menu
Trans Türkiye harita


İKİ TEKER KAZAKİSTAN


ATA TOPRAKLARINDA BİSİKLETLE ZORLU BİR MACERA

Kıta büyüklüğünde bir ülke, 3 farklı coğrafya, envai çeşit ama hepsi tanıdık insanlar, 1.500 kilometre sürüş, 4.000 kilometre yol ve 15 gün damardan macera…



Bir şeylerin zor olabileceğini tahmin ediyordum ama başıma bu kadar çok şey geleceğini gerçekten hiç ummamıştım. Her ne kadar zoraki ve doğaçlama olsa da süper bir Macera filmi çekip bu devasa ülkeden dönmeyi becerebildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum…

Eşsiz ıssızlığı, üç-yüzlü ve heybetli doğası, bazen biraz kaba ama özünde iyi yürekli, samimi ve yardımsever insanlarıyla bambaşka bir dünyada geçirdiğim bu zorluklarla dolu on beş günü hayatım boyunca unutabileceğimi hiç sanmıyorum.

Ve işte yine artık eski ben değilim. Bu kısacık sürede de olsa değiştim, dönüştüm. Hiç bilmediğim, ummadığım yanlarımla yüzleştim, içimdeki hainle boğuşup her fırsatta gerçekten yaşamamı engellemeye çalışan, o sağlamcı ama yaşama sevincinden nasibini almamış yanımla giriştiğim mücadeleden galip çıkmayı başardım.

Sanırım benim için kendinden, dünyadan ve sınırlarından kurtularak özgürleşip, hayattaki gerçek yerini bulmaktan daha canlandırıcı bir duygu daha yok…


Mayıs ayı başlarında güzel bir sabah… Uyanır uyanmaz farklı bir şeyler olacağını hissediyorum. Salgından ve bezdirici kısıtlamalarından usanmış halde geçirdiğim o yarı ölü günler artık sona erecek. Nasıl olacağını bilmiyorum ama buna eminim. Sanki bir yerlerdeki bir düğmeye basıldı ve kaderin çarkı dönmeye başlıyor.

Önceki yaz yaptığım Türkiye Geçişi’nden beri neredeyse bir yıl geçti ve salgın yüzünden bir türlü uzun sürüş yapmak mümkün olmadı. Modern hayatın beni zaten daraltan düzeninin üzerine bir de pandeminin getirdiği kısıtlamalar eklenince hayat iyice çekilmez olmuştu. İki günde bir ülkelerin aldığı Covid-19 ile ilgili seyahat önlemlerini kontrol edip duruyordum ama nafile. Bırakın iyiye gitmeyi bazen daha kötüye döndüğü bile oluyordu.

Ve işte şimdi, nereden geldiğini bilemediğim bir hevesle bilgisayarımın başına geçtiğim anda sanki önceden yazılmış bir oyunun sahnelenmesi gibi her şey kendiliğinden oluvermeye başlıyor.

Çaresizlik ve bezginlik içerisinde Skyscanner’ın Kısıtlamalar Haritası’nı bilmem kaçıncı kez kontrol ederken, birden Kazakistan’ın artık ülkeye girişlerde karantina uygulamadığını fark ediyorum ve o anda Covid-19’un içimde hapsettiği enerji sel olup akmaya başlıyor…


YİNE BİR ÇOCUKLUK HAYALİ…

Kazakistan ile ilgili daha önce de araştırma yapmış ve rota olarak çalışmıştım ama tek başına bir ülke olarak değil de, “Trans-Türki: Azerbaycan-Türkmenistan-Özbekistan-Kazakistan-Kırgızistan” projesinin bir parçası olarak. Covid-19 kısıtlamaları varken, ve her sınır geçişinde PCR testi hatta bazen karantina gerekirken, böyle bir proje gerçekten imkansızdı. Fakat tekrar bir göz atıp; Kazakistan’ın aslında neredeyse Avustralya kıtası kadar büyük bir ülke olduğunu, ne kadar farklı coğrafyalar, iklimler ve bitki&hayvan topluluklarına ev sahipliği yaptığını hatırlayınca kafamdaki ampul yanıveriyor. Belki bir “Trans” projesi olmaz ama “Tur” olarak düşünülürse yeterince büyük bir ülke Kazakistan. Aslında biraz Çin’e, biraz Rusya’ya ve biraz da ata topraklarımıza gitmiş olacağım. Üstüne üstlük çocukluk hayallerimden biri olan uçsuz bucaksız Kazak Stepleri’nde yol almayı gerçekleştirme şansım da olacak.

Planladığım rota ülkenin ticari başkenti Alma-Ata’dan başlıyor. Yaklaşık 1.200 km kuzeyindeki ve aslında Sibirya’nın güney sınırı da sayılan başkent Astana’dan batıya dönüp eşsiz Kazak Stepleri’nde devam edecek. Bu devasa düzlükler gerçekten sıra dışı. Dünyada sadece dört yerde varlar ve ben onlarda birinde sürüş yapabileceğim için kendimi son derece ayrıcalıklı ve heyecanlı hissediyorum. Yalnız yol Step’in ortasında bittiği için 1.000 km’lik bir tren yolculuğu yapmam gerekecek. Bu sayede Batı Kazakistan’daki Aral’a geçip sürüşe Amu Derya (Ceyhun) ile Sri Derya (Seyhun) arasında kalan ata topraklarımızda devam edeceğim. Burada yapacağım 1.500 km’lik ve toplamda yirmi gün sürecek 3.500 km’lik sürüşün ardından yolculuğu başladığım nokta olan Alma-Ata’da sonlandırmayı planlıyorum. Eğer gerçekleştirebilirsem, üç farklı coğrafyadan geçeceğim tam bir keşif gezisi olacak anlayacağınız…

Yalnız yol ve hava durumu ile ilgili çok miktarda belirsizlik var. Her ne kadar planlama ile ilgili epey mesai yapmış olsam da çıkan rota son derece küçük toleranslara sahip. Zaten araziye kıyaslayınca son derece az olan yollarda karşılaşacağım en ufak aksilik veya gecikmenin domino etkisi gibi sürüşün tamamını tehlikeye atma şansı oldukça yüksek. Eğer böyle durumlarla karşılaşırsam bazı bölgeleri pas geçmem gerekecek ki bunun için vasıta bulup bulamayacağım konusunda da yeterince bilgiye sahip değilim.

Artık Mayıs ayındayız. O yüzden elimi çabuk tutmam gerekiyor. Bahar bitip yaz olgunlaşmadan yola koyulmuş olmalıyım.

Hem salgının verdiği sabırsızlık hem de fazla vaktim olmaması sebebiyle bütün bu riskleri göze alıp mümkün olan en kısa sürede yola çıkmaya karar veriyorum.

Tabi ki gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Bir saat geçmeden uçak biletimi almış ve hazırlık sürecimi başlatmak için düğmeye basmış vaziyetteyim. Önümde yaklaşık bir ay gibi bir süre var. Antrenman programımı hazırlayıp uygularken bir yandan da ekipman eksiklerimi tamamlamam gerekecek.


KATMERLİ BELAMIZ…

Çok farklı coğrafyalardan geçeceğim böyle uzun bir turun getirdiği zorluklardan en önemlisi; birbirinden çok farklı hava şartlarına uyum sağlayabilmek için yanıma daha çok eşya almam gerekmesi. Bu da tabi ki daha fazla ağırlık yani hız kaybı anlamına geliyor. Bir diğeri ise konak arası mesafelerin 200 km’ler civarında olması ve dolayısıyla her ihtimale karşı konaklama ekipmanı da taşımam gerekmesi. Ve tabi ki en az altı litre de su. Nereden baksan dört beş kilo ekstra yük. Bir de Karayel iyice hantallaşacağı için aerodinamik olarak da yavaşlayacağız.

Yine de bunlardan hiç birisi beni asıl korkum kadar endişelendirmiyor. Kazakistan aslında uçsuz bucaksız devasa bir düzlük. Ve düzlükler her zaman bisikletçinin en büyük kabusuna ev sahipliği yaparlar, yani; “Sert Rüzgar”lara…

Sanılanın aksine rampalardan bile daha zordur düzlüklerin sert rüzgarlarıyla baş edebilmek. Çünkü her rampanın bir bitişi olduğunu bilirsiniz. Kendinizle bir mücadeleye girersiniz. Yavaş yavaş da olsa tırmanarak sonunda tepeye varır ve dünyanın en güzel hislerinden biri olan o başarma duygusunu yaşarsınız. Üstüne üstlük orada sizi bir de ödül bekler; yokuş aşağı uçuş… Ama düzlüklerde karşılaştığınız ve ne zaman biteceğini asla kestiremeyeceğiniz sert rüzgarlar sizi neredeyse rampa tırmanma hızınıza düşürür ve o belirsizlikle birlikte bütün sürüş keyfinizi de alıp götürür. İşte o sürüş zevki olmayınca da dünyanın en güçlü insanı bile olsanız o yol size zulüm gibi gelir, bir türlü bitmez.

O yüzden içim hiç de rahat değil aslında. Rota en ufak bir aksilikte bozulabilecek şekilde bu kadar sınırlı toleranslarla sürüş yapmama izin verirken yaramaz rüzgarların elinde oyuncak olabilme şansım yüksek olduğu için kendimi hiç rahat hissetmiyorum. Ama içimden gelen harekete geçme dürtüsüne de karşı koyamıyorum…


BAŞKA TÜRLÜSÜ OLMUYOR Kİ ZATEN…

Her neyse. Sızlanmanın bir faydası yok. Bu işin doğası bu ve içinden gelen o güçlü dürtüler olmadan yapılacak bir şey değil zaten. Her şeyin en azına razı bir şekilde, çoğunlukla kir pas içinde, bir toplanıp bir saçılarak, her gün şafaktan önce kalkıp, yolda ne bulursan onu yiyip içerek, günde on iki, on dört saat yalnız başına sürüş yapıp yaşamak zorundasın. Bunun akılla mantıkla açıklanacak bir yanı yok ki zaten: Tıpkı aşk gibi…

Üstelik sadece yolda yaşadıkların da değil bu işi bu kadar fedakarlıklar kuyusu haline getiren. Daha yola çıkmadan önce en büyük fedakarlığı yapman gerekiyor. Çünkü her ne kadar göze görünmese de bu işte en pahalı şey zaman. Böyle uzun turlar planlayıp gerçekleştirebilmek için çok zaman lazım. Öyle iki haftalık tatillerde yapılabilecek bir şey değil bu iş. Yani işi gücü bırakıp gelirlerinden vazgeçmen gerekiyor. İşi gücü bırakmak kulağa hoş geliyor da, gelirleri bırakmak pek kolay olmuyor. Ve bence kendine bu kadar yakınlaştığın bu mükemmel deneyimin bu kadar az tecrübe ediliyor olmasının en büyük sebebi bu. Çoğu insanın aslında bu işi yapabilecek imkanı, parası, fiziksel gücü var ama kimsenin zamanı, daha doğrusu o zamanı satın almak için gerekli büyük özveriyi yapmaya hevesi yok.

Neyse ki benim için durum farklı. ‘Daha Fazlası’nın ‘Daha İyisi’ olmak zorunda olmadığını keşfettiğimden beri bazı şeylerden vaz geçmek o kadar büyük sorun yaratmıyor. Hem zaten hayattaki en güzel şeyler bedava; sevmek, gülmek, umut etmek…

Benim için zenginliğin tanımı son derece sade ve basit; “Çok şeye sahip olmak değil, az şeye ihtiyaç duymak!”


KONFOR VE İHTİRAS

Bir de etrafımda konfor kaynaklı ihtirasın olmaması beni mutlu ediyor. Daha doğrusu etrafımda ihtiras olduğunda kendimi mutsuz hissediyorum. O yüzden uçsuz bucaksız coğrafyalarda yaptığım bu sürüşler bu kadar hoşuma gidiyor olmalı… Aslında böyle uzun turlara bile gerek yok. Televizyona, reklamlara, internete kısacası popüler olan ve aslında özünde insanın doğuştan gelen arzularını gıdıklamaktan başka bir hedefi olmayan her şeye kısa bir ara verip, kendini bu kışkırtılmış arzuları tatmin etmeye mecbur hissetmemek bile insanı sağaltıp huzurlu özüne döndürebiliyor büyülü bir şekilde. Ama akıl çelen onca parıltıdan vaz geçmek zor tabii ki…

O çoğunluktan olmadığım için üzülmüyorum. Ama kendim gibilerle daha çok karşılaşamadığım için canım sıkılıyor zaman zaman. Bir örnek vereyim. Benim için bisiklet hayatla ilgili düşüncelerimin çoğunu temsil eden güzel bir örnek; hızını arttırıp hayatı başka bir boyuttan deneyimlemenin en doğrudan, en basit, en sade, en gürültüsüz, en dumansız ve en zararsız yolu. Üstelik mucizevi bir şey. O kadar ‘Basit ve sade’ ki. Çocukluğumu hatırlıyorum; “Sadece iki teker üzerinde nasıl gidebilirdi ki bir alet?! İnsanın iki ayakla bütün dört ayaklılara galip gelmesi kadar mucizevi bir şeydi bu…”

Şimdi, keşke bisiklet teknolojisi geliştirip piyasaya yeni ürünler sunanlar biraz da benim kafadan olsalar diye üzülmeden edemiyorum. Son on yıla dönüp baktığımda gördüğüm yeniliklerin çoğu bisikleti daha karmaşık hale getiren, iki tekerleğin o naif mütevazılığını satış artışına yani konfora ve gösterişe feda eden şeyler.

Bir kaç tane sayayım mı;

1- Elektrikli Bisiklet: Aslında bence o bisiklet değil bir motosiklet. Tembellikte son nokta. İronik bir biçimde benim için bisikletin temsil ettiği her şeyin tam tersi. Ne basit, ne de sizin bir uzantınız olabiliyor. O da diğerli motorlu araçlar gibi insanın algısını bozuyor, çünkü bedeninizle doğa arasına bir motor sokuyor. Yani gerçekten fiziksel sorunu olanlar için geliştirilmiş olduğuna bir inanabilsem o zaman tamam. Ama konfor aşkının hem kullanıcıların hem de üreticilerin iştahını nasıl kabarttığını o kadar açık bir şekilde görebiliyorum ki. Oysa yüzyıllardır biliyoruz; kullanılmayan organlar körelir. Bu işin sonu nereye varacak? Teorik olarak baktığımda; bu konfor aşkıyla devam edersek herkesin giderek felç olması kaçınılmaz sanki. Üstelik bu durum sadece fiziksel konfor için geçerli değil, zihinsel konfor için de hiç bir farkı yok ve aslında bence o çok daha tehlikeli…

2- Aero Bisiklet: Kendisini uçak sanan, rüzgarın hep arkadan veya karşıdan eseceğini zanneden, yokuş bile çıkamayan, estetikli güzellere benzeyen ve zerafetten nasibini almamış şekilsiz kaba bir şey. Asıl mahareti gösteriş yapmaya çok müsait olması. Sahildeki asfalta çıkarsanız ne dediğimi anlarsınız. Çakma Monza pisti gibi. Sadece düz yolda hız yapmak için üretilmiş pahalı bisikletlerine binen yarışçılar gibi giyinmiş bisikletçilerle dolu. Hayal gücünüzü biraz zorlarsanız, sahil yolundan bozma Maltepe-Monza pistimizde yarış kıyafetleriyle Formula1 araçlarına binmiş, birbiriyle didişip duran yerli pilotlarımızı görmemeniz imkansız… Bu arada; bildiğim kadarıyla 70’li yılların çelik bisikletleriyle kırılmış olan bazı rekorlar hala yenilenemiyor. Mesele süslü bisikletlerde değil demek ki o zaman…

3- Kalın Profil Karbon Alaşım Tekerlekler: Aero Bisiklet için söylediklerim aynen geçerli, pahada ağır ama marifeti meçhul. Bir de ilk bakışta çok havalı ama çabucak eskiyor ve eskidiğinde plastikten bile çirkin görünüyor…

4- Disk Fren: Bu nasıl bir özgüven arkadaş? Acaba kaç km hızla gideceğini zannediyor ki bu arkadaşlar! Şu da var, “V-fren yağmurda iyi tutmuyormuş”: İyi de yağmurda kimse bisikletine binmiyor ki zaten! Bu arada söylenenin aksine yağmurda da çok iyi tutan V-frenler de var…

5- Elektronik vites değiştirici: Önceki bir kaç satırı okuduysanız sanırım bunun için fikrimi beyan etmeme bile gerek yok… Böyle gidersek gerdeğe de robotlarla gireceğiz herhalde. Kim bilir belki de iyi olur. Hadi bakalım…


TÜKENMEZ KALEM KURŞUN KALEME KARŞI

Tüm bu yenilikler bana şehir efsanesi midir yoksa gerçek mi bilmediğim bir anekdotu hatırlatıyor: Amerikalılar uzaya insan göndermeden önce tükenmez kalemlerin yerçekimsiz ortam nedeniyle uzayda çalışmayacağını fark edince milyon dolarlar harcayıp uzayda da çalışacak basınçlı bir tükenmez kalem geliştiriyorlar. Oleeeeey… Sonra bir de fark ediyorlar ki Ruslar hala kurşun kalem kullanıyor…

Yanlış anlaşılsın istemem. Yapı itibarı ile anarşist yani “Yönetime İnanmayan” birisi olduğum için sağa veya sola herhangi bir politik eğilimim olamıyor. Muhtemelen bu anekdotu soğuk savaş sırasında Ruslar uydurmuştur. Dolayısıyla isteyenler bu kısa hikayedeki Amerikalı ve Rus kelimelerinin yerini değiştirebilirler. Ama ne olursa olsun anlatmak istediğim şeye cuk oturuyor, sizce de öyle değil mi?

Bütün mesele konfor ve gösteriş aşkımız ile pazarlama ve satış odaklı ekonomimizin mükemmel evliliği… Yine de bu mükemmel uyum, İnsan türünün aklını ilkel güdülerinin egemenliğinden kurtarıp ‘Rasyonel’ davranamadığı gerçeğini gizleyemiyor. Halbuki azıcık aklımızı kullanabilsek mutlu olacak o kadar çok şey var ki…

Bu arada yine yanlış anlaşılmak istemediğim bir nokta daha var: Ben ne akıla ne de teknolojik gelişmeye karşıyım, karşı olduğum şey bunları kullanma tarzımız: Ego her zaman bilincin önüne geçiyor… Tamam ego bu dünyadaki bedenimizin can simidi olabilir ama, çoğu zaman gemi azıya alıp bizi içimizdeki tanrıya götürecek tek yol olan bilinçten uzaklaştırıyor …

Kısacası; ‘yeterince akıllı ama gereğinden fazla aptalız!’, hepsi bu…

Kendim de dahil olmak üzere, bu çarktan kurtulabilmek için son derece naif bir özgürlük arzusuyla başlayıp, giderek en iyi bisiklete sahip olma ihtirasına dönüşerek aynı çarkın sonu gelmez streslerine geri dönen o kadar çok hikayeye şahit oldum ki…

Belki biraz cesurca bir çıkış olacak: “İleride bu günler için bisiklet üretiminin kara günleri denileceğini tahmin ediyorum. Tıpkı pek çok başka konuda olduğu gibi; -Konfor Batağına Düşen İnsanlığın Kara Günleri, -Sağduyunun Karanlık Çağı veya -Akıl Tutulması Devri vs vs…

Ya da diğer yandan bakarsak şu şekilde; -Gösterişin Altın Çağı, -Bencilliğin Parıltılı Günleri, -Artizliğin Son Noktası vs vs…

Evet, sadeliğin ve basitliğin zirvesi olan böylesine mucizevi bir icadın ihtiras odaklı ekonomimiz tarafından bu kadar taciz edilmesi gerçekten kalbimi yaralıyor. Bu arada yine yanlış anlaşılmasın, suçu asla sadece ekonomik sistemimize atmak istemem. O ekonomik sistem de uzaydan gelmedi ya. Özünde Kapitalizm, bencil ihtiraslarımızın ve sahip olma güdülerimizin ekonomik izdüşümünden başka nedir ki aslında?!


HAZIRLIKLAR…

Neyse bu kadar sivri dil yeter, biz yine hikayemize dönelim. Önceki hikayeleri okuyanlar bilir; bu işin hazırlıkları oldukça incelikli ve tıpkı uzaya uydu göndermeye benziyor. Binlerce kilometre taşıyacağın için yanına alacağın 10 gramlık bir şeyin bile hesabını yapmana rağmen, böylesine yedeklemeden yoksunken ilk arızada “Game Over” olabiliyorsun. Çünkü iki bisikletçinin arası 1.000 km ve çoğu zaman o bisikletçilerde ince sibop iç lastik bile bulunmuyor.

İşte yine bir yandan kafa patlatıp bir yandan da elimdekileri son bir kez sınırlarına kadar zorlayıp test ederken sele kelepçemin vidası kırılıveriyor. Allahtan kırılıyor çünkü İstanbul’da değil de yolda olsa tipik bir “Game Over” durumu olacak. İlk kez Avustralya turumda başıma gelmişti. Ve tamamen büyük şans, Adelaide’deki bisikletçide aynı kelepçeden vardı. Ama bütün İstanbul’u aramama rağmen bu sefer kelepçenin yedeğini bir türlü bulamıyorum. (İşte yukarıda sızlandığım teknoloji geliştirme meselesine güzel bir örnek; keşke bisiklet üreticileri gösterişli veya konforlu bisiklet yapmakla uğraşacaklarına biraz da böyle temel meselelerle de uğraşsalar… ). Her neyse, Bisiklet Sepeti’nden Serkan zar zor kırık vida parçalarını çıkarıyor, Gürsel abiden de üç aşağı beş yukarı yakın bir kelepçe bulup içine teneke meşrubat kutusundan kestiğim parçaları koyarak idare edebilecek bir yedek yapıyorum ama içim yine de pek rahat değil.

O sırada önceden verdiğim siparişler de yavaş yavaş elime ulaşmaya başlıyor. Bir önceki Trans-Türkiye geçişinde aşırı sıcaklar yüzünden popom aşırı pişmiş ve oturma pozisyonumu kaybettiğim için sol dirseğimdeki ve sağ ayak bileğimdeki sinirlerim sıkışmıştı. Neredeyse bir sene geçmesine ve fizik tedavi de olmama rağmen parmaklarımdaki uyuşukluklar hala tam olarak geçmedi. O yüzden sipariş ettiğim Popo-Koruyucu krem elime ulaşınca pek bir mutlu oluyorum. İşi sağlama almak için ayrıca bir ayakkabı fabrikasında kendi ayaklarıma özel ortopedik tabanlık yaptırıp, Dual-Gel eldivenlerle de son noktayı koyunca artık bu konuda en iyisini ummaktan başka yapabileceğim bir şey kalmıyor.


103 KALEM MALZEME

Yanıma alacağım her şeyi hazırlamak ne kadar vakit alıyorsa her birini teker teker deneyip kontrol etmek için de bir o kadar zaman harcıyorum. Dağ başında lastiğim patladığında yanıma aldığım sıfır iç lastiklerin yırtık olduğunu keşfettiğimden beri böyleyim. Listemde 103 kalem malzeme olduğunu söylersem ne demek istediğimi herhalde daha iyi anlarsınız.

Yine önceki hikayeleri okuyanlar iyi bilirler ki; turdan önce mutlaka kaza yaparım. Çünkü turda kaza yapma lüksüm yok. Ve bu gelenek yine değişmiyor. Sanırım bu benim yerinde saymaya katlanamayan, ilerlemek adına risk almaya ve sınırları zorlamaya istekli hayat görüşümden kaynaklanıyor. Her turdan önce muhakkak ekipmana yeni bir şey katmak istiyorum. Ve o şey her ne ise onu sınırlarına kadar zorlamadan edemiyorum. Batı Sahra geçişinden önce yeni dış lastiklerimi denerken düşüp omuzumu çıkartmıştım. Bu sefer de yine aynı şey oluyor. Yeni lastiklerim normal hava şartlarında mükemmel ama yağmurda sınırlarını zorlarken sağlı sollu iki kere düşüyor ve her iki dizimi de yaralıyorum. Üstelik menisküs sorunu olan sağ dizim baya bir kötü ağrımaya başlıyor.

Ağrı bir yana asıl canımı sıkan şey lastiklerin yağmur performansı. Gerçi meteorolojik palanlamama göre yağmurun hemen önünde süreceğim ama hava bu işte, belli mi olur… Yine de: “Dereyi geçerken at değiştirilmez.” deyip günlerdir denediğim yeni lastiklerle devam etmeye karar veriyorum.

Uçuşa bir gün kala PCR testimi de yaptırınca artık beklemekten başka yapacak bir işim kalmıyor. Beklerken dizlerimin durumu, yağmur ve rüzgar olasılıkları bir türlü aklımdan çıkmıyor. Bu işin en zor yanı da bu zihinsel mücadeleler zaten.

Bakıyorum ki olacak gibi değil, kendimi çocukluk hayalim Kazak Stepleri’ni düşünmeye veriyorum. Hikmet Birand’ın çok sevdiğim kitabı: “Alıç Ağacı İle Sohbetler”i yeniden hatmederken, ‘Step’teki bitki örtüsünün büyüsü bir kez daha beni içine çekip bütün endişelerimden kurtarıyor. Step’te Yağmur Ormanı’ndakinden daha çok bitki türü olması büyü değildir de nedir ki zaten? Tıpkı hayattaki en güzel şeylerin hiç aklınıza gelmeyecek yerlerde karşınıza çıkması gibi…


VE UÇUŞ

Ve sonunda yolculuğum başlıyor. Üçüncü ertelemenin ardından geceyarısına doğru gittiğim havaalanında uçağıma sabah yedi gibi ancak binebiliyorum. Beklemekten yorgunum ve bisiklet taşıma bedelini daha da arttırdıkları için ayrıca kızgınım. Aynı şekilde kutulanmış ve aynı hacimdeki başka bir bagaja ses etmezken sadece bisiklet diye elli avro bagaj ücreti istemeleri bana biraz fırsatçılık gibi geliyor.

Neyse ki iki uçuşu birleştirdikleri için şansıma Business Class koltuğu düşüyor da keyfim biraz yerine geliyor. Üstelik tam yatar koltuk… Ayakkabılarımı çıkarıp hemen uzanıyorum. Dizimin ağrısını vs düşünürken uyku öyle tatlı geliyor ki gözlerimi Alma Ata’da açıyorum.

Pasaport kontrolünü kolayca geçip bagajlar gelene kadar havaalanı tuvaletinde James Bond’vari bir operasyonla üzerimi değiştirip sürüş kıyafetlerimi giyiyorum. “Battal Boy Bagaj” bölümünün kapısında Karayel’in kutusunu görünce içim rahatlıyor. Bir taşıma arabasına yükleyip çıkışa yöneliyorum.

Tam çıkacakken dev gibi bir kurt köpeği gelip Karayel’in kutusunu koklamaya başlıyor. Ardından da iriyarı bir polis gelip kabaca bir şeyler söylüyor. Anlamadığımı ima ediyorum ama konuşup duruyor. Baktı olacak gibi değil, sinirli sinirli “Beni takip et” babında bir hareket çekip, beni büyük salonun karanlık köşesindeki bir odaya götürüyor. İster istemez tırsıyorum. Sonuçta birisi kutuya bi şey bırakmış olsa nereden haberim olacak ki…

Karayel’in kutusunu zaten açacaktım ama özene bezene hazırlayıp bütün malzemelerimi zar zor sığdırdığım çantaları boşaltmak çok zoruma gidiyor. Neyse ki aramalardan bir sonuç çıkmıyor. Bana kutuyu ve çantamı açtırıp didik didik eden iri yarı polis: “Tamam gidebilirsin” deyince derin bir nefes alıp kendimi atar topar dışarı atıyorum. Gerçekten iyi başladık…

Çantaları yeniden doldurup telefon hattımı değiştirmem, para bozdurmam, Karayel’i kurmam, su erzak vs alıp yola düşmem yaklaşık iki saatimi alıyor ve sonunda saat 14:30 gibi havaalanının kapısına çıkıyorum.

Stacks Image 4651
Stacks Image 4656


1. Gün: Alma Ata - Kurti

Çıkmamla birlikte güneşin pırıltısı ve aşırı sıcak havayla çarpılıyorum ama pek umursamıyorum çünkü artık ilk pedala basmaya hazırım. Son bir kez etrafıma bakınıp, dramatik bir edayla “Kaptan Kirk”ün o meşhur repliğini seslendiriyorum kendi kendime:

“Haydi Scotty, bizi ışınla!” (Karayel bir Scott)

Ve içimde günlerdir endişe ve heyecanla gerilmiş olan o yay ilk pedalla birlikte boşanıyor, zıpkın gibi fırlayıveriyorum.

Hava gerçekten çok sıcak. Yine de artık sürüş haline geçtiğim için çok mutluyum. Keyifle pedallıyorum Alma-Ata yollarında. Trafik yoğun ama sürücüler fena değil gibi. İlk on kilometrenin ardından sağa dönüp şehirlerarası yola çıkıyorum.

Yol da fena değil. Kaymak ile soğuk asfalt arası. Dar desem değil, geniş desem hiç değil, iki şeritli bir yol. Güneş neredeyse tam tepemdeyken şehirden bir an önce kurtulabilmek için hiç durmadan pedallıyorum. Bugünkü hedefim Alma-Ata’ya doksan kilometre mesafedeki Kurti’de gecelemek.


MANAV CAMBIL

Kırkıncı kilometrede suyum bitince bakkal gibi bir yer görüp duruyorum. Daha doğrusu şansımı deniyorum. İleriki günlerde iyice aşina olacağım gibi buradaki dükkanları tespit etmek oldukça zor. Çünkü ister mobilyacı olsun, isterse bir bakkal, burada herhangi bir mağaza, vitrin veya tabela kültürü yok. Dükkanlar hep aslında ev olarak inşa edilmiş yerler. Balkon kapısı gibi bir yerden giriliyor. Girişin üzerindeki minik tabelada Kazak alfabesi ile yazanları sökmek ise neredeyse imkansız…

İçecek alıp çıktığımda ise Karayel’i inceleyen, sağını solunu kurcalayan orta yaşlı iki adam ile karşılaşıyorum. “Selam Aleyküm” deyince selamımı karşılayıp Kazakça konuşmaya başlıyorlar. Türkiye’deyken araştırdığım kadarıyla iyi kötü Kazakça’yı anlarım sanıyordum. Ama hiç de düşündüğüm gibi olmuyor. Bir süre umutsuzca birbirimiz anlamaya çalıştıktan sonra doğal bir içgüdü ile vücut diline geçiyoruz.

Birisinin adı Cambıl. (Her ne kadar o anda garip bir isim gibi gelse de ilerleyen günlerde en az beş Cambıl ile daha tanışacağım). Biraz sorgulayıcı bir tip ama ne yapmaya çalıştığımı anlayınca elimi sıkıyor. “Burada bekle” gibi bir işaret yaptıktan sonra kayboluyor. İki dakika sonra elinde muz ve nektarin dolu bir torbayla geri dönüp; “Al bunları yersin” gibi bir işaret yapıyor.

Bu kadar meyvayı taşımam mümkün değil, kibarca reddetmem lazım. Birazını oracıkta yedikten sonra birer tane de yanıma alıp kalanını utanarak geri veriyorum. Ama sanırım neden alamadığımı anlıyor. Sırtımı sıvazlayıp iyi yolculuklar diliyor. Teşekkür edip tekrar yola düşüyorum.


RÜZGAR MI YAĞMUR MU?

Düşüyorum ama ilk on kilometrenin ardından işler hiç de umduğum gibi gitmemeye başlıyor. Alma Ata’yı daha sadece elli kilometre geride bırakmış olmama rağmen sanki bir anda Mars’a gelmiş gibiyim. Etrafta insan yapısı hiç bir şey görünmüyor; “Bu kadar çabuk mu?”…

Ve açık araziyle birlikte tahmin ettiğim, daha doğrusu korktuğum gibi rüzgar da kendisini hissettirmeye başlıyor. “E bu kadar rüzgar normal canım” demeye kalmadan bu sefer ufak tefek toz bulutları ile karşılaşmaya başlıyorum. Yolun sol tarafındaki tozlu çayırlardan kalkıp bir anda etrafımı sarıveriyorlar. Tam birinden çıkıp biraz nefes alıyorum ki, hop bir başka bulut beni içine alıveriyor. İster istemez bir sarhoşluk yaşıyorum . Yol, yön, hız, aldığım mesafe vs bu toz bulutları yüzünden birbirine girmeye başlıyor.

Bir ara durup arkama bakınca Alma Ata’nın üzerinde birikmiş kara bulutların giderek bana doğru yaklaştığını fark ediyorum. Yağmur bu… Böylelikle durup rüzgarın yavaşlamasını beklemek de bir seçenek olmaktan çıkıyor. Tek şansım hızımı biraz daha arttırmaya gayret edip bir an önce rüzgarın ötesine geçebilmek. Eğer ötesi varsa tabi ki…

İlk güne sadece yüz kilometrelik bir sürüş planladığım için seviniyorum. Seviniyorum ama o yüz kilometre bile sanki normal bir günün sürüşünden çok daha zor olacakmış gibi görünüyor.


RÜZGAR RÜZGAR

Canım sıkılıyor… Ama beni asıl sıkan şey sürüşün zorluğu değil de daha ilk günden bunlarla karşılaşmak. İster istemez; “Ya hep böyle devam ederse?” diye endişelenmeye başlıyorum. Tüm zorluklar içerisinde en çekindiğim şey zaten rüzgar. Bir de ilk günden başlayıp devam ederse bütün planlarım boşa gidecek…

Aniden çıkan ve yönü belli olmayan sert rüzgarlar gerçekten bisikletçinin her planını alt üst eder. Pilotlar ve gemiciler ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır. Yağmur, kar, soğuk vs o kadar sıkıntı değil, yine de uçabilir ya da gemilerini yüzdürebilirler. Oysa Rüzgar “Oynamıyorum!” derse oyun biter: “Game Over”. İşte bisikletçi için de aynen öyle. Soğukta, yağışta vs sürebilirsiniz, ama sert rüzgar varsa süremezsiniz. Arkadan da gelse farketmez, yanınızdan geçen her araç Vortex (Girdap) etkisiyle sizi doğruca yola çeker ve arkasından başka bir araba geliyorsa yine “Game Over”, hem de uzunca bir süre için…

Aslında sert rüzgar varken de inat edip, saatte ortalama 10kmh ile de olsa sürebilirsiniz. Ha ne olur, günde 200 km değil de 100 km gidersiniz. Ama eğer iki konak aranız 150-200 km ise ve bu arada bir tane bile ağaç yoksa işte o zaman işiniz zor. Ki Kazakistan rotamızda da durum maalesef bu. Türkiye’nin 3 katı bir yüzölçümüne sahip ülkede sadece İstanbul’daki kadar bir nüfus olunca ve bunların büyük kısmı da üç büyük şehirde yaşayınca maalesef çok uzun mesafeler boyunca hiç bir yerleşim yeri bulunmuyor. Seyahat kültürü olarak da karayolu değil, Sovyetler Birliği zamanından kalma demiryolu kültürü revaçta olduğu için yollarda konaklama tesisleri vs de yok.

Her ne kadar yanımda çadır ve uyku tulumu taşısam da, bir kaç günlük yiyecek içeceklerini yanlarında taşıyarak ve kırsalda konaklayarak seyahat eden gezi bisikletçileri gibi “yüklü-yavaş” yerine, “hafif-hızlı” seyahat etmeyi tercih eden bir uzun mesafe sürücüsü olduğum için, uygun mesafelerde konak noktaları olması benim için önemli. Ve bu noktalara ulaşabilmek için her türlü tersliğin üstesinden gelebilmem gerekiyor. Teknik arızalar vs konusunda kendime güveniyorum. Bunca turun sonunda zaten Karayel de ekipman olarak en sade ve sağlam haline gelmiş ve olgunluğunun zirvesine ulaşmış durumda. Sıcak ve soğuk ile de baş edebilirim; soğuk için giyeceklerim, sıcak içinse sabah erken ve akşam sürüş stratejim var. Açlığı çok dert etmiyorum. Yeterince su taşıyabilmek için gerekli ekipmanım da var. Ama işte gel gör ki; konaklar arası mesafelerin bu kadar büyük olduğu bir rotada inatçı rüzgarlar ile baş edebilecek ne bir ekipmanım ne de bir stratejim olamıyor…

Keyfi zirve yapmış bir halde zihnimi kemirip duran içimdeki haine bir dur deyip başka düşüncelere konsantre olmaya çalışıyorum. Çünkü en zoru rüzgar olsa bile ondan daha tehlikeli olan tek bir şey var; o da vazgeçmenin dayanılmaz cazibesi…


İN VE CİN

Yol neredeyse bomboş. Yarım saatte bir bir kamyon ya geçiyor ya geçmiyor. Hafif eğimli tepelerde ine çıka epey bir ilerliyorum. Sağlı sollu ağaçlar giderek çalılara dönüşüyor ve bir süre sonra artık onlar da kayboluyor. Burası bana tıpkı İç Anadolu bozkırlarını andırıyor. Henüz stepten bir iz yok…

Saatler boyunca hiç bir şey değişmiyor. Bir yandan rüzgarla bir yandan da içimdeki hainle uğraşa uğraşa sonunda zar zor akşama doğru Kurti’ye varıyorum. Hem yorgunum, hem de endişeliyim.

Burası bir kavşak. Kavşak dediğime aldanmayın, yolun ikiye ayrıldığı bir yer işte. Bir tane benzinci, iki tane de kafe var, başka da bir şey yok. Kafe dediğime de aldanmayın, burada kafe dedikleri yer aslında bizim kamyoncu kahvesi dediğimiz şeye denk düşüyor. Onun da üç masalı olanından… Benzinciden bahsetmiyorum bile, yakıt deposu bizim bir tonluk plastik su depolarından birazcık hallice…

Etrafta in cin top oynuyor. Birinci kafenin önünde yerleri süpüren yaşlı bir kadına yavaşça yaklaşıp kalacak yer soruyorum. Beni uzun uzun süzdükten sonra;“Yok” deyip kafasıyla diğer kafeyi işaret ediyor. Burada zaman durmuş gibi sanki. “Aldırma” deyip ikinci kafeye yollanıyorum. Adı: “Kafe Mambl”. Merdivenlerinde oturmuş yirmili yaşlarının ortalarında genç bir kadın beni görünce hafiften gülüyor. Bir yandan güldüğünü görmeyeyim diye ağzını kapatırken, bir yandan da uzaylı görmüş gibi bana bakıyor. Pedli taytım hoşuna gitmiş olmalı ki gözlerini alamıyor…

İyice yaklaşıyorum. İkimiz de bir süre acaba önce kim konuşacak diye bekliyoruz. Ben Kazakça bilmediğimden ne konuşacağımı bilmiyorum, sanırım o da benim ne gibi bir şey olduğumu kestiremediğinden bir şey söyleyemiyor.

Sonunda ikimiz de aynı anda konuşmaya başlıyoruz. Ve daha ikinci cümlelerden itibaren lisan mecburiyetten vücut diline dönüşüveriyor. Keşke o halimizi bir kameradan izleyebilseydim, eminim çok gülerdim…

Neyse sonunda derdimi anlatıyorum. Beni arkasına takıp önce kafenin içinden, ardından da mutfaktan geçirip binanın arka tarafına götürüyor. Dışarı çıkıp sola dönünce önümüzde mavi bir kapı beliriyor, kapıyı açmamızla birlikte kendimi o gece kalacağım yerde buluyorum.


KISA KES, 2.000 TENGE…

Yer diyorum çünkü içimden oda demek pek gelmiyor. Daha çok içinde dört tane eski püskü metal somya olan dikdörtgen bir mekan. Ve burayı bu gece serçe parmağım büyüklüğünde vızıldayarak uçan bir şeylerle paylaşacağım gibi görünüyor. Somyalardan ikisinin üzerinde karmakarışık desenli çarşaf mı desem yoksa örtü mü bilemediğim bir şeyler serili. Ve ne zaman serildikleri hakkında hiç bir fikrim yok. Açıkçası olmasını da istemiyorum…

Kadın benden bir şeyler duymayı bekleyerek sabırsızca yüzüme bakıyor. Ama bu çok gereksiz çünkü zaten bu odada kalmaktan başka bir şansım yok… Ben de dalgaya vurup adını soruyorum. “Malike”ymiş. “Bizdeki Melike gibi herhalde” diye düşünüp muhabbeti arttırmak için söyleyecek bir şeyler aranırken; “Kısa kes” babında bir edayla “2.000 tenge” deyip işaret ve baş parmaklarıyla para sayma işareti yapıyor.

Parayı verirken bu sefer ben baş ve işaret parmaklarımı birleştirip döndürerek anahtar işareti yapıyorum; “Gerek yok” babından bir jest yapıp parayı alarak odadan çıkıyor. Öyle ya bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde kim gelip de beni soyacak ki…

Üzerimi değiştirip mutfağa doğru gidiyorum. Çünkü bir tek oradan ses geliyor. Malike’yi bir şeyler keserken buluyorum. Pek umudum yok ama laf olsun diye çat pat “Banyo var mı” diye soruyorum. “Var” diye cevaplayınca hem çok şaşırıyorum hem de seviniyorum. O gazla, “Sıcak su da var mı?” diye ekleyiveriyorum. Bu sefer sessizleşip anlamsız bir suratla yüzüme bakıyor; “Sen de şansını fazla zorluyorsun ama” der gibilerinden. Ve yine işaret ve baş parmaklarını birleştirip ekliyor; “Banyo 500 tenge”…


BANYO!

Parayı alınca beni dışarı çıkarıyor. Yürüyerek elli metre ilerideki 2-3 metrekare büyüklüğünde sıvasız bir yapıya doğru gidiyoruz. Önünde bir varil, tepesinde de küçük bir su deposu görülüyor. Anahtarla kapıdaki kilidi açıp beni içeri buyur ediyor. “Vay be, odanın anahtarı yok ama banyonun var. İlginç!”. Çatısı olmayan minik odanın tepesindeki su bidonu ve bidonun ucundaki eski püskü duş başlığı dışında içeride başka hiç bir şey yok.

Teşekkür edip “Hadi sen git artık” babında bakınca “İşin bitince kilitlemeyi unutma sakın” der gibi bir işaret yapıp tekrar mutfağa dönüyor.

Duş başlığının önündeki musluğu çevirince yavaştan bir su akmaya başlıyor. Soğuk moğuk ama benim için o anda öyle bir lüks ki anlatamam… O anın keyfini kaçıran tek şey, küçük havlumu İstanbul’da bıraktığımı fark etmem oluyor. Buyur burdan yak bakalım. Dışarıda da öyle bir rüzgar var ki…

Islak ıslak giyinip titreyerek kafeye dönüyorum. Onca sıkıntının ardından açlığım ilk defa kendisini belli etmeye başlıyor. Salonda dört masa var. Bir tanesinde iki kişi, sanırım kamyon şöförleri, bir şeyler yiyorlar. Ne yiyorlar diye kopya çekmeye çalışıyorum ama pek bir şey anlayamıyorum.

Derken Malike gelip bana bir şeyler soruyor. Anlamadığımı görünce de eskimiş bir menü kartı getirip önüme koyuyor. Tabi ki Kazak Alfabesi ile yazılmış. Ben menüye bakıyorum, Malike bana bakıyor, sonra ben Malike’ye bakıyorum, bu sefer o sıkılmış gibi havaya bakıyor vs vs…


MANTI VE KETÇAP!

Neyse sonunda bir şekilde “Mantı”da anlaşıyoruz. Sarımsaklı yoğurt soracağım ama “Yanına ketçap ister misin?” deyince şansımı fazla zorlamamaya karar veriyorum. Ne içeceğimi de sormuyor, sonradan öğreneceğim ki buralarda her yemekte ana içecek: “Gara Çay”…

Yorgun argın ama keyifle götürüyorum avucum büyüklüğündeki mantıları. Çay da aslında hiç fena gitmiyor yanında ama ketçap konusunda biraz tutucu davranmayı tercih ediyorum.

Yemeğin üstüne kafenin dışına çıkıyorum hava almak ve belki de bir gelip geçen olur diye yola bakmak için. Kapının yanında bir bank var, oturuyorum. Bir süre sonra Malike de geliyor. Kaşını gözünü yara yara sohbet etmeye başlıyoruz. Kolumdaki bileklik ve bilezikleri inceleyip duruyor. Hatta hızını alamayıp kendi kolunda deniyor. Ardından kaskımı ve gözlüğümü takıp fotoğrafını çekmemi istiyor. Paylaşım yapacakmış… O içten anında sürekli takındığı kabalığını anlamlandırabiliyorum. Aslında bunu amaçlamıyor, sadece öylesine doğrudan ve doğal ki…

Havadan sudan baya bir sohbet ediyoruz kaşını gözünü yara yara. Sonra ertesi sabah erkenden yola çıkacağım için bana sandviç yapıp yapamayacağını soruyorum. Biraz garibine gidiyor. Sonradan öğreneceğim ki, buralarda et dışındaki şeyler yemekten sayılmıyor. Bırakın sandviçi kahvaltı bile yok. Peynir, zeytin vs hiç boşuna aramayın…

Yalnız biraz zorlayınca işe yarar bir şey buluyoruz; “Cumırtka”. Nasıl olsa ekmek de var. “sandviç yapabilir misin?” diye soruyorum, “2.000 tenge” diye cevap veriyor anında işaret ve baş parmağını birleştirip. Buyur buradan yak…

O sandviçleri yaparken ben de sabah için hazırlığımı yapıyorum. Ertesi gün iki yüz kilometre yol yapmamız gerek ve yüzüncü kilometredeki Kanshengel dışında duracak hiç bir yer yok. Şafakla kalkıp yola düşersem öğle sıcağına kalmadan ancak varabilirim. Rüzgar müsaade ederse tabi ki…

Cumırtkalı sandviçlerimi de alınca önce hala bana sert sert bakan ama aslında iyice yakınlaştığımız Malike’ye, ardından da filo halinde uçan oda arkadaşlarıma iyi geceler dileyip kendimi uykunun sağaltıcı kollarına bırakıyorum. Daha ilk günden yaşadığım bunca zorluktan sonra canım baya sıkkın ama ne demişler; sabah ola hayrola…


2.Gün: Kurti-Aksuyek

Sabah dört buçukta kalkmak epey bir zor oluyor. Vücudum henüz üç saatlik zaman dilimi farkına alışabilmiş değil ve saat aslında benim için sabahın bir buçuğu. Zar zor kalkıp bir kaç dakika oturur vaziyette uyku kaçamağı yapıyorum.

Uyandığıma kanaat getirince ilk işim hava durumunu kontrol etmek oluyor. Ama maalesef internet yok. “Bari dışarı çıkıp bakayım” diye düşünüyorum. Kilitsiz kapımı açıp dışarı çıkarken hem hiç bir şeyim çalınmadığı için hem de çok uzun zamandır ilk defa kilide ihtiyaç olmadan bir yerde kalabildiğim için mutlu oluyorum.

Ama mutluluğum kısa sürüyor çünkü rüzgar daha şimdiden çok kuvvetli. Yine de sabah çok taze ve havada insanı canlandıran bir şeyler var. Yüzüme çarpan rüzgarı düşünüp endişelenirken, sessizlik ve yeni doğan güneşin muhteşem renkleri durumu eşitleyip, sızdırdığım enerjiyi gerisin geriye vücuduma pompalamak için el ele veriyorlar sanki.

Zaten daha bir gün bile geçmeden ıssızlığın tam ortasındayım ama sabahın sükuneti da eklenince daha da bir güçlü hissediyorum bir başınalığımı. Genelde olduğu gibi İstanbul’un hay huyuna alışmış benliğimi önce huzursuz ediyor bu kadar sakinlik. Ama içime bir kaç derin nefes çekip kendime biraz şans verince hatırlamaya başlıyorum vahşi hayatın büyüsünü. Ve ardından aldığım her nefesle birlikte bu sükunet içime nüfuz etmeye ve beni yine uzun zamandır modern hayatın gölgesinde görmezden geldiğim kendime, o vahşi ama tam anlamıyla ben olan halime doğru çekmeye başlıyor. İşte bu…

Sağa sola bakınıp tuvaleti arıyorum. Akşam içeride hiç bir yerde görmedim, dışarıda bir yerde olması lazım. Biraz gezinince buluyorum. Daha doğrusu bulduğum şey zemininde yan yana üç delik bulunan küçük bir kulübe. Deliklerin arasında küçük birer duvar bile yok; “Buralarda sohbet etme şansını hiç boşa harcamıyorlar galiba” diye düşünüp çabucak ihtiyacımı gideriveriyorum. Bu rüzgarda her sürüş dakikası çok değerli o yüzden bir an önce yola çıkmam lazım.


NASSI YANİ?

Hazırlanıp yola çıkmam bir yarım saatimi daha alıyor. Zaten turların en zor kısımlarından birisi de her gece dağılıp, her sabah şafakla uyanıp yeniden toplanmak. Ama gülü seven dikenine katlanır hesabı yapacak bir şey yok.

Hedefim Kanshengel ve yüz kilometre uzaklıkta. Arada duracak bir yer de yok. Eğer saatte ortalama yirmi kilometre hızla gidebilirsem öğlene doğru varabilirim. Rüzgar sert. Onun dışında bir sorun yaşamadan uzun süre gidiyorum bozkırda. Gidiyorum gitmesine de rüzgar hedeflediğim hızı yakalamama izin vermediği için canım sıkılıyor. Bu gidişle öğlen sıcağına kalacağım kesin. Yine de umudumu kesmeyip sürmeye devam ediyorum.

Ben bir şeylerin iyileşeceğini umarken daha da beteri oluyor ve aniden asfalt bitiveriyor. Ne bir işaret, ne bir tabela. Elimi gözüme siper edip ufka doğru bakıyorum ama ileride asfalt falan gözükmüyor. Nasıl yani?! Ülkenin en büyük iki şehrini birbirine bağlayan ana yol nasıl şose ile kesilebilir ki?! Ama oluyor işte. İlerleyen günlerde anlayacağım ki; burada taşımacılığın ana aktörü karayolu değil, demiryolu…

Bir süre “Naapsam?” diye düşünüyorum. Ama yapacak çok fazla şey yok: Ya geri döneceğim, ya da bir şekilde Kanshengel’e gideceğim. Derken bilinçsizce ötelemeye çalıştığım o fikir aniden bilinç katıma yükseliyor; “İyi ama ya bu şoseler oradan sonra da devam ederse?”. Rüzgar zaten bütün hesapları bozuyor, üzerine bir de bozuk yol eklenirse bu turu yapmak gerçekten imkansız olacak…

Sağda solda soracak kimse de yok.


MİNİ CENGİZ HAN

Önümde ne olduğunu bilmiyorum ama her ne olursa olsun benim için geri dönme fikrinden iyi olduğu kesin. “Ya sabır” çekip şoseye dalıyorum. Ve daha yüz metre gitmeden karşıdan gelen bir tır yanımdan geçerken toz toprak içinde kalıyorum. Söve söve devam ediyorum ama daha ağız tadıyla küfür edemeden bu sefer de ön tekerim patlıyor. Evet, işte şimdi tamam oldu. Bu yol böyle devam ederse yanıma aldığım yedek lastiklerin yeterli olması da imkansız.

“Yok ya, tamirat falan vardır, birazdan düzelir herhalde” diye kendimi yüreklendirmeye çalışıp lastiği değiştiriyorum. Tam işimi bitirdiğimde nereden geldiğini anlamadığım bir atlı bitiveriyor yanımda. Başımı kaldırıp bakıyorum; on dört on beş yaşlarında bir oğlan çocuğu. Güçlü ve yüksek sesiyle bir şeyler soruyor bana. Vücut hareketleriyle de destekliyor konuşmasını sanki daha güçlendirmek ister gibi. Uçsuz bucaksız bozkırın ortasındaki bu kendinden emin hali ve çekik gözleri aniden “Cengiz Han”ı getiriyor aklıma: “O da böyle miydi acaba?” diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi.

Üstünde oturduğu atını kontrol etmek için bir sağa bir sola döndürürken bir yandan da bana laf yetiştiriyor anlamadığım bir dilde. Sanki o uçsuz bucaksız toprakları ondan çalmak için gelmişim gibi bir hali var. Ya da daha doğrusu her yerinden; “Buraları benden sorulur” havası akıyor.

Derken yine komedi filmi başlıyor. Vücut dili moduna geçip derdimi anlatmaya çalışıyorum. Öyleydi böyleydi derken anlaşıyoruz. Haberler iyi; anladığım kadarıyla ileride asfalt yeniden başlıyor.

Biraz daha sohbet ettiğim oğlan bir sağa bir sola dönen sabırsız atının üzerinde vakarla sağ elini kaldırıp beni uğurlarken, Karayel’e binip bu sefer son derece yavaş ve dikkatli bir şekilde sürmeye başlıyorum. Rüzgar ve şose hızımı dibe çekiyor. Zaten bir patlakla bir sürü vakit kaybettim. Yeni patlaklarla uğraşırsam hedefime ulaşmam imkansız hale gelecek.


KANSHENGEL TEXAS

Çocuğun dediği gibi bir süre sonra asfalt yeniden başlıyor. Ne kadar sevindiğimi anlatamam. Tıpkı on dakika sonra tekrar şoseye dönünce nasıl üzüldüğümü anlatamayacağım gibi…

Bir asfalt bir şose derken yavaş yavaş kaderimi kabullenip artık çok fazla düşünmemeye başlıyorum. Hedefler yavaş yavaş siliniyor. O an tek hedefim var; “Ne olursa olsun durmamak ve sürmeye devam etmek”. Sabra sığınıp; “Eninde sonunda bir yere varacağım illa ki” diye pışpışlıyorum kendimi.

Neyse ki öğlen yaklaşırken hafif bir yağmur geçişi oluyor. Seviniyorum. Toz sebebiyle burnum tamamen çamurla dolmuştu. Sürekli ağızdan nefes alarak ilerlemek zorunda kalıyordum ki gerçekten berbat bir şey. Yağmur hem yolun stabilize kısımlarındaki tozu önlüyor, hem de biraz olsun serinletiyor.

Bir ara uzunca bir asfalt sürüşü yapıyorum. Üstelik rüzgar da arkamdan esiyor. Sanki yukarıdaki benimle oynuyor. Hem canıma okuyor, hem de küsüp oyunu bırakmayayım diye arada gönlümü alıyor. Neyse ne; yine de arkanda rüzgarla asfaltta gitmek çok güzel.

Tam neşelenecek gibi oluyorum ki; tıpkı az önce söylediğim gibi oyuna yeniden dönüyoruz ve yol yine bozuluyor, üstelik kilometrelerce düzelmemecesine. Ardından da sıcaklık 35 dereceye yükseliyor. Gerçekten zorlanıyorum…

Öyle bir asfalt, bir şose, rüzgara karşı ve güneşin altında ne kadar gittiğimi bilmiyorum ama bir şekilde bir mucize oluyor ve her ne kadar kendim de inanamasam da saat bir buçuğa doğru sonunda Kanshengel’e varıyorum.

Sıcağın altında ve tozun toprağın içinde yolun sol tarafına konuşlanmış iki üç barakadan oluşan bir yer Kanshengel. O haliyle bana Western filmlerindeki Teksas kasabalarını anımsatıyor…


SORPA

Barakalardan birini seçip önünde duruyorum. Teneke bir çatının altında iki tane masa ve yükseltilmiş bir platformda da yuvarlak bir yer sofrası var. Barakadan çıkan gençten birisi başıyla bir hoş geldin işareti yapıyor. Halimden aklı başında olmayan birisi olduğumu anlamış belli ki. Bu sıcakta, Allah’ın unuttuğu bu yerde, üstelik bisikletle…

İçecek işareti yapınca beni alıp barakanın içine götürüyor. Bildiğin ev burası. İçeride bir bebek emekliyor, yan odada ise yaşlıca bir teyze televizyon izliyor. Ev tipi bir buzdolabını açıyoruz. İçi içecekle dolu. “Seç” der gibisinden bir işaret yapıyor. Su arıyorum ama yok. O kadar susamış durumdayım ki, uzatmayıp büyük bir şişe soğuk çay alıyorum.

Dışarı çıkıp masalardan birine oturacakken vaz geçip, yer sofrasının olduğu platforma yerleşiyorum. Yerleşir yerleşmez de ne kadar perişan durumda olduğum ortaya çıkıyor. Burnum tozla dolu, kollarım ve bacaklarım ıstakoz gibi olmuş, giysilerim de terden üzerime yapışmış vaziyette.

O halde soğuk çayı kafamı dikip lıkır lıkır içerken bir anda sanki zaman duruyor. O içme eylemi dışındaki her şey bütün anlamını yitiriyor. Sanki o anda dünyada, hatta evrende ağzım ve o şişeden başka hiç bir şey yok.

Tekrar kendime geldiğimde çocuğun yanıma yaklaştığını fark ediyorum. Kendimi işaret edip adımı söylüyorum, sonra da onunkini soruyorum. Bildiğin Jane-Tarzan muhabbeti.

“Diyaz” diyor. Kafam karışıyor bir anda. İyi ama ben Güney Amerika’ya gelmemiştim ki!

Ne yiyeceğimi konuşuyoruz. Barakanın önünde hafiften tütmekte olan eski püskü mangalı gösterip; “Şaşlık?” Diye soruyor. Şaşlık buraların ‘Şiş Kebap’ı, en azından o kadarını bildiğim için seviniyorum. “Olur” diyorum. Bir de “Sulu bir şeyler yok mu?” diye tiyatro yapıyorum. Anlayıp bu sefer; “Sorpa?” Diye soruyor. “Hah” diyorum “Ondan işte”. Sorpa da aslında çorba demek. İyiden iyiye seviniyorum bir anda. Bu sıcakta çorba içilmez ama içim öyle kurumuş bir durumda ki…

Tamam deyip mangalı alevlendirmeye gidiyor Diyaz. Az sonra da yine kendisi gibi genç karısı çatal bıçak ekmek vs getirip bırakıyor sofraya. Ben de fırsattan istifade elimi yüzümü yıkıyorum köşedeki lavaboda. Şebeke suyu yok bell ki, lavabonun üzerinde küçük bir bidon ucunda da garip bir musluk var. Bir süre uğraşıyorum ama beceremiyorum. Sonunda Diyaz gelip nasıl kullanacağımı gösteriyor. Musluğun aşağı bakan ucunu yukarı ittirince su akmaya başlıyor, elini çektiğin anda da duruveriyor. Suyu israf etmemek için dahiyane bir çözüm…

Sofraya oturunca çorbam geliyor. Gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum. Çorba dedikleri şeyin içi ağzına kadar etle dolu. Bir iki kaşık su da ya çıkar ya çıkmaz. E acemiyiz, öğreniyoruz işte…


ABİ GİTMESEN?!

Şaşlık’ı da götürünce yorgunluğun acısı çıkmaya başlıyor. Gözlerimi açık tutmakta zorlanıyorum ki Diyaz imdadıma yetişiyor. Sofranın yanına bir döşek serip bir de yastık koyuyor. E “Bundan iyisi Şam’da kayısı” diyeceğim ama uzanmamla birlikte yediğim şiş kebap gibi pişmeye başlıyorum. Yemek yerken fark etmemiştim ama şimdi anlıyorum ki teneke çatı bildiğin fırın görevi görüyor…

Pişe pişe de olsa bir yarım saat kestiriyorum acayip acayip rüyalar görerek. Kalktığımda kan ter içinde sırılsıklam bir haldeyim hem sıcaktan hem de gördüğüm kabuslardan.

Yola çıkmak için hazırlanırken Diyaz yanıma gelip beni izlemeye başlıyor. Ama garip bir bakışı var. Ben de ona bakınca konuşmaya başlıyor ve aramızda mealen şöyle bir iletişim oluyor;

-“Abi, gitmesen?”
-“Meraklanma, giderim ben”. İçimden; “Beni biraz hafife alıyor galiba” …
-“Çok sıcak”
-“En kötü bir ağaç bulup girerim altına”
-“Abi ağaç yok”
-“Nasıl, yüz kilometre boyunca bir tane bile mi yok?”
-“Abi yok”

Yine kibirlenip; “Beni korkutmaya mı çalışıyor acaba?” diye düşünürken, “Sen meraklanma çölde bile sürdüm ben” diyerek geçiştiriyorum. O da; “Sen bilirsin” der gibilerden başını hafifçe yana eğip beni seyretmeye devam ediyor.

Saatim üç buçuğu gösterirken yola çıkıyorum. Hala çok sıcak ama yollar böyle sık sık şose ile kesiliyorsa hiç durmadan sürmem lazım… Lazım ama o kadar sıcak ki ancak beş kilometre gidebiliyorum. Sağdaki yol yapımı tabelasını görmemle onun minicik gölgesine sığınmam bir oluyor. Güneşte kalmamak için küçücük gölgede büzüşüp öylece bekliyorum.

İnternet de çekmiyor. Sıcağın altında toprakla oynayarak beklemekten başka yapacak hiç bir şey yok…


SAHNE HAZIRLANMAYA BAŞLIYOR…

Tamı tamına bir saat sonra ufaktan bulutcuklar belirmeye başlıyor. Hem artık beklemeye dayanamadığımdan hem de almam gereken uzun ve yer yer bozuk bir yol olduğu için; “herhalde çoğalırlar" diye umut ederek yeniden sürmeye başlıyorum.

Saat beş olmasına rağmen hava hala çok sıcak. Diyaz gerçekten haklıymış; etrafta bırakın bir tane ağacı, belime kadar gelen bir tane çalı bile yok. Ve yine başımın belası rüzgar tam karşımdan esiyor. Düz yolda en büyük dişlide ilerlemeye çalışıyorum. Hızım rampa tırmanır gibi saatte on kilometre. Önümde ise en az doksan kilometrelik bir yol var. Eğer rüzgar kesilmezse nereden baksan dokuz saat eder. Bu süratle gece yarısından önce bir sonraki konak yerim olan Aksüyek’e varmam imkansız. Ve eğer bu rüzgar bir kaç gün daha böyle devam ederse bu hızla bu turu yapmam da imkansız olacak…

Ve sürüyorum. Aslında içten içe de biliyorum ki; ‘beklediğim o an’ geliyor. Modern hayat modundaki Kartal’ın artık baş edemeyeceği o an. Bir yandan korkuyorum, bir yandan da heyecanlanıyorum. Çünkü biliyorum ki, şartlar daha da zorlaşırsa tıpkı yeşil adam Hulk’ın yaşadığı gibi bir dönüşüm geçirip ipleri içimdeki vahşiye bırakmaktan başka bir şansım kalmayacak.

Uçsuz bucaksız bozkırda, önümde sonsuza kadar gidiyormuş gibi duran incecik yol ile baş başayım. Ne bir araba geçiyor ne de etrafta insan yapımı bir şeyler var. Ve işte tam o sırada birinci perde aralanıp beklediğim oyun sahne almaya başlıyor.

Önce o küçücük pamuk parçacığı bulutlar birleşiyor, ardından da renkleri koyu bir griye dönüşmeye başlıyor. Ve şaşılacak kadar kısa bir süre sonra koskoca bozkırda merkezinde benim olduğum devasa bir çember haline geliyorlar.

Derken o kara bulutlardan aşağıya doğru gri iplikçikler sarkmaya, hemen arkasından da çemberin her yerinde flaşlar patlamaya başlıyor. Kendimi tıpkı ringde etrafı çevrilmiş yaralı bir boksör gibi hissediyorum.


VE AKSİYON BAŞLIYOR

Neyse ki üzerinde akmakta olduğum incecik yol dosdoğru o beyaz parlamaların arasındaki küçük bir boşluğa doğru uzayıp gidiyor. Sanki o flaşların enerjisi bacaklarıma dolmuş gibi daha bir güçle pedallamaya başlıyorum.

Tam; “Bir an önce bu çemberin dışına çıkmam gerek” düşüncesiyle makine gibi pedallara asılmış o küçük boşluğa doğru giderken, önüme çıkan on, bilemedin on beş derecelik bir viraj bütün umutlarımı yerle bir edip beni dosdoğru fırtınanın göbeğine doğru götürmeye başlıyor.

Ve işte o anda Hulk dönüşümüm gerçekleşmeye başlıyor. Rüzgar, sıcak, bozuk yollar, yağmur, şimşek vs derken önce sinirden deliriyorum. Ardından üzerime yavaş yavaş müthiş bir vakar çökmeye başlıyor. Bütün korkularım, endişelerim, sinirim hatta duygularım yavaş yavaş kafamın tepesindeki bir delikten yukarıdaki bulutlara doğru akmaya başlıyorlar. Ve o duygularla birlikte “Ben” dediğim şey de uçup gidiyor bedenimden. Artık sadece Karayel’i süren ve hedefine varmak için hayatta kalmaya çalışan biyolojik bir makineye dönüşüyorum. O anda rüzgarı da, bulutları da, yağmuru da, şimşekleri de o kadar iyi anlıyorum ki. Onlar da tıpkı benim o anki halim gibiler. Yapmaları gereken neyse sadece onu yapıyorlar. Bu hayat oyununda darılmaya gücenmeye hiç yer yok. Herkes ve her şey olması gereken yerde ve olması gerektiği gibi…

İşte tam o anda muhteşem bir şekilde her hücremde yaşamanın gerçekten ne demek olduğunu anlıyorum. Bütün vücudum inanılmaz bir enerjiyle, kalbim ise muhteşem bir yaşama sevinci ile doluyor. Kendimi o anda dünyanın en güçlü insanı gibi hissediyorum. Sadece yaşamaya odaklanmış ve bu yüzden evrenden kendisine akan gücü alabileceği her kanalı sonuna kadar açılmış bir varlık oluyorum o anda.

Muhteşem…

O şekilde, hayat enerjisiyle büyülenmiş bir halde ne kadar sürüş yaptığımı şu an bile net olarak hatırlayamıyorum. Tek hatırladığım şey, o muhteşem; her şeyle bir olup dans ettiğim hissi…

Yolda önce sıkı bir yağmurun altından geçiyorum. Rüzgarla birlikte damlacıklar öyle bir vuruyor ki üzerime her birini tek tek hissediyorum… Sanki denizin altında akıntıya karşı gitmeye çalışan bir balık oluyorum bir anda.

Yağmurun ardından durup etrafı seyrediyorum. Önümde uzanan ıslak yol karşımda batan güneşe doğru öyle güzel parlıyor ki…

Tam yerler kuruyup yeniden yola düşüyorum, bu sefer de bir kum fırtınası kopuyor. Öylesine kuvvetli ki ayakta durmak bile mümkün değil. Çaresiz, çömelip bekliyorum… Çaresizim ama kendimi o kadar güçlü hissediyorum ki hiç bir şey canımı sıkamıyor. Biliyorum ki; eğer vaz geçmezsem hepsi geçip gidecek. Yani asıl düşman içimden başka bir yerde değil ve ben az önce dönüşüp ondan kurtulduğum için artık bana zarar vermesi imkansız…


MUHTEŞEM SÜRPRİZ

Hava kararıyor. Havanın kararmasıyla birlikte yollar da yeniden bozulmaya başlıyor. Gece yarısına doğru da önce yol bilgisayarımın sonra da farlarımın şarjı bitiyor. Yedek farımı takıyorum ama kalan yol hakkında hiç bir fikrim yok. “Umarım yedek fara bir şey olmaz” diye düşünerek yarı yarıya kör bir şekilde ilerliyorum.

Ne kadar gittiğimi hiç bilmiyorum ama tam gece yarısında Sinderella’daki gibi bir mucize oluyor ve aniden cılız bir ışıkla aydınlatılmış minik bir tabela görüyorum; “Cafe Tranzit”… Buralarda böyle bir şey olmaması gerekiyordu. Gerçek mi bu? Gözlerime inanamıyorum…

Biraz daha ilerleyip, önünde park etmiş eski püskü kamyonu görünce frenleri sıkıp duruyorum. O an hissettiklerimi anlatmamın imkanı yok…

Kapısını bulmak biraz vaktimi alıyor. İçeride cılız bir ışık var . Sağlı sollu ikişer masada oturan hiç kimse yok. Salonun sonundaki yüksek tezgahın arkasında oturmuş televizyon izleyen bir kadının ise sadece başı görünüyor.

Gidip merhabalaşıyorum. Adı Gulyaim. İzlediği ise Türk dizisi Diriliş. Türk olduğumu öğrenince sevdiği diziden olsa gerek hoşuna gidiyor. Perişan haldeyim. Üstelik saat çok ilerledi ve bu rüzgarda devam edeceksem ertesi sabah en geç beşte uyanmam gerek. Fazla uzatmadan yiyecek ne varsa istiyorum.

Yemek hazır olana kadar bir elektrik prizi bulup şarjı biten her şeyi takıyorum. Artık ayakkabıma sığmayan ayaklarımdan çoraplarımı çıkardığım anda da Gulyaim Pilmin getiriyor. Pilmin Rus mantısı. Oldukça sulu. Daha çok içinde hamur topakları yüzen bir çorbaya benziyor. Aslında tam da ihtiyacım olan şey. Gözlerim kapalı içip bir tane daha söylüyorum. O arada; “Yatacak yer var mı?” diye soruyorum. Yokmuş. İş başa düştü, bu gece dışarıda yatıyoruz…

Sabah erken çıkacağım için hazırlığı geceden yapmam lazım. Ama saatlerdir kapsama alanının dışında olduğum için önce evdekilere bir mesaj atıyorum. Mataraları doldurup, yolluk içecek, yiyecek vs hazırladıktan sonra kafenin yan tarafına serdiğim uyku tulumuna girmem saat bir buçuğu buluyor. Çabucak uyuyacağımdan hiç şüphem yok…


3.Gün: Aksüyek-Shyganak

Sabah beşte uyanamıyorum. Uyanıp kendime gelmem altıyı buluyor. Erken uyansam da pek bir şey farketmeyecekmiş zaten çünkü tuvaletin anahtarı için altı buçuğa kadar cafedekilerin uyanmasını bekliyorum.


LÜKSTE SON NOKTA
Beklediğime de değiyor gerçekten, çünkü o yan yana dizilmiş ortaçağdan kalma üç delikten birisinin üzerinde tahta bir kutu ve üzerinde de bir klozet kapağı var! Ben lüks diye buna derim işte. Şaka etmiyorum, ne demişler; “Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denirmiş”…

Saat yediye yaklaşıyor ama çok endişe etmiyorum. Çünkü rüzgar yine felaket ve zaten istesem de rotamdaki hedefime ulaşamayacağım ortada. Öyle görünüyor ki İstanbul’da yaptığım rota pert oldu. O yüzden bugün yarım yol yapmaya karar verdim. İlk hedefim elli beş kilometre ötedeki bir başka kafe. Akşama kadar da seksen beş kilometre ötedeki Shyganak’a varırsam benim için yeterli olacak. Orada oturup aklıselim bir şekilde bundan sonra ne yapacağıma karar vermem gerekecek.

Bugün Shyganak’a varmam yeterli olacak ama daha yola çıkar çıkmaz bunun ne kadar zor olacağı da belli olmaya başlıyor. Rüzgar tam karşımdan ve çok kuvvetli esiyor. En büyük dişlide sürmeye başlıyorum. Dik bir rampa çıkmaktan hiç bir farkı yok. Santim santim ilerleyebiliyorum.

Etraf muhteşem. Kocaman düzlüğün ortasında incecik asfalt ve benim dışımda hiç bir şey yok. Bir de rüzgar tabi ki. O güzelim coğrafyada uçarcasına sürmek yerine santim santim ilerleyebiliyor olmak sıkıntımı daha da arttırıyor.

Ve o elli beş kilometrelik yol bir türlü bitmiyor. Üstelik rüzgar yetmezmiş gibi her bir kaç kilometrede yol şose ile kesiliyor. Ve gerçekten bezdirici uzun bir sürüşün ardından hedefimize beş kilometre kala son sürpriz ile karşılaşıyoruz.

Güneş artık tam tepemizde ve mataralarımdaki sular sıcaktan kaynadığı için artık içilemez durumda. Bu da yetmiyormuş gibi yol şoseye dönüyor ve kafeye varana kadar kalan beş kilometre boyunca düzelmiyor.

Bu arada çok komik bir şey oluyor ve hayatımın en garip görüntülerinden birisiyle karşılaşıyorum. O kuş uçmaz kervan geçmez şose yolda karşıdan gelen son model bir limuzin beni toza dumana bulayarak yanımdan geçip gidiyor. Ağzım açık seyrediyorum ama en ufak bir fikrim yok.


FETÖ İZLERİ!

Sonunda toz toprak içerisinde kafeye varıyorum. Gölgesinde durmak bile mutlu olmama yetiyor. Hele bir de içeri girip karnımı doyurunca benden iyisi yok. Kazakistan’da kaldığım süre boyunca en çok yiyeceğim yemek olan ‘Lagman' ile de burada tanışıyorum. İrice taze noodle üzerinde et ve sebze parçaları. Önce bir tavuk suyu çorba, üzerine de lagman ve çiftlik salatası, yani bizim çoban salatası. Hem besleyici hem de lezzetli, daha ne olsun…

Servisi gençten bir çocuk yapıyor, adı Nurdir. Fazla kimseyle karşılaşmadığından olsa gerek çok cana yakın ve konuşmaya meraklı. Birbirimizin dilinden anlamamamıza rağmen epey bir sohbet ediyoruz.

Yemeğin üstüne çay muhteşem gidiyor. Neredeyse kendime geldim artık. Dışarı çıkıp bir bakayım diyorum. Ben kendime geldim ama dışarıda hiç bir şey değişmemiş, her yer yanıyor.

Karayel’in yanına gidip mataraları boşaltırken dibimde gençten bir çocuk beliriyor. Tişörtümün göğsündeki kokartı işaret edip soruyor; “Türk müsün abi?”. Türkçe bir şeyler duyunca kulaklarım bayram ediyor tabi ki. Çocuk Kazak ama Türk okulunda okumuş, zehir gibi Türkçe konuşuyor. Epey bir kaynatıyoruz. Bu arada bilgi de almaya çalışıyorum. Shyganak ne kadar uzaklıkta? Yolu nasıl? Arada duracak bir yer var mı? Vs vs…

Haberler fena değil, Shyganak sadece yirmi kilometre uzaklıkta ve kalacak bir “Gostinitsa” yani konukevi bile var. Buralarda otel kelimesi bir şey ifade etmiyor, çünkü öyle hizmet alacağınız bir konaklama tesisi gibi bir kavram yok. Onun yerine burada geçerli olan Gostinitsa. Aslında sadece bir yatak anlamına geliyor. Daha önce de söylediğim gibi, çoğu zaman odanın anahtarı bile yok. Her neyse buna da şükür, iki gecedir yattığım yerlerden daha kötü olamayacağı kesin en azından…


CEHENNEM SICAĞI

Saat dörde yaklaşıyorken hava hala çok sıcak. Ve Alma-Ata’dan yola çıktığımdan beri yediğim sürpriz yumruklarla abandone olmuş boksör gibiyim. Shyganak’ta bir an önce kendime gelip yolculuk planlarımı sakin kafayla gözden geçirebileceğim bir mola alabilmek için daha fazla beklemek istemeyip tekrar yola çıkmaya karar veriyorum.

Veriyorum ama daha ikinci kilometreden sonra; “Acaba geri dönüp akşamı mı beklesem?” diye düşünmeye başlıyorum. Önümde almam gereken sadece otuz kilometrelik bir yol var ama hem sert rüzgar hem de yakıcı sıcak nefesimi kesiyor.

Ben tam bunları düşünürken lastiğim patlıyor. Bir bu eksikti. Neyse ki az ilerideki bir köy yolu sapağında otobüs durağına benzer minik bir yapı bulup hemen altına giriveriyorum.

Moralim çok bozuk. Bu hızla bu otuz kilometreyi almak saatler sürecek. Tamam sürsün ama sıcak da müsaade etmiyor ki. Yani şöyle en azından yarım saatte bir durup dinlenebilecek bir gölgelik olsa idare edilebilir ama etrafta bir tane bile ağaç yok. Lastiği tamir edip bu can simidi kulübede bir süre daha beklemeye karar veriyorum; “Keşke kafenin gölgesinden hiç çıkmasaydım…”

Saat beşe kadar hiç bir şey yapmadan öylece bekliyorum. Bunu yapmak o anda en dik rampayı tırmanmaktan bile daha zor benim için. Ama yapacak bir şey yok.

Sonunda artık dayanamayıp tekrar yola çıkıyorum. Saat beş oldu ama değişen hiç bir şey yok, cehennem sıcağı ve uçuran rüzgar aynen devam ediyor. Devam etmeyen tek şey artık iyice azalmaya başlayan sabrım. Yanlış bir şey yaptığımı biliyorum ama daha fazla beklemeye de tahammülüm kalmadı. Hasmıyla son raunda çıkan bir boksör gibi; “Ne olacaksa bir an önce olsun artık” diye düşünüyorum.


DONDURMA VE HİPNOZ

Metreler (kilometreler değil) yavaş yavaş arkamızda kalmaya başlıyor. Sıcak ve rüzgara rağmen ve zorlukla da olsa yol almak beni biraz kendime getiriyor. Kendimi sakinleştirip makine moduna sokuyorum ve neredeyse hiç bir şey düşünmeden pedallamaya başlıyorum. Bu çok iyi geliyor. Daha önce de sık sık tecrübe ettiğim gibi aslında bizi zor duruma sokan şey “durum” değil, ona verdiğimiz “tepkiler”. “Durum”la baş edebilmenin en iyi yolu kendini kontrol etmek. Aşırı tepki vermek enerji sızıntısı yaratmaktan başka hiç bir işe yaramıyor.

Biraz ilerleyince sağımda Balkaş gölü beliriyor. Çok güzel görünüyor ama o anda bunun hakkını verebilecek durumda değilim. Ve zorlukla yol aldığım iki saatin ardından Shyganak girişindeki benzinciye varıyorum. Burası üç gündür gördüğüm en modern şey. Hatta dondurma bile var. Muhteşem…

Önce soğuk bir su, ardından soğuk bir kola, üzerine soğuk bir meyve suyu, bir tane gazoz, bir soda, tekrar bir kola vs vs derken göbeğim şişiyor. Dışarıya çıkıp elimde dondurma yolu seyretmeye başlıyorum. Ve sanırım ayakta uyuyorum. Benzinci çocuğun bana garip garip bakmaya başladığını görünce aklım başıma geliyor. Orada öylece ayakta, hiç kıpırdamadan ve sanki hipnoza girmiş gibi kim bilir ne kadar dikildim ki elimdeki dondurma eriyip ayaklarımın yanına akıp bitivermiş…

Shyganak çok büyük bir yer değil ama Alma-Ata’dan bu yana gördüğüm en büyük yerleşim merkezi. Hatta bir tren istasyonu bile var. Ve daha da önemlisi bu benzincide internet baya iyi çalışıyor. Kasabanın tek “Gostinitsa”sının yerini öğrenip yola çıkmadan önce hava durumunu bir gözden geçirmek istiyorum. Hazır kapsama alanındayken bu fırsatı kaçırmamam lazım.


VE ROTA DELİNİYOR

Ve hayallerim daha da bir yıkılıyor. Önümüzdeki bir hafta hem sıcaklık düşmüyor, hem de rüzgar şiddetlenerek devam edecekmiş gibi görünüyor. Üstelik gittiğim yönden üzerime doğru. Bu şartlarda yola devam etmek imkansız. Yani yirmi otuz kilometrede bir duracak yerler olsa günlük mesafeyi kısaltıp, turu da bir hafta uzatarak belki gidebilirdik ama konaklar arası mesafeler çok uzun.

Canım çok sıkılıyor. Beni en çok üzecek şey yol planını delmekti ama bu artık sürpriz değil. Zaten bu sabahtan bile belliydi. Görünen o ki yolumu değiştirmem gerekecek, başka çare yok. Bir köşe bulup oturuyor ve hava durumunu açıp tekrar çalışmaya başlıyorum. Amacım bir şekilde rüzgarlı bölgeyi by-pass edip sürüşe rotanın daha uygun olan bir kesiminden devam etmek. Ki bu da Balkaş bölgesini iptal etmek anlamına geliyor. Oysa ne çok hayal etmiştim bu eşsiz gölün kenarında sürüş yapmayı…

Ama havanın durumu o kadar acımasız ki. Bırakın bu bölgeyi, sanki Kazakistan’ın hiç bir yerinde en az bir hafta boyunca fırtınasız bir köşe yok gibi. Yani bunca yolu boşuna mı geldim? Bunca hayal, bunca plan, bunca çalışma, hepsi boşa mı gidecek? Düşünmesi bile çok fena…

Tekrar tekrar inceliyorum hava durumu haritasını, belki bir köşeden ufak da olsa bir umut çıkartabilirim diye. Artık hava da iyice kararmaya başladı, benzincinin ışıkları yanmaya başlarken benzinci çocuk hala garip garip bana bakıyor; “N’apıyor ki acaba bu adam?”…

Kuzey Kazakistan bir tık da olsa iyi görünüyor sanki. Hala sürüş için çok uygun değil ama en azından buralardan daha iyi. O anda trene binip kuzeye, başkent Astana’ya gitmeye karar veriyorum. Orada tekrar çalışıp yeni bir rota yapmayı deneyeceğim. Zaten rotamın üzerindeydi. Oraya kadar olan bir kaç günlük sürüşü iptal edersem kazanacağım vakti yeni rota için değerlendirebilirim.


POYIZ ZAMANI

Bana hala garip garip bakan çocuğa gidip tren istasyonunun yerini soruyorum; “Umarım bu saatte hala gişesi açıktır”… Çocuk konuştuğumu görünce rahatlıyor; “Evet ya insanmış bu” diye düşünmüş olmalı. Çabucak istasyonu tarif edip, popüler sorumuzu sormadan da bırakmıyor; “Abi bu bisiklet kaç tenge?”…

İstasyon oldukça eski ama etraftaki yapılarla kıyaslayınca oldukça görkemli bir bina. Sovyet döneminden kalma olmalı. Ve şansıma gişesi hala açık. Kocaman salonun bir köşesinde, minicik cam pencerenin ardındaki orta yaşlı görevli kadın gençten bir kıza bir şeyler söylüyor. Sesi ve konuşma tarzı öyle güçlü ki bana Kemal Tahir’in “Devlet Ana”sını hatırlatıyor ister istemez.

Kız işini görmüş olmalı ki, elindeki bilete bakarak kenara çekilince kadınla göz göze geliyoruz. O bana bakıyor, ben de ona. Nereden başlayacağımı, ne söyleyeceğimi kestiremiyorum. Acemice; “Tren”, “Astana” diyorum. Hala bana bakmaya devam ediyor. Çünkü bizim için evrensel olan “Tren” kelimesinin burada bir karşılığı yokmuş ve Tren yerine “Poyız” demem gerekiyormuş.

Hızlı hızlı ve sert bir şekilde hiç anlamadığım bir şeyler söyleyince biraz tırsıyorum. Bu ıssız yerden kurtulmamın tek yolu bu tren ve o şansımı da kaybetmek istemiyorum çünkü. Bir umut, hala orada durmuş garip diyaloğumuzu izlemekte olan genç kıza soruyorum; “İngilizce biliyor musunuz acaba?”. İki parmağıyla “Minicik” işareti yapıyor ama konuşmaya başlayınca anlıyorum ki minicik bile değilmiş.

Vakit kaybetmeden vücut diline dönüp bir de kağıt kalem isteyerek derdimi anlatmaya çalışıyorum. İşe yarıyor. Hatta isimlerini bile öğreniyorum; biletçi kadın Aycan ile genç öğrenci Zarina.

Ve kader anı gelip çatıyor, en zor soruyu soruyorum; “Karayel’i trene bindirebilir miyim?”. Aycan başını kaşımaya başlıyor. Ardından gişedeki 1970 model telefonu kaldırıp birisiyle bir şeyler konuştuktan sonra bana dönerek; “Katlanmıyor mu bu?” İşareti yapıyor. Ben de elimden geldiğince; “Katlanmıyor ama tekerleklerini söküp küçültebilirim” şeklinde bir cevap veriyorum.

Antika telefonu kaldırıp tekrar birisiyle konuşuyor ve anladığım kadarıyla şöyle diyor; “Emin değilim ama bu sabaha karşı 03:40’da buradan geçecek olan Astana trenindekileri tanıyorum, bir deneriz”.

Kısaca düşünüyorum; “Alternatifim var mı? Yok. O halde yapacak bir şey de yok…”. Başımı sallayıp; “Tamam, alıyorum bileti” işareti yapıyorum.


GOSTİNİTSA

Aycan bir yandan biletimi keserken bir yandan da gişeye iyice yaklaşıp dışarıya doğru bağırıyor. Sanırım bir isim bu. Ben sağımı solumu kontrol ederken salonun diğer köşesindeki bir kapı açılıyor, Sovyet döneminin o meşhur kocaman subay şapkalarından birisini takmış ve üniformalı genç bir çocuk bize doğru gelmeye başlıyor.

Aycan ile hararetli hararetli bir şeyler konuşuyorlar. Sonunda çocuk şöyle bir beni süzdükten sonra kafasını sallayıp onaylayarak odasına geri dönüyor.

Biletimi verirken çocuğun odasını göstererek anlatıyor Aycan; “Nöbetçi memurun adı Rinat. Saat 03:00’te onun yanına gelip bisikletini katlayacaksın. O seni 03:40 trenine bindirecek.”… Neredeyse elini öpeceğim Aycan’ın. Ama onun yerine sağ elimi sol göğsüme, kalbimin üzerine koyup; “Rahmet” diyorum. O da gülerek başını sallıyor. Çok mutluyum galiba…

İşler hallolunca hala orada beklemekte olan Zarina lafı alıp bana bir şeyler sormaya başlıyor; “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum, vs vs.”. Elimden geldiğince anlatıp, web sitemin adresini veriyorum. “Gerçekten mi?” Derken gözleri parlıyor, onun da büyük hayalleri var besbelli. Biraz daha konuşup izin istiyorum. Hem perişan haldeyim, hem de bir an önce şu “Gostinitsa”yı bulup neredeyse yirmi dört saat sürecek tren yolculuğumuz için hazırlanmam gerek.

Gostinitsa’yı bulmam zor olmuyor. Adı Cafe Armir. Otelimsi bir şey olur en azından diye düşünüyordum ama burasının da yine bir farkı yok. Kamyoncuların durduğu bir kafeye sonradan eklenmiş bir iki oda hepsi o. Ne duş var ve tabi ki ne de oda anahtarı; “İyi ki tren biletini aldım” diye kutluyorum kendimi…

Neyse ki kafenin yemekleri fena değil. Onyedi onsekiz yaşlarında üç tane genç kız çekip çeviriyor her şeyi. Anahtarı soruyorum, şaşırmış bir şekilde; “Ne gerek var ki?” Diye onlar da soruyla cevaplıyorlar beni. Belki de haklılar, çok da fazla kastırmıyorum o yüzden…

Menüde, daha doğrusu yemeklerin teşhir edildiği tezgahın üzerinde Balkaş gölünün balıkları var. Üstelik tam da sevdiğim gibi, bol yağda kızarmış… Yanına bir de Çibörek söylüyorum. Tren biletimi de aldım ya zaten, benden iyisi yok. Ha tabi şu Karayel’i bindirme meselesi biraz canımı sıkmıyor değil ama göreceğiz…

Odada elektrik olmadığı için restoranda yemek yerken telefonumu ve powerbank’imi sırayla şarj etmeye çalışıyorum. Trende muhtemelen bu şansım olmayacak. Dolayısıyla uzattıkça uzatıyorum yemek faslını, zaten ne yapacak bir işim var ne de etrafta gezecek bir yer.

Ara sıra kamyoncular uğruyor. Geç vakitlere doğru ise şaşırtıcı bir şekilde çoluklu çocuklu kasaba sakinleri gelmeye başlıyor. Anlıyorum ki bu küçük kasabada yapılabilecek en büyük atraksiyon bu kamyoncu kahvesine gelip yemek yemek.

Gece yarısına doğru odama geçip hazırlıklarımı tamamlıyor, saatimi iki buçuğa kurup biraz kestirmek üzere yatağa uzanıyorum.


4.Gün: Chiganyak-Astana (Tren)

Telefonun alarmıyla iki buçukta uyanıp on dakika içinde istasyona doğru yola çıkıyorum. Gündüz sıcağının aksine hava oldukça serin.

İstasyonda hiç kimse yok. Sadece nöbetçi amir Rinat’ın odasından metalik bir takım sesler geliyor. Gidip kendimi gösteriyorum. Hoparlöre aldığı telefondan birisiyle konuşurken başını sallayıp eliyle salonda beklememi işaret ediyor.

Ben de fırsattan istifade dışarıya çıkıp Karayel’i sökmeye başlıyorum. Söktüğüm iki tekeri kilit kablosuyla kadronun iki yanına bağlayınca on dakika içinde her şey hazır oluyor. Düşündüğümden daha kompakt, sağlam ve kolay taşınır olduğu için gayet mutluyum.

Salona geçip, mekanın tek mobilyası olan banka oturuyorum. Rinat hala konuşmaya devam ediyor. Bir süre sonra karşı tarafın da sesini duyuyorum. Genç bir kız sesi. Ben diyeyim yorgunumsu, siz deyin şuh. Daha yeni reşit olmuş görünen Rinat’ın kendinden umulmayan kabadayı ses tonu da eklenince bunun bir gönül işi olduğuna karar veriyorum. Zaten gecenin saat üçünde başka ne olabilir ki. Yalnız hiç ara vermeden dakikalarca konuşmaları garibime gidiyor.
Trenin gelmesine doğru Rinat telefonu bırakıp yanıma geliyor. Birlikte Karayel’i kontrol edip biraz laflamaya başlıyoruz. Konuştuğu kız nişanlısıymış; “Para biriktiriyorum, az kaldı yakında evleneceğim.” diyor. Ve benim nasıl geçindiğimi ve bu gezileri nasıl finanse ettiğimi soruyor. Hadi gel de anlat: “Ben emekliyim, bu geziler de sandığın kadar pahalı değil, içkiyi ve sigarayı bıraktım, oradan tasarruf ettiğim para fazla fazla yetiyor.” diye…


POYIZ KÜLTÜRÜ

Ve sonunda trenimiz ile birlikte o nazik an da gelip çatıyor. Elimde Karayel, kondüktörün önüne geçip Rinat ile tartışmalarını izliyorum. Ama sonu iyi bitiyor. Karayel’i iki vagon arasındaki boşluğa yerleştirip koltuğuma geçiyorum. Daha doğrusu geçemiyorum. Çünkü bu trende koltuk yok. Hatta ilerleyen günlerde öğreneceğim ki Kazakistan’daki neredeyse hiç bir trende koltuk yok. Vagonların hepsi yataklı…

Karşılıklı iki ranzanın olduğu kompartmanımda diğer üç yatak dolu. Sağ üstte boş olan benimki olmalı. Biraz hayal kırıklığına uğruyorum. Çünkü neredeyse bir gün sürecek yolculuk sırasında en azından koltuğuma oturup rahat rahat yolu seyrederim diye ummuştum.

Tam can sıkıntısıyla bunları düşünürken kondüktör gelip elime bir paket tutuşturuyor: Çarşaf takımı, yastık ve örtü… Üstelik hijyenik bir paket içerisinde. Hiç fena değil ama hiç de uykum yok. Paketi yatağın üzerine bırakıp, aklımda turun geleceği ile ilgili bin bir türlü sorular koridordaki pencereden karanlık geceyi seyretmeye başlıyorum.

Bir süre sonra hava aydınlanıp Balkaş gölü ve civarının güzelliğini gözler önüne seriyor. Öylesine güzel ve bu görüntüler öylesine içimi acıtıyor ki anlatamam. Bir süre seyredip fotoğraf çektikten sonra dayanamayıp yatağıma geçiyorum.

Kalktığımda neredeyse öğleden sonra olmuş. Dışarıya bakınca artık Kazak steplerinde olduğumuzu fark ediyorum. Göz alabildiğine dümdüz ve yemyeşil. Her yer vahşi atlarla dolu.

Henüz biraz acemisiyim ama anlayabildiğim kadarıyla burada tren ile seyahat kültürü oldukça gelişmiş. Her beş dakikada bir koridordan bir seyyar satıcı geçerken, her birisi kendi meşgalesinde olan insanlar son derece rahat ve alışkın hareketlerle mutlu mutlu seyahat ediyorlar. Ben de kah yatağımda uzanıp kah pencereden o muhteşem düzlükleri izleyerek yıpranmış bedenimi dinlendirme fırsatı buluyorum.


ASTANA

Akşam saat sekizde Astana’ya varıyoruz. Şeyma’dan rica etmiştim, bana istasyona yakın bir otel ayarlamış. Ayarlamış ama Google Translate gibi Google Maps de bu coğrafyada pek bir işe yaramıyor. En azından Google Maps, Google Translate gibi neredeyse sopalanmama neden olacak yanlış anlaşılmalar yaratmıyor ama otel diye gittiğim yerde de in cin top oynuyor…

Çaresiz otele telefon ediyorum yol tarifi almak için. Telefon açılıyor ama karşımdaki ne Türkçe biliyor ne de İngilizce. Otelin parasını da ödedik üstelik. Buyur buradan yak. Apple Maps diğerinden üç dört kilometre ötede başka bir konum gösterince bir de onu deneyeyim diyorum. Ama orada da otel yok.

Tekrar bir önceki yere dönüp sağa sola iyice bakıyorum ama nafile… Kafayı yemek üzereyim. Oysa ki hemen otele yerleşip, ertesi gün Pazar olduğu için mağazalar kapanmadan eksik gediklerimi kapatabilirim, bir de güzel bir yemek yerim diye ummuştum.

Tekrar Apple Maps’in gösterdiği yere gidip binanın arka bahçesine dolaşınca düğüm çözülüyor. Meğer giriş binanın arkasındaymış. Ama birader, insan ön tarafa bir tabela koyar değil mi? Ama yok, Kazakistan’da bu tabela vs işleri böyle yürümüyor, bu konuya daha sonra geri döneceğim.

İçeri girince telefonda konuştuğum çocukla tanışıyoruz; adı Dani. Ben girdiğimde telefonunda yüksek sesle Rusça hiphop videosu izliyor. Ve zerre kadar Türkçe veya İngilizce bilmiyor. Translate’den Kazakça deniyorum, komik ama Kazakça bile bilmiyor. Meğer kuzeydeki Kazaklar o kadar asimile olmuşlar ki neredeyse kimse Rusça dışında bir dil bilmiyor…

Dil konusu böyle olsa da Dani çok kibar bir çocuk ve Karayel’i yönetim odasına alıp beni odama götürüyor. Öyle çok ahım şahım değil ama yine de çift kişilik yatak son bir kaç günden sonra müthiş bir lüks.

Zaten yok denecek kadar olan eşyalarımı bırakıp Dani’nin çağırdığı taksiyle tarif ettiği bir alışveriş merkezine gidiyorum. Ama maalesef süpermarket dışında bütün mağazalar kapalı. Sağolsun, Covid-19 önlemleri…

Hayal kırıklığı içerisinde otele dönüp önce kendimi sonra da çamaşırlarımı yıkıyorum; üç günde ne kadar kirlendiklerine inanmak mümkün değil. Sıcak su ve duş o kadar muhteşem ki, altından hiç çıkmak istemiyorum.

Üzerine de biraz Kazak televizyonu ve hayal kırıklıklarımı sağaltmasını umduğum mışıl mışıl bir uyku… Hadi bakalım, yarın ola hayrola…


5.Gün: Astana

Sabah gülümseyerek uyanıyorum. Çift kişilik yatakta uyumak o kadar rahat gelmiş ki. Ama yaşadıklarımı ve özellikle rüzgarları hatırlayınca keyfimin kaçması hiç uzun sürmüyor. Önümde kocaman bir soru işareti durmuş cevaplamamı bekliyor: “Şimdi ne yapacağım?”.

Bu şartlar altında sürüşe planladığım şekilde devam etmem imkansız. Rüzgar diğer zorluklar gibi değil, bütün planları geçersiz hale getiriyor. Tam bir game-changer. Sıcak ile baş edebilecek stratejilerim var: mesela sabah dört ile on arasında akşam da altı ile on iki arasında sürebilirim. Soğuk ile de baş edebilirim, bir şeyler giyerim olur biter. Sonuçta yine hedeflediğim kadar yolu öyle ya da böyle alabilirim. Ama rüzgar öyle değil. Alacağın yolu o belirliyor. Ve Kazakistan gibi mesafelerin çok büyük, insanların ve dolayısıyla yerleşim yerlerinin çok az olduğu bir ülkede bu şekilde sürüş yapmak “Zor” değil, “İmkansız”.

Moralim gerçekten çok bozuk. Neredeyse bir aylık çalışmayla yaptığım rotam bozuldu. Rüzgar yenisini yapmama da izin vermiyor. Kabullenmek istemiyorum ama bunca yolu boşuna geldim sanki…

Ve tabi ki diğer baldan tatlı seçenek; yani vaz geçip geri dönmek “Ben de buradayım!” diye bağırıp durmaya başladı bile zaten. Endişe içinde dönmemi söyleyen Türkiye’dekiler de cabası. Neyse ki Şeyma öyle değil. Sonuna kadar destek olup; “İçinden geleni yap, gerisi gelecektir!” diyerek hep bana destek veriyor. Neredeyse kırılacak olan direncimi taşıyan son kiriş sanki…


-Belki de kaderimi kabullenip geri dönmek en iyisi…
-İnsanın her istediği olmuyor işte…
-Başka zaman bir daha deneyebilirim…
-Zaten elimden geleni yaptım…
-Yani bitirsem n’olacak ki, dünyayı önüme mi serecekler?


İÇİMDEKİ HAİN

Bu düşünceler sürekli beynimin içinde dönmeye, bembeyaz oda üzerime üzerime basmaya başlayınca daha fazla dayanamayıp kendimi dışarıya atıyorum. Eğer beş dakika daha odada kalırsam vaz geçip dönmeye karar vereceğimden hiç şüphem yok.

Günlerden pazar ve dükkanların çoğu kapalı. Astana bir proje şehir gibi. Ankara’yı anımsatıyor bana. Koca koca bulvarları ve neredeyse tamamı yepyeni yapılarıyla. Kentin en büyük caddelerinden Respublik Bulvarı’nda yürürken pek kimseyle karşılaşmıyorum.

Derken beklediğim mucize yavaş yavaş gerçekleşmeye başlıyor. İlk olarak açık bir berber bulunca hemen giriyorum. Saç sakal tıraşı o kadar iyi geliyor ki, resmen dünyam değişiyor, aklım biraz da olsa farklı çalışmaya başlıyor.

Biraz daha yürüyünce bir de açık giyim mağazası buluyorum. Yanımda taşıyacak yerim yok ama, iyi biliyorum ki hoşuna giden bir giyecek almak moralini yükseltmekte her zaman işe yarar. Ve düşündüğüm gibi de oluyor. Kazaklara has desenlerinin tam ortasında kartal başı olan çok güzel siyah bir tişört bulunca kendi düz siyah tişörtümü atıp yerine onunla devam etmeye karar veriyorum. Şansıma tezgahtar kız Türkçe biliyor. Onunla biraz sohbet edince daha da keyifleniyorum..

Dışarı çıkıp traş olmuş halimle ve yeni tişörtümle yürümeye başladığımda artık başka birisi gibiyim. Ve az önce odadayken beynimde çınlayan cümleler bu sefer başka bir görünüm alıyorlar;

-Belki de kaderimi kabullenip geri dönmek en iyisi…
-İnsanın her istediği olmuyor işte…
-Başka zaman bir daha deneyebilirim…
-Zaten elimden geleni yaptım…
-Yani bitirsem n’olacak ki, dünyayı önüme mi serecekler?

Bunu söyleyenin kim olduğunu çok iyi biliyorum. Bunu daha önce de defalarca denedi; “İçimdeki Hain”den başkası değil bu… “Ve aslında benim bisikletle olsun olmasın, her zaman kendime doğru olan tüm yolculuklarım ondan kurtulmak üzerine değil miydi zaten?” diye düşününce kafamda ampuller yanmaya başlıyor.

Yine az kaldı beni alt edecekti. Ve o anda tüm kararsızlığım yok oluyor. Artık ne yapmak istediğimi çok iyi biliyorum; “Ben rahat etmek değil, acısıyla tatlısıyla gerçekten yaşamak istiyorum!”. “Elimden geldiği kadar devam edecek, Büyük Bozkır ve Kadim Çöl’ün benimle paylaşacağı şeyleri almadan da dönmeyeceğim!” diye söz veriyorum kendi kendime…

Korkuyorum ama kararsızlıkla birlikte bütün mutsuzluğum da uçup gidiyor… Yeniden bir amacın cisimleşmiş haline dönüşüyorum.

İşte bu…

Muhteşem…


STEP’E DOĞRU

Bu karar ile birlikte yeni planlar da oluşmaya başlıyor. Hiç vakit kaybetmeden çocukluk hayallerimi süsleyen Büyük Bozkır’da sürmeye karar veriyorum. Ne olursa olacak artık. Hem kul sıkışmayıca Hızır da yetişmiyor ki zaten. Üstelik zorluklar insanı son derece sosyalleşmek zorunda bırakıyor, mecburiyetten bir sürü insanla tanışıyorsun. Ve aslında bir coğrafyayı derinden tanıyabilmenin en iyi yolu oraların yerlilerinin gözünden bakabilmek zaten. Onların yattığı yerlerde yatıp, onların yediklerini yemek, giydiklerini giymek vs vs…

Stepe ulaşmak için Batı’ya dönmeye karar veriyorum. Bunun için önce güneye, 200 kilometre ötedeki Karaganda’ya gitmem lazım. Oradan batıya dönüp, aşağı yukarı 600 km’lik bir sürüşle Step’i geçtikten sonra Aral trenimin beni beklediği Jezkazgan’a varacağım.

Yalnız yine bir sıkıntı var: Karaganda’ya sadece otoban ile ulaşılabiliyor ve otobanlarda bisiklet sürmek yasak. Buyur buradan yak, kafayı yemek işten bile değil.

Über’den bir taksi çağırıp beni otobüs terminaline götürmesini istiyorum. Terminalin girişinde şehirlerarası taksiciler üzerime atlıyorlar hemen. Başlangıçta anlamakta zorluk çekiyorum. Otobüs varken neden taksi ile gideyim ki? Ama kazın ayağı öyle değil işte…

Kazakistan’da temel ulaşım metodu Sovyetler zamanından kalma demiryolları. Daha önce de bahsettiğim gibi çok gelişmiş bir demiryolu seyahat kültürleri var. Ülkedeki demiryolları karayollarından fazla. Hatta karayolu olmayıp demiryolu olan bölgeler var. Zaten benim planlama yaparken gözden kaçırdığım en temel şey de bu oldu sanırım. Dolayısıyla mesafelerin böylesine uzun, nüfusun da böylesine az olduğu bir ülkede ekonomik açıdan en uygun seyahat metodu demiryolu. Şöyle anlatırsam belki daha açıklayıcı olur; Türkiye’nin yaklaşık dört katı toprağı olan, neredeyse Avustralya kıtası büyüklüğündeki ülkede sadece İstanbul’daki kadar insan yaşıyor ve onların çoğu da üç dört büyük şehirde konuşlanmış vaziyette.

Bir de mesafeler böylesine uzun olduğu için koltuklu taşıma araçları yerine bütün uzun mesafe taşıma işini yataklı vagonları olan trenler görüyor. Kat etiğim dört bin kilometre boyunca koltukları olan bir tren vagonuna hiç rastlamadım. Hal böyle olunca, karayolu insan taşımacılığı çok fazla gelişmemiş. Uzun mesafeler için yataklı vagonu olan trenler, kısa mesafe taşımacılığı için ise birden fazla kişinin paylaştığı taksiler ve minibüsler tercih ediliyor.

Taksiler oldukça uygun ama Karayel’i taşımak ciddi problem. Trene gelince sefer sıklığı düşük ve çok yavaş gidiyor. Yani bizim için en uygun çözüm olan otobüs son sırada kaldığı için yine problem yaşıyoruz.


BİR LİSAN BİR İNSAN

Yine de şansımı denemek için terminale girip gişeye yöneliyorum. Terminalde tek gişe var ve çözebildiğim kadarıyla bütün otobüslerin biletleri oradan alınıyor. Gişede altın dişleri olan kabadayı görünümlü kadınla konuşmayı deniyorum ama nafile. Ne o Türkçe biliyor ne de ben Rusça biliyorum. Üstelik arkamızda bekleyenler de kadın da homurdanmaya başlıyor. Yani en uygun çıkış yolumuz bu otobüs ve bu kadar yakınındayken ona ulaşamamak gerçekten de son derece sinir bozucu.

Neyse ki oradan geçen birisi imdadıma yetişiyor. Adı Kemal. Kendisi Ahıska Türk’lerindenmiş. Benim için kadınla konuşup bilgi alıyor. “Yarın saat öğlen ikide Karaganda’ya otobüs varmış” deyip otobüsüne yetişmek üzere koşarak gidiyor. Arkasından bağırıyorum; “Teşekkürler Kemal”.

Artık keyfim yerinde. Çünkü tur sırasında bisikleti süremediğin zaman, bütün o çantalar ve bisikletin kendisini taşıyarak seyahat etmek kesinlikle çok daha zor ve ben en azından Kazakistan’da bunu nasıl yapabileceğimi az çok öğrenmiş durumdayım artık. Ve bir de anladım ki; en kötü ihtimal, şehirlerarası taksicilere parayı bastırırsam beni istediğim yere götürecekler…

Yalnız şu dil meselesi giderek daha büyük bir problem haline gelmeye başladı. Bir de konuşamadıklarından değil de, sanki burada Kazakça konuşmak Türkiye’de Kürtçe konuşmak gibi bir şey. Ayıplı. Yurt dışına çok çıktım ama sanırım İngilizce’nin bu kadar az geçtiği bir yere ilk defa geliyorum. Dilsiz kalmak çok kötü gerçekten.

Çaresiz kalıp yardım istemek için Türkiye’den Rusça bilen bir iki arkadaşımla konuşuyorum. Hazırda bekleyip, ihtiyaç duyduğum anda görüntülü konuşma ile yardımıma koşacaklar. Sanki bu iş de halloldu gibi. Hiç fena değil…

İşler şimdilik tıkırında gibi. Bol bol vaktim de var. Otele yürüyerek dönmeye karar veriyorum. Bence bir şehri tanımanın en iyi yolu…

Akşama doğru yeniden Respublik Bulvarı’nda turlamaya başlıyorum. Önceki gün gözüme kestirdiğim kapalı olan bir pizzacı vardı. Canım acayip bir şekilde spagetti çektiği için dalıveriyorum. Biraz sosyetik, porsiyonlar da küçük ama makarnası güzel. Üzerine biraz da tavuk kanadı ve patates kızartması ekleyince karnım bir güzel doyuyor.

O sırada Cemre’den haber geliyor. Ben buraya gelirken o da Mısıra gitmişti bir dünya kupasında yarışmaya; çok küçük bir farkla dördüncü olmuş. Madalya kaçmış ama olsun, keyfim daha bir parlıyor.

Sonra kendi kendime düşünmeye başlıyorum; daha bu sabah aşağı yukarı aynı yerlerde dolaşırken kendimi berbat hissediyordum. Oysa şu anda ne kadar da iyiyim… Ne değişti peki? Şartlarda değişen hiç bir şey yok aslında. Değişen tek şey benim bakış açım. Kendini iyi hissetmek ne kadar kolay aslında. Tek gereken biraz cesaret ve içindeki mızmız haine uymamak. Daha da güzeli ne biliyor musunuz; bu bedava…


6.Gün: Astana-Karaganda

Sabah uyanıp güzel bir kahvaltı ediyorum. Yani tabi ki Kazakistan’a göre güzel. Çünkü burada kahvaltı kültürü yok. Aslında bırakın kahvaltı kültürünü, et dışında bir yemek kültürü de pek yok gibi. Ne peynir var ne zeytin. Sebze, hele ki meyve o kadar az bulunuyor ki. Gut olmadan dönebilirsem ne ala..

Kahvaltının ardından patlak lastikleri onarıp yeniden sürüş için hazırlanıyorum. Öğlene kadar bol bol vaktim var. Hava durumunu kontrol edip Karaganda’da bir gecelik otel ayarlıyorum. Ardından Dani ile vedalaşıyoruz.

Terminalde Karayeli söküp bagaj durumuna geçiriyorum. Şöför sorun çıkarmıyor. Ön koltuk da boş, bir güzel kurulup stepi seyretmeye başlıyorum.

Yolda yaşlı bir kadın biniyor. Biraz kaçık bir hali var. Yanıma gelip benimle hararetli hararetli bir şeyler konuşuyor. Anlamadığım için aptal aptal bakıyorum, otobüsteki herkes bize bakıp gülüyor.

Saat beş buçuk gibi Karaganda’ya varıyoruz. Burası Astana’ya göre daha bir şehir gibi. Sanki daha bir geçmişi var ve oturmuş. Ve yine bir otel arama macerası yaşıyorum. Google Maps de Apple Maps de çok kötü buralarda. Yine kıymetli zamanımı boşa harcadığım için markete yetişemiyorum. Daha doğrusu yetişiyorum ama tüm ihtiyaçlarımı karşılayamadan kapanma saati geliyor. Oysa ki sabahları çok erken yola çıkmam gerektiği için ve yolda ikmal yapacak yerler olmadığı için bu önceki akşam alışverişleri son derece hayati.

Sineye çekip otele dönüyorum. Son derece gergin, endişeli ama aynı zamanda da heyecanlıyım. Sabah dörtte uyanabilmek için dokuzda yatıyorum. Tabi ki uyku tutmuyor. Önümdeki belirsizlikleri düşünüp endişelerimle uğraşırken hayatımın en sıkıntılı gecelerinden birisini geçiriyorum.


7.Gün: Karaganda-Atasu

Gerçekten çok zor bir geceydi. Bunca sıkıntının içinde yalnız başınalık tam anlamıyla başıma vurmuş halde. Hava durumunu kontrol ediyorum, yine pek iç açıcı değil. Yine de kendimi zorlayıp zar zor beş buçukta yola çıkıyorum. İşte yine başlıyoruz…

Dışarıda sıcaklık 10 derece, ceketimi giysem de fayda etmiyor, üşüyorum. Karaganda çıkışında güneye dönünce batıdan sağ tarafıma vurmaya başlayan kadim dostum rüzgar moralimi bozuyor. Üzerine Kazakistan’da başıma gelen ilk köpek saldırısını yaşıyorum. Neyse ki Türkiye’den şerbetliyim böyle şeylere…

Moralimi yüksek tutmaya çalışarak tempomu bozmadan sürmeye devam edince batıya döndüğüm kavşağa kadar bir altmış kilometre yapıyorum. Batıya dönünce rüzgar karşımdan gelecek diye korkuyordum ama nispeten hafifleyip beni rahat bırakıyor.

Ve o anda, o gün için hedeflediğim Atasu’ya kadar olan 210 kilometrelik yolu alabileceğimi aklım kesince rahatlıyorum. Rüzgar var ama yavaş gitsem bile varabileceğim için rahatım. Keyfim yavaşça artmaya başlıyor. Yemyeşil stepi ortadan ikiye bölen incecik yolda çok araba yok ve bir başımıza pedallamak muhteşem. O hızla öğlen saati Karaganda’dan yüz kilometre ötedeki ilk mola yerim olan Postornoe’ya ulaşmam hiç de zor olmuyor.


DADDY FINGER WHERE ARE YOU

Köyün girişindeki kafede mola verip hemen hava durumunu kontrol ediyorum. İşler biraz iyi gitti ya, bir şeyler olması lazım tabi ki: tam önümde gök gürültülü bir sağanak olduğunu görüyorum. “Belki yemek yiyene kadar geçer” diyerek teselli ediyorum kendimi.

Kafeye girip temizlenmeden önce Karayel’in zincirini yağlıyorum. O sırada bir iki molacı yanıma yaklaşıyor, her zamanki; “Nereden gelirsin, nere gidersin” muhabbeti yapıyoruz. Ve yine fotoğraf faslı. Turun başından bu yana yolda karşılaştığım Kazaklar’ın neredeyse hepsi benimle fotoğraf çektirdi. Ne yalan söyleyeyim benim de hoşuma gidiyor; çakma star gibi hissediyorum kendimi…

Yemekte yine Lagman ve çiftlik salatası. Macera aramadan karnımı doyuruyorum bir güzel. Üstüne bir de yerel dondurma. Dümdüz beyaz bir dondurma. Bildiğin yağlı kağıda sarılmış. Hiç bir janjanı yok. Ama tadı çok güzel. Üstelik neredeyse bedava…

Bu arada kulağım kafede çalınan müziğe takılıyor. Gerçekten çok komik ama ıssızlığın ortasındaki bu minik kafede “Daddy Finger, daddy finger, where are you” çalıyor. Buyur buradan yak. Etrafta bir tane bile çocuk yok, üstelik buralarda İngilizce’nin İ’si bile geçmiyor. Hayırdır inşallah…

Dışarıda hava bozmaya başlamış. Rüzgar da giderek şiddetleniyor ama artık umurumda değil. Islansam da, yavaş olsam da gideceğim.

Üç saatlik sürüşle zar zor bir 50 km gittikten sonra üzerimden hafif bir yağmur geçiyor ve ardından hava düzelip rüzgar azalıyor. İşte cesaretin ve azmin zaferi… Ardından hediyesi de geliyor ve gri bulutların arasından sahneyi aydınlatmaya başlayan güneş stepin bütün güzelliğini gözler önüne seriyor. Mest oluyorum…

O kadar hoşuma gidiyor ki keyiften kendi kendime Dede Korkut videoları çekmeye başlıyorum. Hesapta Dede Korkut beni bozkıra selam götürmeye göndermiş. Etrafta da kimse yok ya, kendi kendime tiyatro yapıp otla böcekle konuşuyorum. Ara sıra sıyırmak gerçekten çok iyi geliyor…


“KORKMANA GEREK YOK, HER ŞEY KONTROL ALTINDA”

Böylece eğlene eğlene günlük kilometreyi yüz seksen yapıyorum ki yanıma yanaşan bir arabadakiler sağa çekmemi işaret ediyorlar. Ben de az ileride onların arkasında duruyorum. Araçtan inen otuz yaşlarında birisi konuşarak bana doğru geliyor. Rüya gibi sanki ama Ingilizce konuşuyor. Kulaklarıma inanamıyorum. Adı Zhandos. Aslen buralı yani Atasu’luymuş ama Astana’da yaşıyormuş. Kavga eden annesi ile babasını barıştırmaya gittiğini söylüyor. Amerika’da okumuş. İnşaat mühendisiymiş; “Buralardan hiç yabancı geçmez, senin ne işin var?” diye sorunca ben de anlatıyorum.

“Bak şimdi” diyor, “Otuz kilometre ileride bizim köy var, hiç itiraz istemem bu gece bizde kalıyorsun.”

Benim de canıma minnet zaten. “Oluuuur” diyorum kısaca.

Ve ekliyor; “Yalnız benim önden gidip babamı sakinleştirmem lazım çünkü çok fena sarhoşmuş!”.

Hadi bakalım, al sana yeni macera; “Tamam, sorun yok” diyorum ama bir yandan da içim içimi yiyor tabi ki. “Aman boşver” diyorum kendi kendime, İngilizce konuşan bir yerli bulmuşum ya ne olacaksa olsun hiç umurum olmaz yani…

Arabayla önden gidiyorlar ben de arkadan pedallıyorum. Yaklaşık bir buçuk saat sonra köyün girişinde beni karşılayıp arabasının yedeğinde baba evine götürüyor. Kocaman bir köy evi. Beni odalardan birisine yerleştirip; “Ben bir babama bakayım” diyor. “Nerede ki baban? Diye sorunca; “Odalardan birisinde” diyerek çıkıyor.

Tam üstümü değişiyorum ki babası ile birlikte geri geliyorlar. Yalnız bu sefer yürüyerek değil yuvarlanarak. Koridorda bir düşüp bir kalkıyorlar. Babası bağıra çağıra bir şeyler söylüyor, muhtemelen küfrediyor. Zhandos ise adam düşüp bir yerlerini yaralamasın diye uğraşıp duruyor ama nafile. Babası hacı yatmaz gibi bir düşüyor bir kalkıyor, bir yandan da da erkekliğe hiç bok sürmeden atıp atıp tutuyor. Güler misin ağlar mısın…

Zavallı Zhandos da bir yandan babasıyla uğraşırken bir yandan da habire yanıma gelip; “Korkmana gerek yok, her şey kontrol altında.” diyor ama benim oradan pek de öyle gözükmüyor. “Sorun yok, sorun yok” diye geçiştiriyorum; “Allahım nereye düştüm böyle” diye düşünürken.


“NE ETİ BU?”

Ortalık biraz sakinleşince Zhandos beni odadan çıkarıp mutfağa götürüyor. Babası yemek masasında sızmış. “Fırsattan istifade bir şeyler yiyelim” deyip ocaktaki tencerenin altını yakıyor. “Bu ne?” diye soruyorum; “Bizim geleneksel yemeğimiz Beşbarmak” diyor.

Tencere baya büyük. Yalnız içindeki kaburga kemikleri daha da büyük. Yani en azından benim alışık olmadığım kadar. Kibarlığı bozmamaya çalışarak; “Ne eti bu?” diye sorunca, son derece normal bir şeymiş gibi; “At tabi ki” diyor. Yani aslında onlar için son derece normal tabi ki. Dünyanın en düz, en otu ve atı bol yerlerinden birindeyiz çünkü şu anda. Ha bizde sığır, ha burada at, bir farkı yok; herkes elinin altında ne varsa onu yiyor aslında…

“A, öylemi, ne hoş, ben de hep denemek istemiştim zaten” gibi bir şeyler geveleyince Zhandos gaza gelip tabağımı bir güzel dolduruyor bizdeki haşlamaya benzeyen yemekle. Tek bir farkla ki bu yemeğin içinde et ve patatesin yanında hamur parçaları da var. Bir tane de kocaman kaburga kemiği veriyor elime; “Al bunu da kemir” gibi bir işaret yaparak. Ardından kendisi de bir kemik alıp iştahla kemirmeye başlıyor.

“Bir gün mutfak masasında sızmış bir adamın evinde at kaburgası kemireceğim hiç aklıma gelmezdi ama buna da şükür” diyerek ufaktan yemeye başlıyorum. Fena değil; bizim sığır etinin biraz ağır olanı. Bir de hafiften bir kokusu var ama umurumda bile değil. Yemek bulmuşum ya gerisi hikaye.


“ARAP OLMUŞSUNUZ SİZ ARAP”

Asıl umurumda olan ise Zhandos’un babası; “yeniden kalkarsa naapcaz acaba?” Diye düşünmeden edemiyorum. Ve sanki aklımdan geçenleri hissetmişçesine doğruluveriyor masada. Üstelik bildiğin Chucky doğrulması. Ardından dik dik bana bakmaya başlayınca Zhandos beni takdim ediyor; “Türk Gardaş” diye. Ediyor etmesine de adam bir yandan hafiften aşağı eğilmiş kafasını yukarıda tutmaya bir yandan da bana baktığı gözlerini sabitlemeye çalışırken (benden en az üç tane gördüğüne eminim); bana bakıp “Arap, Arap… Erdoğan, Erdoğan” diyor. Ardından da sıktığı yumruğunu yüzüme doğru uzatıyor.

“Ne oluyor ya” gibilerinden Zhandos’a bakınca tercüme ediyor; “Babam biraz sitem ediyor. Diyor ki siz Türk’lüğü bırakıp Arap olmuşsunuz… Bir de seninle bilek güreşi yapmak istiyormuş.” deyip gülüyor. Ben de gülmek istiyorum ama nedense hiç içimden gelmiyor…

Zar zor babasını yatıştırıp odalardan birine yatırdıktan sonra köyü dolaşmaya çıkıyoruz. Derli toplu bir yerleşim birimi, Zhandos’un dediğine göre dünyanın en iyi ‘Kımız’ı burada yapılıyormuş, çünkü dünyanın en iyi besi atları burada yetişiyormuş. Bizim mandıra köylerinin at versiyonu işte…

Ertesi sabah için alışverişimi yaptıktan sonra beni akrabalarıyla tanıştırmaya götürüyor. Çok sıcak kanlı insanlar. Bana kımız ikram ediyorlar. Tadı fena değil, bildiğin ayran. Ardından köyün gençleriyle buluşup bir kaç el pişpirik atıyoruz. Bir tanesi bana hiç durmadan sorular soruyor, diğerleri de onunla dalga geçiyorlar.

Saat geceyarısını geçince sessizce eve dönüyoruz. Ve evet, çok şükür Zhandos’un babası aynen bıraktığımız şekilde yatıyor…


8.Gün: Atasu-Kyzylzhar

Sabah beşte kalkıyorum. Zhandos da sağolsun uyanıp bana kahvaltı hazırlamış. Kibarca reddedince şaşırıyor. Elimden geldiğince sabah erken yemek yersem sürüşte zorlanacağımı açıklamaya çalışıyorum, çaresiz kabulleniyor. Ben de kırılmasın diye ufak tefek bir şeyler atıştırıyorum.

Sessizce hazırlanırken babası da uyanıyor. Akşamki fırtına tanrısından eser yok. Karşımda duran mülayim adamın akşam bilek güreşinde beni böcek gibi ezmek isteyen kişi olduğuna inanmak imkansız. O kadar nazik ki anlatamam. Evet, bu alkol acayip bir şey. Daha doğrusu insanların bu kadar gizli yanlarının olması çok acayip. Aslında en acayip olanı o gizli yanlarını böylesine saklayabiliyor olmaları…

Bu arada Zhandos bana yüz elli kilometre ötedeki Zhairem’de bir çocukluk arkadaşı ile konuştuğunu, bu gece istersem orada kalabileceğimi söyleyince hem şaşırıyorum, hem de seviniyorum. Bu iyi haber…


NE İYİ ETMİŞİM

Sabahın sessizliğinde yol mükemmel. Stepin içlerine doğru kıvrılarak giden incecik yolda giderken içim mutluluk ve huzur karışımı bir duyguyla doluyor. Derken stepte otlamakta olan at sürüleri sanki ne hissettiğimi anlamış gibi benimle birlikte koşmaya başlıyorlar sağlı sollu, dıgıdık dıgıdık. O tarif edilemez duygu katlanınca keyiften sohbet etmeye başlıyorum eşlikçilerimle…

Rüzgar da yok, hatta bazen arkamda. O gazla çabucak kırk beş kilometre ilerideki Aktöbe’ye varıyorum. Yolun iki tarafına dağılmış bir köy Aktöbe. İki tarafı da deniyorum ama hiç dükkan yok. Tekrar yola dönüp akşamdan hazırladığım kaşarlı sandviç ile minik bir kahvaltı ediyorum sessizliğin tadını çıkara çıkara.

Tatlı bir uyku bastırınca yolun kenarındaki otların üzerine uzanıp beş dakika kestiriyorum. Harika…

Sekiz buçuk gibi tekrar yoldayım. Rüzgar bu sefer tam arkamda. Ayağa kalkıp vücudumu yelken niyetine kullanınca pedal bile çevirmeme gerek kalmıyor. Gözünü ufka dikmiş gemisini idare eden kahraman bir korsan gibi süzülüp duruyorum yemyeşil otların arasında uzunca bir süre; “Ne iyi ettim vazgeçmeyerek” diye düşünürken.

Hayatın mucizesi bu; hiç bir şey sonsuza kadar iyi veya kötü gitmiyor. Öyle olsa dünya dönmezdi zaten. Önemli olan devamlılık, kararlılık ve vaz geçmemek. Yeterince direnirsen dağlar bile devriliyor. Bunu tekrar tecrübe ettiğim için kendimi müthiş iyi hissediyorum. Ve bir kez daha kutluyorum kendimi içimdeki haine uymadığım için. İşte yine tam anlamıyla “Kendimden Kendime bir Yolculuk” oluyor, muhteşem…

Kulaklıklarımı takıp neşeli bir şeyler açıyorum. Sanki bacaklarımdaki güç iki katına çıkıyor. Müzik ne muhteşem şey; “Tanrının dili olsaydı müzik olurdu herhalde” diye düşünüyorum içimden.

Pedal çevirmeme gerek olmayınca fırsat bu fırsat bir kaç video çekiyorum. Manzara o kadar eşsiz ve videolar o kadar güzel ki kendini süper yönetmen gibi hissetmemek imkansız. Kendi kendime konuşuyor, filmi ne kadar beğendiğimi söyleyip kendi kendimi kutluyorum. Ne yalan söyleyeyim, çok mutluyum…


HOP, N’OOLUYO?

Öğlene doğru küçük bir mola verip bir elma atıştırıyorum etrafı seyrederek. Sıra dışı bir yerde olmanın getirisi olsa gerek elmanın tadı bile bir başka güzel geliyor…

Günün ilk yarısı bitmeden Zhairem kavşağındaki kafeye varıyorum. Yüz otuz beş kilometre yol yapmışım ama bana sanki on kilometre gitmişim gibi geliyor.

Daha Karayel’den inmeden kafeden çıkmakta olan kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu bir grup yanıma yaklaşıp benimle konuşmaya başlıyor. Türk olduğumu öğrenince daha da bir neşeleniyorlar. Tabi yine önce fotoğraf ritüelimiz yaşanıyor. Ardından da; “Hop, n’oluyo” falan demeye kalmadan bana yemek söyleyip hesabı peşinen ödüyor; “Allah’a emanet ol” temennileri arasında el sallayarak gidiyorlar.

Her şey o kadar çabuk olup bitiyor ki öylece kalakalıyorum stepin ortasında benden başka müşterisi olmayan küçücük kafenin önünde. O sırada Zhandos’tan bir mesaj geliyor. Arkadaşının işi çıkmış. Akşam gitmemi rica ediyor.

İyi ama akşama daha saatler var… Yemekten sonra bir ağılık çöküyor. Hava da epey sıcak. Kafenin bahçesinde uzanıyorum bir şekerleme yapmak için. “Uyanınca bakarız artık” diyerek…

Saat dört gibi uyanıyorum. Uyku çok iyi gelmiş, yeniden doğmuş gibiyim sanki. Canım hiç durup beklemek istemiyor. Zaten Zhairem’e gitmek için ana doğrultum olan batıdan sapıp güneye gitmem gerekiyordu. O yüzden Zhandos’a ve arkadaşına kibarca teşekkür edip tekrar Batıya doğru sürmeye başlıyorum.


MEFTUNE

Çok değil, otuz kilometre sonra Kyzylzhar diye bir köy var. Kyzylzhar’dan sonrası ise Jezkazgan’a kadar yüz yetmiş kilometre blok bir yol. Arada duracak hiç bir yer yok. Kyzylzhar’da kalacak yer var mı bilmiyorum ama ertesi günü düşününce Zhairem’de kalmaktan daha mantıklı geliyor. Bugün rüzgar iyiydi ama yarın ne olacağının hiç garantisi yok…

Sanki bu düşüncemi anlamış gibi ilk on kilometre üzerime üzerime esiyor. Gerçekten çok bunaltıcı. Tam “Uf puf” yaparken; “Sen misin şikayet eden” der gibi bu sefer yol da bozuluyor. Asfalt paramparça olmuş, her yer çukurlarla dolu. Stabilize yol bile daha iyiydi sanki. Karayel’e bir şeyler olacak diye ödüm patlıyor ama sağolsun her zamanki gibi güvenle geçiriyor bizi o on kilometrelik berbat yoldan.

Ve akşam güneş iyice alçaldığında Kyzylzhar kavşağına varıyoruz. Yolun kenarında bir benzinci az gerisinde de tek katlı küçük bir yapı var. Soruyorum, evet bu bir “Gostinitsa”, oleeeey…

Küçük binanın girişinde açık bir mutfak ile bir kaç masa var. Bir şeyler pişirmekte olan Meftune ile tanışıyorum. Yirmili yaşlarında esmer bir kadın. Tişörtümdeki bayrağı görünce gülümseyerek; “Türk müsün? hoşgeldin” diyor…

Meftune Özbek Türk’ü ve çok güzel türkçe konuşuyor. Gostinitsayı işleten babasına yardım için iki çocuğunu bırakıp gurbete gelmiş. “Para biriktiriyoruz, döneceğiz inşallah” deyip anlattıkça anlatıyor, belli ki o da bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde birileriyle konuşmayı özlemiş.


BURADA DA MI?!

Gostinitsanın üç odasının önceki kaldıklarımdan hiç farkı yok. Yine sadece yatacak kadar bir şeyler ve yine kilit yok… Bir tane musluk bulup altında duşumsu bir şey yapıyor bir de çamaşırlarımı yıkıyorum.

Yemekte tabi ki Özbek pilavı var. Yanında da Kurdak. Kurdak burada en çok yenen yemeklerden. Kısaca tarif etmek gerekirse küp küp kızarmış kocaman et parçaları. “Gut olmadan Kazakistan’dan dönmek çok zor olacak. Et dışındaki şeyler pek yemekten kabul edilmiyor buralarda. Ne sebze ne de meyve var piyasada, varsa yoksa et ve hamur.

Ben yemeğimi yerken Meftune de teklifsizce masaya oturup kaldığı yerden devam ediyor tek taraflı sohbetimize. Ankara’ya da gelmiş çalışmak için. Öve öve bitiremiyor Türkiye’yi, özellikle de yemeklerimizi. Hak vermemek elde mi?!

Derken babası gelip kapıları kapamasını söylüyor telaşla. Şaşırıyorum. Az sonra dönen Meftune merakımı gideriyor. Jezkazgan’dan belediyenin memurları gelmiş, hijyen kontrolü yapıyorlarmış. “Burada, bozkırın göbeğindeki bu ıssız yerde mi?” diye soruyorum hayretle. Buyur buradan yak!

“Para istiyorlar, onun için” diyor. Aynı zamanda gostinitsanın da sahibi olan benzinci çareyi kapıları kapatmakta bulmuş. İçeride öylece hiç ses çıkarmadan oturuyoruz. “Birazdan anlaşırlar, memurlar da bahşişlerini alıp kontrol yapmadan giderler.” diyor Meftune. Bir de snickers ısmarlıyor bana şirketten tatlı niyetine. Gözlerim doluyor ama çaktırmamaya çalışıyorum. Böyle koca yürekler hep de böyle hiç ummadığım yerlerde çıkıveriyorlar karşıma.

Ertesi gün yolum çok zorlu. Yemeğimi yanımda taşımam gerekeceği için Meftune’ye soruyorum sandviç gibi bir şeyler yapabilir miyiz diye. O da babası ile konuşmaya gidiyor.

Dönüp; “Pide pişirecek, içine de yumurta ile salam koyarız” deyince işler yoluna giriyor. Minnetle teşekkür edip artık yatmaya gidiyorum. Yine harika bir gün oldu, umarım uykuya dalmadan tekrar düşünüp şükredecek kadar vaktim olur…


9.Gün: Kyzylzhar-Jezkazgan

Dört buçukta kalktığımda Meftune’yi de babasını da ayakta buluyorum. Sanki hiç uyumamış gibiler. Adam; “Pişirdim pideni” diyor gülümseyerek. O kadar sıcak kanlı bir hali var ki sanki kendimi bildim bileli tanışıyormuşuz gibi hissediyorum.

Tuvalet için dışarıya çıktığımda ise tek kelime ile büyüleniyorum. Stepin sonsuzluğunda gün ağarırken, bir ressamın tuvalinde kullanmak isteyebileceği tüm renkleri görüyorum sanki lacivertinden kızılına kadar. Abartısız öylece kalakalıyorum mesanemdeki baskıyı bile unutarak.

İçeri döndüğümde Meftune Cumırtkalı sandviçimi hazırlamış. Baba kız öylece beni izliyorlar son hazırlıklarımı yaparken, sanki küçük bir çocuğu okuluna uğurlayan yetişkinler gibi. Yine duygulanıyorum. Zaten manzara da yüreğimi kabartmıştı…

Helalleşirken düşünmeden edemiyorum; “Buralarda bu kadar kısa sürede de olsa bu insanlarla bu kadar yakınlaşabilirken, aylarca yıllarca uğraşsak bile neden birbirimizle adam gibi ilişkiler kuramıyoruz ki?!” diye. Aslında cevabı biliyorum ama o kadar karmaşık ve bu ortamın güzelliğine o kadar aykırı ki, düşünmek bile istemiyorum.

Son kez güzelce bir gülümsüyorum ki ortamdaki hüzün biraz dağılsın ve onları gülerken hatırlayabileyim. Neyse ki düşündüğüm gibi oluyor ve gülerek uğurluyor beni bu kocaman yüreklerinden başka çok bir şeyleri olmayan ve bir daha göremeyeceğime neredeyse emin olduğum güzel insanlar.


BİR HAYAL DAHA GERÇEK OLUYOR

Hava yavaş yavaş ağarırken sürüş hiç fena gitmiyor. Rüzgar arkamda değil ama karşımda da değil en azından. Hava da oldukça serin ama ben yine de terliyorum durmadan pedallamaktan; “Yolum uzun ve rüzgara hiç güvenim yok ve şartlar iyiyken ne kadar yol yapsam kardır” diyerek.

Issız yolda hızla kayarken soğuk hava ile şakaklarımdan akan terler garip bir tezatlık oluşturuyor. Bir de meme uçlarım epey acıyor. Soğuktan şiştikleri ve terimle ıslandıkları için formam sürtündükçe tahriş oluyorlar. Yapacak bir şey yok…

“Her şeyin bir bedeli var” diye düşünüp; “Acaba bunun bedeli olan güzel şey ne?” diye etrafıma daha bir dikkatle bakmaya başlayınca sanki “Step”in jelatini açılıp güzelliği daha bir ortaya çıkıyor.

Otuz kilometre gittikten sonra çiş molası için duruyorum. Hiç kimsenin olmadığı bir yerde gönül rahatlığıyla çiş yapmayı hep çok sevmişimdir. Kendisi küçük ama etkisi büyük bir özgürlük; “Karışacak görüşecek kimse yok, takıl kafana göre” gibisinden…

Tekrar yola çıktığımda şafak söküp güneş yavaş yavaş yükselmeye başlıyor. Ve ben bir hayalimin daha gerçekleştiğini hissediyorum. Bütün manzara fotoğrafçılarının beklediği o yarım “Altın Saat" boyunca ağzım açık süzülüyorum dünyanın öbür ucundaymış gibi duran yemyeşil düzlüğün tam ortasında. Bir de video çekiyorum hatıra kalsın diye. Sonradan izlediğimide; “Resmen sarhoşmuşum çekerken” dedirten cinsten…


GİTMEK GİTMEK GİTMEK, HEPSİ BU

Yetmişinci kilometrede hiç beklemediğim şekilde bir kafe çıkıyor karşıma. Şaşırıyorum; Kazakistan’a geldiğimden beri karşılaştığım durum tam tersi olduğu için, yani olması gerekenler yerlerinde olmadığı için. Biraz erken ama; “Durup kahvaltı edeyim bari” diyorum, biraz da ileride gözüken kapkara bulutlara bakıp “Belki o arada bunlar da giderler” diye aslında kendimin bile hiç inanmadığı bir dilekte bulunarak.

Yemeğimi ağır ağır yiyorum bulutlara tanıdığım mühlet artsın diye. Ama pek bir işe yaramıyor. “Acaba beklesem üzerimizden geçip giderler mi ki?” diye düşünüyorum ama her zaman olduğu gibi beklemek fikri yine hiç hoşuma gitmiyor.

Yeniden yola koyuluyorum hiç dinlenmeden; “Yağarsa yağsın” diyerek. Ama daha yağmur başlamadan yemeğin ağırlığı çökünce beş kilometre sonra yolun kenarına çekip otların üzerine uzanıyorum. Sabah hızlı yol almak için tempolu sürdüğümden olsa gerek epey yorulmuşum. Yemeği de yiyince uykum geldi tabi. “Biraz kestirip kalkarım” diyorum ama daha beş dakika geçmeden suratıma düşen koca koca yağmur damlalarıyla geri dönmek zorunda kalıyorum daha yarı yolunu bile almadığım uyku diyarından.

“Geri dönüp kafeye mi sığınsam acaba?” diye düşünüyorum ama bu düşünce hiç hoşuma gitmiyor. Bütün bu iş “Gitmek” üzerine kurulu, durup beklemek üzerine değil” diye kendi kendime hatırlatıyorum. Bir de; “Kabak tadı verdi artık… Elinden geleni ardına koymasın… Paylaşalım şu kozlarımızı…” gibi düşünceler geçiyor aklımdan. Ve geri dönüp bekleme fikrinin yarattığı mutsuz uyuşukluğun tam tersine bu düşünceler beni iyice canlandırınca artık daha fazla duramayıp yeniden yola koyuluyorum.


İLK RAUND BENİM AMA…

“Tamam o zaman” dercesine iniveriyor üzerime bulutlar. Çabucak sırılsıklam oluyorum ama üşüme vs yok. Sadece yeniden tahriş olan meme uçlarım çok acımaya başlıyor. Yarım saat geçmeden ilk raundu kazanıyorum ve yeniden güneş açıyor. Savaş kazanmış komutan gibiyim, keyfimi sormayın.

Derken yüzüncü kilometrede ikinci raunt başlıyor. Bir yarım saat de onunla halvet oluyoruz. Ve hava yeniden düzeliyor. Düşe kalka da olsa yol alıyoruz. Keyfim yine yerinde. Hatta normal günlere göre daha fazla yerinde.

Yüz onuncu kilometrede az önce düzelmiş olan hava bu sefer aşırı güzelleşiyor ve bir anda çıkıveren çöl sıcağı her yerimi kavurmaya başlıyor. Biraz gittikten sonra dayanamayıp soyunuyorum. On kilometre daha gidiyorum ki hava yeniden bozuyor. Şaka gibi…

Yalnız bu sefer ki öyle böyle değil. Bu sefer yağmura şimşek ve yıldırımlar da eşlik ediyor. Bir de daha kötüsü berbat bir kafa rüzgarı çıkıyor. Pedallara asılmama rağmen ancak yokuş çıkarmış gibi gidebiliyorum. Gerçekten çok yıldırıcı ama etrafta bir ağaç dahi olmadığı için yol almaya çalışmaktan başka yapacak hiç bir şey yok. Gerçi ağaç olsa da bir şey farketmeyecek çünkü etrafa bu kadar yıldırım düşerken ağacın altına girmek de pek akıllıca bir iş olmayacak.

Çok zor geçen bir bir saatin ardından uzakta bir gsm kulesi görüp umutlanıyorum. O gördüğüm yere ulaşmam da başka bir bir saatimi alıyor. Kapıları kilitli olan kuleye vardığımda perişan haldeyim. Çitte bulduğum bir delikten bahçesine süzülüp yağmur ve rüzgar almayan tarafında fırtınanın geçmesini bekliyorum. Az önce sıcaktan kavrulurken şimdi bu kadar üşüyor olmam nasıl mümkün olabilir ki?!

“Evet, gerçekten de beni duymuş olmalı ki kozlarımızı paylaşıyoruz” diye düşünüyorum. “Sağlam oynuyor yalnız, hakkını vermek lazım”…

Bir saat bekliyorum ama hiç bir şey değişmiyor. Jezkazgan’a kadar kırk kilometre yolum var. Bir şeyler yapmazsam akşamı burada geçirmem gerekecek ki hiç mantıklı değil. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık ama bir karar vermem lazım.

Nemden ve rüzgardan titremeye başlayınca yeniden yola çıkmaya karar veriyorum çünkü burada beklersem hasta olmaktan başka şansım yok. Ki o zaman tüm yolculuk için “Game Over” olacak…


AVUSTRALYA 2.0

Bu düşünce ile hafiften dehşete düşünce bacaklarım daha bir güçle pedallamaya başlıyor. Ve rüzgarın ve yağmurun dayağını yiye yiye hayatımın en zorlu kırk kilometrelerinden birisini yapıyorum.

Ama sonunda yol bitiyor ve sanki şaka gibi tam Jezkazgan’a vardığımda hava düzeliyor. Kızmam gerekir ama aldırmıyorum, çünkü ne olursa olsun ben kazandım!

Jezkazgan’ı uzaktan gördüğümde ilk düşündüğüm şey; “Burada neden böyle bir şehir var ki?” diye düşünmek oluyor. Step bitip çöl başlayalı otuz kırk kilometre olmuş olmalı. Her yer taş toprak ve dümdüz. Görünürde burada insan yaşamı gerektirecek hiç bir şey yok. Ta ki şehrin girişindeki Sovyet döneminden kalma devasa bakır fabrikasını görene kadar.

Direk Avustralya’daki altın kasabası Kalgoorlie’yi hatırlıyorum. Oranın Orta Asya versiyonu gibi sanki burası da. Her şey maden etrafında şekillenmiş. Çölün fakirliğine tezat insan yapısı bir zenginlik ve yine de maden olmasa bağlasan durmaz dünyanın dört bir yanından gelmiş gibi tipler…


HER YER DOLU!

Burada artık karayolu da bittiği için daha Türkiye’deyken bize çölü geçirip Aral’a ulaştıracak bir tren bileti almıştım. Son üç günlük agresif sürüşümün bir sebebi de oydu aslında. Bir sonraki seferi ancak iki gün sonra olan bilet yarın içindi. Yani zamanında gelemeseydim uzun süre burada kalma olasılığım yüksekti.

Yaz aylarında bilet bulmak çok mümkün değil. Hele ki böyle tanrının unuttuğu bir yer söz konusuysa. O yüzden ilk iş internetten aldığım biletimi onaylatmak için tren istasyonuna gidiyorum. Lisan yine problem ama dediğim gibi maden yüzünden olsa gerek burası oldukça kozmopolit ve yolcuların arasından İngilizce bilen bir kadın hemen müdahale edip biletimi onaylatmamı sağlıyor.

Çıkıp otel aramaya başlıyorum. Böyle zorlu bir günün ardından tek istediğim bir an önce dinlenebilmek. Birincisi dolu. İkincisi de dolu. Üçüncüsü de öyle… Neredeyse şehirdeki bütün otelleri deniyorum ama nafile. Hatta bir sanatoryumun boş zamanlarda kiralanan odalarına bakıyorum orası bile dolu. Yorgunum ya, ondan herhalde. Hızını alamadı şimdi de böyle zorlamaya çalışıyor anlaşılan. Gerçi daha yolumuz var, bakalım başımıza başka neler gelecek?


DUSSENBEK İLE GULMİRA

Sonunda internetten bir evde kiralık bir oda buluyorum. Buluyorum ama evin kendisini bir türlü bulamıyorum. Daha önce söylediğim gibi Google Maps de Apple Maps de burada doğru düzgün çalışmıyor. Ayrıca alfabe de farklı. Bir de üstüne telefonla arayıp sorsanız bile size İngilizce veya Türkçe yol tarif edecek kimseyi bulamıyorsunuz. Taksicilere soracağım ama Türkiye’deki gibi ortalıkta taksi de yok…

Çaresiz bir şekilde evin fotoğrafını aklıma kazıyıp adı geçen bölgede turlamaya başlıyorum. Ve şansım yaver gidiyor. Yaklaşık bir yarım saat sonra evi buluyorum; "Allahım ne kadar mesudum!”…

Bir kısmı hala inşaat halinde olan müstakil evin sahipleri Astana’lı karı koca Dussenbek ve Gulmira. Bir yandan evin kalan inşaat işlerini tamamlarken bir yandan da bitmiş odaları kiralayarak inşaatı finanse etmeye çalışıyorlar. Burası yazlıkları anladığım kadarıyla. Dussenbek bir tüccar ve iyi kötü İngilizce bildiğini görünce çok seviniyorum.

İlk iş eşyaları odaya taşıyıp ardından artık berbat hale gelen giysilerimi, gözlük ve eldiven dahil yıkamaya girişiyorum. Yarın akşam tren kalkana kadar olan vaktimi iyi değerlendirip, Aral’dan sonra artık iyice çöle dönüşecek olan yol için kendimi mümkün olduğunca hazır hale getirmem lazım.

Odam evin üst katında. Ferah, büyük ve güzel. Çift kişilik yatak da son derece umut verici görünüyor. Çamaşırlarımı odada bulduğum çıkıntılara asıp yatağa uzanıyorum. Gerçekten çok yoruldum. Hele şu otel arama işi için bütün şehri dolaşmak da tam tuzu biberi oldu.


MC DÖNER

Biraz dinlendikten sonra ayakkabılarımdaki metal pedal kilitlerini söküyorum. İki gün boyunca onlara ihtiyacım olmadığı için rahat rahat yürüyebilirim. Niyetim şehir merkezine gidip biraz dolaşmak.

Dussenbek’e taksilere nasıl ulaşabileceğimi soruyorum, “Indriver” diye bir uygulama yüklememi söylüyor. Dediğini yapmaya çalışıyorum ama uygulamanın Ios versiyonu yok. Buyur buradan yak… Dussenbek kendi telefonundan bana bir taksi çağırıyor. Merkezin uzaklığını soruyorum; “Beş altı kilometre” deyince, “En kötüsü dönüşte yürürüm” diyerek çıkıyorum.

Rüzgarın oğlu taksiciyle şehre doğru uçarken hava da yavaş yavaş kararmaya yüz tutuyor. Merkezdeki büyük parkta yürürken keyifle iki tane dondurma götürüyorum. Biliyorum, ben bir bağımlıyım…

Şehir gerçekten kozmopolit, her tipten insan var. Şeyma’yı arayıp sohbet ediyorum; üç gündür her şeye rağmen yol yapıp buralara kadar geldiğim için çok mutluyum ya paylaşmadan duramıyorum.

Ardından, her ne kadar yolda gördüğüm “McDöner” lokantası aklımı çelse de, Dussenbek ile Gulmira’nın tarif ettiği Azeri lokantası “Zumrud”a gidiyorum. Lokantadan çok bizim köy kahvelerine benziyor. Ama kokular pek hoş. Tembihlendiğim üzere “Şaşlık” sipariş ediyorum. Ve iyi ki de ediyorum; gerçekten nefis…

Karnım doydu, ayaklarımda pedal kilidi de yok. Üstüne bir de akşam meltemi çıkınca Eve kadar geri yürümek pek bir keyifli oluyor. Ama daha da keyiflisi beni bekleyen king-size yatak…


10.Gün: Jezkazgan-Aral (Tren)

Sabah uyanıp tekrar uyuyorum, nasıl olsa vaktim var biraz dinlensem hiç fena olmayacak. Saat ona doğru kalkıp yine ilk iş hava durumunu özellikle de rüzgarları kontrol ediyorum ama maalesef pek değişen bir şey yok. Güneybatı Kazakistan’da rüzgar hala çok kuvvetli, sıcaklık da kırk derece civarlarında. Yani Bitirim İkili yine iş başında.

Önceki günden kalma Meftune’nin Cumırtkalı sandviçinden kalanları atıştırırken bir yandan da kafamdaki yol alternatiflerini bilmem kaç bininci kez tekrar değerlendiriyorum. Aslında çok fazla bir seçeceğim yok. Güneybatı Kazakistan’a varınca bir yandan hava durumu için en iyisini umarken bir yandan da dayanma gücümün yettiği kadar sürmeye çalışacağım, hepsi o…


SİZ TÜRKLER DE PEK BİR MERAKLISINIZ KEYFİNİZE

Tren akşam altıda olduğu için şehir merkezine gitmeye karar veriyorum. Aşağı kata inip kapıdan çıkacakken Dussenbek ve Gulmira beni yakalayıp zorla kahvaltı masalarına misafir ediyorlar. Gulmira ananemin “Pişi” lerinden yapmış. Tıpkı çocukluğumdaki gibi içine toz şeker ekip yiyorum, karşılıklı gülüşüyoruz…

Hava şimdiden çok sıcak. Gölge bulmadıkça yürümek çok zor. Ağaçların ve binaların gölgeleriyle köşe kapmaca oynayarak merkeze doğru yürüyorum. Bir yandan da berber arıyorum hazır vaktim varken şöyle çakma spa niyetine güzel bir sakal traşı olmak için ama bir türlü bulamıyorum. Bulduklarım da sakal tıraşı yapmıyor. Hatta bir tanesi dalga geçiyor; “Siz Türkler de pek bir meraklısınız keyfinize” deyip göz kırparak.

Üzerinde “Kooperator” yazan büyük bir mağaza görünce meraklanıp içine giriyorum. Tahmin ettiğim gibi komünist zamanlardan kalma ama bir yandan da kendisini çağa uydurmuş bir giyim mağazası burası. Fiyatlar hiç fena değil. Bir şort beğenip alıyorum.

Hem sıcaktan bunaldığım için hem de Tengelerim de azalmaya başladığı için bir banka bulup giriyorum klimasından sebeplenirim hesabına. Gerçekten harika… Ama muamele pek harika olmuyor. Gişedeki çocuk elli amerikan dolarımı bozmak için pasaportumu alıp iki saat inceledikten sonra hızını alamayıp diğer gişelerdeki görevlilere de gösteriyor. Neredeyse yarım saat süren bir tiyatronun ardından zar zor parayı bozdururken kendimi gerçekten de feci şekilde “Yabancı” hissediyorum.

Hava hala çok sıcak. Bu sefer de lüks bir hamburgerciye giriyorum yine klimadan sebeplenmek için. Patates kızartmasını da çok özlemişim.

Saat dörde doğru kaldığım eve dönüp Dussenbek ve Gulmira’yla vedalaşıyorum. “Hop, n’oluyo” demeye kalmadan çantamı pişi ve çikolatayla dolduruyorlar. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemediğim için bir gün İstanbul’a gelirlerse mutlaka beni arayacaklarına dair söz alıp ayrılıyorum.

Bu kadar kısa sürede bu kadar sıcak yakınlıklar kurmak ne kadar hoşsa, veda etmesi de bir o kadar hüzünlü ve zor oluyor…


HEYECANLI AYGEREM

Saat beş gibi istasyona varıp doğruca gişeye gidiyorum. Bugün farklı bir memure var. Gençten bir kız. Sürekli gülümsüyor. Ama sanki sadece yüzüyle değil de bütün vücuduyla. Bir de hayat fışkırıyor sanki her yerinden.

Ama maalesef ne Türkçe ne de İngilizce biliyor. Mecbur Google Translate’e sığınıyorum bir aksilik çıkmamasını dileyerek. O da çekiyor telefonunu; bir süre kaşını gözünü yara yara yazışıyoruz.

Adı ‘Aygerem’miş. Ne yaptığımı anlatınca gözleri büyüyüp; “Yaa!” diye derinden bir nefes bırakıyor. Ardından hiç durmadan konuşuyoruz, yoksa yazışıyoruz mu desem karşılıklı. Çok heyecanlı ve beni sonu gelmez bir soru yağmuruna tutuyor; “Nerelerde yatıyorum, ne yiyorum, ne içiyorum, hiç korkmuyor muyum” vs vs… Muhabbet öyle bir gelişiyor ki arkamda bekleyenlerin kuyruk olduğunu fark edince kısa kesip kenara çekiliyorum.

Az sonra işini bitirip gişeden çıkarak yanıma geliyor ve muhabbete devam ediyoruz. Laf lafı açıyor ve ben sonunda torunum Katya’nın fotoğrafını gösterince muhabbet biraz daha sakinleşiyor. Konu yavaş yavaş benden trene, Karayel’i nasıl yanıma alabileceğime, Aral’da inmek için ne yapmam gerektiğine vs kayıyor.

Karayel’i söküp taşınacak hale getiriyorum. Bu sırada iki üç yaşlarında çok tatlı ufak bir kız gelip ilgiyle beni izlemeye, fırsat buldukça da Karayel’in orasına burasına dokunmaya başlıyor. Yolda trafik tabelaların yapıştırdığım küçük nazar boncuğu çıkartmalarından iki tanesini elinin üzerine yapıştırınca çok mutlu olup, hemen göstermek üzere babasına doğru koşturuyor.

O sırada Aygerem gelip trenimin yarım saat geç geleceğini haber veriyor. Teşekkür ediyorum. Hala heyecanlı ama sanki artık kendisini biraz frenlemeye çalışıyor gibi doğruca gidip bir başka memure ile sohbet etmeye başlıyor.


TREN YOLCULUĞU BÖYLE OLMALI İŞTE

Sonunda trene binip Karayel’i iki vagon arasındaki boşluğa yerleştiriyorum. Kompartımanıma gittiğimde ise beni büyük bir sürpriz bekliyor.

Daha önce de bahsetmiştim; “Kazakistan’da trenle seyahat kültürü çok gelişmiş” diye, şimdi iyice açayım. Birincisi Kazakistan çok büyük bir ülke (neredeyse Avustralya, yani bir kıta kadar) ve nüfusu çok az olduğu için (Sadece on sekiz milyon kişi) karayolu taşımacılığı masrafını pek çıkaramıyor; o yüzden temel insan taşıma metodu demiryolu. Pek çok yerde karayolu yokken demiryolu her yere ulaşıyor. İkincisi burada mesafeler inanılmaz uzun olduğu için vagonların neredeyse tamamı “Yataklı Vagon”. Ben; “En kısa yolculuk yirmi dört saat sürüyor” diyeyim, gerisini siz hesap edin. Hal böyle olunca ihtiyaçlar kendi kültürünü oluşturmuş; her vagonda minik bir mutfak ve sıcak su ünitesi var. Koridorda insanlar enselerinde havluları, üzerlerinde pijamaları, ayaklarında terlikleri ve ellerinde yiyecek içecekleriyle sanki evlerindeymiş gibi dolaşıp duruyorlar.

İşte ben de kompartımanıma girince; geceliklerini giyinip yolculuğa hazırlanmış, dördüncüyü bekleyen üç tane tatlı ve yaşlı teyzeyle karşılaşınca bir anda ne yapacağımı bilemiyorum. Ben öylece kapıda dikilirken onlar da öyle tatlı tatlı gülümseyerek bana bakıyorlar. Eğer bu kompartımanda kalırsam hiç unutamayacağım bir gece geçireceğime eminim ama bilemiyorum işte…

Tam o sırada yanımdan geçmekte olan kondüktör imdadıma yetişiyor, yan kompartımandaki bir başka teyze ile exchange yapıyoruz. Yeni kompartımanımda otuzlu yaşlarında iki kardeş; Alibek ve Klara ile yaşlı bir kadın olan Raya var. Üçü de çok sıcak kanlılar. Daha oturur oturmaz hemen kompartmandaki küçük masayı donatıveriyorlar; çay, cumırtka, börek, tatlı, kuruyemiş ve tabi ki at eti…

Mahçup olmamak için ben de Gülmira’nın ‘Pişi’lerini çıkarıp masaya koyunca tam bir ziyafet sofrası oluyor. Bir yandan yerken bir yandan da konuşmaya çalışıyoruz. Tabi ki yine ne Türkçe ne de İngilizce. Bildiğin süper tiyatro devam ediyor. Ediyor ama gerçekten de işe yarıyor ve geç saatlere kadar oturup bir şekilde anlaşıyoruz.

Gece yarısına doğru artık herkes yavaş yavaş yatıyor. Ben de telefonumdaki alarmı saat dörde ayarlayıp yatağıma uzanıyorum.


CANLI MÜZİK BİLE VAR

İçim geçmiş olmalı, uykunun o gizemli dünyasından beni geri çağıran muhteşem bir ezgiyle uyanınca ilk başta nerede olduğumu hatırlayamıyorum. Derken o yanık ses daha da yükselip bütün ruhumu dolduruyor. Merakla kalkıp koridora çıkınca sesin yan kompartımandan geldiğini anlıyorum. Gençten bir kadın yanık yanık bir türkü söylerken yavaşça kompartmandaki diğerleri de ona katılmaya başlıyorlar. Gerçekten müthiş, son zamanlarda hiç bu kadar güzel canlı müzik dinlememiştim. Koridordaki pencereyi açıp bir yandan serin ve temiz havayı ciğerlerime çekerken bir yandan da keyifle kulaklarımı dolduruyorum. Sonradan öğreneceğim ki, başka bir şehirden oğullarına kız almaya giderken adet olduğu üzere söylüyorlarmış bu insanın yüreğine dokunan türküleri…

Sabaha karşı iki civarında sanki legodan yapılmış bir istasyonda duruyoruz: Koskol. Burasının sonradan yapılma bir maden istasyonu olduğu o kadar belli ki. Zaten bundan başka ne için durulur ki çölün ortasındaki bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde.

Şakılar türküler arasında tekrar yatağıma uzanıp gözlerimi kapatarak yolun bitmesini beklerken bir yandan da hayal kuruyorum bundan sonra başıma gelebilecek şeylerle ilgili…


11.Gün: Aral > Ayteke Bi

Birisi yatakta sertçe dürtünce uyanıyorum. Kondüktör; “Hadi iniyorsun” diyor. Saatime bakıyorum: Üç buçuk. Bir yanlışlık olmalı, daha bir saat var. Yine de güvenemeyip kalkıyorum. Telefonu kurcalayınca meseleyi anlıyorum; bu kadar batıya gelince saat dilimi değişmiş.

Tren Aral’da beş dakika bile durmuyor, zar zor iniyorum. Hava hala karanlık. Zaten üç beş kişi olan İstasyon on dakika geçmeden boşalıyor. Ne kimse var ne de bir ses. Bir banka oturup havanın aydınlanmasını bekliyorum. Neyse ki çok soğuk değil.

Hava yavaş yavaş aydınlanırken Karayel’i kuruyorum. Bu arada gelirken ön maşadaki matara kafeslerinden birisinin bağlantı yerleri kopmuş. Trenin sallantısından olsa gerek. Onu da tamir edene kadar güneş kendisini göstermeye başlıyor.

İstasyonu dolaşıyorum. Orta yaşlı bir kadın memureden başka kimse yok. Kısa bir lisan macerasının ardından bana pazar yerini tarif ediyor. Ben de Karayel’e atlayıp tarif ettiği yere gidiyorum.


BAMBAŞKA BİR DÜNYA

Geceden sabaha yine bambaşka bir dünyaya düştüm. Çölün ortasında Bilim Kurgu filmlerini anımsatan Jezkazgan’dan sonra Aral bembeyaz tek katlı evleriyle tipik bir Akdeniz kasabasına benziyor. Aral Denizi’nin kıyısında olmasından herhalde. Bildiğin eski Bodrum. Yalnız tek fark var; buradaki evlerin çatıları da pencere ve kapı pervazları gibi masmavi. O kadar güzel görünüyor ki…

O güzel evlerin arasından geçerek yaptığım kısa bir yolculuğun ardından pazar yerine varıyorum. Varıyorum ama her yer kapalı. Sonra jetonum düşüyor; “Bugün günlerden Cumartesi. Şehrin meydanında bir bank bulup dükkanların açılmasını bekliyorum. Canım öyle bir çay çekiyor ki; sanki içmezsem uyanmış sayılmayacağım.

Epey beklememe rağmen dükkanlarda hiç bir hareket olmayınca sıkılıyorum. Bugün için tatil yapıp Aral’ı gezmeyi planlamıştım ama o anda şeytan dürtüyor; “Sen bisikletçisin, böyle hayalet bir şehirde pinekleyeceğine yolda olman gerek!” diye…

Aslında haklı. Üstelik saat sekiz buçuk bile değil. Çabucak hazırlanırsam bugün de yol yapabilirim… Hemen Karayel’e atlayıp şehrin çıkışına doğru sürüyorum. Muhtemelen büyük bir benzinci vardır. Hem üzerimi değişir, hem karnımı doyurur hem de ikmal yapıp yola düşebilirim diye.

Gerçekten de şehrin çıkışına doğru bir “Sinooil” buluyorum. Üstelik espresso makinası bile var. Kahve ve brownie ile karnımı doyururken bir yandan da üzerimi değişip hazırlanmaya başlıyorum. Bu arada benzinci Akabik ile sohbet etmeye başlıyoruz: “Nereden gelirsin, nereye gidersin ve tabi ki; bu bisiklet kaç tenge?!”

Tam Akabik ile helalleşip yola çıkıyorum ki arka tekerim patlıyor. Üstelik de tam Akabik’e Karayel hakkında bir sürü hava attıktan hemen sonra. Kuyruğumu kıstırıp tamire girişiyorum.


DİKKAT DİKKAT: SUYUN VAR MI GARDAŞ?!

Rüzgar fena değil, yol ise gerçekten muhteşem. Bildiğin kaymak asfalt. Avrupa Birliği’nin desteğiyle yapılmış. Ve sanırım Çin’in büyük “İpek yolu” projesinin parçalarından birisi.

Rüzgar ile yol tamam ama sıcak gerçekten çok fena; “Daha bu saatte böyleyse öğlene doğru nasıl olacak acaba?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Kırk kilometre ancak gidiyorum ki sıcak beni bitiriyor. Yolun az içerisinde kalan Aralkum kasabasına doğru kırıyorum. Bir süre içecek bir şeyler alabileceğim bir dükkan arıyorum ama nafile.

Tam ne yapacağını bilemez halde dururken bir köylü gelip bana bir evi işaret ederek; “Düken” diyor. Sağ elimi sol göğsüme koyup; “Rahmet” diye cevaplıyorum. Kapısı kapalı evin önünde iki tane dev gibi deve sanki güvenlik görevlisi gibi dikilmiş, bir yandan bana bakıp bir yandan da geviş getiriyorlar.

Derken evin kapısından bir tıkırtı geliyor. Ardından kapı açılıp beni içeriye çağıran orta yaşlı bir kadın görünüyor. Ve develerin arasından geçip kapıdan içeriye girmemle birlikte dünyam da değişiyor.

Soğuk bir şeyler içince hararetim biraz söner gibi oluyor. Ama belli oldu ki bugün işim zor olacak. Tekrar asfalta çıkıp yol kenarında nadiren rastladığım tabelaların minicik gölgelerinde dinlenerek yol almaya çalışıyorum.

Aralkum’dan on kilometre kadar sonra arkamdan gelen bir polis arabası yanımda yavaşlayıp benimle aynı hızda seyretmeye başlıyor. Ön koltukta oturan iki polisten bana yakın olanı camı açıp Kazakça bir şeyler söyleyince göğsümdeki bayrağı gösterip; “Türk” diyorum. O anda çok komik bir şey oluyor, bu sefer diğer polis aracın megafonunu kullanarak benimle konuşmaya başlıyor. Filmlerdeki gibi ama tek farkı; “Sağa çek!” yerine “Suyun var mı gardaş?” diyor olması…

“Suyum var ama önümde dinlenecek yer var mı?” deyince; “Var var, selametle…” dedikten sonra gazlayıp hızla gözden kayboluyorlar.

Onlar var dediler ama dedikleri yere bir türlü ulaşamıyorum. Aslında bu sık sık başıma gelen bir şey. Arabayla yolculuk edenlerden aldığım bilgilere itimat etmemem lazım. Çünkü onlara her şey daha kolay geliyor. Ama beynim sıcaktan uyuşmuş olsa gerek yine aldandım işte.


CEHENNEM SICAĞI 2.0

Sonunda zar zor aldığım bir on beş kilometrenin ardından küçük bir tır parkı buluyorum. Ne bir kamyon var ne de bir çeşme ama en azından gölgesine sığınabileceğim kulübemsi bir şey var. Anında soyunup üzerime su döküyor ufak da olsa bir rüzgar çıkmasını bekliyorum. Ama nafile…

Artık tam öğle saati ve ortalık kavruluyor. Kafe olan ilk konak yerine ise yaklaşık yirmi kilometrelik bir yolum var. Yaklaşık bir saatlik bir molanın ardından tekrar yola düşüyorum. Hedefim hiç durmadan kafeye varabilmek. Ama olmuyor. Neyse ki on kilometre sonra bu sefer yolun karşı tarafında yine minik bir tır parkı bulup bir yarım saat de orada geçiriyorum.

Sonunda kafeye vardığımda saat iki buçuk olmuş. Neyse ki kafenin kliması mükemmel çalışıyor. Lagman’ı da Çiftlik Salatası da o güne kadar yediklerim içinde en iyisi. Üzerine bir de dondurma götürünce hayat yeniden anlam kazanmaya başlıyor.

Göbeğim şişmiş ve ayaklarım çıplak bir halde serin kafenin içerisinde öylece neredeyse bir saat oturuyorum. Bildiğin “Küçük Bir Mutluluk” hesabı. Ama benimki bayağı bir büyük…

Su, içecek ve yiyecek içecek ikmali yapmak için kafenin yanındaki benzinciye gidince genç Newruz ile tanışıyorum. Çok heyecanlı bir tip. O da Malike gibi eşyalarımı kurcalıyor, ardından gözlüğümü takıp selfi çekiyor.

Aral Denizi’nden kalanları görebilmek için bu noktada sağa kırıp bir on kilometre gittikten sonra aynı yolu geri dönmem gerek. Ondan sonra bugünkü hedefim Ayteke Bi’ye varabilmek için elli kilometrelik bir yolum daha var. Saat dört olduğu için “Acaba yetişebilir miyim?” diye endişeleniyorum.

Newruz; “Abi o yolda bir tane bile ağaç yok. Denizi görmek istiyorsan ben seni arabamla götürüp getireyim, yoksa bu sıcakta perişan olursun” diyor. Kibarca teşekkür edip yola çıkıyorum. Buralara kadar gelip de Aral Denizi’nden arta kalanları görmeden gitmek olmaz tabi ki…


HAYAL KIRIKLIĞI

Newruz haklıymış, yolda bir tane bile ağaç yok. Daha da ötesi, bir zamanlar deniz yatağı olan yerler şimdi tam bir kum çölüne dönüşmüş. O kadar üzücü ki…

Yolda sürekli keçilerle karşılaşıyorum. Kumların arasından bitmiş tek tük dikenlerle besleniyor olmalılar. İşte bu da hayatın bir başka mucizesi, her felaket kendi ekosistemini yaratıyor. Dolayısıyla doğa açısından sorun yok. Sorun, sorunu yaratan insanlar için var ama hiç de rasyonel olmadığımız için bunu bir türlü kavrayamıyoruz. En azından hiç kimsenin benim o anda o sıcağın altında anladığım kadar kavrayamadığından eminim…

Sonunda Aral Denizi’nden kalanların kıyısına vardığımda tam bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Burası denizden daha çok ölmüş bir göle benziyor. Kıyısındaki kurumuş topraklardan itibaren pislik içinde ve leş gibi de kokuyor.

Beş dakika bile duramayıp dönüş yoluna geçiyorum. Saat altı olmasına rağmen bir ara termometrem kırk beş dereceyi gösteriyor. Mataralarımdaki sular yine kaynadı. Allahtan küçük bir köy, içinde de küçük bir dükkan buluyorum. Yine gizli saklı tabi ki…

Dönüş yolunda bir araba beni durduruyor, içinden inen beş genç benimle fotoğraf çektirip yollarına devam ediyorlar. Sonunda tekrar Newruz’un benzinliğine vardığımda saat artık yediyi gösteriyor. En iyi ihtimalle iki saat daha yolum var. Hiç durmadan devam ediyorum.

Saat sekiz gibi güzel bir gölün kenarından geçiyorum. Kıyısına çekilmiş pek çok araba ve gölün içinde de kahkahaları ortalığı çınlatan bir sürü çocuk var. Geçerken bana el sallayıp bağırarak bir şeyler söylüyorlar. Akşam ışığında o kadar güzel görünüyorlar ki elimde olmadan durup bir kaç kare fotoğraf çektikten sonra ben de el sallayarak karşılık verip yola devam ediyorum.


ÇÖLDE BİR SARAYCIK

Ayteke Bi’ye vardığımda saat artık dokuz. Ama her yer hala aydınlık. Burası oldukça büyük bir kasaba. Yine Aral’daki gibi beyaz duvarlı ve mavi çatılı evlerle dolu. Şehir merkezinde biraz turladıktan sonra bulduğum Altın Orda oteline giriyorum.

Şehrin konumu ve boyutuyla orantısız derecede şatafatlı dekore edilmiş bir yer. İçerisi on sekizinci yüz yıl saraycıklarını andırıyor. İnsan ve hayal gücü işte. Ne zaman dinliyor, ne de mekan… Burayı her kim hayal edip hayata geçirdiyse onunla oturup uzun uzun sohbet etmek isterdim…

Resepsiyon’daki genç semiz delikanlı Cantürk buranın sahibi aynı zamanda. Çat pat Türkçe de biliyor. Anahtarımı alıp doğruca odama yollanıyorum. Tek istediğim bir an önce suyun altına girmek.

Duş, çamaşır derken bir de bakıyorum ki saat on olmuş. Ertesi gün için alış veriş yapıp karnımı doyurduktan sonra odaya dönmem on bir buçuğu buluyor.

Rüzgarı kontrol ediyorum; haberler yine iyi değil. Ertesi gün rüzgar hem çok kuvvetli hem de tam karşımdan esecek. En yakın konak olan Baykonur ise buraya yüz kilometre uzaklıkta. “Sabah dörtte yola çıkıp saatte on beş kilometre yapabilirsem öğlene doğru varabilirim” diye hesap ediyorum. Ediyorum ama rüzgar şiddetini arttırırsa veya en ufak bir aksilik olursa konaklayacak yer olmadığı için işler sarpa saracak.

Bir de bu transit yolda sadece tırlar var. Onların da kasaları mühürlü olduğu için bir aksilik durumunda beni alsalar bile Karayel’i alamazlar. Tek tük geçen arabalara zaten sığmayız. Yani ertesi gün yola çıkarsam çok büyük risk almış olacağım.

Ama yine damarım tutuyor ve ne olursa olsun denemeye karar veriyorum. Kazakistan’a geldiğimden beri peşimi bırakmayan rüzgar her kaçışıma bir karşılık verdi. Ve biliyorum ki onun ile kozumu şöyle dibine kadar son bir kez paylaşmazsam hayatım boyunca bunun pişmanlığını yaşayacağım.

Zaten güvenli hayat konforlu olabilir ama ne heyecanlı ne de eğlenceli. “Dananın kuyruğu kopsun artık… Hem, kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş” diye söyleniyorum kendi kendime ve yükü yukarıdakinin sırtına bırakmış olmanın rahatlığıyla saatimi üç buçuğa kurup çakma saray yatağıma uzanıyorum. Yarın ola hayrola…


12.Gün: Ayteke Bi > Kyzylorda

Yarın oluyor. Ama pek de hayır olmuyor…

Üç buçukta uyanamayıp ancak dördü çeyrek geçe yataktan çıkabiliyorum. Yola çıkmam ise beş çeyreği buluyor.

Rüzgar gerçekten berbat. Ama ben de azimliyim. İlk on beş kilometre boyunca maça çıkmış iki boksör gibi birbirimizi yoklayıp duruyoruz. Bir mola tesisi bulup kahvaltı niyetine bir şeyler yiyorum, bugün çok fazla yakıta ihtiyacım olacak.


DÖNMEK Mİ? DERİMİ YÜZSELER DAHA İYİ!

Tekrar yola çıktığımda ibre yavaş yavaş rüzgardan yana dönüyor. Ciddi ciddi dayak yemeye başlıyorum. Bir süre sonra bakıyorum ki en büyük dişlide ve saatte ancak on kilometre hızla gitmeye başlamışım. Tıpkı rampa tırmanır gibi. Ama burası düzyol ve maalesef rampanınki gibi bir inişi olmayacak…

Artık saatte bir yani her on kilometreden sonra büyük bir mola vermem gerekiyor. Sabah yola çıktıktan altı saat sonra, güneş artık iyice kavurmaya başladığında sadece elli kilometre gidebilmiş bir durumdayım. Ve ortalıkta yine bir tane bile ağaç yok.

Durum giderek ciddileşiyor. Aklıma gelen en mantıklı çözüm geriye dönüp rüzgarı arkama alarak Ayteke Bi’ye dönmek ama o anda derimi yüzseler daha iyi sanki. Hiç bir işime yaramayacağını bildiğim halde ve sırf geri dönmemek inadımdan zorla sürmeye devam ediyorum. Artık ne olacağı ile ilgili hiç bir fikrim yok.


HIZIR SAHNE ALIYOR

Ve tam o anda bir mucize gerçekleşiyor. Kan ter içinde sürmeye devam ederken kapalı kasa bir kamyonet yanıma yanaşıp benimle aynı hızda sürmeye başlıyor. Camdan bana bakan genç bir kadın bir yandan rüzgarın darmadağın ettiği saçlarını düzeltmeye çalışırken bir yandan da bana bir şeyler söylüyor.

Bu şekilde anlaşamayacağımız anlayınca kenara çekip duruyorum. Kamyonet de az ilerimde kenara çekiyor. Terle kaplanmış gözlüğümü çıkarıp gözlerimi de ovalayınca kamyonetten bana doğru gelmekte olan dört kişilik bir aile ile karşılaşıyorum.

Genç bir adam ile karısı ve dokuz on yaşlarında iki erkek çocuk. Heyecanla yanıma gelip yüksek sesle bir şeyler anlatmaya başlıyorlar. Pek bir şey anlamıyorum. Tam o sırada formamdaki Türk bayrağını fark eden kadın; “Kıvanç Tatlıtuğ, Diriliş, Ertuğrul” vs gibi Türk dizilerinden isimler saymaya başlayınca aramızda ilk temas kuruluyor.

Laf lafı açıyor, ıssız bir yolun kenarında cehennem sıcağının altında durmuş Türk dizilerini konuşuyoruz. Daha doğrusu kadın sayıyor ben de gülerek kafa sallıyorum. Gerçekten abzürt.

Adamın adı Baha. Son derece canlı ve neşeli. Konuşmasından enerji saçılıyor. Beni durdurmalarının sebebi de çocukların benimle fotoğraf çektirmek istemesiymiş. “Tamam” diyorum gözlerimle kamyonetin kasasını keserken; “Ama bir şartım var…”

Çocukların sevinci ve mutluluğu bana da bulaşıyor. Kendimi bir anda cehennemden cennete gelmiş gibi hissediyorum. Biraz daha sohbet edip fotoğrafları çektikten sonra Karayel’le birlikte kamyonetin arkasına biniyoruz. Kapalı kasa bomboş. Biraz sıcak ama yolda sıcaktan ve sinirden ölmekten iyidir.

Karayel’i yatırıp kendimde bir köşeye bir güzel yerleşiyorum. Sıcaktan ve yorgunluktan bitmiş durumdayım. Kendimden geçmem beş dakikayı bile bulmuyor. Ancak Baykonur’da durduğumuzda uyanıyorum.

Şehrin girişinde vedalaşıyoruz. Oldu işte. Hızır yetişti. Biliyordum zaten…


VE AMPUL YANIYOR

Yoldan şehre ulaşmam biraz vakit alıyor. Durmadan doğruca Baykonur Uzay Üssü’ne gidiyorum. Burası Amerikalı astronotlar ile Rus kozmonotların Uluslararası uzay İstasyonu’na fırlatıldıkları yer. Bu da çocukluk hayallerimden; ucundan azıcık da olsa bir şeyler görmeyi umuyorum. Ama maalesef umduğum gibi olmuyor ve üssün girişindeki genç rus askeri kibarca beni geri çeviriyor.

Şimdi ne yapacağım; bu şartlar altında sürüş yapamayacağım kesinleşti. Bir yerlerde oturup biraz düşünmeye karar vererek şehrin içinde dolaşırken şansıma önüme otogar çıkıyor.

Eğer sürüş yapamayacaksam kendime ve Karayel’e bir şekilde nakliye ayarlamam gerektiğinden fırsatı değerlendirmek için duruyorum. Baykonur nispeten küçük bir şehir. Otogar da bölgesel bir istasyon olduğu için sadece yakındaki büyük şehirlere seferler var.

Biraz düşününce kafamda bir ışık yanıyor. Rüzgar karşımdan estiği için, yolun sonuna kadar otobüsle gidip bu tarafa doğru sürüş yapmaya karar veriyorum. Gerçi o zaman dönüş uçuşumun olduğu Alma Ata’dan uzaklaşıyor olacağım ama hatırladığım kadarıyla Türk müteahhitleri bu yakınlardaki Türkistan şehrinde yeni bir havaalanı yaptılar ve THY de buradan uçuşlara başladı.

Internetten kontrol edince tahminimde yanılmadığımı görüyorum ve kararmış içim yeni bir umutla tekrar kıpır kıpır oluyor.


YATAKLI MI, NORMAL Mİ?

Hemen otobüs yazıhanesine gidip en yakınımızdaki büyük şehir olan Kyzylorda’ya en erken aracı soruyorum; “Yirmi dakika sonra”.

Şimdi düşündüğümde yirmi dakika içinde biletimi kestirip tuvalette alelacele üzerimi değiştirdikten sonra hem karnımı doyurup hem de Karayel’i söküp bagaj pozisyonuna nasıl getirdiğime hala inanamıyorum.

Otobüs oldukça eski ve koltuğumun sırtı da epey arkaya düşmüş vaziyette ama pek umurumda olmuyor. Her şey o kadar tanıdık geliyor ki, sanki Türkiye taşrasında bir otobüste gibiyim. Tipler aynı, tavırlar aynı hatta ses tonları bile tıpkı Türkiye’deki gibi. Evet, gerçekten de “Atamız Bir” olmalı.

Bu evindeymişlik duygusuyla gözlerimi kapayınca tatlı bir uykuya dalıyorum. Uyku ile uyanıklık arasında, o duyguların büyüteç altındaymış gibi berraklaştığı geçiş anında sürüş yapamadığım için derin bir hayal kırıklığı hissediyorum ama diğer yandan da bu kadar büyük bir ülkede bu kadar farklı şeyler yaşadığım için içimde hissettiğim heyecan ve mutluluk giderek büyüyor.

İki saat sonra Kyzylorda’da gözümü açtığımda kendimi taptaze hissediyorum. Uyku gerçekten de işe yaramış, hem yorgunluğumu hem de hayal kırıklığımı alıp götürmüş.

“Avtovoksal”dan yani bizdeki karşılığıyla “Otogar’dan çıkmadan Alma Ata’ya otobüs saatlerini ve fiyatlarını öğrenmeye çalışıyorum. Bugün geçmiş. “Yarın akşam altıda var” diyor gişedeki kadın. Sonra da ekliyor; “Yataklı mı, normal mi?”. Mal mal bakıyor olmalıyım ki sesini yükselterek tekrar ediyor.

“Hadi bakalım yine bir şeyler geliyor” diyerek ertesi gün saat altıdaki yataklı otobüsü gözüme kestiriyorum.


ATA TOPRAKLARINDA UKSİ

Otogar’dan çıkmadan bir de otel ayarlıyorum. Adı Srideria; biraz düşününce aslında bizim Sri Derya diye bildiğimiz Seyhun ırmağı geliyor aklıma. Öyle ya şu anda Amu Derya (Ceyhun) ile Sri Derya (Seyhun) nehirleri arasında ata kültürümüzün yeşerip derinleştiği toprakların tam da göbeğinde sayılırım.

Kazakistan’a geldiğimden beri gördüğüm üçüncü ülkedeyim sanki. Alma Ata ve Balkaş yöresi Çin gibiydi. Kuzeydeki Astana ise bildiğin Rusya. Stepte Jezkazgan’a doğru yol alırken ve şimdi ise sanki gerçekten ata topraklarında gibiyim.

Ve Kyzylorda da bizim güneydoğumuz kokan bu toprakların, yani Güneybatı Kazakistan’ın başkenti gibi. Çölün ortasında gayet modern ve güzel bir şehir. Yine bir proje şehir havası var. Sokakları sanki cetvelle çizilmiş gibi. Ve kentin merkezinde hükümet binaları ile üniversitenin çevrelediği kocaman kare bir meydan var ki doğu kültürlerinde pek rastlanan bir durum değil. Sovyet zamanında şekillenmiş olmalı.

Meydanın adı Ploschad ve oldukça büyük. O anda güneş hala tepede olduğu için etrafta kimse yok ama buranın akşam halini görmeden gitmemem gerektiğini hissediyorum.

Meydanı çevreleyen büyük bulvarlarda bir iki tur atınca “Region11” isimli güzel bir restoran görüyorum. Üstelik kendine ait bahçesinde masaları da var. Covid önlemlerinden olsa gerek geldiğimden beri büyük şehirlerde ilk defa karşılaştığım bu fırsatı kaçırmayıp hemen dalıyorum. Bahçede ayakkabılarımı çıkarıp yere basarak yemek yemek çok büyük bir lüks…

Ben Kazak işi bir şeyler yerim diye düşünmüştüm ama biri kız diğeri erkek genç garsonlar beni Kore işi “Uksi” yemeğe ikna ediyorlar. İyi ki de etmişler, içinde neredeyse ihtiyacım olan her şey bulunan, soğuk yenen ve bilgelik kokan bu yemek gerçekten de çok hoşuma gidiyor.


SÜRÜŞ ÇILGINLIĞI

Göbeğim şişince ipleri tekrar beynim ele alıyor. Kafam karışık. Dönüş uçağıma Türkistan’dan binebilirsem yeni planım işe yarayabilir. Ama bilet değişikliği talebime hala cevap gelmedi. Dönüş günüm tam belli olmadığı için yeni sürüş planı yapmakta zorlanıyorum. Yalnız şurası kesin; eğer biletim onaylanırsa Alma Ata’ya doğru kalan sürüş günüme yetecek kadar mesafeyi otobüsle gidip rüzgarı arkama aldıktan sonra bisikletle Türkistan’a geri döneceğim.

Yemekten sonra eşyalarımı otele bırakıp Karayel’i şehrin tarihi merkezi olduğunu düşündüğüm yere doğru sürüyorum. Eğri büğrü sokaklar, işportacılar, kalabalık, gürültü patırtı; evet burası şehrin gerçek merkezi olmalı.

İşportacılardan birisiyle, adı Bereke, sohbete başlıyoruz. Gençten neşeli bir çocuk. Jezkazgan’dan aldığım şort için bir kemere ihtiyacım var. Tabi ki en pahalısından başlıyor. Her seferinde “Yok, bana daha basit bir şey lazım dedikçe” yavaş yavaş modellerin seviyesi düşüyor ve sonunda şortumu üzerimde tutmak yetecek kadar bir şey alıyorum. Ama bu sırada epey bir akraba oluyoruz Bereke ile. Ne yaptığımı anlatınca gözleri büyüyor ve ardından tabi ki klasik fotoğraf çektirme muhabbeti…

Bu arada güneş batıyor. Artık birileri vardır diye düşünerek tekrar “Ploschad’a dönüyorum. Tam da tahmin ettiğim gibi; koca meydan yavaştan dolmaya başlamış. Bir de asıl ilginci meydanın dört bir yanı kiralık tekerlekli şeylerle dolmuş; bisikletler, pedallı gezi arabaları, akülü çocuk arabaları ve hatta minik Pony atlar…

Sağa sola dağılmış işportacılardan birinden patlamış mısır alıp Karayel’in yanına çöküyorum. Ve şok; bu mısır tatlı. Bildiğin şekerle patlatmışlar. Aslında pek fena da değil hani…

Ben orada oturmuş tatlı mısır patlağımı yerken meydanın dört yanındaki ışıklar yanıyor ve neredeyse eş zamanlı olarak meydanda bir sürüş çılgınlığı yaşanmaya başlıyor. Çoluk, çocuk, genç, yaşlı, kız, erkek herkes kiraladığı bir şeylere binip koca meydanın ortasında dört dönmeye başlıyorlar. Acayip komik ama sanki büyük bir ayin gibi. “Buradaki en büyük atraksiyon bu olmalı” diye düşünmeden edemiyorum.

Yaklaşık bir saat oturmama rağmen görüntü azıcık bile değişmiyor. İnsanlar bindikleri şeyleri meydanda dört döndürmeye devam ediyorlar. Öyle ki artık başım dönmeye başlıyor.

Ve sonunda dayanamayıp kalkıyorum. Telefonumun koruyucu camı kırılmıştı; “Gidip onu değiştireyim bari” diyorum. Ve kentin daha önce görmediğim taraflarına doğru sürüyorum Karayel’i.

Bu sefer sanırım şehrin zengin mahallelerinde dolaşıyoruz. Etraf çok güzel evlerle ve lüks mağazalarla dolu.

Bir telefon mağazasında duruyorum. Tezgahtar genç kız çok tatlı. Adı Akmura. Yirmisinde bile yok sanırım. Son derece güler yüzlü ve hemen telefonuma güzel bir kaplama yapıyor. Biraz sohbet edip vedalaşıyorum.

Hava serinlemişken Karayel ile kentin sokaklarında amaçsızca dolaşmak çok hoşuma gidiyor. Ne kadar takıldığımı bilmiyorum ama sonunda hafiften uykum gelmeye başlıyor ve otele dönüp yatıyorum.


13.Gün: Kızılorda > Merki (Otobüs)

THY’den olumlu haber gelince ert esi gün hızlı geçiyor. Oteldeki kahvaltının ardından doğruca Avtovoksal’a gidip akşam altıdaki “Yataklı Otobüs”e biletimi kestiriyorum. Heyecanlı değilim desem yalan olacak.

Ardından Ploschad civarında bir banka bulup para bozduruyorum. Bu arada fark ediyorum ki okuma gözlüğüm kaybolmuş. İşte bu hiç iyi değil. En çok ihtiyacım olan şeylerden birisiydi.

İstanbul’da işportadan bulmak kolay oluyordu ama burada var mıdır hiç bir fikrim yok. Bir ihtimal bulabilirim diye şehrin eski kısmına gidiyorum. Ve biraz bakınmamın ardından bir tezgahın altından aradığım şey çıkıveriyor. Çok komik, kapısında havalı havalı “Tekno-Market” yazan dükkan en fazla beş metrekaredir ama içinde neredeyse yok yok. “Numaralı okuma gözlüğü var mı?” diye sorunca; dükkandaki iki kişi önce birbirlerine bakıp tereddüt ediyorlar. Ardından bir tanesi kafasını sallayınca diğeri tezgahın altındaki bir kutudan, numaralarının dışında her şeyi birbirinin aynı bakır renkli tel çerçeve gözlükleri çıkarıveriyor. Gözüme uygun olanını seçip aynaya bakıyorum; gerçekten de çok komik oldum…

Dükkanın sahibi Azamat tam da benim düşündüğümün aksine; “Abi çok yakıştı” deyince içimden gülmeden edemiyorum. Laf lafı açıyor. Yine fotoğraf çekimi. Ama bu sefer Azamat beni hemen bırakmayıp iki şişe soğuk su alarak Karayel’in matara kafeslerine yerleştiriyor; “Hava çok sıcak, içersin soğuk soğuk” diyerek. Ne diyeyim; Allah senden razı olsun Azamat…

Oradan bir oto yıkamacıya geçip Karayel’e güzel bir spa seansı yaşatıyorum. Kendim rahatlamış kadar seviniyorum bütün tozu toprağı giderken sevgili kader arkadaşımın. Bu arada yıkamacılarla halvet oluyoruz haliyle. Çok neşeliler, öyle ki bize de bulaşıyor bu ruh halleri…


EY TÜRK GENÇLİĞİ

Karnım acıktığı için lokanta bakınırken “İskender Kafe”yi buluyorum çölde vaha misali. Sahibi ve aşçısı Numan ile sohbete koyuluyoruz bana spesiyal ‘Dönerli Pide’sinden yaparken.

Otuzlu yaşlarındaki Numan Antalya’lı. Aslen öğretmenmiş ama ataması yapılamadığı için bir kebapçıda çalışmaya başlamış. “İyi ki de yapılmamış atamam” deyip ekliyor; “Dünyayı geziyorum vallahi o sayede”…

Buradan önce Japonya’da Osaka’daymış, ondan önce de Güney Kore’de. “Şimdi de Rusya’dan çağırıyorlar, izinlerimi evraklarımı vs hazırladılar yakında gidip biraz da oralarda takılacağım” diyor göz kırparak.

Numan’la konuştukça kafamda bazı sahneler birleşmeye başlıyor. Bugüne kadar yurt dışında gittiğim neredeyse her yerde en çok rağbet edilen restoranlar hep Türk lokantalarıydı. Ve ne zaman sahipleri ile konuşsam sözleşmiş gibi hep aynı şeyden şikayet ediyorlardı; “Kebap-Pide ustası bulamıyoruz, bulduklarımız da hemen başka yere transfer oluyorlar”.

Bunca geziden sonra artık bir şeyden eminim; gezmesi ve özellikle mutfağı en güzel yerler tarım devriminin ardından yerleşik düzene geçilmesinden bu yana üzerinde en uzun süre yaşanmış topraklar. Çünkü bu yerler kültürün damla damla damıtılıp biriktiği şişeler gibi oluyorlar. Tıpkı güzel bir baklavanın şerbetinin biriktiği en alt katmanı gibi.

İşte Mezopotamya’nın üst kısmındaki Anadolu’da bu kültürel birikim noktalarının en önemlilerinden. Ve kültürüyle birlikte tabi ki mutfağı da zenginleşmiş, rafineleşmiş ve şu anda dünyanın en güzel ve özgün lezzetlerinin bir kısmına ev sahipliği yapıyor. Hatay dan başlayıp her gün bir saatlik yol alarak devam ediyorum hayalimde; Adana, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin, Diyarbakır. Birbirine birer saat uzaklıkta altı mutfak. Altısı da birbirinden farklı ama altısı da birbirinden güzel lezzetlere sahip. İddia ediyorum; dünyanın hiç bir yerinde bırakın altıyı, üç tanesini bile yan yana bulamazsınız. Üstelik daha Ege’yi, İç Anadolu’yu ve Karadeniz’i katmadım bile…

Şimdi artık Numan’ı anlamak çok kolaylaşıyor. Nasıl ki bir İngiliz İngilizce öğreterek dünyanın hiç bir yerinde aç kalmazsa, Kebap-Pide ustası bir Türk de dünyanın hiç bir yerinde işsiz kalmayacak, hatta her daim el üstünde tutulacaktır. O yüzden buradan dünyayı gezmek ve muazzam bir kültürel miras üzerinden fark yaratmak isteyen gençlerimize sesleniyorum; “Ey Türk Gençliği: Kebap-Pide ustası olun, asla pişman olmazsınız”…


YATAK ODASINDA SEYAHAT

Numan’la vedalaşıp eşyalarımı almaya otele dönüyorum. Otobüs saatim yaklaştıkça heyecanım ve merakım da artmaya başlıyor; “Bu Yataklı Otobüs nasıl bir şey ola ki?!”

Seferime bir saat kala Avtovoksal’a varıp Karayeli paketlemeye başlıyorum. Hava yine çok sıcak. Derken otobüsüm geliyor. Daha fazla dayanamayıp içine dalıveriyorum. Dalıveriyorum ama kapıda durdurup elime bir naylon torba tutuşturup ayakkabılarımı gösteriyorlar.

Bu bir otobüs değil, bildiğin yürüyen koğuş. Orta koridorun iki yanındaki koltuklar kaldırılıp yerlerine birbirine bitişik ranzalar yerleştirilmiş. Koridordaki halının üzerinde çıplak ayakla dolaşmak çok güzel. Seyahat etmenin o resmi havasını anında yok ediyor. Sanki evimdeymişim gibi hissediyorum. Ranzalarda uzanmış telefonuna bakan, kitap okuyan insanlar bu hissimi daha da pekiştiriyor.

İster istemez gülümsemeye başlıyorum keyiften. Sonra da içimden kutluyorum bu insanları, keyiflerini güvenlik takıntılarına kurban etmedikleri için. Gelişmiş ülkelerde emniyet kemeri takmadan gitmek bile yasakken burada riski göze aldın mı manzarayı seyredip oranı buranı kaşıyarak seyahat etmek son derece doğal. “Tanrım, ne zaman bu kadar uzaklaştık kendimizen? Ne ara bu güvenlik takıntılarına kurban etmeye başladık sonunda artık hiç yaşamaz olduğumuz hayatlarımızı?! Hayat risk almadan gerçek hayat olmuyor, ne zaman kaybettik ki bu bilgeliğimizi?!”


MODERNLİK VE ESARET

Düşünüyorum da; ‘Modernlik’ bir yandan da esaret demek aslında. Ya da konfor ve güvenlik karşılığında feda edilen özgürlük. Başımıza bir iş gelmesin diye neredeyse bütün hayatımız kısıtlamalar ve mecburiyetler içerisinde geçiyor. Oysa ki yaşam enerjisi kısıtlanmaktan hiç hoşlanmıyor. Oturup yarım saat neşeyle dolu çocukları izleseniz ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Ve işte bu ufak tefekmiş gibi görünen kısıtlamalar ve mecburiyetler üst üste biriktiğinde daha evden çıkıp işe gelene kadar bütün yaşam enerjimizi emip tüketmiş oluyor.

Bir düşünelim bakalım. Mesela yürürken veya bir taşıt içindeyken trafik ışığında beklemek zorundayız. Okulda bir şey söyleyeceğimiz zaman parmak kaldırmamız, asansöre binerken ve bindiğimizde hiç hareket etmeden durmamız gerekiyor. Aynı şekilde durduk yerde yüksek sesle şarkı söyleyemeyiz, veya birisine kızdığımızda ağız tadıyla küfredemeyiz doya doya. Birisini sevdiğini söylemek hepten abzürt. Kaslarımız ne kadar gerilse de tabanlarımız kıçımıza değecek şekilde koşamayız aniden. Hele ortalıkta dans etmek, aman Allah korusun deli derler sonra. Karnımız acıktığında veya susadığımızda değil, ancak vakti geldiğinde yiyip içebiliriz. Uyku da keza öyle. En korkuncu da bu aslında; her şeyin bir zamanı var, öyle canın istedi mi olmuyor!

O kadar çok şey ki var ki buna benzer, say say bitmez. Üzerinizdeki ataleti biraz atıp dikkatinizi yoğunlaştırırsanız sizin de bunları keşfetmeniz çok kolay aslında. Tek yapmanız gereken; sizi sinirlendiren şeylerin izini takip etmek. Emin olun sonunda hep aynı yere, engellenmişlik duygusuna varacaksınız.

Her şey bizi durdurmaya, içimizdeki neşe dolu yaşam enerjisini zapt-u rapt altına almaya çalışıyor aslında. Hatta “Tatil” diye kendimize yutturmaya çalıştığımız şeyin bile hiç bir farkı yok. Onun temel amacı da gazımızı biraz alıp, eşek gibi çalışmaya devam etmemizi garanti altına alabilmekten başka bir şey değil zaten.

Etrafıma bakınca; bu kadar çok baştan çıkarıcı reklam, ustaca yazılmış ama her seferinde gerçek olmadığı ortaya çıkan başarı hikayesi ve uyuşturucu hap misali romantik filmin olması da bunun kanıtı değil mi zaten? Eğer bu düzen bu kadar güzel olsaydı, bunların hiç birisine gerek olmazdı ki!!!

Ondan sonra da; “Neden depresyondayım?!”… Ya da asıl soru şu belki de; karnımız doyduktan sonraki getirisi giderek azalan zenginlik, konfor ve güvenlik karşılığında bu hayatı böylesine feda etmeye değer mi acaba?!

Yine derin konulara daldık. Biz iyisimi hikayemize geri dönelim…

Otobüste kendi yerimi görünce daha da bir şok oluyorum. Arka beşli tabir ettiğimiz yerde de kocaman bir ranza var. Her katı beş kişilik ve benim yerim de alt katın tam ortası. Önce biraz ürküyorum. Ama yan yana yatmış teklifsizce birbiriyle sohbet eden insanları görünce bütün endişelerim buharlaşıveriyor; “Yine birileriyle epey bir akraba olacağız anlaşılan.”

Ve hayatımın en güzel yolculuklarından birisini yapıyorum. “Business-Class da neymiş?! Hatta Firts-Class bile halt etmiş…”


14.Gün: Merki Taraz

Sabaha karşı dört buçuk gibi Merki’de, Alma Ata’ya yaklaşık üç yüz kilometre kala o muhteşem otobüsümden iniyorum. Bugün günlerden Salı. Buradan geldiğim yöne doğru, Türkistan’a kadar yaklaşık altı yüz kilometrelik yolum var. Üç günlük bisiklet sürüşü. Eğer bir aksilik olmazsa bu güzel ülkede üç güzel sürüş günü daha geçirip, bir gün de ata topraklarımızın özeti sayılabilecek Türkistan’da Hoca Ahmet Yesevi’nin türbesini ziyaret ettikten sonra Cumartesi sabahı İstanbul’a uçacağım. Plan mükemmel, umarım bir sorun çıkmadan işler…


YERZAN VE ERDOGAN

Yol kenarında Karayel’i kurana kadar şafak da söküyor ve o anda Karayel’in muhteşem bir fotoğrafını çekiyorum. Üzerimi değişip hazırlanmak için bir yer bulmam lazım. Karayel’e atlayıp geldiğimiz yöne doğru sürünce yaklaşık üç kilometre sonra açık bir Sinooil buluyorum. Üstelik hem şarj için priz hem de espresso makinesi var. Bir de dükkanın her yeri “Ülker Albeni” kaynıyor. Çok sevmesem de yine de evde hissettirdiği için hoşuma gidiyor.

Yavaş yavaş hazırlanırken benzin istasyonunun güvenlik görevlisi Kuzet ile tanışıyoruz. Artık herhangi bir lisan problemim kalmadı. Ne Kuzet Türkçe biliyor ne de ben Kazakça ama aslanlar gibi anlaşıyoruz. “Bunca zaman bildiğimiz diller ile boşuna kısıtlamışız kendimizi” diye düşünüyorum.
Hazırlanıp yola çıktığımda saat artık altı buçuk. Bugünkü hedefim yüz altmış kilometre ilerideki Taraz. Rüzgar arkamda değil ama en azından önümde de değil. Yalnız uzun süre yukarı eğimli bir yolda gidiyorum. Ve kırk kilometre sonra uykum geliyor. Gece otobüste sadece bir kaç saat uyuyabildiğim için olsa gerek.

Zar zor bir on kilometre daha gidince solda küçük bir benzinci buluyorum. İçinde kimsecikler yok gibi. Camı tıklatınca yirmili yaşlarında bir çocuk küçük pencereyi açıp ne istediğimi soruyor. Adı Yerzan. Türk olduğumu görünce hoşuna gidip; “Erdogan, Erdogan” diyor yumruk yaptığı sağ elinin baş parmağını yukarı kaldırarak. Ardından dışarı çıkıyor biraz sohbet ediyoruz.

Gidebilecek gibiyim ama riske etmek istemeyip benzincinin arkasında sırtımı duvara dayayıp yarım saat kestiriyorum. Gerçekten çok iyi geliyor.


AĞZIM KULAKLARIMDA. UÇUYORUM BE YAW…

Yeniden yola çıkmamla birlikte dünyam da değişmeye başlıyor. Önce o günlerdir canımı çıkaran rüzgar arkama geçiyor. Ardından günlerdir etrafımı saran uçsuz bucaksız dümdüz coğrafya değişip yerini sol tarafımda heybetli ve tepesi karlı dağlara bırakıyor.

Rüzgarın daha da kuvvetlenmesiyle uçarcasına süzülmeye başlıyorum güney Kazakistan yollarında. Gerçekten muhteşem. Günlerdir yaşadığım sıkıntıların geri ödemesi yapılıyor sanki. Ağzım kulaklarımda kayarcasına yol alıyorum.

Yirmi kilometre sonra arka lastiğim inmeye başlıyor. Belki mola yerine kadar idare eder diyerek şişirip bir on kilometre daha gidiyorum ama olacak gibi değil. Sağa çekip lastiği değiştiriyorum.

Doksan beşinci kilometrede Akyrtobe’ye varıyorum. Artık güneş tam tepede ama rüzgar arkamda olduğu için pek sorun yaratmıyor. Karnım da acıktığı için durmaya karar veriyorum. Yolun kenarında bir ağacın altında küçük bir konteyner ve önünde tüten bir mangal görünce kenara çekiyorum.

Konteyneri güler yüzlü genç Sultan ile karısı işletiyorlar. Arkasına da dört beş masa koyup küçük bir bahçe yapmışlar. Onlar bana şaşlık pişirirken ben de fırsattan istifade patlak lastiklerimi onarıyorum.

Et de salata da muhteşem İki şiş kesmeyince bir tane daha söylüyorum. Onu da götürünce yine uykum geliyor. Sultanın hanımı arkadaki sıraların üstüne kilimlerden minik bir yatak yapınca bir yarım saat de orada kestiriyorum.

Kalan altmış beş kilometre sürüşten çok uçuşa benziyor. Kanatlarım olsa bu kadar olurdu herhalde. Sürmeyi bırakıp ağzım kulaklarımda heybetli dağları ve tepelerinden süzülüp gelen ırmakların etrafında yeşermiş güzellikleri seyre dalıyorum. Aklıma “Heidi”yi getiriyor. Türkistan’a kadar mutluluktan uçacağım herhalde bu gidişle…


PLANLAR YİNE SUYA DÜŞÜYOR

Saat daha dört bile olmadan, planladığımdan çok çok önce Taraz’a varıyorum. Taraz oldukça büyük bir yer dolayısıyla otel bulmak pek zor olmuyor. Yalnız bu arada uçuştan önce PCR testi yaptırmam gerektiği aklıma takılıyor. Internetten baktığımda uçuştan yetmiş iki saat önceden itibaren yaptırabileceğim yazıyor. Ama testin sonucunun ne kadar sürede alındığını bilmediğim için kafam karışıyor. Eğer testin sonucunu almak için beklemem gerekiyorsa o zaman sürüşü yeniden iptal etmem gerekecek.

Oteldeki resepsiyonist kırklı yaşlarında çok heybetli ama bir o kadar da tatlı bir kadın. İsmi Lazat. Derdimi anlatmaya çalışıyorum ama biraz spesifik bir konu olduğu için pek anlaşamıyoruz. Tam o sırada şansıma otele İngilizce bilen genç bir çift gelip derdimi tercüme ediyorlar.

Bunun üzerine Lazat bir iki telefon açıp birileri ile konuştuktan sonra bir taksi çağırıp beni “Invivo Clinic” diye bir laboratuvara gönderiyor. Ama durum burada da pek iç açıcı değil, çünkü kimse İngilizce bilmiyor. Tam o sırada çalışanlardan birisi; “Türk müsünüz?” diyor. Kulaklarıma inanamıyorum.

Yirmili yaşlarındaki laborant kızın adı Gülfikar ve mükemmel bir Türkçe konuşuyor. Söylediğine göre testin sonucunu almam kırk sekiz saati bulabilirmiş. “O yüzden testi yetmiş iki saat önceden yaptıracaksan en erken yarın akşam yaptırman, sonra da sonuç çıkana kadar yaptırdığın yerde beklemen gerek” deyince bütün planlarım yine suya düşüyor.

Bu hesapla yarın yani Çarşamba akşam testi yaptırırsam sonucu almam Cuma akşamını bulacak ve Cumartesi sabah olan uçuşuma ancak yetişebileceğim. Yani aslında testi yarın akşam varmayı planladığım Çimkent'te yaptırmaktan başka bir şansım yok. Yoksa haftada bir olan Türkistan-İstanbul uçuşuna binemeyeceğim…

Bu, yarın akşam yaptıracağım testin sonucunu bekleyeceğim için öbür gün sürüş yapamayacağım, ve hatta yarın akşam Çimkent’te yaptıracağım testi riske etmek istemiyorsam yarınki iki yüz kilometrelik sürüşü de iptal etmem gerekeceği anlamına geliyor… Tam rüzgarı hallettik derken şimdi de bu çıktı. Buyur buradan yak…

Otele dönüp Lazat’la konuştuktan sonra ertesi gün otobüsle Çimkent’e geçmeye karar veriyorum. Testimi yaptırdıktan sonra sonuç çıkana kadar orada bekleyeceğim artık. Ve bu karar sanki Thor’un çekici inip kalan son umutlarımı da paramparça ediyor: “Sanırım Kazakistan’daki bisiklet sürüşümüz şu an itibarı ile son buldu. Tam da tadını çıkarmaya başlamıştık halbuki…”

Şehir merkezine inip uzun süre yürüyorum. Yürürken de düşünüyorum bir yandan; herkesin sandığının aksine, kilometrelerce bisiklet sürmek modern hayatın bu yıpratıcı ve sinir bozucu sınırlamalarına katlanmakla kıyaslayınca aslında çocuk oyuncağı kalıyor.

İyice yorulana kadar müzik dinleyip dolaşıyorum tanımaya çalıştığım bu Orta Asya şehrinin sokaklarında. Ve iyice yorulduğuma kanaat getirince de otele dönüp erkenden yatıyorum.


15.Gün: Taraz-Çimkent

Sabah farklı uyanıyorum. Evet, artık sürüş yok. Fiziksel zorluklarıyla birlikte heyecanı da alıp götürdü. Bundan sonrası artık turistik gezi olacak.

Otelin arkasındaki bahçeye dolanıp Karayel’i kontrol ediyorum. Olduğu gibi duruyor. O sırada Lazat ile karşılaşıyoruz. Ana binanın yanındaki tek göz küçük yapı kahvaltıyı hazırladıkları minik bir mutfak anladığım kadarıyla ve o da kahvaltı hazırlamakla meşgul.

Göz kırpıp kahvaltı edip etmeyeceğimi soruyor. Ben de göz kırpıp “Evet” diyorum. Karayel’i yasladığım minik kameriyenin altındaki masaya mütevazi bir sofra kuruyor hemen, o koca sesiyle bir şeyler daha söylerken. Kendisi de sesi de devasa bu kadından nasıl bu kadar incelik ve kibarlık yayılıyor bir türlü anlayamıyorum, büyü gibi bir şey sanki…

Sosis, cumırtka ve ekmekten ibaret kahvaltının ardından oracıkta vedalaşıyoruz Lazat ile. Bana o kadar çok yardımcı oldu ki. O anda ona söyleyip, anladığından emin olmak istediğim o kadar çok şey var ki. Ama bu pek mümkün değil. Elimden tek gelen minnetle gözlerinin içine bakıp gülümsemek oluyor. O da aynı şekilde karşılık verince bütün o söylemek istediklerimin yerine ulaştığının farkına varıyorum. Harika…

O gün minibüsle Çimkent’e giderken belki de bütün yolculuğun en güzel yolundan geçiyoruz ve sürüş yapamadığım için yeniden içim sızlıyor. Ama yağma yok: “Nerede görülmüş bir insanın her isteğinin gerçekleştiği? Hem arzularımızdan noksan kalmazsa, nasıl devam edeceğiz bu şaka gibi hiç fikrimiz alınmadan içerisine bırakıldığımız hayata?”

Bundan sonrasında artık anlatmaya değecek pek bir şey yok. İki gün Çimkent’te, bir gün de Türkistan’da takıldıktan sonra yolculuğumun on sekizinci sabahında gerisin geri anavatana uçuyorum ve yaşadığım her şey güzel bir rüya tadında benliğimdeki yerini alıyor. Dibine kadar hak ettiler gerçekten de…


VE YİNE SON…

Yine güzel bir macera “Son” buldu…

Bitireceğim ama bu “Son” kelimesi çok önemli, sanırım son cümlelerden önce biraz peşrev yapsam iyi olacak:

Yine güzel bir macera “Son” buldu… Tıpkı hayatlarımızın da bir gün son bulacağı gibi. Bu dünya böyle kurulmuş; her güzel şeyin bir sonu var, ya da daha doğrusu o “Son”lar her şeyi anlamlı hale getiriyorlar aslında. Ve işte o sonlar bakmasını bildiğimiz zaman en büyük yol göstericilerimiz. Önce çocukluğumuz ardından gençliğimiz sonlanıyor. Bazen sıralı bazen de apansız aile üyelerimiz ve arkadaşlarımız ayrılıyorlar. Sonra gücümüz ve sağlığımız bizi terk ediyor yavaş yavaş. Evrenimizin en önemli yasası olan “Entropi’nin artışı” hükmünü aynen bizim üzerimizde de estiriyor acımasızca. Tıpkı kurulmuş her düzende olduğu gibi bedenlerimiz de giderek bozuluyorlar. Ama bu arada tam tersine ve çok şaşırtıcı bir şey oluyor; maddi olan her şey kaçınılamaz bir şekilde düzensizliğe doğru seyrederken, yaptıklarımız ile “Kaos”u yani düzensizliği “Teos”a yani düzene çeviriyoruz. Şimdilik çok yavaş görünse, hatta bazan geri geri gitse de bütün canlılar bir arada evrenimizdeki düzeni, bilgiyi ve ışığı giderek arttırıyoruz. Sanki canlı hayat her yeni nesil ile birlikte bir yandan evrende düzenin yeniden kurulmasına yardım ederken diğer yandan da sürekli kendisini üretip-tüketiyor bedel olarak. Doğuyor, payımıza düştüğü kadar dünyayı değiştiriyor ve bayrağı bir sonraki nesile devredip ölüyoruz. Bunun için önce hayatta kalmamız ardından da üreyerek biriktirdiklerimizi taze yeni nesile aktarmamız gerekiyor. Ve bazan hayatta kalma ve üreme iç güdülerimiz asıl “Büyük Amaç”ı gölgelemeye başlıyor. İşte o zaman bencilleşip sımsıkı yapışmaya başlıyoruz tutunabildiğimiz her şeye. Ve “son”lardan kaçınmaya çalışıyoruz elimizden geldiği kadar. İşte o anlarda kendi trajedimizi de başlatmış oluyoruz aslında hayatın aktığı yönün tam tersine gitmeye çalışarak.

O yüzden “Son”lar bu kadar önemli. Kaçınmak yerine rehber edinmemiz gerek onları kendimize. Oysa ne kadar çok kaçınmaya çalışıyoruz o sonlardan şu modern hayatlarımızda. Hatta bütün düzenimiz neredeyse onun üzerine kurulmuş gibi. “Bir gün öleceğiz! Korkunç!”:

-Hadi ölümsüzlüğü arayalım…
Ya da;
-Hadi o zaman hayatın tadını çıkaralım…

Ben ikinci cevabı verenlerdenim. Önceleri beni hüzünlendiren o “Son”lar artık beni harekete geçiriyorlar. Aslında yapmaya çalıştığım her şey bu iki kelimeyle özetlenebiliyor: “Harekete Geçmek”.

Artık biliyorum ki hayat ancak; “Bir gün yok olacağım” diye sızlanıp sürekli aslında evrenin temel mekanizması olan “Son”lara kifayetsiz çözümler üretmeye çalışmak yerine, o mızmız ve bencil kendinden özgürleşip harekete geçtiğin zaman gerçekten yaşanıyor. Bu cesaret isteyen bir şey gibi görünüyor ama aslında tek yapman gereken kendini sımsıkı yapıştığın egondan kurtarıp evrenle birlikte akmaya bırakmak. Bunun için çok sıra dışı şeyler yapmaya gerek yok.

Asıl cesaret ise kendini ihtiraslarından kurtarmak için harekete geçebilmekte yatıyor. Bu arada, unutmayın cesaret dediğiniz şey aslında “Bedava!”. Ve üstüne üstlük ihtiraslarından kurtulmuş bir insan da aslında dünyanın en zengin insanı, çünkü bir sürü para kazanmak için o kadar çok çalışmaya ihtiyacı yok… İşte bu yüzden kendimi çok zengin hissediyorum. Benim için neredeyse dünyadaki her şey bedava. Çünkü egomdan kurtulduğum zaman geriye sadece kalpten arzuladığım şeyler kalıyor ve onlara ulaşabilmem için gereken sadece iki şey var; birisi cesaret diğeri de azim. Ve dediğim gibi; bunların ikisi de bedava… Bir de Egonun ihtirasları var ki, onları doyurabilmek için gerekli olan meziyetler bedava olan Azim ve Cesaretin aksine çok pahalı. Nedir o pahalı olan şeyler; ikiyüzlülük, vicdansızlık, kalpsizlik, üçkağıtçılık, kıyıcılık vs vs. Peki neden bu kadar pahalılar? Çünkü insanın en paha biçilmez ve yerine konulamaz hazinesini; ömrünü tüketiyorlar…

Evet bu kadar peşrevden sonra artık son cümlelere geçebilirim:

Yine güzel bir macera “Son” buldu…

Ya da şöyle yazmalıyım aslında:

“Bu güzel macerayı da bütün zorluklarına rağmen yaşatıp “Son”una erdirdik...

Yine egomun tüm korkutmalarına, ayak oyunlarına ve baştan çıkarma denemelerine rağmen harekete geçtim. Yine dolu dolu yaşadım. Yine gözlerim doldu sık sık. Yine yüreğimde patlamaya hazır bir sevinç bombası varmış gibi hissettim ıssız yollarda uçarcasına akarken.

Ne kadar zorluk yaşadıysam bir o kadar güzelleşti aslında yine kendimden kendime yaptığım bu yolculuk.

Ve çocukluğumdan beri hayalini kurduğum yepyeni bir coğrafyada, aslında ezelden beri tanıdığım gerçek benliğime kavuştum yeniden…

Gerçekten paha biçilmez…

Kartal&Karayel
İstanbul, Ağustos 2021

Stacks Image 4869