olmama rağmen hala kurt gibi aç olduğumu fark edip şaşkınlıktan gülüyorum. Bütün caddeleri kolaçan edip, ardından gözüme kestirdiğim pide salonuna dalıveriyorum. Ortalık nefis kokuyor; buğday ile odun ateşinin o muhteşem karışımı, burnumdan girip, beynimde dans ederken, garsonun önüme bıraktığı menüdeki her şeyi ısmarlamamak için kendimi zor tutuyorum.

Ayıptır söylemesi, yine ayı gibi yedim… Karnım burnumda gerisin geri otelime dönüyorum İnegöl’ün güzel caddelerinden. Saat dokuz civarı ama önceki akşam heyecandan uyuyamadığım için üzerimde bir ağırlık var. Zar zor otele varıyor, daha yatağa yatarken havada uykuya dalıyorum.

bisiklet istanbul ankara


2.GÜN / İNEGÖL-ESKİŞEHİR / 110 km yol - 1.250 metre irtifa

Deliksiz uyumak dedikleri bu olsa gerek. Sanki gözlerimi bir saniye önce kapatmışım gibi uyanıyorum. Saat altı ve, dışarısı hala karanlık. Günün ağarması yedi buçuğu bulacak ve o saatte yola koyulmuş olmam gerekiyor. Bugünkü rotam biraz daha zorlu; 1.200 m yüksekliğe tırmanacağım ve ardından epey bir yolu daha kat edip, akşam Eskişehir’e ulaşmam gerekiyor.

Hazırlanıp çıktım. Tekrar yollardayız. Hava çok soğuk. Bir de yükseklere tırmanmam gerektiğini hatırlayınca biraz endişeleniyorum. Daha önce bu mevsimde tur yapmamıştım. O yüzden kıyafetlerimin, özellikle de eldivenlerimin ve ayakkabılarımın yeterli gelip gelmeyeceğinden emin değilim.

Yola konsantre olup, çok fazla düşünmemeye çalışarak yaklaşık bir 20 km gidiyorum. Yol düz, sakin ve soğuk. Büyük rampadan önceki son yerleşim olan Kurşunlu’dayım. Tipik Anadolu kasabası; minik bir meydan, ortalıkta ağır ağır dolaşan bir iki kişi, orada burada köpekler. Kurşuni ortam ile tezat kıpkırmızı tabelalı benzin istasyonuna yanaşıyorum. Biraz da endişemi azaltmak için pompacı çocuğun yanında aniden durup; “Fulle!” diyorum. Bir anlık şaşkınlığın ardından ikimiz de gülüyoruz.

Taşra insanları hep içimi ısıtıyor. Samimi, sahici ve güler yüzlüler. Yardım severlikleri ise anlatmakla bitmez. Derken nereden geldiklerini anlamadığım bir iki kişi daha beliriveriyor. Sabahın bu saatinde, buralarda, benim gibi bir tip, baya ilgi çekiyor anlaşılan.

HER VİRAJDAN SONRA EĞİM AZALACAK UMUDU

Hemen, önümdeki rampayı soruyorum. “Vah zavallı” türünde bakışları ile geçen birkaç saniyenin ardından anlatmaya, “Gidersin, gidersin.” diyerek bana moral vermeye çalışıyorlar. Bir tanesi; “Ben traktörle, 20 gazla, 25 dakikada gidiveriyorum, var sen hesap et.” diyor… Hesap edince, ben de kendime “Vah zavallı” diyorum gayri ihtiyari.

Neyse, kaçış yok. O rampa çıkılacak. Ve bunun için yapılacak en iyi şey bir an önce yola koyulmak. Enerji niyetine iki tahıl bar daha hüpletip yola çıkıyorum. İlk bir iki kilometre nispeten az eğimli ama yokuş giderek dikleşiyor. Allahtan yol çok dar değil. 600 mt yükseklikte ilk molamı veriyorum. Arkamı dönüp aşağıya baktığımda manzara gerçekten de muhteşem görünüyor.

Biraz su içip tekrar yola koyuluyorum. Gerçekten de zor bir rampa. Yol ıssız ve kıvrıla kıvrıla ilerliyor. Her virajın ardından eğim biraz azalacak umuduyla pedallıyorsun ama hiç de öyle olmuyor. İşte bu en zor anlardan biri, çünkü ümidin kırıldığı anda sürüş zevki de azalmaya başlıyor. Neyse ki tecrübelerim imdada yetişiyor ve kendime bu tırmanışın illa ki biteceğini hatırlatıyorum.

Artık her 1,5 kilometrede bir mola vermeye başladım. Benzincideki hesaptan anladığım kadarıyla rampa 10 km civarında ve şu anda ortalarına gelmiş olmalıyım. Kısa bir su molasının ardından tekrar tırmanmaya başlıyorum. Artık her yerimden ter damlıyor.

İşte o anda içimdeki benlerden dünyaya ait olanı devreye girip, geri dönmem için bir sürü bahane üretmeye başlıyor. Bu en tehlikeli nokta. Sanılanın aksine bu yolculuklarda en öldürücü şey fiziksel tükenme değil de zihinsel tükeniş. Çünkü yorulduğunuz zaman biraz dinlenip devam edebilirsiniz ama hedefiniz zihninizden silindiği anda o tur artık bitmiş demektir.

Yokuşla, ama daha çok kendi içimdeki hainle mücadele ediyorum. Öylesine cazip fikirlerle geliyor ki dayanmak neredeyse imkansız. Ve bunun üzerine son darbe iniyor. Tam yine eğim azalır umuduyla bir virajı döndüğüm anda, üzerime doğru dört nala gelen köpek sürüsü görüş alanıma giriyor. Çok güzel koştuklarına mı hayran kalsam, yoksa beni yiyecekmiş gibi gelmelerine mi üzülsem bilemiyorum. Zaten biraz da benliğimde yaşadığım mücadeleden uçmuş vaziyetteyim. İçimdeki hain yeniden ortaya çıkıyor ve bu sefer geri döneceğimizden son derece emin bir şekilde köpeklerin bana yapacakları ile ilgili kısa filmler göstermeye başlıyor.

Artık dibimdeler ve parlak dişleri bacaklarımdan sadece birkaç santim ötede deli gibi hırlayıp havlayarak yanım sıra geliyorlar. İşte o an sanki zaman duruyor. Daha doğrusu düşüncelerim o kadar hızlanıyor ki diğer her şey çok yavaş kalıyor. İçimdeki kızgınlık önce öfkeye sonra da büyük bir güce dönüşüyor. Ve ben son derece net bir şekilde, hiçbir şey yapmadan yoluma devam etmeye karar veriyorum. O kadar tırmanmayı, içimdeki haine de, üç beş köpeğe de feda edecek değilim…

Nasıl olduğunu bilmemekle birlikte, hiçbir şey olmayacağından son derece emin bir halde yokuşu tırmanmaya devam ediyorum. Köpekler de bunu anlamış gibi susup, bu sefer bana eşlik etmeye başlıyorlar. Sanki çabama saygı gösteriyorlar. Bu düşünceyle o kadar mutlu olup gaza geliyorum ki, yokuşun kalan kısmı dakikalar içinde hiç anlamadan tükeniveriyor. Büyük bir zafer bu; hem yokuşu, hem köpekleri, ve en önemlisi; hem de içimdeki haini dize getiriyorum. O anda o kadar gururluyum ki…

bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara

BİR BARDAK ÇAY OLSAYDI

Bu gazla rampayı bitirirken, yükseldikçe havanın ne kadar soğuduğunu ancak tepedeki iki üç haneli Nazifpaşa’da durunca fark ediyorum. Termal içliğim sırılsıklam ve fırından yeni çıkmış bir ekmek gibi üzerimden buharlar tütüyor. Küçük köyde sığınacak bir yer ararken, köyün imamı ile karşılaşıyorum. Sımsıkı giyinmiş ve inanmaz gözlerle beni süzüyor. Bırakın bisikletliyi, buradan araba bile kırk yılın başı geçiyor olmalı. Ağzı sorularıyla dolu ama nereden başlayacağını bilemiyor. Ben inisiyatifi alıp “Merhaba” deyince de, çuvalın ağzı açılıyor, sorular çorap söküğü gibi gelmeye başlıyor.

Neşeli sorgu esnasında “Buralarda kahvehane var mı ?” diye sorabiliyorum” ancak. Maalesef yok ama bana camide üzerimi değişebileceğimi söylüyor. Tüten buharımdan o da anladı; acilen üzerimi değişmem gerek yoksa hasta olmam an meselesi. Camiyi boşverip, oracıkta soyunuveriyorum. Metabolizmam o kadar hızlanmış ki, zerre kadar üşümüyorum üzerimi değişirken. Ve yeni içlikle gelen konfor duygusu iliklerime kadar işliyor. Bir bardak da çay olsaydı… Ama maalesef yok. Çok küçük bir yer burası. 15 km ilerideki Pazaryeri kasabasında her şey var diyor , misafirperver imam.

Biraz daha çene çalıyoruz, oradan buradan. Bana soğuk sıkım keçi boynuzu pekmezi içmemi öneriyor kuvvet ihtiyacımı karşılayabilmem için. Kendisi kullanıyormuş ve son derece memnunmuş. Allah’ın dağında sanki bizi duyabilecek birileri varmış gibi, bir sağına bir de soluna baktıktan sonra kulağıma eğilip ekliyor; “Bir tek yan etkisi var; biraz fazla gaz çıkarttırıyor.” Gülerken buz gibi havadan dişlerim birbirine vuruyor. Artık yola koyulmam lazım yoksa soğuyan kaslarım başıma işler açacak.

Helalleşip, tekrar yola koyuluyorum. Hava gerçekten çok soğuk; -3, -4 derece civarında olmalı. Ufak bir rampa daha tırmandıktan sonra artık inişe geçiyorum. Hızlandıkça artan rüzgar, soğuğun etkisini daha da güçlendiriyor. Kısa bir süre sonra artık ellerim ve ayaklarımı hissetmez oluyorum. Yol boş ve çukursuz ama soğuk asfalt olduğu için keskin taşlarla dolu. İşte o an gerçekten korkmaya başlıyorum. Şu anda başıma gelebilecek en kötü şey lastiğimin patlaması. Yanımda yedek lastik var ama bu donmuş parmaklarla değiştirmem imkansız. Üstelik kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdeyim. En yakın yerleşim 15 km ötede ve lastik patlarsa tek yapabileceğim, Karayel’i yedeğime alıp bu soğukta 2-3 saat yürümek, bu da ciddi bir donma tehlikesi demek. Bir kez daha teslim ediyorum ki insan için en büyük tehlike hava şartları. Kendi kurallarını hiç esnetmeyen doğa, bazen o kadar acımasız olabiliyor ve insan bunun karşısında o kadar çaresiz kalabiliyor ki…

İçimden dualar ederek ve son derece kontrollü bir inişle 800 mt yükseklikteki platoya varıyorum. Yol artık düz ve hava nispeten biraz daha sıcak. Hafiften keyiflenip güzel bir tempo tutturuyorum. Zamanlamam iyi, öğlen olmadan dağları aştım. Akşama Eskişehir’de olmayı hedefliyorum ve bir aksilik çıkmazsa bu mümkün gibi görünüyor.

Bu yolculukta beni en çok zorlayan şey mevsim sebebiyle sürüş saatlerinin çok az olması. Hava çok geç ağarıp çok erken kararıyor. Üstelik ağardıktan iki saat sonra ve kararmadan iki saat önce çok soğuk oluyor. Bu durumda ancak 4-5 saat kaliteli sürüş yapabiliyorum. Saatte ortalama 20 km hızla yol aldığım düşünülürse bu günde 100-120 km’ye tekabül ediyor. Tabi ki herhangi bir aksaklık olmadığı takdirde. İşte o aksaklık olması ihtimali bütün planı bozabilir ve bu beni çok huzursuz ediyor.

bisiklet istanbul ankara

Bu düşüncelerle Pazaryeri’nde mola vermekten vazgeçip yola devam ediyorum. Bozüyük’e varana kadar durmak yok. Pazaryeri’ne kadar platoda baya ters rüzgar yedim ve sürüş pek de keyifli olmadı ama Bozüyük yolundaki vadilere dönmemle birlikte rüzgar çekilip gidiyor. İşte sürüş keyfi geri geldi. Platoda yokuş aşağı gidebilmek için bile çabalarken, burada meyil hafif yukarı doğru olmasına rağmen Karayel yağ gibi akıyor. Zirveden bu yana baya gerilmiştim ama şimdi çok mutluyum…

STRESİN KAYNAĞI BOLLUK

Bu keyifle yol hemencecik bitiveriyor haliyle. Bozüyük epey büyük ve canlı. Tam bir kavşak şehir. Kentin kaosuna girmeden çevre yolundan devam edip, güzel bir dinlenme tesisinde mola veriyorum. Hem soğuktan, hem de tırmanıştan kurt gibi acıktım…

Tesis kocaman ve neredeyse bomboş. Üzerimi değişecek bir yer ararken garsonların teşvikiyle mesciti keşfediyorum. Molalarda kullanmak için harika bir yer ve yol boyunca her daim kullanıyorum. Tuvaletlerin ıslak ortamındansa halı kaplı mescitlerde üzerini değişebilmek çok büyük lüks gerçekten. Fırsatı kaçırmıyor, hemen kot pantolonumu ve polarımı giyerek tekrar insan olmanın keyfini çıkarıyorum. Yemeği bu kıyafetlerle yiyebilmek harika olacak.

Ve işte büyük çıkmaz; her zaman olduğu gibi dinlenme tesisi harika yemeklerle dolu ve ben hangisini seçsem diye kafamı kaşıyıp duruyorum. Belki komik gelecek ama yol boyunca yaşadığım en büyük sıkıntılardan birisi bu. Aslında başımızın belası “stres”in kaynağı da bu bolluk; yani seçim yapmak zorunda kalmak. Stresin kelime anlamı gerginlik, ve bizim seçim yapmak zorunda kalınca gerilmemizden kaynaklanıyor.

İşin içinden çıkamayıp, her şeyden yarım porsiyon söylüyorum. Garson inanmaz gözlerle yüzüme bakarken hınzırca gülümsüyor, az sonra hepsini bitirdiğimde bakalım ne yapacak diye düşünerek keyifleniyorum… Yemekler gerçekten harika. Bir de üstüne bu kadar aç olunca sofra tam bir şölen oluyor.

Bu şöleni saatlerce sürdürebilirim ama Eskişehir’e varmak için yola koyulmam gerek. Mescitte üzerimi değiştirip, garson çocuklardan yol ile ilgili istihbarat almaya çalışıyorum. En gözde sorum yolun eğimi ile ilgili tabi ki. “Yok abi yok, yol dümdüz.” diyorlar ama ben içten içe biliyorum ki o yol hiç de öyle dümdüz değil. Sürekli motorlu araçlarla seyahat eden insanlar zeminin gerçek eğimini fark edemiyorlar. Bisiklette ise yeryüzündeki en ufak değişimi bile iliklerinizde hissediyorsunuz. Nitekim tahmin ettiğim gibi oluyor ve neredeyse kalan yolun yarısı boyunca hafif de olsa sürekli tırmanıyorum. Bunun dışında bir sorun çıkmıyor ve hava tam soğumaya başlarken Eskişehir’e varıyorum.

DELİSİN SEN

Artık yolun yarısı bitti ve tırmanma ağırlıklı olan zor kısmını atlattığımı düşünüyorum. O keyifle Eskişehir’de yaşayan kızımın ve eşinin kapısını çalıyorum. Tepkisi tipik; “Delisin sen ?!”. Hak vermemek elde değil…

Yine sıcak suyun altına giriyorum ve tabi ki çıkamıyorum. Sağaltıcı sıcak suyun sızım sızım sızlayan kaslarımın üzerinden akması muhteşem bir şey.

Zar zor çıkıp hazırlanıyorum. Yürüyerek Çiğ Börek partisi vermeye, şehir merkezine gidiyoruz. Eskişehir çok güzel bir şehir. Alt yapı sorunu yok. Nüfusun yarısını oluşturan ve çoğu dışarıdan gelen öğrenci ve askerler yüzünden çok kültürlü ve rengarenk. Havadaki dinamizm sizi bir anda etkisi altına alıveriyor.

Çiğ Börek kesmiyor, bir de kokoreç patlatıyorum yol üstünde. Mütevazi minicik bir dükkan gibi görünüyor ama yer yemez anlıyorsun kesinlikle muhteşem bir tarihe sahip olduğunu. Zaten eski usül yapmalarından, ve üzerlerinden akan kendine güvenden her şey anlaşılıyor.

Şimdi biraz doydum sanki. Umarım biraz sürer diye düşünürken, rengarenk caddeleri ve hareketli sokakları arşınlamaya başlıyoruz. Günlerden Cumartesi ve sanırım herkes dışarıda. En çok da gençler var etrafta. Giyinmiş, süslenmiş aleme akıvermişler. Sadece seyretmesi bile çok keyifli. Eskişehir’i ne kadar sevdiğimi unutmuşum, en kısa zamanda yeniden geleceğim.

bisiklet istanbul ankara

3.GÜN / ESKİŞEHİR - SİVRİHİSAR / 110 km yol - 750 metre irtifa

Yine deliksiz bir uyku ve yine şafakla birlikte ayaktayım. Bu gün erken çıkmaya karar veriyorum, yoksa yolu planladığım sürede tamamlayamayacağım. Sıcaklık -4 derece olarak görünüyor ama ben akıllıyım ya, pencereden göz kırpan güneşe aldanıp yola koyuluyorum.

Aslında artık iç Anadolu platosundayım ve bundan sonra pek tırmanış yok. Üstelik yol da dümdüz. Gökyüzü açık, güneş parlıyor. Her şey yolunda olmalı…

İnsanoğlu beşer şaşar. Kural değişmiyor. Ve işte kendimi en güçlü hissettiğim anda gafil avlanıyorum. 15 km gitmeden her yerim buz kesiyor. Bacaklarımı çevirmeye çalışıyorum ama beni dinlemiyorlar. Üstelik artık beni oyalayan dönemeçler, tırmanışlar, köpekler vesaire de yok. Buz gibi bir hava, dümdüz bir yol ve sıkılmış kendimle baş başayım.

HER TAŞ YERİNDE AĞIR

O anda ne kadar yanıldığımı öğrenmeye başlıyorum. Soğuk berbat ama, monoton yol soğuğun yıldırıcı etkisini iki katına çıkarıyor. Kendimi oyalayabileceğim hiç bir şey olmadığı için aklım sadece soğuğa ve çektiğim sıkıntıya odaklanıyor. Böyle olunca her şey batmaya, yoldaki en ufak tümsek veya minicik bir taş bile sıkıntı olmaya başlıyor. Einstein’ın görecelik kuramını yeniden keşfediyorum; evet her taş yerinde ağır…

Yerdeki benliğim sazı eline alıp başlıyor şikayet etmeye; en minik kasımdaki ağrıyı bile beynimde hissediyorum artık. Bir şeyler olması gerek. Bu böyle devam edemeyecek. Plato boyunca kilometrelerce hiç yerleşim yok ve sanırım yol çok rahat olduğu için kimse bir dinlenme tesisi veya en azından bir benzin istasyonu yapma ihtiyacı duymamış. Gidiyorum da gidiyorum, ama bir türlü görüş alanımda bozkır dışında bir şey belirmiyor.

Birden Jack London’ın kutup hikayeleri üşüşüyor aklıma. En çok da donan parmakları yüzünden kibritini çakamadığı için soğuktan ölen adamı hatırlıyorum. Hatırlamak da değil, zihnime yerleşiyor ve bir türlü gitmek bilmiyor. Kendimi o kadar yılgın ve çaresiz hissediyorum ki.

O an göklerden gelen benliğim yardımıma yetişip, başlıyor anlatmaya; bak diyor, hayatın da böyle işte, en yüksekte olduğunu sandığın anda en dibe düşebiliyorsun, düzlükler kolay olabilir, ama içinde en tehlikeliyi, yani her şeyi devleştiren sıkıntıyı saklıyor diyor. Rahatlık bu yüzden batar diyor. İnsanlar bu yüzden aptal aptal işlere bulaşır, hem kendilerine, hem diğerlerine, hem de çevrelerine zarar verecek işlere girişirler diyor. Ama yine de etraflarındaki güzellikleri sıkıntı sayıp, bıkmadan usanmadan o düzlüğe ulaşmak için çabalayıp dururlar diyor.

O kadar duygulanıyorum ki… O anda içten yanmalı motorum yeniden devreye giriyor ve hınçla asılıyorum pedallara. Yine bir zafer anı… Sıkıntım veya soğuğun yakıcı etkisi geçmiş değil ama araya zihin perdemi koyduğum için artık bana pek işleyemiyor.

bisiklet istanbul ankara

Avustralya’da neredeyse Türkiye kadar bir çöl geçmem gerekecek. Ve o yol dümdüz. İşte o anda neye çalışmam gerektiğini fark ediyorum. Demek ki bu yaşadığım sıkıntının da varlık sebebi bu. Endişeleniyorum ama sıkıntı yerini yavaşça çalışma kararlılığına bırakıyor. Daha çok çalışıp, zihnimi daha güçlü hale getirmeliyim, yoksa iki bin kilometrelik çölü geçmem çok zor olacak…

Ve sonunda benzinci görünüyor. Neler hissettiğimi anlatmaya gerek yok sanırım. Rahatladım, ama hayatı hafife aldığım için kendime kızgınım. Derin bir nefes alıp duble çay söylüyorum. Soğuktan o kadar çişim geldi ki patlamak üzereyim. Yolda duramadığım için tutmam gerekti ve bunun verdiği sıkıntı da bence başlı başına bir yazı konusu. Tuvalet bile çok soğuk ve işerken buharlar tütüyor. Ama o buharla birlikte sanki bütün sıkıntım da uçup gidiyor.

Çayımı yudumlarken ayakkabılarımı çıkarıp kaloriferle akraba oluyorum. Ne kadar da güzel… Yaşlı garson bıyık altından gülüyor ama acıdı belli ki hiç bir şey söylemiyor. Çay üstüne çay içiyorum. Artık sayılarını unuttum ama bir kez daha tuvalete gittim onu hatırlıyorum.

Sanki beynim buzlanmıştı da yavaş yavaş çözülmeye, bana yine akıllar vermeye başlıyor; “Aslında bu tur hayatın minik bir kopyası; bir yerden gelip, bir yere gidiyor, arada bunu neden yaptığını anlamaya çalışıyor, yolda hem dışarıdan ama daha çok da kendi içinden gelen bir sürü sorunla boğuşuyorsun. Nasıl ki hayat başına envai tür çorap örüp, o meseleler üzerinden kendisini anlaman için çabalayıp duruyorsa, bu yolculuk da tıpkı hayat gibi karşına çeşit türlü sıkıntılar çıkararak, seni kendine döndürüp, anlamaya, kendi derinliklerini keşfetmeye zorluyor. Şöyle diyor sanki muzip şey; ben büyük gizem filmiyim sen de beni var eden seyircim. Sana söylemeden senin içine gizlendim, beni anlamak için kendi derinliklerini keşfetmen, bunun için de kendini hayatın her türlü yollarına sokman gerekiyor. Cevaplar karşılaştığın sıkıntılara verdiğin tepkiler olarak ağzından dökülüverecek.” Aman ne hoş…

Soğuğun beynimde yarattığı bu garip düşünceler geçince garsona yolu soruyorum. Özellikle de yol üstünde başka benzinci olup olmadığını. Haberler kötü, kilometrelerce bir şey yok. Ama sanırım en zor saatler geçti çünkü artık hava artık eskisi kadar soğuk değil. Disiplini elden bırakmazsam, öğleden sonra hava tekrar soğumaya başlamadan Sivrihisar’da olabilirim. Ama bunun için öğlen yemek molası vermemem gerekiyor. Hoş, gerçi önümde yemek yiyebileceğim bir yer de yokmuş zaten…

Bugünlük bundan sonrası için yazabileceğim pek bir şey yok; düz, düz, düz, düz, düz, düz ve düz, hatta dümdüz bir yol. Uzadıkça uzuyor, bir türlü bitmiyor. Neyse ki sonunda hedeflediğim saatte, üşümüş, yorgun ve ruhen düşmüş olarak Sivrihisar’a varıyorum.

bisiklet istanbul ankara

BUNUN TEKERİ KIL GİBİ

Ballı kaymaklı gözleme yazısını görür görmez dalıveriyorum tesise. Çölü geçerken vahaya gelmiş gibiyim. Yiyorum da yiyorum. Can sıkıntımın hıncını, kebaplardan, gözlemelerden çıkartıyorum. Hiç fena da olmuyor hani. Karnımın doyması ve ısınmamla birlikte keyfim de yeniden yerine gelmeye başlıyor.

Derken tesisin sahibi yanıma geliyor ve sohbetle birlikte kendimi çok daha iyi hissetmeye başlıyorum. Yolda yaşanan onca yalnızlıktan sonra iyi bir sohbet yeniden dünyaya dönmek için en iyi yol. Ve bisiklet turlarımda hep olan şey yine gerçekleşiyor. Ben buna tersine-pazarlık diyorum. Ne zaman kalacak bir yer sorsam, perişan halime bakıp şuna benzer bir şey söylüyorlar; “50
ama sana 30 olur”. Yine memnuniyetle kabul ediyorum. Cimrilikten değil ama bu gerçekten çok hoşuma gidiyor.

Sivrihisar büyük değil. Havada epey bir kömür kokusu var. Ortalıkta ise pek kimse yok. Otel temiz, insanlar kibar. Temizlikçi bayanı bisikletime hayran hayran bakarken yakalayınca dayanamayıp; “Bir tur bin istersen” diyorum. Neşeyle kıkırdayıp; “Yok yok, bunun tekeri kıl gibi, ben binemem.” deyince ben de gülmeye başlıyorum.

Toz içinde gri yollar, metruk evler ve sessizlik. Tipik bir taşra kasabası Sivrihisar. Ama içinde iki tane muhteşem mücevher sakladığını keşfedince çok şaşırıyorum. Birincisi; aynı anda 2.500 kişinin ibadet edebildiği 8 asırlık Ulu Cami. Ahşap ve taş karışık mimarisi gerçekten inanılmaz. Bildiğiniz bozkır mücevheri. Diğeri ise bugüne kadar Türkiye’de görmüş olduklarım arasında en görkemlilerinden biri olan saat kulesi. İkisi de gerçekten görülmeye değer.

Sadece bir günüm kaldığı için endişeliyim. Bu arada Ankara’daki arkadaşım Mehmet mesaj atıp, endişelerimi iyice arttırıyor; “Yarın yağmur geliyor”. Benim hesaplarıma göre yarın akşam yağacaktı ama işte hesap şaşacak galiba. Gitmem gereken 135 km yol ve çok az sürüş saatim var. Bugün soğukla çok kötü bir sınav vermiş olmama rağmen, yarın sabah da erken çıkmaktan başka çarem yok. Bu düşünceyle iyice geriliyorum. Haliyle uyumak da zorlaşıyor. neyse, “Sabah ola, hayrola.” deyip yatağa giriyorum.

bisiklet istanbul ankara

4.GÜN / SİVRİHİSAR - ANKARA / 125 km yol - 1.000 metre irtifa

Sabah ezanıyla uyandım. Bir umut, hava durumunu kontrol ediyorum. Maalesef yine -4. Ama sanki gökyüzü açık gibi. Hazırlanmaya başlıyorum. En geç saat sekizde yola düşmüş olmalıyım, yoksa akşama Ankara’da olmam imkansız. Kötü olan şu ki Polatlı’ya kadar 60 km durabilecek bir yer yok. Gelmekte olan yağmur da cabası…

Güneş yükselmeye başladı. Hava çok soğuk ama sanki güneş biraz olsun etkisini kırıyor. Kendimi umutla doldurup yola koyuluyorum. İlk kilometreler sorunsuz geçiyor. Üşüyorum ama dayanılmayacak gibi değil. Yeniden umutlanıyorum.

Derken inişe geçiyorum. Ve yine gafil avlandığımı anlıyorum. İnişle birlikte bir bulutun altına girince güneş aniden yok oluyor. Hava birden karardı, her yer gri ve göz gözü görmüyor. Yeniden donmaya başlıyorum. Bu dünkünden daha ciddi, çünkü göz gözü görmüyor. Üstelik hiç araba da geçmiyor…

Disiplini elden bırakmadan sürmeye devam ediyorum. Çünkü ne geri dönmeyi istiyorum, ne de geri dönüp o rampayı tırmanacak gücüm ve motivasyonum var. Tek yol ilerleyip, uygun bir yerde durmak. Az önce birden buğulanan gözlüklerim şu anda buz tuttuğu için çıkarmak zorunda kaldım. Artık kısık gözlerle ilerlemeye çalışıyorum. Ellerimi ve ayaklarımı hissetmemeye başladım.

15 km oldu ve hiç bir şey yok. 20 km, yine bir şey yok. Derken sisin içinde bir iki ev ve sağa çekmiş bir kamyonet görüp duruyorum. Ohhh… Kamyonetin buğulu camına tıklatınca kapıyı açıp şaşkın gözlerle beni süzen İsmail amca, evinde sıkılınca kamyonetine yüklediği patatesleri satmak için yol kenarına çıkmış. “Gel çay yapayım sana.” diyor. İçim gidiyor ama; “Yolum uzun. En yakın tesis nerede?” diyorum. “İki km sonra bir benzinci var” deyince dünyalar benim oluyor. Helalleşip gitmeye çalışıyorum, ama bir türlü bırakmıyor beni İsmail amca. “Gel” diyor, “çay yapayım,” diyor, “anlat bakayım,” diyor. Aslında; “Oğlum sen manyak mısın, bu havada, bu halde, buralarda ne işin var?” demeye getiriyor. Ben kibarca izin isteyip, bir daha geçersem mutlaka duracağıma da söz verince, “Tamam o zaman.” deyip salıveriyor beni benzinciye doğru.

GALİBA YIRTTIM

“Galiba yırttım”. İşte aynen böyle düşünüyorum benzincinin sıcak çay ocağına girer girmez. Yine önce doğru tuvalete, ardından da gelsin çaylar. Kendi kendime şımarıyorum. Az önce korkudan sapsarı kesmişken, şimdi benden iyisi yok. Tesiste bir tek Afgan bir çocuk var çalışan, Türkçesi pek yok ama ne istersem anlayıp getiriyor. Ben ise o keyifle çocuğa anlatıp duruyorum hikayelerimi. İnsanoğlu ne acayipsin…

Bir saatlik çay molamın ardından sis hafifçe kalkıp güneş yeniden yüzünü göstermeye başlıyor. Sanırım en zoru bitti. Bundan sonra Polatlı’ya kadar 35 km bir yolum var ama hava artık müsait. Ondan sonra Ankara’ya 75 km yolum kalıyor. Yağmur yağmazsa pek bir sıkıntı yok.

Tahmin ettiğim gibi pek bir güçlük yaşamadan Polatlı’ya varıyorum. Burada öğle yemeği yerim diye planlamıştım ama yağmur olasılığı yüzünden ve hazır iyi bir tempo da yakalamışken durmayıp devam ediyorum.

Dümdüz yolda kilometreler birbirini kovalarken, tesisler giderek çoğalmaya başlıyor. Artık endişelenecek pek bir şey kalmadı. Son tepeyi de aşınca Ankara karşımda olduğu gibi beliriveriyor. İşte oldu, yağmura yakalanmadan gelmeyi başardık…

DÖRT GÜNLÜK YOLU KIRK BEŞ DAKİKADA GERİ DÖNMEK

Ankara tabelasının yanında durup fotoğraf çekiyorum. Herhalde çok sevinmeliyim. Ama öyle olmuyor işte. İçimde dört gündür şişmekte olan balon sanki aniden sönüveriyor. Bitti. Keyfim kaçıyor…

bisiklet istanbul ankara

“Neyse, en azından geçtiğim yolları izleye izleye trenle geri dönerim” diyerek kendimi keyiflendirmeye çalışıyorum ama nafile. Zaten Yüksek Hızlı Tren’e bisiklet almadıklarını öğrenince iyice sıkılıyorum. Ertesi sabah uçağa binip, dört gün boyunca kat ettiğim onca yolu 45 dakikada gerisin geriye geliveriyorum. Gerçekten ilham verici…

Evet. Artık sözün sonuna geldik. Benim için yine unutulmayacak bir deneyim oldu. Kendimden kendime yolculuk yaparken, yine hem kendimle, hem de hayatla ilgili pek çok keşifte bulundum. Yazı boyunca anlatmaya çalıştığım gibi; benim için bisiklet yolculuğu bir adrenalin arayışı, veya kendini heyecanlandırmanın bir başka yolu değil. Bu daha çok içimdeki varlığı, konfora feda etmiş olduğum canlı özümü ortaya çıkarmak için araladığım bir kapı…

Bu konfor denen şey iyi bir şey olsaydı, güzel bedenlerimizi şişkolukla gizlemezdi zaten, değil mi? Ama neyse ki Fitness salonları var. Aslında sadece görüntümüzü düzeltmeye çalışırken, hem kendimizi, hem de etrafımızdakileri spor yapıyoruz diye kandırabiliyoruz. Cin işi insan buluşu işte. Oysa ki içinde hayatın kıvılcımı olmayan spor, hareket etmekten başka nedir ki gerçekten? Siz hiç fitness yaparak ava hazırlanan bir aslan yavrusu düşünebiliyor musunuz? Ya da kanatlarını aç-kapa aç-kapa yaparak pike yapmayı öğrenebilecek bir martı ?

ASLAN FITNESS YAPARAK AVA HAZIRLANMAZ

Yaptığım şeyi anlatınca genelde “Sen insan değilsin ki zaten!” diyorlar. Onlardan farklı olduğum hususuna katılıyorum ama söyledikleri şey bana biraz garip geliyor. “İnsani özelliklerimi kullanmaktan vazgeçerek vücudumu çalıştırmak yerine konfora teslim olursam, sonra da kendimden esirgediğim bu heyecan-coşkuyu iş, güç, alış-veriş, seks, alkol, kumar, uyuşturucu, adrenalin vs de arayıp her seferinde hüsrana uğrarsam, ama yine de inatla aynı şeyleri denemeye devam edersem mi insan oluyorum acaba?” diye kendime sormadan edemiyorum…

Sakın bu yazıyı okuduktan sonra bir bisiklet alarak yollara düşüp, sonra da hayatınızın aniden güllük gülistanlık olmasını beklemeyin! Çünkü aslında bu da konfor alanınızdan çıkmamanız, mutlu olmak için yine kendi büyünüz dışında bir şeyden medet umduğunuz anlamına geliyor... Bunu yapmaktansa bir dakika durun ve konfor aşkıyla sizi yere çekip durmakta olan benliğiniz yerine, sizi yukarılara doğru uçurmak için hazırda bekleyen içinizdeki o heyecanlı çocuğa bir şans verin. İnanın bana arkası çorap söküğü gibi gelecektir…

Sevgiler…

Kartal Kendirci
İstanbul, Aralık 2018.

bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara
bisiklet istanbul ankara